39. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Ba'dehû eğer Zât-ı İlâhiyye bu nisebden ârî olaydı, İlâh ol­mazdı. Halbuki bu nisebi, bizim a'yânımız ihdâs etti. Binâ­enaleyh biz melûhiyyetimiz ile İlâh’ı İlâh kıldık (9).

Ya'nî Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zât, Allah) Ulûhiyyet (İlahlık), Rubûbiyyet (Rablık) , hâlikıyyet (yaratıcılık) , râzikıyyet (razı olmaklık) ,  musavviriyyet (şekil, suret vermeklik) gibi nisbetlerden (sıfatlardan) ârî (arınmış, soyulmuş) olsa idi, İlâh olmaz idi. Çünkü , Ulûhiyyet (İlahlık) me'lûhiyyetle (İlahî olmakla, kullukla) ve Rubûbiyyet (Rablık) dahi merbûbiyyetle (Rabbı olmakla, kullukla) tahakkuk eder (gerçekleşir).  İşte bu nisbetleri (sıfatları) bizim a'yân-ı halkıyyemiz (yaratılmış manâlarımız) ihdâs etti (meydana getirdi) . Ve merbûbiyyetimiz (kulluğumuz) Rubûbiyyeti (Rablığı) ve me'lûhiyyetimiz (İlah’ımızın bulunması, kul oluşumuz) dahi İlâh’ın "İlâh" tes­miye olunmasını (denmesini) iktizâ eyledi (gerektirdi) . İmdi bu nisbetler (sıfatlar), mertebe-i Ulûhiy­yet'te  (Vahdet mertebesinde) müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) Zât-ı mûcideye (yaratıcı Zât’a, Allah’a) âiddir. Yoksa "Zât-ı Mutlak’a" (Mutlak Zât, La taayyün mertebesi)  bu gibi niseb (vasıflardan) ve izâfâttan (bağlılıktan, alakalılıktan) ve isim ve resimden ve sıfattan ve bir şeyle mahkûmün-aleyh (hakkında hüküm verilen) olmaktan müstagnîdir (zengindir, doygundur, toktur). Ve bu ıtlâk-ı Zâtîsi (Zâtının sınırsız, hür, kayıtsız olması) ha­sebiyle âlemînden ganîdir (yarattıklarından hiç birine ihtiyacı olmayandır) .  Binâenaleyh (nitekim) Zât-ı mûcide (yaratıcı Zât, Uluhiyet mertebesi, Allah) bu nisebden (vasıflardan) ten­zih olunmaz (beri kılınmaz, münezzeh tutulmaz) . Fakat "Zât-ı Mutlak’a" (Mutlak Zât, La taayyün mertebesi) tenzîh olunur (ayrı, beri tutulur). Velhâsıl Zât (taayyün-ü evvel mertebesi, Allah), niseb-i İlâhiyye (İlahi sıfatlardan) ve halkıyyeden (yaratmalardan, meydana getirmelerden) ârî (arınmış, soyulmuş) olaydı Zât-ı Mutlaka (sırf Zât, La taayyün mertebesi) olur ve "İlâh" is­miyle tesmiye olunmaz (anılmaz) idi. Halbuki zuhûr (meydana çıkmak) ve ızhâr (açığa çıkarmak) için ve Zât’ın kemâl-i celâ (Zât’ın kendi Zâtı için kendi Zâtında ortaya çıkması) ve isticlâsı (suretlerde meydana çıkması) için mertebe-i Ulûhiyyet’in sübûtu (var olması) lâzımdır:

