38. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Sen Hakk'ı görmez misin ki, sıfât-ı muhdesât ile zâhir olur? Ve kendi nefsinden onunla haber verdi. Ve sıfât-ı naks ile ve sıfât-ı zemm ile zâhir olur. Sen mahlûku görmez misin ki, evvelinden âhirine kadar sıfât-ı Hak ile zâhir olur? Ve sıfât-ı Hakk'ın kâffesi, mahlûk için sâbittir. Nitekim, sıfât-ı muhdesât Hak için sâbittir (5).

Ya'nî sen İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûdunda Hakk'ın tahallülü­ne (nüfuz etmesine, içine girmesine) taaccüb edersen (şaşırırsan), Hakk'ın bu neş'et-i dünyeviyyede (dünyaya gelmesinde) sıfât-ı muhde­sât (sonradan oluşmuş sıfatlar) ile zuhûrunu (açığa çıkışını) görmüyor musun? Ve Hak Teâlâ kendi nefsinden sıfât-ı muhdesât (yaratılmış, hadis olan sıfatları) ile zuhûru: (meydana çıkışı) …………………… (Bakara, 2/15) ve …………………….. (Tevbe, 9/79) ve ……………………… (Âl-i İmrân, 3/54) ve emsâ­li (benzer) âyetlerde haber verdi. Ve "istihzâ" (alay etme eğlenme) ve "suhriyye" (alay, maskaralık) ve "mekr" (hile, aldatma) sıfât-muhdesâttan (sonradan kazanılan sıfatlardan) olduğu halde, Hak Teâlâ / bunları kendine izâfe buyur­du (alakalı kıldı) .  Ve bu gibi sıfât-ı naks (noksan sıfatlar) ve zemm (kötülük) ile zâhir oldu (göründü) . Ve sen mahlûkun (yaratılmışın) evvelinden (öncesinden) âhirine (sonuna) kadar sıfât-ı Hak (Hakk’ın sıfatları) ile zâhir olduğunu (açığa çıktığını, göründüğünü) görmüyor musun? İmdi sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi sıfatlar) ile zâhir olan (görülen) mahlûk (yaratılmış) "İnsân-ı Kâmil"­dir. Ve ………………………….. hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan (bildirilen) "Âdem"den (İnsandan) maksûd (gaye) dahi "İnsân-ı Kâmil"dir. Ve "sûret-i Hak" (Hakk’ın sûreti) dahi esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye mecmûûnun (İlâhi esma ve sıfatların hepsinin toplamının) sûretidir. Ve sıfât-ı İlâhiyyeden (İlâhi sıfatlardan) bir sıfat, o İnsân-ı Kâmil’in ihâta-i külliyesinden (tam olarak kapsadığı, kuşattığı bütünlüğünden) hâriç (dışarda) değildir. Belki sıfât-ı İlâhiyye, (İlâhi sıfatlar) onun ile kâim (mevcut) ve ahkâmı (hükümleri, emirleri) onunla zâhirdir (meydana çıkmaktadır) . Binâena­leyh (nitekim), sıfât-ı İlâhiyye’ nin kâffesi (İlâhi sıfatların hepsi) İnsân-ı Kâmil olan mahlûk (yaratılmış) için sâbit­tir (mevcuttur) . Ya'nî vüs'at-ı kâbiliyyeti (kabiliyetinin gücü, genişliği) ve isti'dâd-ı küllîsi (tam olarak bütün istidadı) hasebiyle sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi sıfatlar) ile zuhûr (açığa çıkış) , o İnsân-ı Kâmil’in Hakkıdır. Çünkü mahlûkun (yaratılmışın) Hakîkati, kendisinin "ayn-ı sâbite"sidir. (ilmi sûretidir, manâsıdır) Ayn-ı sâbite (manâ) ise, ilm-i İlâhînin sûretidir (Allah’ın ilmindeki sûrettir) . Ve ilm-i Hak (Hakk’ın ilmi) ise, Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka) değildir ve gayriden (başkadan) müs­tefâd (kazanılmış) olan ilim değildir. Zîrâ ilim, Hakk'ın sıfatıdır. Ve sıfatı, zâtı ile kadîmdir (önceden beri mevcuttur). Ve mahlûkun (yaratılmışların) vücûdu ise, Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhin­de (açıklamasında) beyân olunduğu (bildirildiği) üzere, emr-i i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul edilendir) . Binâenaleyh (nitekim), min-haysü'l ­Hakîka (Hakikâti bakımından) sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi sıfatlar) mahlûk (yaratılmış) için sâbittir (mevcuttur) .  Ve nitekim bunun mukâ­bili (karşılığı) olarak sıfât-ı muhdesât (hadis olan, sonradan kazanılmış sıfatlar) dahi Hak için sâbittir (mevcuttur) .  Çünkü sıfât-ı muh­desât, (sonradan edinilen sıfatlar) ………………………………… (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği) üzere, Hakk'ın şuûnudur (işleri, fiilleridir) . Ve sıfât-ı muhdesâtın (hadis olan, sonradan yaratılmış sıfatların) Hakîka­ti Hak'tır. Zîrâ mezâhir-i halkıyyede (yaratılmış görüntü yerlerinde yani birimlerde) taayyün (belirme, sûret kazanma) ve zuhûr (açığa çıkma) onundur. Ve hüviyet-i sâriyyesi i'tibâriyle (zat’ının nüfuz etmesi, yayılması bakımından) her şeyde hâzırdır; her mazharda (görüntü yerlerinde, birimlerde) mü­tecellîdir (görülendir, tecelli edendir) . Ve bilcümle mezâhirden (bütün görüntü yerlerinden) nâzır olan (bakan, gören) odur. İmdi muhdesâtın (hadisin, sonradan olanın) vücûdu, kendilerinde zâhir olan (görülen, meydana çıkan) Hakk'ın vücûdu olunca, bu muhde­sâtın sıfâtı (sonradan yaratılmışların sıfatı) dahi bi't-tabi' (tabii olarak) Hakk'ın sıfâtı olur.

Hak Teâlâ "el-hamdü lillâh" (Fâtiha, 1/1) buyurdu. Binâe­naleyh, her hâmid ve mahmûddan senânın avâkıbi Hakk'a râci' oldu. Ve emrin kûllîsi Hâkk'a rücû' eder. İmdi bu hükm-i rücû' mezmûm ve mahmûd olan şeye âmm oldu. Halbuki vücûdda mezmûmdan veyâ mahmûddan gayri yoktur (6).

Ya'nî Hak Teâlâ "Kâffe-i hamd (bütün hamd’lar) Allâh'a mahsûstur" / (aittir) buyurdu. Hal­buki hamdde üç vecih (şekil) vardır:

Birincisi: Hak'tan halka (yaratılana) olan hamddir (takdir etme, övmedir) ki, bunun delîli (Ahzâb, 33/56) ve …………………………. (Ahzâb, 33/43) ve emsâli âyât-ı Kur'âniyye’dir (Kur’an’daki benzer ayetlerdir). Bu sûrette Hak hâmid (hamd eden, takdir eden) ve halk (yaratılmış) mahmûd (kandisine hamd edilen, takdir edilen) olur.

İkincisi: Halktan (yaratılmıştan) Hakk'a olan hamddir (takdir etme, övmedir) ki, bunun da delîli …………………… (İsrâ, 17/44) ve …………………… (Zümer, 39/75) ve emsâli âyât-ı celîledir (benzer büyük ayetlerdir) . Bu sû­rette (şekilde) dahi Hak mahmûd (kendisine hamd edilen, övülen) ve halk (yaratılmış) hâmid (hamd eden, öven) olur. İmdi "Hâmid" (hamd eden) ve "Mahmûd" (kendisine hamd edilen) Allah olduğuna göre, bu iki vecihde (şekilde) ,  hamdin (takdir etmenin, övmenin) Allah için olduğu zâhirdir (meydandadır).

Üçüncüsü: Halktan halka olan hamd (övmek, takdir etmek) dir. Bu sûrette "hâmid" (hamd eden, öven) ve "mahmûd" (kendisine hamd edilen, övülen) halk (yaratılmış) olur. Bu nevi' (çeşit) hamdin Allah için olmasının vechi (şekli) budur ki, Hak taayyün cihetiyle (meydana çıkması, belirmesi bakımından) hâmidin (hamd edenin) sûretinde zâhirdir (açığa çıkmıştır) ve hamd ile kendi kemâlini ızhâr eder (açığa çıkarır). Ve her mahmûd (kendisine hamd edilen, övülen) olan halkın (yaratılmışın) sıfatı bu­lunan senâ (takdir etmek, övmek) dahi, mahmûd (kendisine hamd edilenin) sûretinde kemâl ile mütecellî olan (oluşan, görünen) Hakk'­ın aynıdır ki, mahmûd (kendisine hamd edilen) o kemâl sebebiyle hamde müsteHak (layık) olur. Binâenaleyh (nitekim) hamd, Hakk'ın kemâlâtından (kemallerinden) bir kemâlin sıfatıdır ki, Hakk'ın Hakîkatinden sudûr eder (çıkar).  Şu halde mahmûdun (kendisine hamd edilenin) mazharın­dan (görüntü yerinden, sûretinden) zâhir olan (meydana çıkan) kemâle karşı, hâmidin (hamd edenin) mazharından (görüntü yerinden, bedeninden) sâdır olan (çıkan) hamd (övgü, sena) dahi Hakk'a râci' olur. (Hakk’a ait olur) Bunun için Şeyh (r.a) "Her bir hâmid (hamd eden) ve mahmûddan (kendisine hamd edilenden) senânın (takdir etmenin, övmenin) avâkıbi (neticesi) Hakk'a râci' (ait) oldu" buyurdu. Zîrâ her bir mevcûdda / zâhir olan (görülen) kemâlât ile Hakîkatte hamd olunan (övülen) Hak'­tır. Ve çünkü Hak, o mazharda (görüntü yerinde, birimde) müteayyindir (görünendir) ve onun "ayn"ıdır (Hakikâtidir) . Ve aynı sebepten nâşî (dolayı) hâmid (hamd eden) dahi Hakîkâtte Hak'tır. Binâenaleyh (nitekim) cemî'-i senâ (bütün medh etmeler) ve mehâmidin (övülecek şeylerin) avâkıbi (neticesi) Hakk'a râci' olmuş (geri dönmüş, Hakk’a ait olmuş) olur. İmdi cenâb-ı Şeyh (r.a) kâffe-i mehâmidi (bütün övülecek şeyleri) Hakk'a ircâ' edip (geri çevirip) bu tahsîsten (husûstan) umûr-i gayr-i mahmûde (takdir edilmemiş övülmemiş husûsların)  hâriçte (dışında) kalmış oldu. Halbuki kâffe-i umûrun (bütün husûsların, işlerin) meb­dei (başlangıcı, kaynağı) Hak'tır. Binâenaleyh (nitekim) emrin (işlerin, husûsların) Hakk'a rücûu (ait olması) hükmünü ta'mîm edip (umumileştirip) emrin küllîsi (bütün husûslar, işler) ya'nî mahmûdu (övülen, takdir edilen) ve mezmûmu, (yerilmiş, beğenilmemiş olanlar) , Hakk'a rücû' eder (geri döner, ona ait olur) bu­yurdu. Çünkü vücûd içinde mevcûd olan eşyâ (varlıklar, manalar) ,  ya mahmûd (beğenilen, övülen) veyâhut mezmûm (beğenilmeyen) olur. Bu iki halden başka üçüncü bir şey olmak ihtimâli yoktur.

Her bir emrin Hakk'a sûret-i rücû'u:
Vech-i evvel: Bu vecih, bâlâda (yukarıda) zikredilmiş (anlatılmış) idi. Burada biraz daha îzâh olunur. Bu âlem-i kesîf (madde âlemi) , "Vücûd-i Mutlak"ın (Zât’ın vücûdu) mertebe mertebe tenezzülâtından (inişlerinden) zuhûra gelmiş (meydana çıkmış) ve kadîm olan (evveli, öncesi olmayan) "mertebe-i eltaf 'a (ince, latif, nur mertebeye) nisbeten (göre), ona "âlem-i halk" (yaratılmış âlem) ve "âlem-i hudûs" (hadis, sonradan var olan âlem) denilmiştir. Binâenaleyh (nitekim), bu âlem-i hudûsde (sonradan yaratılmış hadis olan âlemde), kisve-i kesîf-i taayyüne (koyu, yoğun sûret elbisesine) bürünüp zuhûr etmiş (meydana çıkmış) olan ancak Hakk'ın vücûdudur. Bu mevtında, (mertebede) her mahlûkun (yaratılmışın) ef’âli (fiilleri, işleri) ve sı­fâtı bi't-tabi' (tabii olarak) Hakk'a izâfe olunur (bağlanır) . Çünkü cümlesi (bütün hepsi) vücûd-i Hakk'ın şuûnâtından (işlerinden, fiillerinden) ibârettir. Ve mahlûk (yaratılmış) dediğimiz şeyin vücûd-i müstakıl­li (kendine ait bağımsız bir vücûdu) yoktur ki, ona bir şey izâfe edelim. (ona bağlayalım, onunla alakalı kılalım) Binâ-berîn (bunun üzerine) mahlûktan sâdır olan (çıkan) bilcümle ef’âl (fiiller) ve sıfât Hakk'a râci' (geri döner, Hakk’a ait) olur.

Vech-i sânî: Her mahlûkun ef’âli (fiilleri, işleri) ve sıfâtı, mahall hasebiyle (yer bakımından) alâ­tarîkı'l-izâfe (alakalı, bağlı kılmak yoluyla), Hakk'ın vücûdundan müstefâddır (kazanılmıştır).  Eğer "feyz-i mukaddes" (esmanın tecellileri, belirmeleri) bir an munkatı' (arkası gelmese, kesilmiş) olsa, mahlûkun (yaratılmışların) ef’âli (fiilleri) ve sıfâtı zâhir ol­maz (açığa çıkmaz, görülmez) olur. Binâenaleyh (nitekim) o ef’âl (fiiller) ve sıfât Hakk'a râci' (ait) olmuş olur./

Vech-i sâlis: Vücûd-i mahlûkat (mahlukların vücûtları) , kendi nefsinde ma'dûm (yok hükmünde) olup, tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın tecellileri, belirmeleri) ve taayyünât-ı İlâhiyye (Hakk’ın meydana çıkmaları, belirmeleri) ile mevcûddur.  Kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet) olan tecellî-i Zâtî’nin (Zât’ın tecellisi, belirmesi, görünmesi) vukûunda (hadisesinde) , gerek a'yân-ı vücûdiyyede (varlıkların vücutlarında) zâhir olan (açığa çıkan) taayyünât-ı İlâhiyye-i esmâiyye (İlâhi esmanın belirmeleri) ve gerek taayyün-i evvelde (Allah’ta, Uluhiyet mertebesinde) ve hazret-i ilmiyyede (Hakk’ta, ilim mertebesinde) müteayyin olan (meydana çıkan) esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi esma ve sıfatlar) ve ni­seb (vasıflar) ve izâfât (izafilik) ve şuûn-i zâtiyye (zâtın işleri, fiilleri) …………………………………. (Kasas, 28/88) âyet-i celîlesi (yüce ayetin) hükmünce, cemî'-i taayyünâtın (bütün meydana gelenlerin) mebdei (başlangıcı, çıkış noktası) olan Zât-ı İlâhiyye’ye rücû' eder (Allah’a geri döner, Hakk’ın Zât’ına aittir) . Ve bu sûretle emrin küllîsi (bütün işler, husûslar) Hakk'a râci' (ait) olmuş olur.

Suâl: Emrin küllîsi (bütün, işler, husûslar) , ya'nî mahmûdu (övüleni, beğenileni) ve mezmûmu (beğenilmeyeni) , Hakk'a rücû' eder (geri döner, ona aittir) denildi. Halbuki  umûr-i mezmûmenin (beğenilmeyen işlerin, husûsların) Hakk'a rücûundan (Hakk’a ait olmasından) akıl ürküyor.

Cevap: Mezmûmât (beğenilmeyen şeyler), aklın veyâ şer'in (şeriatin) veyahut örfün (geleneklerin) ta'yîn ettiği (belirlediği) bir emr-i i'tibârîdir (gerçek olmayan, kabul edilen hususlardır) .  Ve bu i'tibâr (kabullenme) taayyün-i nisebî (birimin kıyaslamaları, değer yargıları) ile kâimdir (mevcûttur). Eğer bu taayyün-i nisebîden (birimin kıyaslamalarından, değer yargılarından) kat'-ı nazar (geçilip kaçınılacak) olunsa, mezmûmât (beğenilmeyen şeyler) bi-hasebi'l ­Hakîka (Hakikâtleri bakımından) memdûhâta (beğenilen güzel şeylere) ve mahmûdâta (övülen, beğenilen şeylere) münkalib (dönüşmüş) olur. Meselâ şehvet, nefsin vücûduna yayılmış olan muhabbet-i İlâhiyye-i Zâtiyye’nin (İlâhi Zât’ın sevgisinin) zılli (gölgesi) olduğundan mahmûddur (övülendir). Zîrâ bu şehvet sâyesinde nev'-i insânî (insan ırkı) baka bulur (devam eder) .  Ve tecelliyât-ı cemâliyyeden (cemal tecellilerinden) bir nevi' (çeşit) kemâlin lezzeti hâsıl olur (husule gelir) . Fakat bu şehvet, zinâ sûretinden vâkı' olunca (gerçekleşince) ,  neseb (soy) ve irsin inkıtâ­ını (bitmesini, tükenmesini) ve nizâmın (düzenin) ihtilâlini (bozulmasını) ve vukû-i fıteni (fitne çıkmasına) mûcib (sebep) olduğundan mez­mûm (ayıplanmış) olur. Ve zinânın mezmûmiyetı (beğenilmeyişi) için gösterilen esbâb (sebepler) ise umûr-i ademiyyedir (insanlarla ilgili hususlardır) ve taayyünât-ı halkıyyeye (yaratılmış sûretlere) mensûbdur (aittir, alakalıdır) ve mümkinâtın (mümkün olan şeylerin, varlıkların) sıfatlarına râci'dir (dönüktür, onlara aittir). Eğer taayyünâtımız (oluşumumuz, sûretimiz) kalksa, bu nisbetler (sıfatlar) dahi zâil (yok) olur. Binâenaleyh (nitekim), cemî'-i mezmûmâtın (bütün beğenilmeyen şeylerin) Hakk'a rücûu, (geri dönmesi, Hakk’a ait olması) onların bâ'zı umûr-ı ademiyye-i izâfıyye (işlerin insana bağlanması) ile mezmûm (ayıplanmış) olmaları i'tibâriyle (bakımından) değil,  belki mezmûmat (beğenilmeyen şeyler) sûretinde zâhir olan (meydana çıkan) hâkîkatleri i'tibâriyledir (bakımındandır).  Zirâ mezmûm (kötü) görünen şey, nazar-ı âharda (diğer görüşle) mahmûddur (övülendir güzeldir). Ancak ba'zı avâ­rız (engeller, arızalar) sebebiyle sûret-i zemmde (kötü sûrette) zâhirdir (görülmektedir) ve sâir mezmûmât da (diğer beğenilmeyen şeyler de) böyle­dir. Meselâ necâset (pislik) mezmûmdur (beğenilmiş değildir); ondan tahâret (temizlenmek) lâzımdır. Fakat bu tahâret (temizlik) taayyün-i insânîye (insanın yapısına) göredir; yoksa hınzıra (domuza) veyâ neces (pislik) içinde neşv ü nemâ bulan (yetişip, büyüyen) hayvânâta göre değildir. Belki necâset (pislik) , onların taayyünlerine (yapılarına) nisbeten (göre) , bir gıdâ-yı nefîs (lezzetli yiyecek) ve tâhirdir. (temizdir)

Ma'lûmun olsun ki, bir şey bir şeye tahallül etmez, ancak o şeyde mahmûl olduğu halde tahallül etti. İmdi ism-i fâil olan "mütehallil", ism-i mef'ûl  olan "mütehallel" ile mah­cûbdur. Binâenaleyh, ism-i mef'ûl zâhir ve ism-i fâil bâtın ve mestûrdur. Ve mütehallil yüne nüfûz eden su gibi, mü­tehallel için gıdâdır. İmdi yün, su ile ziyâde olur ve geniş­ler (7).

Ya'nî bir şey, bir şeye nüfûz edince (içine girince, yayılınca), menfûz olan (nüfuz edilen, içine girilen) şey, nâfız olan şeyi (içine giren, içine yayılan şeyle) hâsıl olur (meydana gelir).  Ve nâfız olan (içine giren) şey, menfûz olan (içine girdiği) şeyin mahmûlü (yükleneni) olur. Binâenaleyh (nitekim), nâfiz (içine giren) menfûz olan (içine girdiği) şeyle örtülmüştür. Ve menfûz olan (içine girdiği) şey zâhir (açık, meydanda) ve nâfız olan (içine giren) şey ise bâtın (gizli) ve mestûrdur (örtülmüş, gizlenmiştir). Ve duhûl eden (içine giren) bir şey, yüne giren su gibi, medhûl (içine girdiği şey) için gıdâdır. Su, yüne nüfûz edince yün şişer ve ittisâ' eyler (genişler). Cenâb-ı Şeyh (r.a.) su ile yünü tavzîh-i mak­sad (açıklamasındaki gaye) zımnında (dolayısıyla) misâl olarak îrâd buyurur (söyler) . Yoksa bu misâlde isneyniy­yet (ikilik) vardır. Halbuki, Hak ile kul arasında ikilik sûret-pezîr olmâz (sûrette ikilik kabul edilmez).

İmdi İbrâhîm (a.s), cemî'-i hazarât-ı İlâhiyye’ye (bütün İlâhi mertebelere) mütehallil (nüfuz etmek, dahil) olmak­la, hazret-i İlâhiyye’de (İlâhi mertebelerde) mahmûl (yüklenmiş) ve onlar ile mahcûb (örtülü) olur. Ve bu sû­rette de esmâ ve sıfât ile, Hak için gıdâ olur.  Ve bunun aksi (tersi) olarak eğer vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu), sûret-i İbrâhîm'e (İbrahim’in sûretine) mütehallil olursa (nüfuz eder içine girerse) , onunla mah­cûb (örtülü) olur.  Ve bu sûrette de Hak, İbrâhîm'in sem'i (işiteni) ve basarı (göreni) ve sâir kuvâsı (diğer başka güçleri) olur.

Velhâsıl zâhir (görülenin, meydanda olanın) üzerine vârid olan (gelen) feyz, bâtından (içinden, ruhundan) olduğundan ve bâ­tının (ruhunun) kıvâmı (direği) ve vücûdu dahi zâhirden bulunduğundan (dışta görünür olduğundan) ; bâtın zâhirin ve zâhir dahi bâtının gıdâsı olur. Binâenaleyh (nitekim), abd (kul), mütehallil (nüfûz edip, içine girdiği) ve batın (gizlenmiş) olduğu vakit, Hak mütehallel (nüfuz edilen, içine girilen) ve zâhir (aşikâr, meydanda) olup abd (kul) onun kuvâ (kuvveleri, güçleri) ve gıdâsı olur. Ve eğer Hak mütehallil (nüfûz edip, içine girip) ve bâtın (gizlenmiş) olacak olursa, abd (kul) mütehallel (nüfûz edilen, içine girilen) ve zâhir (aşikâr, meydanda) olup, abdin (kulun) kuvâ (kuvveleri, melekeleri) ve gıdâsı olur.

İmdi eğer Hak zâhir olacak olursa, halk onda mestûr ve bâtındır. Binâenaleyh halk, Hakk'ın cemî'-i esmâsı, sem'i ve basarı ve cemî'-i niseb ve idrâkâtı olur. Ve eğer halk zâhir olacak olursa, Hak halkta mestûr ve bâtın olur. Bi­nâenaleyh, Hak halkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve cemi'i ku­vâsı olur. Nitekim hadîste vârid oldu (8).

Hak zâhir (aşikâr) ve halk (yaratılmış) bâtın (gizli) ve mestûr (örtünmüş) olmak sûretiyle vâkı' olan (gerçekleşen) kurba (yakınlığa) "kurb-i ferâiz" (farzlar ile Hakk’a yakın olma, (zâtının fena bulması, yok olması) derler. Çünkü vücûdun aslı Hak'tır. Ve bu vücûd vâ­cib (şart, zarûrî) ve farzdır. Ve bu kurbun (yakınlığın) sâhibi mahbûb-i İlâhî’dir (Allah’n sevgilisidir) . Onun sülûkü (Hak yolunda ilerlemesi) cezbeden (Allah sevgisiyle kendinden geçme halinden) sonradır; bakası (bakiliği, devamlılığı) fenâsından (ölmesinden) evveldir  (öncedir). Hak ism-i Zâhir (zahir ismi) ile tecellî etmiş (belirmiş, görünmüş) olduğundan, zâtı ve sıfâtı fânî (yok) olup, mütecellî olan (görülen) Hakk'­ın idrâkine âlettir (idrak eden Haktır, kul bu algılamaya alettir). Bu sûrette abd (kul) ,  Hakk'ın sem'i (işiten kulağı) ve basarı (gören gözü) ve sâir kuvâsı (diğer kuvveleri) olur. Nitekim Hak Teâla …………………………………. (Enfâl, 8/17) ve (s.a.v.) dahi  …………………………………………. buyurdu./

Ve halk (yaratılmış) zâhir (aşikâr, meydanda) ve Hak bâtın (gizli) ve mestûr (örtülü) olmak sûretiyle vâkı' olan (gerçekleşen) kurba (yakınlığa) dahi, "kurb-i nevâfıl" (nafileler ile Hakk’a yakın olma, sıfatlarından fani olma) derler. Çünkü "nefl" (zarûrî, farz olmayan) vücûd-i halktır (yaratılmışların vücûdudur) . Ve bu vücûd ise fer'dir (bir asla dayanır) ve asıl üzerine zâiddir (ilavedir). Ve bu kurbun (yakınlığın) sâhibi muhibb-i İlâhî’dir (Allah’ı sevendir) . Sülûkü (Hakk yolunda ilerlemesi) , cezbeden (Allah sevgisiyle kendinden geçme halinden)  evveldir (öncedir) ; fenâsı (yok olması, ölmesi) bakâsından (bakiliğinden) mukaddemdir (öncedir) .  Sıfâtı fânî (yok) ve zâtı bâkîdir (kalıcı, devamlılık üzeredir) . Hak, ona ism-i Bâtın (batın ismi) ile tecel­lî etmiş olduğundan, onun idrâkinin âleti (kulun algılamasına, anlamasına Hakk alet) olmuştur. Binâenaleyh (nitekim) "kurb-i ferâiz" (zatından geçme, fena bulma) mertebesi, "kurb-i nevâfil" (sıfatlarından geçme) mertebesinden daha mü­kemmel ve dahâ vâsi'dir (geniş, rahmeti boldur).

Cenâb-ı Şeyh'in metinde beyân buyurduğu (bildirdiği) hadîsten murâd …………………………...hadîs-i kudsîsidir. İmdi, Cenâb-ı Halîl (a.s)’ ın bu iki kurb (yakınlık) ile takarrübü (yakınlaşması) câizdir (olabilir). "Kurb-i nevâfıl" (nafileler ile olan yakınlıkta) evâil-i sülûkünde (Hakk yolunda ilerlemesinin başlangıcında) ve "kurb-i ferâiz" (farzlarla olan yakınlıkta) ise, sülûkünün (Hakk yolunda ilerlemesinin) evâsıt (ortalarında) ve evâhirinde (sonlarında) olmak münâsibdir (uygundur).

<devam edecek>

12.11.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail