(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Sen
Hakk'ı görmez misin ki, sıfât-ı muhdesât ile zâhir olur?
Ve kendi nefsinden onunla haber verdi. Ve sıfât-ı naks ile ve
sıfât-ı zemm ile zâhir olur. Sen mahlûku görmez misin ki,
evvelinden âhirine kadar sıfât-ı Hak ile zâhir olur? Ve sıfât-ı
Hakk'ın kâffesi, mahlûk için sâbittir. Nitekim, sıfât-ı
muhdesât Hak için sâbittir (5).
Ya'nî
sen İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûdunda Hakk'ın
tahallülüne (nüfuz
etmesine, içine girmesine)
taaccüb edersen (şaşırırsan),
Hakk'ın bu neş'et-i dünyeviyyede (dünyaya
gelmesinde) sıfât-ı
muhdesât (sonradan
oluşmuş sıfatlar) ile
zuhûrunu (açığa
çıkışını) görmüyor
musun? Ve Hak Teâlâ kendi nefsinden sıfât-ı muhdesât (yaratılmış,
hadis olan sıfatları) ile zuhûru: (meydana
çıkışı) …………………… (Bakara, 2/15)
ve ……………………..
(Tevbe, 9/79) ve ……………………… (Âl-i İmrân,
3/54) ve emsâli (benzer)
âyetlerde haber verdi. Ve "istihzâ" (alay
etme eğlenme) ve
"suhriyye" (alay,
maskaralık) ve
"mekr" (hile,
aldatma) sıfât-muhdesâttan
(sonradan
kazanılan sıfatlardan) olduğu
halde, Hak Teâlâ / bunları kendine izâfe buyurdu (alakalı kıldı)
. Ve
bu gibi sıfât-ı naks (noksan
sıfatlar) ve
zemm (kötülük)
ile zâhir oldu
(göründü)
.
Ve sen mahlûkun
(yaratılmışın) evvelinden (öncesinden)
âhirine (sonuna) kadar
sıfât-ı Hak (Hakk’ın
sıfatları) ile
zâhir olduğunu (açığa çıktığını,
göründüğünü) görmüyor musun? İmdi sıfât-ı
İlâhiyye (İlâhi
sıfatlar) ile
zâhir olan (görülen)
mahlûk (yaratılmış)
"İnsân-ı
Kâmil"dir. Ve ………………………….. hadîs-i
şerîfinde beyân buyrulan (bildirilen)
"Âdem"den (İnsandan)
maksûd (gaye)
dahi "İnsân-ı Kâmil"dir. Ve "sûret-i
Hak" (Hakk’ın
sûreti) dahi
esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye mecmûûnun (İlâhi
esma ve sıfatların hepsinin toplamının)
sûretidir. Ve sıfât-ı İlâhiyyeden (İlâhi
sıfatlardan) bir sıfat, o İnsân-ı Kâmil’in ihâta-i
külliyesinden (tam
olarak kapsadığı, kuşattığı bütünlüğünden) hâriç
(dışarda) değildir.
Belki sıfât-ı İlâhiyye, (İlâhi
sıfatlar) onun ile kâim (mevcut)
ve ahkâmı (hükümleri,
emirleri) onunla
zâhirdir (meydana
çıkmaktadır) .
Binâenaleyh (nitekim),
sıfât-ı İlâhiyye’ nin kâffesi (İlâhi
sıfatların hepsi) İnsân-ı
Kâmil olan mahlûk (yaratılmış)
için sâbittir (mevcuttur)
.
Ya'nî vüs'at-ı kâbiliyyeti (kabiliyetinin
gücü, genişliği) ve
isti'dâd-ı küllîsi (tam
olarak bütün istidadı)
hasebiyle sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi
sıfatlar) ile zuhûr (açığa
çıkış) ,
o İnsân-ı Kâmil’in Hakkıdır. Çünkü mahlûkun
(yaratılmışın)
Hakîkati, kendisinin "ayn-ı sâbite"sidir.
(ilmi
sûretidir, manâsıdır) Ayn-ı sâbite (manâ)
ise, ilm-i İlâhînin sûretidir (Allah’ın
ilmindeki sûrettir) .
Ve ilm-i Hak (Hakk’ın
ilmi) ise, Hakk'ın gayri (Hakk’tan
başka) değildir ve gayriden (başkadan)
müstefâd (kazanılmış)
olan ilim değildir. Zîrâ ilim, Hakk'ın sıfatıdır.
Ve sıfatı, zâtı ile kadîmdir (önceden
beri mevcuttur).
Ve mahlûkun (yaratılmışların)
vücûdu ise, Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhinde (açıklamasında)
beyân olunduğu (bildirildiği)
üzere, emr-i i'tibârîdir (gerçekte
olmayıp var kabul edilendir) . Binâenaleyh
(nitekim),
min-haysü'l Hakîka (Hakikâti
bakımından) sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi
sıfatlar) mahlûk (yaratılmış) için
sâbittir (mevcuttur)
. Ve
nitekim bunun mukâbili (karşılığı)
olarak sıfât-ı muhdesât (hadis
olan, sonradan kazanılmış sıfatlar) dahi Hak için
sâbittir (mevcuttur)
. Çünkü
sıfât-ı muhdesât, (sonradan
edinilen sıfatlar) …………………………………
(Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği)
üzere, Hakk'ın şuûnudur (işleri,
fiilleridir) .
Ve sıfât-ı muhdesâtın (hadis olan,
sonradan yaratılmış sıfatların) Hakîkati
Hak'tır. Zîrâ mezâhir-i halkıyyede (yaratılmış
görüntü yerlerinde yani birimlerde) taayyün (belirme,
sûret kazanma) ve zuhûr (açığa
çıkma) onundur. Ve hüviyet-i sâriyyesi i'tibâriyle
(zat’ının nüfuz etmesi, yayılması bakımından) her
şeyde hâzırdır; her mazharda (görüntü
yerlerinde, birimlerde) mütecellîdir (görülendir,
tecelli edendir) .
Ve bilcümle mezâhirden (bütün
görüntü yerlerinden) nâzır olan (bakan,
gören) odur. İmdi muhdesâtın (hadisin,
sonradan olanın) vücûdu, kendilerinde zâhir olan (görülen,
meydana çıkan) Hakk'ın vücûdu olunca, bu muhdesâtın
sıfâtı (sonradan
yaratılmışların sıfatı) dahi bi't-tabi' (tabii olarak) Hakk'ın
sıfâtı olur.
Hak
Teâlâ "el-hamdü lillâh" (Fâtiha, 1/1) buyurdu.
Binâenaleyh, her hâmid ve mahmûddan senânın avâkıbi
Hakk'a râci' oldu. Ve emrin kûllîsi Hâkk'a rücû' eder. İmdi
bu hükm-i rücû' mezmûm ve mahmûd olan şeye âmm oldu.
Halbuki vücûdda mezmûmdan veyâ mahmûddan gayri yoktur (6).
Ya'nî
Hak Teâlâ "Kâffe-i hamd (bütün
hamd’lar) Allâh'a mahsûstur" / (aittir)
buyurdu. Halbuki hamdde üç vecih (şekil) vardır:
Birincisi:
Hak'tan halka (yaratılana)
olan hamddir (takdir
etme, övmedir) ki, bunun delîli (Ahzâb, 33/56) ve
…………………………. (Ahzâb, 33/43) ve emsâli âyât-ı
Kur'âniyye’dir (Kur’an’daki
benzer ayetlerdir).
Bu sûrette Hak hâmid (hamd eden, takdir
eden) ve halk (yaratılmış)
mahmûd (kandisine
hamd edilen, takdir edilen) olur.
İkincisi:
Halktan (yaratılmıştan)
Hakk'a olan hamddir (takdir
etme, övmedir) ki, bunun da delîli
…………………… (İsrâ, 17/44) ve
…………………… (Zümer, 39/75) ve emsâli âyât-ı
celîledir (benzer
büyük ayetlerdir) .
Bu sûrette (şekilde)
dahi Hak mahmûd (kendisine hamd
edilen, övülen) ve halk (yaratılmış)
hâmid (hamd
eden, öven) olur. İmdi "Hâmid" (hamd eden) ve
"Mahmûd" (kendisine
hamd edilen) Allah olduğuna göre, bu iki vecihde (şekilde)
, hamdin
(takdir
etmenin, övmenin) Allah için olduğu zâhirdir (meydandadır).
Üçüncüsü:
Halktan halka olan hamd (övmek,
takdir etmek) dir. Bu sûrette "hâmid" (hamd
eden, öven) ve "mahmûd" (kendisine hamd
edilen, övülen) halk (yaratılmış)
olur. Bu nevi' (çeşit)
hamdin Allah için olmasının vechi (şekli)
budur ki, Hak taayyün cihetiyle (meydana
çıkması, belirmesi bakımından) hâmidin (hamd
edenin) sûretinde zâhirdir (açığa
çıkmıştır) ve hamd ile kendi kemâlini ızhâr
eder (açığa
çıkarır).
Ve her mahmûd (kendisine
hamd edilen, övülen) olan halkın (yaratılmışın)
sıfatı bulunan senâ (takdir
etmek, övmek) dahi, mahmûd (kendisine
hamd edilenin) sûretinde kemâl ile mütecellî olan
(oluşan,
görünen) Hakk'ın aynıdır ki, mahmûd (kendisine hamd
edilen) o kemâl sebebiyle hamde müsteHak (layık)
olur. Binâenaleyh (nitekim) hamd,
Hakk'ın kemâlâtından (kemallerinden)
bir kemâlin sıfatıdır ki, Hakk'ın Hakîkatinden
sudûr eder (çıkar).
Şu
halde mahmûdun (kendisine
hamd edilenin) mazharından (görüntü
yerinden, sûretinden) zâhir olan (meydana
çıkan) kemâle karşı, hâmidin (hamd
edenin) mazharından (görüntü
yerinden, bedeninden) sâdır olan (çıkan)
hamd (övgü,
sena) dahi Hakk'a râci' olur. (Hakk’a
ait olur) Bunun için Şeyh (r.a) "Her bir hâmid
(hamd
eden) ve mahmûddan (kendisine
hamd edilenden) senânın (takdir
etmenin, övmenin) avâkıbi (neticesi)
Hakk'a râci' (ait) oldu"
buyurdu. Zîrâ her bir mevcûdda / zâhir olan (görülen)
kemâlât ile Hakîkatte hamd olunan (övülen)
Hak'tır. Ve çünkü Hak, o mazharda (görüntü
yerinde, birimde) müteayyindir (görünendir)
ve onun "ayn"ıdır (Hakikâtidir)
.
Ve aynı sebepten nâşî (dolayı) hâmid
(hamd eden) dahi
Hakîkâtte Hak'tır. Binâenaleyh (nitekim)
cemî'-i senâ (bütün
medh etmeler) ve mehâmidin (övülecek
şeylerin) avâkıbi (neticesi)
Hakk'a râci' olmuş (geri
dönmüş, Hakk’a ait olmuş) olur. İmdi cenâb-ı
Şeyh (r.a) kâffe-i mehâmidi (bütün
övülecek şeyleri) Hakk'a ircâ' edip (geri çevirip) bu
tahsîsten (husûstan)
umûr-i gayr-i mahmûde (takdir
edilmemiş
övülmemiş husûsların)
hâriçte (dışında)
kalmış oldu. Halbuki kâffe-i umûrun (bütün
husûsların, işlerin) mebdei (başlangıcı,
kaynağı) Hak'tır. Binâenaleyh (nitekim)
emrin (işlerin, husûsların)
Hakk'a rücûu (ait
olması) hükmünü ta'mîm edip (umumileştirip)
emrin küllîsi (bütün
husûslar, işler) ya'nî mahmûdu (övülen,
takdir edilen) ve mezmûmu, (yerilmiş,
beğenilmemiş olanlar) ,
Hakk'a rücû' eder (geri
döner, ona ait olur) buyurdu. Çünkü vücûd içinde
mevcûd olan eşyâ (varlıklar,
manalar) , ya
mahmûd (beğenilen, övülen)
veyâhut mezmûm (beğenilmeyen)
olur. Bu iki halden başka üçüncü bir şey olmak
ihtimâli yoktur.
Her
bir emrin Hakk'a sûret-i rücû'u:
Vech-i
evvel: Bu
vecih, bâlâda (yukarıda)
zikredilmiş (anlatılmış) idi.
Burada biraz daha îzâh olunur. Bu âlem-i kesîf (madde
âlemi) ,
"Vücûd-i Mutlak"ın (Zât’ın vücûdu)
mertebe mertebe tenezzülâtından (inişlerinden)
zuhûra gelmiş (meydana
çıkmış) ve kadîm olan (evveli, öncesi
olmayan) "mertebe-i eltaf 'a (ince,
latif, nur mertebeye) nisbeten (göre),
ona "âlem-i halk" (yaratılmış âlem)
ve "âlem-i hudûs" (hadis,
sonradan var olan âlem) denilmiştir. Binâenaleyh (nitekim),
bu âlem-i hudûsde (sonradan yaratılmış
hadis olan âlemde),
kisve-i kesîf-i taayyüne (koyu,
yoğun sûret elbisesine) bürünüp zuhûr etmiş (meydana çıkmış)
olan ancak Hakk'ın vücûdudur. Bu mevtında, (mertebede)
her mahlûkun (yaratılmışın) ef’âli
(fiilleri,
işleri) ve sıfâtı bi't-tabi' (tabii
olarak) Hakk'a izâfe olunur (bağlanır)
.
Çünkü cümlesi (bütün
hepsi) vücûd-i Hakk'ın şuûnâtından (işlerinden,
fiillerinden) ibârettir. Ve mahlûk (yaratılmış)
dediğimiz şeyin vücûd-i müstakılli (kendine ait bağımsız
bir vücûdu) yoktur ki, ona bir şey izâfe edelim. (ona
bağlayalım, onunla alakalı kılalım) Binâ-berîn
(bunun
üzerine) mahlûktan sâdır olan (çıkan)
bilcümle ef’âl (fiiller)
ve sıfât Hakk'a râci' (geri
döner, Hakk’a ait) olur.
Vech-i
sânî:
Her mahlûkun ef’âli (fiilleri,
işleri) ve sıfâtı, mahall hasebiyle
(yer bakımından) alâtarîkı'l-izâfe (alakalı,
bağlı kılmak yoluyla),
Hakk'ın vücûdundan müstefâddır (kazanılmıştır).
Eğer
"feyz-i mukaddes" (esmanın
tecellileri, belirmeleri) bir an munkatı' (arkası gelmese,
kesilmiş) olsa, mahlûkun (yaratılmışların)
ef’âli (fiilleri)
ve sıfâtı zâhir olmaz (açığa çıkmaz,
görülmez) olur. Binâenaleyh (nitekim)
o ef’âl (fiiller)
ve sıfât Hakk'a râci' (ait)
olmuş olur./
Vech-i
sâlis:
Vücûd-i mahlûkat (mahlukların
vücûtları) , kendi
nefsinde ma'dûm (yok
hükmünde) olup, tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın
tecellileri, belirmeleri) ve taayyünât-ı İlâhiyye
(Hakk’ın
meydana çıkmaları, belirmeleri) ile mevcûddur.
Kıyâmet-i kübrâ (büyük
kıyamet) olan tecellî-i Zâtî’nin (Zât’ın
tecellisi, belirmesi, görünmesi) vukûunda (hadisesinde)
,
gerek a'yân-ı vücûdiyyede (varlıkların vücutlarında)
zâhir olan
(açığa çıkan) taayyünât-ı İlâhiyye-i esmâiyye
(İlâhi
esmanın belirmeleri) ve gerek taayyün-i evvelde (Allah’ta,
Uluhiyet mertebesinde) ve hazret-i ilmiyyede (Hakk’ta,
ilim mertebesinde) müteayyin olan (meydana
çıkan) esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi
esma ve sıfatlar) ve niseb (vasıflar)
ve izâfât (izafilik)
ve şuûn-i zâtiyye (zâtın
işleri, fiilleri) ………………………………….
(Kasas, 28/88) âyet-i celîlesi (yüce
ayetin) hükmünce, cemî'-i taayyünâtın (bütün
meydana gelenlerin) mebdei (başlangıcı,
çıkış noktası) olan Zât-ı İlâhiyye’ye rücû'
eder
(Allah’a geri döner, Hakk’ın Zât’ına aittir)
. Ve bu sûretle
emrin küllîsi (bütün
işler, husûslar) Hakk'a râci' (ait)
olmuş olur.
Suâl:
Emrin
küllîsi (bütün,
işler, husûslar) , ya'nî
mahmûdu (övüleni, beğenileni)
ve mezmûmu (beğenilmeyeni)
,
Hakk'a rücû' eder (geri
döner, ona aittir) denildi. Halbuki
umûr-i mezmûmenin (beğenilmeyen
işlerin, husûsların) Hakk'a rücûundan (Hakk’a
ait olmasından) akıl ürküyor.
Cevap:
Mezmûmât
(beğenilmeyen
şeyler), aklın
veyâ şer'in (şeriatin)
veyahut örfün (geleneklerin)
ta'yîn ettiği (belirlediği)
bir emr-i i'tibârîdir (gerçek
olmayan, kabul edilen hususlardır) . Ve
bu i'tibâr (kabullenme)
taayyün-i nisebî (birimin
kıyaslamaları, değer
yargıları)
ile kâimdir (mevcûttur).
Eğer bu taayyün-i nisebîden (birimin
kıyaslamalarından,
değer
yargılarından) kat'-ı nazar (geçilip
kaçınılacak) olunsa, mezmûmât (beğenilmeyen
şeyler) bi-hasebi'l Hakîka (Hakikâtleri
bakımından) memdûhâta (beğenilen
güzel şeylere) ve mahmûdâta (övülen,
beğenilen şeylere) münkalib (dönüşmüş)
olur. Meselâ şehvet, nefsin vücûduna yayılmış
olan muhabbet-i İlâhiyye-i Zâtiyye’nin (İlâhi Zât’ın
sevgisinin) zılli (gölgesi)
olduğundan mahmûddur (övülendir).
Zîrâ bu şehvet sâyesinde nev'-i insânî (insan
ırkı) baka bulur (devam eder)
. Ve
tecelliyât-ı cemâliyyeden (cemal
tecellilerinden) bir nevi' (çeşit)
kemâlin lezzeti hâsıl olur (husule
gelir) . Fakat
bu şehvet, zinâ sûretinden vâkı' olunca (gerçekleşince)
, neseb
(soy) ve
irsin inkıtâını (bitmesini,
tükenmesini) ve nizâmın (düzenin)
ihtilâlini (bozulmasını) ve
vukû-i fıteni (fitne
çıkmasına) mûcib (sebep)
olduğundan mezmûm (ayıplanmış)
olur. Ve zinânın mezmûmiyetı (beğenilmeyişi)
için gösterilen esbâb (sebepler)
ise umûr-i ademiyyedir (insanlarla
ilgili hususlardır) ve taayyünât-ı halkıyyeye (yaratılmış
sûretlere)
mensûbdur (aittir,
alakalıdır) ve mümkinâtın (mümkün
olan şeylerin, varlıkların) sıfatlarına râci'dir
(dönüktür,
onlara aittir).
Eğer taayyünâtımız (oluşumumuz,
sûretimiz) kalksa, bu nisbetler (sıfatlar)
dahi zâil (yok) olur.
Binâenaleyh (nitekim),
cemî'-i mezmûmâtın (bütün beğenilmeyen
şeylerin) Hakk'a rücûu, (geri
dönmesi, Hakk’a ait olması) onların bâ'zı umûr-ı
ademiyye-i izâfıyye (işlerin
insana bağlanması) ile
mezmûm (ayıplanmış)
olmaları i'tibâriyle (bakımından)
değil, belki
mezmûmat (beğenilmeyen şeyler)
sûretinde zâhir olan (meydana
çıkan) hâkîkatleri i'tibâriyledir (bakımındandır).
Zirâ
mezmûm (kötü) görünen
şey, nazar-ı âharda (diğer
görüşle) mahmûddur (övülendir
güzeldir).
Ancak ba'zı avârız (engeller, arızalar)
sebebiyle sûret-i zemmde (kötü
sûrette) zâhirdir (görülmektedir)
ve sâir mezmûmât da (diğer
beğenilmeyen şeyler de) böyledir. Meselâ necâset
(pislik) mezmûmdur
(beğenilmiş
değildir);
ondan tahâret (temizlenmek)
lâzımdır. Fakat bu tahâret (temizlik)
taayyün-i insânîye (insanın
yapısına) göredir;
yoksa hınzıra (domuza)
veyâ neces (pislik)
içinde neşv ü nemâ bulan (yetişip,
büyüyen) hayvânâta göre değildir. Belki necâset
(pislik)
,
onların taayyünlerine (yapılarına)
nisbeten (göre)
,
bir gıdâ-yı nefîs (lezzetli yiyecek) ve
tâhirdir. (temizdir)
Ma'lûmun
olsun ki, bir şey bir şeye tahallül etmez, ancak o şeyde
mahmûl olduğu halde tahallül etti. İmdi ism-i fâil olan
"mütehallil", ism-i mef'ûl
olan "mütehallel" ile mahcûbdur. Binâenaleyh,
ism-i mef'ûl zâhir ve ism-i fâil bâtın ve mestûrdur. Ve mütehallil
yüne nüfûz eden su gibi, mütehallel için gıdâdır. İmdi
yün, su ile ziyâde olur ve genişler (7).
Ya'nî
bir şey, bir şeye nüfûz edince (içine girince,
yayılınca),
menfûz olan (nüfuz
edilen, içine girilen) şey, nâfız olan şeyi (içine giren, içine
yayılan şeyle) hâsıl olur (meydana
gelir). Ve
nâfız olan (içine
giren) şey, menfûz olan
(içine girdiği) şeyin mahmûlü (yükleneni)
olur. Binâenaleyh (nitekim),
nâfiz (içine
giren) menfûz olan (içine girdiği) şeyle
örtülmüştür. Ve menfûz olan (içine
girdiği) şey zâhir (açık,
meydanda) ve nâfız olan (içine
giren) şey ise bâtın (gizli)
ve mestûrdur (örtülmüş,
gizlenmiştir). Ve duhûl
eden (içine giren) bir
şey, yüne giren su gibi, medhûl (içine
girdiği şey) için gıdâdır. Su, yüne nüfûz
edince yün şişer ve ittisâ' eyler (genişler).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) su ile yünü tavzîh-i maksad
(açıklamasındaki
gaye) zımnında (dolayısıyla)
misâl olarak îrâd buyurur (söyler)
.
Yoksa bu misâlde isneyniyyet (ikilik)
vardır. Halbuki, Hak ile kul arasında ikilik sûret-pezîr
olmâz (sûrette
ikilik kabul edilmez).
İmdi
İbrâhîm (a.s), cemî'-i hazarât-ı İlâhiyye’ye (bütün
İlâhi mertebelere) mütehallil (nüfuz
etmek, dahil) olmakla, hazret-i İlâhiyye’de (İlâhi
mertebelerde) mahmûl (yüklenmiş) ve
onlar ile mahcûb (örtülü)
olur. Ve bu sûrette de esmâ ve sıfât ile, Hak için
gıdâ olur. Ve
bunun aksi (tersi) olarak
eğer vücûd-i Hak (Hakk’ın
vücûdu),
sûret-i İbrâhîm'e (İbrahim’in
sûretine) mütehallil olursa (nüfuz
eder içine girerse) , onunla
mahcûb (örtülü) olur.
Ve bu sûrette de Hak, İbrâhîm'in sem'i (işiteni)
ve basarı (göreni)
ve sâir kuvâsı (diğer
başka güçleri) olur.
Velhâsıl
zâhir (görülenin,
meydanda olanın) üzerine vârid olan (gelen)
feyz, bâtından (içinden,
ruhundan) olduğundan ve bâtının (ruhunun)
kıvâmı (direği)
ve vücûdu dahi zâhirden bulunduğundan
(dışta görünür olduğundan) ; bâtın zâhirin
ve zâhir dahi bâtının
gıdâsı olur. Binâenaleyh (nitekim),
abd (kul),
mütehallil (nüfûz
edip, içine girdiği) ve batın (gizlenmiş)
olduğu vakit, Hak mütehallel (nüfuz
edilen, içine girilen) ve zâhir (aşikâr,
meydanda) olup abd (kul) onun
kuvâ (kuvveleri, güçleri)
ve gıdâsı olur. Ve eğer Hak mütehallil (nüfûz
edip, içine girip) ve bâtın (gizlenmiş)
olacak olursa, abd (kul)
mütehallel (nüfûz
edilen, içine girilen) ve zâhir (aşikâr,
meydanda) olup, abdin (kulun)
kuvâ (kuvveleri,
melekeleri) ve gıdâsı olur.
İmdi
eğer Hak zâhir olacak olursa, halk onda mestûr ve bâtındır.
Binâenaleyh halk, Hakk'ın cemî'-i esmâsı, sem'i ve basarı
ve cemî'-i niseb ve idrâkâtı olur. Ve eğer halk zâhir
olacak olursa, Hak halkta mestûr ve bâtın olur. Binâenaleyh,
Hak halkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve cemi'i kuvâsı
olur. Nitekim hadîste vârid oldu (8).
Hak
zâhir (aşikâr)
ve halk (yaratılmış) bâtın
(gizli)
ve mestûr (örtünmüş)
olmak sûretiyle vâkı' olan (gerçekleşen)
kurba (yakınlığa) "kurb-i
ferâiz" (farzlar
ile Hakk’a yakın olma, (zâtının fena bulması, yok olması)
derler. Çünkü vücûdun aslı Hak'tır. Ve bu vücûd
vâcib (şart, zarûrî) ve
farzdır. Ve bu kurbun (yakınlığın)
sâhibi mahbûb-i İlâhî’dir (Allah’n
sevgilisidir) . Onun sülûkü
(Hak yolunda
ilerlemesi) cezbeden (Allah
sevgisiyle kendinden geçme halinden) sonradır;
bakası (bakiliği, devamlılığı)
fenâsından (ölmesinden)
evveldir (öncedir). Hak
ism-i Zâhir (zahir
ismi) ile tecellî etmiş (belirmiş,
görünmüş) olduğundan, zâtı ve sıfâtı fânî
(yok) olup,
mütecellî olan (görülen)
Hakk'ın idrâkine âlettir
(idrak eden Haktır, kul bu algılamaya alettir). Bu sûrette
abd (kul) , Hakk'ın
sem'i (işiten
kulağı) ve basarı (gören
gözü) ve sâir kuvâsı (diğer kuvveleri) olur.
Nitekim Hak Teâla …………………………………. (Enfâl,
8/17) ve (s.a.v.) dahi
………………………………………….
buyurdu./
Ve
halk (yaratılmış) zâhir
(aşikâr,
meydanda) ve Hak bâtın (gizli)
ve mestûr (örtülü)
olmak sûretiyle vâkı' olan (gerçekleşen)
kurba (yakınlığa)
dahi, "kurb-i nevâfıl" (nafileler
ile Hakk’a yakın olma, sıfatlarından fani olma) derler.
Çünkü "nefl" (zarûrî,
farz olmayan) vücûd-i halktır (yaratılmışların
vücûdudur) .
Ve bu vücûd ise fer'dir (bir asla dayanır)
ve asıl üzerine zâiddir (ilavedir).
Ve bu kurbun (yakınlığın)
sâhibi muhibb-i İlâhî’dir (Allah’ı
sevendir) . Sülûkü
(Hakk yolunda
ilerlemesi) ,
cezbeden (Allah
sevgisiyle kendinden geçme halinden)
evveldir
(öncedir) ;
fenâsı (yok
olması, ölmesi) bakâsından (bakiliğinden)
mukaddemdir (öncedir)
. Sıfâtı
fânî (yok)
ve zâtı bâkîdir (kalıcı,
devamlılık üzeredir) .
Hak, ona ism-i Bâtın (batın ismi) ile
tecellî etmiş olduğundan, onun
idrâkinin âleti
(kulun
algılamasına, anlamasına Hakk alet)
olmuştur. Binâenaleyh (nitekim)
"kurb-i ferâiz" (zatından
geçme, fena bulma) mertebesi, "kurb-i nevâfil"
(sıfatlarından
geçme) mertebesinden daha mükemmel ve dahâ vâsi'dir
(geniş,
rahmeti boldur).
Cenâb-ı
Şeyh'in metinde beyân buyurduğu (bildirdiği)
hadîsten murâd
…………………………...hadîs-i
kudsîsidir. İmdi, Cenâb-ı Halîl (a.s)’ ın bu iki kurb (yakınlık) ile
takarrübü (yakınlaşması)
câizdir (olabilir).
"Kurb-i nevâfıl" (nafileler
ile olan yakınlıkta) evâil-i sülûkünde (Hakk yolunda
ilerlemesinin başlangıcında) ve "kurb-i ferâiz"
(farzlarla
olan yakınlıkta) ise, sülûkünün (Hakk
yolunda ilerlemesinin) evâsıt (ortalarında)
ve evâhirinde (sonlarında) olmak
münâsibdir (uygundur).
<devam
edecek>
12.11.2002
http://sufizmveinsan.com
|