Misâl: İnsan mefhûmu (kavramı, manâsı) ,  ale'l-ıtlâk (umumiyetle) zihnimize tebâdür ettiği (aklımıza geldiği) vakit, onun nisebi (sıfatlarından) olan mi'mârlık, ressâmlık, hattâtlık ve sâire gibi sıfat­ları, bu mefhûm hâricinde (manânın dışında) kalır. Çünkü o mefhûm (kavram, manâ) bu mertebe-i ıt­lakta (Zât mertebesinde) bunlardan müstağnîdir (ihtiyaç hissetmez, gerek duymaz). Bu niseb (vasıflar) kendisine izâfe edilmemiş (bağlanmamış, alakalı kılınmamış) ol­sa da yine insan mefhûmu (kavramı) , mutlakıyyetle berâber (mutlaklığı, saflığı üzere) kaimdir (vardır) . İnsanın insan olması için behemehâl (elbette) mi'mâr; ressâm ve hattât olmasına ih­tiyâç yoktur. Fakat onun mûcidliği (yaratıcılığı) mevzû-i bahs olunca, kendisine bir takım nisbetlerin (vasıfların) izâfesi (eklenmesi) lâzım gelir. Ve mi'mâr bir binâ inşâ ve ressâm bir levha tersîm etmedikçe (çizmedikçe) ,  kimse onlara mi'mâr ve ressâm demez. Binâenaleyh (nitekim) mi'mârı mi'mâr ve ressâmı dahi ressâm kılan (yapan) binâ ve levhadır. Ve bunların zuhûr (meydana çıkmaları) ve ızhârları (açığa çıkmaları) ve kendilerinin kemâl-i celâ (kendi zâtında meydana çıkmaları) ve isticlâsı (taayyünatında meydana çıkması, suret kazanması) için eserlerinin sübûtu (çıkması) lâzımdır. Bi'l-farz (farz edelim), bi­nânın lisânı olup da: "Beni inşâ eden mi'mârı mi'mâr kılan (yapan) benim ma'mûriyyetimdir" (yapım, yapılmamdır) dese, doğru söylemiş olur.

İmdi bu misâl, ma'kûlü (akılda bilineni) mahsüs (anlaşılır) kılmak için îrâd olundu (söylendi) . Yoksa teşbîhde (benzetmede), müşebbeh (benzetilmiş, benzetilen) ile müşebbehün-bih (kendisine benzetilen) arasında tamâmen mutâba­kat (uyuşma, uygunluk) olmadığı herkesçe malûmdur (bilinir) . Nitekim, a'yân-ı şehâdiyye (şahit olunan, görülen manâlar) ile a'yân-ı gaybiyyenin, (gizli kalmış, bilinmeyen manâların) Hakk'ın vücûdu hâricinde (dışında) vücûd-i müstakılleri (kendilerine ait vücûtları) yoktur. Binâenaleyh (nitekim) "Biz/me'lûhiyyetimiz (kulluğumuz) ile İlâhı, İlâh kıldık" kelâmı, bi­nânın mi'mâra söylediği kelâma benzemez. Zîrâ binânın vücûdu, mi'mârın vücûdundan hâriç (dışında) ve müstakıldir. Bizim vücûdumuz ise, vücûd-i Hak'tan hâriç (Hakk’ın dışında) değildir. Ve vücûd-i Hak ile vücûd-i halk (yaratılmışların vücûdu) Fass-ı Ya'­kûbî'nin şerhinde îzâh olunmuştur (açıklanmıştır) . Binâenaleyh (nitekim), “kılınmışlık” (yapılmışlık) ve "kılıcılık" (yapıcılık) bir vücûdun nisbetleri (vasıfları) arasındadır.

İmdi biz ma'rûf olmayınca İlâh da ma'rûf olmaz. Onun için Resûlullah (s.a.v.): "Bir kimse nefsini bilse, muhakkak Rab­bini bilir" buyurdu. Halbuki o, Allâh'ı bilen halkın a'lemidir. Ba'zı hukemâ ve Ebâ Hâmid: "Allah âleme nazâr et­meksizin bilinir" diye iddiâ ettiler. Bu ise galattır. Evet, Zât'­ın kadîm ve ezelî olduğu bilinir. Lâkin me'lûh bilinmeyin­ce, zâtın İlâh olduğu bilinmez. Şu halde me'lûh İlâha de­lîldir(10).

Ya'nî biz ki me'lûhuz (İlah’ı olan kullarız) , bilinmesek İlâh dahi bilinmez. Nitekim Rubûbiyyet (Rablık) merbûbiyyetle (kullukla) sâbit (mevcut) olduğu ve Rab merbûb (kulluk) ile bilindiği için, (s.a.v) Efendimiz ma'rifet-i Rabb'i (Rabbin bilinmesi) , merbûb (kul) olan nefsin ma'rifetine (bilinmesine) ta'lîk buyurdu (bağladı). Maahâzâ (bununla beraber), Ebfl Alî Sînâ ile ona tâbi' olan (uyan) hukemâ (flozoflar) ve Ebû Hâmid İmâm Muhammed Gazzâlî (rahımehüm'ullah) "Âleme (evrene) na­zar etmeksizin (bakmaksızın) Allâh'ı bilmek mümkündür" diye iddiâ ettilerse de, bu da'vâlarında hatâ ettiler. Zîrâ Ulûhiyyet haysiyyetiyle (bakımından) Allâh'ı bil­mek, âleme (evrene) nazar etmeğe (bakmağa) mevkuftur (vakfedilmiştir, bağlanmıştır) . Ve âyât-ı İlâhiyye (İlâhî ayetler) âfâk (dışta) ve en­füste (içte) zâhirdir (açığa çıkmıştır). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de ………………………………………………….  (Fussılet, 41/53) buyrulur. Ma'nâ-yı münîfı (yüce manâsı): "Biz onlara âyâtımızı (ayetlerimizi) âfâk (dışta) ve enfüste (içte) gösteririz; tâ ki Hak onlara zâhir (açığa çıkmış, görülür) ola." Ve kezâ hadîs-i kudsîde …………….………………………………………… buyruldu. Ma'nâ-yı âlîsi (yüce manâsı): "Ben mahfî (gizli) bir hazîne idim. Bi­linmeme muhabbet ettim (bilinmemi istedim) ;  halkı  bilinmem için yarattım". İşte bu âyet ve hadîs, Hakk'ın âleme nazarla (evrene bakmakla) bilineceğinin şâhididir. Evet, Zât-ı Mutlaka’nın (Mutlak Zât’ın, La taayyün mertebesi) âleme nazar etmeksizin (evrene bakmaksızın) , kadîm (öncesi bilinmeyen, eskiden beri mevcût olan) ve ezelî (öncesiz, başlangıçsız) ve âlemlerden ganî (zengin, doygun) olduğu alâ-tarîkı'l-icmâl (öz, özet suretiyle) bilinir. Fakat me'lûh (kul) , İlâhın delîli (işareti) ol­duğundan, o bilinmeyince Zât'ın (Allah’ın) İlâh olduğu bilinmez. Binâenaleyh  (nitekim), Allâh'ın ulûhiyyetini (İlahlığını) bilmek, âleme nazar etmeğe (evrene  bakmağa) mütevakkıftır (bağlıdır) . Zî­râ, mertebe-i Ulûhiyyet, ne kadar esmâ-i İlâhiyye (İlâhi isimler) ve sıfât-ı Rabbâniy­ye (Rabbani sıfatlar) varsa hepsini câmi'dir (kendinde toplamıştır) . Esmâ ve sıfât ise, mezâhir (görüntü mahalleri, birimler) olmayınca mü­teayyin ve mütehakkık olmaz (meydana çıkmaz, tahakkuk etmez, gerçekleşmez) . Fakat Hakk'ın vücûd-ı Zâtîsi (Mutlak Zât’ı) aslâ bir şeye mütevakkıf (bağlı) değildir. Çünkü zâtiyyeti cihetinden (Zât’ı bakımından) esmâdan ve on­ların mezâhiri (göründüğü yerler) olan âlemlerden ganîdir.

Bundan sonra, ikinci halde, sana keşf i'tâ eder ki: Tahkî­kan Hakk'ın nefsi, kendi nefsine ve Ulûhiyyetine delîl ol­du. Ve tahkîkan âlem, onların suver-i a'yân-ı sâbitesinde Hakk'ın tecellîsinden gayri değildir. Şöyle ki, o a'yânın vü­cûdu o tecellî olmaksızın müstahîldir (11).

Ya'nî İlâhı me'lûh (kulluğun) ile bildikten sonra ikinci hâl olan makâm-ı "cem"'de; ayn-ı basîretin (basiret gözün) sana keşf (ilham) verir ve bu keşf (ilham) ile, Hakk'ın nefsi kendi nefsine ve Ulûhiyyetine (İlahlığına) delîl (işaret) olduğunu ve âlem denilen şeyin ancak o âlem efrâdının (âlem fertlerinin) a'yân-ı sâbiteleri (esma terkipleri) sûretlerinde Hakk'ın tecel­lîsinden (belirmesinden) gayri (başka) bir şey olmadığını ve o a'yânın (varlıkların) vücûdu da o tecellî (belirme) olmaksızın muhâl idiğini (olamayacağını) bilirsin.

İmdi me'lûhun (kulun) hakîkatine nazar olunduğu (bakıldığı) vakit, onun vücûd-i zih­nîsi (zihni varlığı) evvelen ayn-ı sâbitesinde (önce hakikâtinde, manâsında) / "nefes--i akdes" (Zâtın nefes vermesi, ilmi suretlerin açığa çıkması) ile, Zât’ın tecellîsiyle; (belirmesiyle) ve sâniyen (ikinci olarak) vücûd-'ı aynîsi (kendi varlığı) dahi esmâ ve sıfâtın tecellîsiyle (belirmesiyle) olduğu gö­rülür. Bu sûrette a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) nazaran (göre) , Hakk'ın nefsi, ya'nî me'­lûhun (kulun) ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde, ilmî suretinde) tecellî-i Zâtî (Zât’ın tecelli etmesi, belirmesi) ile tecellîsi, kendi zâtına delîl olur. Ve a'yân-ı kevniyyeye (kevni hakikâtlere, ilmi suretlere) nazaran (göre) ,  âyîne-i me'lûhda (kulluk aynasında) , o me'lûh (kulluğu) ha­sebiyle mukayyeden (bağlı, kayıtlı olarak) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Hakk'ın nefsi (nefesi, ilmî suretleri) mutlak (kayıtsız, tek, salt) olan kendi Zâ­tına ve nefsine ve mertebe-i câmia (bütün mertebeleri kendinde toplamış)  olan Ulûhiyyetine (İlahlığına, vahdet mertebesine) delîl (işaret) olur.

Ve tahkîkan Hak, bu a'yânın hakayıkı ve âhvâli hasebiy­le mütenevvi' ve mutasavver olur. Bu keşf dahi, Hakk'ın bizim İlâhımız olduğuna ilim husûlünden sonradır (12).

Ya'nî sana hâsıl olan keşf (ilhamlar, açılımlar, sırlar) ,  a'yânın hakîkatleri (ilmî suretlerin  hakikâtleri) ve halleri îcâbına göre türlü türlü görünenin ve sûrete (şekle, biçime) girenin Hak olduğunu bildirir. İşte bu keşif (ilham, açılım) dahi biz, kendi nefsimizi me'lûh (İlah’a, kul) ve merbûb (Rabb’a kul) ve Hakk'ı  İlâh ve Rab bildikten sonra bizlere hâsıl olur.

A'yânın hakâyıkı (varlıkların hakikâtleri) ve ahvâli (halleri) hasebiyle Hakk'ın tenevvüü (çeşitliliği) ve muta­savver (düşünülmüş, tasarlanmış) olması bu vech (yön) iledir ki, taayyün-i evvel (vahdet, uluhiyet) mertebesinde, Hakk'ın kendi Zâtına “nefes-i akdes" (Zât’ından Zât’ına nüzûl etmesi) ile olan tecellîsiyle, Hakk'ın ilminde eşyânın (hakikâtlerin, manaların) sûretleri peydâ olur. Fakat bu sûretlere âlem-i imkânda, ya'ni bu âlem-i şehâdette, (dünyada) birer kesîf (koyu) kisve-i taayyün (taayyün elbisesi, suret) giydirmek  lâzımdır. Halbuki vücûd-i Hak'tan gayri (hakk’ın vücudundan başka) hiçbir şey mevcûd değildir ki, bu su­ver-i kesîfe-i mütenevvia (yoğunluk kazanmış çeşitli suretler, birimler) öyle bir maddeden tasvîr olunsun (çizilsin, yapılsın) .  Binâe­naleyh (nitekim) Hak, ilmindeki sûretlere ifâza-i vücûd (vücût vermek) için, mertebe-i letâfet­ten (şeffaf olan mertebeden) mertebe mertebe / mertebe-i kesâfete (yoğunluk kazananarak madde âlemine) tenezzül buyurdu. Ve bu âlem-i kesâfette (madde âleminde) , o ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan muhtelif ve mütenevvi' (çeşitli) olan sû­retler, kendi hakîkatleri ve halleri îcâbına göre, yine Hakk'ın vücû­dundan birer kisve-i taayyün (taayyün elbisesi, suret) giydi. Ve şu halde mütenevvi' (çeşitli) görünen  ve muhtelif sûretlere (şekillere) bürünen Hak oldu. Ve ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) a'yân-ı sâbite (ilmi sûretler) yine ademiyyeti (yokluğu) üzerine kaldı. İşte ……………………….. ya'nî "Allah vardır idi, O'nunla berâber bir şey yok idi; el'ân (şu anda) dahi öyledir." Ve ………………………………….. ya'ni "A'yân (ilmi sûretler) vücûd kokusunu duymadı" dediklerinin ma'nâsı budur. Binâenaleyh (nitekim) vücûd-i Hak, (Hakk’ın vücûdu) bu âlemde (dünyada) kendi suver-i ilmiyyesine (ilmindeki suretlere) âyîne (ayna) oldu. Ve âyînenin (aynanın) kendi, nasıl ki mahfi (gizli) ve içindeki suver-i muntabi'a (sûretler belirmiş) zâhir (meydanda görünüyor) ise, vücûd-i Hak da öylece mahfî (gizli) ve bu suver-i ilmiyye-i muntabi'a (şekli beliren, suretlenen manalar) zâhir oldu. (açığa  çıktı, göründü)

Ondan sonra diğer keşif gelir ki, bizim sûretlerimizi Hak'­ta sana ızhâr eder. Ve Hak'ta ba'zımız ba'zımıza zâhir olur. Ve ba'zımız ba'zımızı ârif olur. Ve ba'zımız ba'zımızdan mü­temeyyiz olur (13).

Ya'nî evvelki keşiften (önceki ilhamdan, açılımdan) sonra, "fenâdan (yok olmaktan) sonra bakâ" (bakilik, devamlılık) ve "cem'den sonra fark" makâmı olan diğer bir keşf (ilham, açılım) daha gelir. Bu keşif mir'­ât (ayna) mesâbesinde (durumunda) olan Hakk'ın vücûdunda bizim sûretlerimizi sana ız­hâr eder (gösterir). Ve mertebe-i Ahadiyyette (Mutlak Zât mertebesinde) vahdet (teklik) üzere iken, yekdîğerimiz­den (birbirimizden) ayrıldığımızdan ba'zımız ba'zımıza zâhir (aşıkar, görülür) olur. Ve yokluk mechûliyyeti (bilinmezliği) içinde yekdîğerimizi (birbirimizi) bilmez iken, ba'zımız ba'zımızı vücûd-i hakkanî (hakkettiği, kazandığı vücûd) ile ârif olur (bilir) . Ve her sûretin husûsiyyet-i zâtiyyesi (kendine ait, kendi zatı) bulun­duğundan, ba'zımız ba'zımızdan mütemeyyiz (seçkin, ayrıcalıklı) olur. Beyt:

Zuhûr (meydana çıkma) ve temeyyüz (seçkin, ayrıcalıklı olma) , ibtidâ (başlangıçta) taayyün-i evvel (Vahdet, Uluhiyet) mertebesinde husûle (meydana) gel­miştir. Çünkü bu mertebede Zât-ı Hakk'ın yine kendi zâtına olan ilk tecellîsiyle (nüzûl etmesiyle, belirmesiyle) a'yânın (hakikatlerin) suver-i ilmiyyesi (ilmi sûretleri) peydâ oldu. Ve her bir sûret, husûsiyyât-ı Zâtiyyeleriyle (kendilerine ait, kendi zâtlarıyla) birbirinden ayrıldılar. Bunların araların­da zâtî ve sıfâtî olan / birtakım münâsebet (ilişkiler) iktizâsınca (gereğince) teârüf (tanışıklık, yakınlaşma) ve adem-i münâsebet (ilişki, yakınlık bulunmaması) hasebiyle de tenâkür (yabancılık) vâkı' olur (husûle gelir) . Binâenaleyh (nitekim) Hz. Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in …………………………………………… hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan (açıklanan) âlem-i ervâhdaki (ruhlar alemindeki) teâ­rüf (tanışıklık) ve tenâkür, (yabancılık) hazret-i ilmiyyedeki (ilim mertebesindeki) teârüf (tanışıklık) ve tenâkürün (yabancı olmanın) netîcesi ol­duğu gibi, bu içinde bulunduğumuz hazret-i şehâdetteki teârüf (tanışıklık) ve te­nâkür (yabancılık) dahi âlem-i ervâhdaki (ruhlar âlemi, esma mertebesindeki) teârüf (tanışıklığın) ve tenâkürün (yabancı olmanın) netîcesidir. Nite­kim Hz. Mevlânâ (r.a) efendimiz buyururlar:

Tercüme:

            Cânımızda var idi evvelce

            Bir teârüf ki, tanıştık burada,

            Bugünün ülfeti mâzîdendir,

            Sen unuttun onu lâkin arada.

Bizden ba'zımız, bize muhakkak bu ma'rifetin, a'yânımızın i'tâsı sebebiyle, Hak'ta vâkı' olduğunu bilir. Ve bizden ba'­zımız, bu ma'rifetin, husûsiyyât-ı zâtiyyemizin i'tâsı sebe­biyle, bize hazret-i ilm-i İlâhîde vâkı' olduğunu câhildir. Ben câhillerden olmamdan Allâh'a sığınırım (14).

Ya'nî keşf-i sânîde (ikinci keşifte) , Hakk'ın âyîne-i vücûdunda (vücût aynasında), libâs-ı taayyüne (taayyün elbisesine, surete) bü­rünerek zâhir olan (açığa çıkan) bizim suver-i imkâniyyemizden (imkân bulmuş, açığa çıkmış suretlerimizden) ba'zımız, dünyâ dediğimiz âlem-i histe, bâlâda (yukarıda) zikrolunan (anlatılan) ma'rifetin (bilgilerin) bize bizim a'yânımızın i'tâsı (ilmi suretlerimizin vermesi) sebebiyle, Hak'ta olduğunu bilir. Meselâ âyînenin (aynanın) sathında (yüzeyinde) müteayyin olan (görülen) bir sûretin hâriçte (dışarıda) vücûdu yoktur. Fakat sûret sahîbinin âyîneye muntabi' olan (aynada görülen, aynaya çıkan) sûreti onun / hâriçte (aynanın dışında) olan sûret-i mahsûsası (kendi sureti) hasebiyledir.

Keşf-i evvelde (birinci keşif) ise, Hakk'ın vücûdu, a'yân-ı kevniyye (açığa çıkmış ilmi suretler) âyînelerinde, (aynalarında) o a'yânın (ilmi suretlerin) hallerine göre zâhirdir (meydana çıkar) . Ya'nî her birerlerimizin vücûdu birer ayn-ı kevnîdir (kevni hakikâttir, açığa çıkmış ilmi surettir) ve birer âyîne mesâbesindedir (ayna derecesindedir). Bizim âyînelerimizde (aynalarımızda) Hakk’ın vücûdu bizim hallerimizin iktizâsına (gereğine) göre zâhir olur (görülür) . Ve her birerlerimizin hakâyıkı (hakikâtleri) olan a'yân-ı sâbitemiz (esma terkiplerimiz, ilmi suretlerimiz) dahi, Hakk'ın vücûdunda, Hakk'ın hasebiyle (dolasiyle) değil, ancak kendilerinin husûsiyyât-ı zâ­tiyyeleriyle (kendi zâtlarının özellikleriyle) ve isti'dâdât-ı mahsûsalarıyla (kendilerinde bulunan istidadla) zâhirdir (aşikâr olmakta görülmektedir) .  Bizden ba'zıları­mız, suver-i ilmiyyeden (ilmî sûretlerden) ibâret olan bu a'yân-ı sâbite âlemindeki (Vahidiyyet mertebesindeki) teârüfü (tanışıklılığı) bilmez. Onların bu cehilleri (bilmeyişleri) , ya ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) ayn-ı sâbitelerinin (ilmî suretlerinin) bu ma'rifete (bilgiye) isti'dâdları olmamasındandır veyâhut insan sûreti­ne gelinceye kadar, her geçtiği mertebe-i kevniyyenin (kozmik mertebelelerin) rengine boya­narak, tabîat örtülerinin ve evsâf-ı cismâniyyenin (madde, cisimle ilgili sıfatların) altında zebûn (güçsüz) kalmalarından ve bu sebeple umûr-i hasîseye (kötü işlere) inhimâk eylemelerindendir (fazla alaka duymalarındandır). Hazret-i ilmiyyeyi (ilim mertebesini) bilmediklerinden, Hakk'ın vücûdunda a'yân-ı sâbiteyi (ilmi suretleri) müşâhede edemezler (seyredemezler) . Onlar ancak keserât-ı halkıyyeyi (yaratılmış çoklukları) ,  ya'­nî dağları, deryâları, ağaçları, ayları, güneşleri, yıldızları, hayvânâ­tın envâ'ını (türlerini, çeşitlerini) , elektrikleri, şimendüferleri, topları, tüfenkleri ve her tür­lü ihtirâ'ât-ı fenniyyeyi (fennin icat ettiklerini) müstakıllü'l-vücûd (kendilerine ait bağımsız bir vücûtları var) zannederler. Bu ta'dâd  olu­nan (sayılan) eşyâ-yı kevniyyeden (kevni şeylerden) başka gördükleri bir şey yoktur. Ne bun­larda Hakk'ı ve ne de bunların Hakk'ın vücûdu içinde olduğunu mü­şâhede edemezler (düşünemezler, göremezler): Hak Teâlâ bunlar hakkında …………………………………………………………………………………..(Rûm, 30/7) buyurur. İşte bunlar, Hak'­tan mahcûb (perdeli) ve Hakk'ın kapısından matrûd (kovulmuş) olan ehl-i Celâl'dir (Celâl sahibleridir). Hz. Şeyh (r.a.) bu halden Hakk'a sığınır.

Velâkin bizden ba'zılarımız, keşf-i evvel (ilk keşif) hâlinde, a'yân-ı sâbitede (ilmi suretlerde) Hakk'ı müşâhede ederler (görürler, seyrederler) . Bunlar Celâl'den Cemâl ile ve halktan (yaratılmışlardan) Hak ile muhtecib (örtünmüş) olan ehl-i Cemâl'dir (Cemal sahipleridir) . Ve ıtlâk-ı Zâtîde (Mutlak Zât’ta) bakâ (bakîlik, devamlılık) bulan ekâbir-i müheyyemîndir (büyük meleklerdir) .  Cemâl'in Celâl'i onları müheyyem (Allah’a yakın meleklerden) etmiş, ifrât-ı aşka (tek olma, teklik aşkına) düşürmüştür.

Yine bizden ba'zılarımız, keşf-i sânî (ikinci keşf) hâlinde, a'yân-ı sâbitede (esma terkiplerinde, ilmî suretlerde) Hakk'ın vücûdunu müşâhede etmekle (görmekle, seyretmekle) berâber, Hakk'ın vücûdunda dahi a'yân-ı sâbitenin (esmanın hakikât) sûretlerini görürler. Binâenaleyh (nitekim) bu tâife-i celîle (büyük, ulû zâtlar) Cemâl'den' Celâl ile ve Celâl'den dahi Cemâl ile ve Hak'tan halk (yaratılmışlar) ile ve halktan (yaratılmışlardan) dahi Hak ile muhtecib (örtülü) olmayan ehl-i kemâldir (kemâl sahipleridir) . Bunlar hak­kında Hak Teâlâ . ………………………………… (Nûr, 24/37) buyurur.

<devam edecek>

19.11.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail