(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Ba'dehû
eğer Zât-ı İlâhiyye bu nisebden ârî olaydı, İlâh olmazdı.
Halbuki bu nisebi, bizim a'yânımız ihdâs etti. Binâenaleyh
biz melûhiyyetimiz ile İlâh’ı İlâh kıldık (9).
Ya'nî
Zât-ı İlâhiyye (İlahi Zât,
Allah) Ulûhiyyet (İlahlık),
Rubûbiyyet (Rablık)
,
hâlikıyyet (yaratıcılık)
,
râzikıyyet (razı
olmaklık) , musavviriyyet
(şekil, suret
vermeklik) gibi nisbetlerden (sıfatlardan)
ârî (arınmış,
soyulmuş) olsa idi, İlâh olmaz idi. Çünkü , Ulûhiyyet
(İlahlık)
me'lûhiyyetle (İlahî
olmakla, kullukla) ve Rubûbiyyet (Rablık)
dahi merbûbiyyetle (Rabbı olmakla,
kullukla) tahakkuk eder (gerçekleşir).
İşte
bu nisbetleri (sıfatları)
bizim a'yân-ı halkıyyemiz (yaratılmış
manâlarımız) ihdâs etti (meydana
getirdi) .
Ve merbûbiyyetimiz (kulluğumuz)
Rubûbiyyeti (Rablığı)
ve me'lûhiyyetimiz (İlah’ımızın
bulunması, kul oluşumuz) dahi İlâh’ın "İlâh"
tesmiye olunmasını (denmesini) iktizâ
eyledi (gerektirdi)
.
İmdi bu nisbetler (sıfatlar),
mertebe-i Ulûhiyyet'te (Vahdet
mertebesinde) müteayyin olan (beliren,
meydana çıkan) Zât-ı mûcideye (yaratıcı
Zât’a,
Allah’a)
âiddir. Yoksa "Zât-ı Mutlak’a" (Mutlak
Zât, La taayyün mertebesi)
bu gibi niseb (vasıflardan)
ve izâfâttan (bağlılıktan,
alakalılıktan) ve isim ve resimden ve sıfattan ve
bir şeyle mahkûmün-aleyh (hakkında hüküm
verilen) olmaktan müstagnîdir (zengindir,
doygundur,
toktur).
Ve bu ıtlâk-ı Zâtîsi (Zâtının
sınırsız, hür, kayıtsız olması) hasebiyle âlemînden
ganîdir (yarattıklarından
hiç birine ihtiyacı olmayandır) . Binâenaleyh
(nitekim)
Zât-ı mûcide (yaratıcı
Zât, Uluhiyet mertebesi, Allah) bu nisebden (vasıflardan) tenzih
olunmaz (beri
kılınmaz, münezzeh tutulmaz) .
Fakat "Zât-ı Mutlak’a" (Mutlak
Zât, La taayyün mertebesi) tenzîh olunur (ayrı,
beri tutulur). Velhâsıl
Zât (taayyün-ü evvel
mertebesi, Allah),
niseb-i İlâhiyye (İlahi
sıfatlardan) ve halkıyyeden (yaratmalardan,
meydana getirmelerden) ârî (arınmış,
soyulmuş) olaydı Zât-ı Mutlaka (sırf
Zât, La taayyün mertebesi) olur ve "İlâh"
ismiyle tesmiye olunmaz (anılmaz)
idi. Halbuki zuhûr (meydana
çıkmak) ve ızhâr (açığa çıkarmak)
için ve Zât’ın kemâl-i celâ (Zât’ın
kendi Zâtı için kendi Zâtında ortaya çıkması) ve
isticlâsı (suretlerde
meydana çıkması) için mertebe-i Ulûhiyyet’in sübûtu
(var olması) lâzımdır:
Misâl:
İnsan mefhûmu (kavramı,
manâsı) , ale'l-ıtlâk
(umumiyetle)
zihnimize tebâdür ettiği (aklımıza
geldiği) vakit, onun nisebi (sıfatlarından)
olan mi'mârlık, ressâmlık, hattâtlık ve sâire
gibi sıfatları, bu mefhûm hâricinde (manânın dışında)
kalır. Çünkü o mefhûm (kavram,
manâ) bu mertebe-i ıtlakta (Zât
mertebesinde) bunlardan müstağnîdir (ihtiyaç
hissetmez, gerek duymaz).
Bu niseb (vasıflar)
kendisine izâfe edilmemiş (bağlanmamış,
alakalı kılınmamış) olsa da yine insan mefhûmu
(kavramı)
, mutlakıyyetle
berâber (mutlaklığı,
saflığı üzere) kaimdir (vardır)
.
İnsanın insan olması için behemehâl (elbette)
mi'mâr; ressâm ve hattât olmasına ihtiyâç
yoktur. Fakat onun mûcidliği (yaratıcılığı)
mevzû-i bahs olunca, kendisine bir takım
nisbetlerin (vasıfların) izâfesi
(eklenmesi)
lâzım gelir. Ve mi'mâr bir binâ inşâ ve ressâm
bir levha tersîm etmedikçe (çizmedikçe)
, kimse
onlara mi'mâr ve ressâm demez. Binâenaleyh (nitekim)
mi'mârı mi'mâr ve ressâmı dahi ressâm kılan (yapan)
binâ ve levhadır. Ve bunların zuhûr (meydana
çıkmaları) ve ızhârları (açığa
çıkmaları) ve kendilerinin kemâl-i celâ (kendi
zâtında meydana çıkmaları) ve isticlâsı (taayyünatında
meydana çıkması, suret kazanması) için
eserlerinin sübûtu (çıkması)
lâzımdır. Bi'l-farz (farz
edelim),
binânın lisânı olup da: "Beni inşâ eden
mi'mârı mi'mâr kılan (yapan)
benim ma'mûriyyetimdir" (yapım,
yapılmamdır) dese, doğru söylemiş olur.
İmdi
bu misâl, ma'kûlü (akılda bilineni) mahsüs
(anlaşılır)
kılmak için îrâd olundu (söylendi)
.
Yoksa teşbîhde (benzetmede),
müşebbeh (benzetilmiş,
benzetilen) ile müşebbehün-bih (kendisine
benzetilen) arasında tamâmen mutâbakat (uyuşma,
uygunluk) olmadığı herkesçe malûmdur (bilinir)
. Nitekim,
a'yân-ı şehâdiyye (şahit
olunan, görülen manâlar) ile a'yân-ı
gaybiyyenin, (gizli kalmış,
bilinmeyen manâların) Hakk'ın vücûdu hâricinde (dışında)
vücûd-i müstakılleri (kendilerine
ait vücûtları) yoktur. Binâenaleyh (nitekim)
"Biz/me'lûhiyyetimiz (kulluğumuz)
ile İlâhı, İlâh kıldık" kelâmı, binânın
mi'mâra söylediği kelâma benzemez. Zîrâ binânın vücûdu,
mi'mârın vücûdundan hâriç (dışında) ve
müstakıldir. Bizim vücûdumuz ise, vücûd-i Hak'tan hâriç (Hakk’ın
dışında) değildir. Ve vücûd-i Hak ile vücûd-i
halk (yaratılmışların
vücûdu) Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhinde îzâh
olunmuştur (açıklanmıştır)
.
Binâenaleyh (nitekim),
“kılınmışlık” (yapılmışlık)
ve
"kılıcılık" (yapıcılık)
bir vücûdun nisbetleri (vasıfları)
arasındadır.
İmdi
biz ma'rûf olmayınca İlâh da ma'rûf olmaz. Onun için Resûlullah
(s.a.v.): "Bir kimse nefsini bilse, muhakkak Rabbini
bilir" buyurdu. Halbuki o, Allâh'ı bilen halkın
a'lemidir. Ba'zı hukemâ ve Ebâ Hâmid: "Allah âleme nazâr
etmeksizin bilinir" diye iddiâ ettiler. Bu ise galattır.
Evet, Zât'ın kadîm ve ezelî olduğu bilinir. Lâkin me'lûh
bilinmeyince, zâtın İlâh olduğu bilinmez. Şu halde me'lûh
İlâha delîldir(10).
Ya'nî
biz ki me'lûhuz (İlah’ı olan
kullarız) ,
bilinmesek İlâh dahi bilinmez. Nitekim Rubûbiyyet (Rablık)
merbûbiyyetle (kullukla) sâbit
(mevcut)
olduğu ve Rab merbûb (kulluk)
ile bilindiği için, (s.a.v) Efendimiz ma'rifet-i
Rabb'i (Rabbin
bilinmesi) ,
merbûb (kul)
olan nefsin ma'rifetine (bilinmesine)
ta'lîk buyurdu (bağladı). Maahâzâ
(bununla beraber),
Ebfl Alî Sînâ ile ona tâbi' olan (uyan)
hukemâ (flozoflar)
ve Ebû Hâmid İmâm Muhammed Gazzâlî (rahımehüm'ullah)
"Âleme (evrene)
nazar etmeksizin (bakmaksızın)
Allâh'ı bilmek mümkündür" diye iddiâ
ettilerse de, bu da'vâlarında hatâ ettiler. Zîrâ Ulûhiyyet
haysiyyetiyle (bakımından) Allâh'ı
bilmek, âleme (evrene)
nazar etmeğe (bakmağa)
mevkuftur (vakfedilmiştir,
bağlanmıştır) .
Ve âyât-ı İlâhiyye (İlâhî ayetler) âfâk
(dışta)
ve enfüste (içte)
zâhirdir (açığa
çıkmıştır).
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
………………………………………………….
(Fussılet, 41/53) buyrulur. Ma'nâ-yı münîfı (yüce manâsı):
"Biz onlara âyâtımızı (ayetlerimizi)
âfâk (dışta)
ve enfüste (içte)
gösteririz; tâ ki Hak onlara zâhir (açığa
çıkmış, görülür) ola." Ve kezâ hadîs-i
kudsîde
…………….…………………………………………
buyruldu. Ma'nâ-yı âlîsi (yüce
manâsı): "Ben mahfî (gizli)
bir hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim (bilinmemi
istedim) ;
halkı bilinmem
için yarattım". İşte bu âyet ve hadîs, Hakk'ın âleme
nazarla (evrene
bakmakla) bilineceğinin şâhididir. Evet, Zât-ı
Mutlaka’nın (Mutlak
Zât’ın, La taayyün mertebesi) âleme nazar
etmeksizin (evrene
bakmaksızın) ,
kadîm (öncesi
bilinmeyen, eskiden beri mevcût olan) ve ezelî (öncesiz,
başlangıçsız) ve âlemlerden ganî (zengin,
doygun) olduğu alâ-tarîkı'l-icmâl (öz,
özet suretiyle) bilinir. Fakat me'lûh (kul)
,
İlâhın delîli (işareti)
olduğundan, o bilinmeyince Zât'ın (Allah’ın)
İlâh olduğu bilinmez. Binâenaleyh
(nitekim),
Allâh'ın ulûhiyyetini (İlahlığını) bilmek,
âleme nazar etmeğe (evrene
bakmağa) mütevakkıftır (bağlıdır)
.
Zîrâ, mertebe-i Ulûhiyyet, ne kadar esmâ-i İlâhiyye
(İlâhi isimler) ve
sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani
sıfatlar) varsa hepsini câmi'dir (kendinde
toplamıştır) . Esmâ
ve sıfât ise, mezâhir
(görüntü
mahalleri, birimler) olmayınca
müteayyin ve mütehakkık
olmaz (meydana
çıkmaz, tahakkuk etmez, gerçekleşmez) .
Fakat Hakk'ın vücûd-ı Zâtîsi
(Mutlak
Zât’ı) aslâ
bir şeye mütevakkıf (bağlı)
değildir. Çünkü zâtiyyeti cihetinden (Zât’ı bakımından)
esmâdan ve onların mezâhiri (göründüğü
yerler) olan âlemlerden ganîdir.
Bundan
sonra, ikinci halde, sana keşf i'tâ eder ki: Tahkîkan Hakk'ın
nefsi, kendi nefsine ve Ulûhiyyetine delîl oldu. Ve tahkîkan
âlem, onların suver-i a'yân-ı sâbitesinde Hakk'ın tecellîsinden
gayri değildir. Şöyle ki, o a'yânın vücûdu o tecellî
olmaksızın müstahîldir (11).
Ya'nî
İlâhı me'lûh (kulluğun)
ile bildikten sonra ikinci hâl olan makâm-ı
"cem"'de; ayn-ı basîretin (basiret
gözün) sana keşf (ilham)
verir ve bu keşf (ilham) ile,
Hakk'ın nefsi kendi nefsine ve Ulûhiyyetine (İlahlığına)
delîl (işaret) olduğunu
ve âlem denilen şeyin ancak o âlem efrâdının (âlem
fertlerinin) a'yân-ı sâbiteleri (esma
terkipleri) sûretlerinde Hakk'ın tecellîsinden (belirmesinden)
gayri (başka) bir
şey olmadığını ve o a'yânın (varlıkların)
vücûdu da o tecellî (belirme)
olmaksızın muhâl idiğini (olamayacağını)
bilirsin.
İmdi
me'lûhun (kulun)
hakîkatine nazar olunduğu (bakıldığı)
vakit, onun vücûd-i zihnîsi (zihni
varlığı) evvelen ayn-ı sâbitesinde (önce
hakikâtinde, manâsında) / "nefes--i
akdes" (Zâtın nefes
vermesi, ilmi suretlerin açığa çıkması) ile, Zât’ın
tecellîsiyle; (belirmesiyle) ve
sâniyen (ikinci
olarak) vücûd-'ı aynîsi (kendi
varlığı) dahi esmâ ve sıfâtın tecellîsiyle (belirmesiyle) olduğu
görülür. Bu sûrette a'yân-ı sâbiteye (ilmi
suretlere) nazaran (göre)
, Hakk'ın
nefsi, ya'nî me'lûhun (kulun)
ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde,
ilmî suretinde) tecellî-i Zâtî (Zât’ın
tecelli etmesi, belirmesi) ile tecellîsi, kendi zâtına
delîl olur. Ve a'yân-ı kevniyyeye (kevni hakikâtlere,
ilmi
suretlere)
nazaran (göre)
, âyîne-i
me'lûhda (kulluk
aynasında) ,
o me'lûh (kulluğu)
hasebiyle mukayyeden (bağlı,
kayıtlı olarak) zâhir olan (açığa
çıkan, görülen) Hakk'ın nefsi (nefesi,
ilmî suretleri) mutlak (kayıtsız,
tek, salt) olan kendi Zâtına ve nefsine ve
mertebe-i câmia (bütün
mertebeleri kendinde toplamış)
olan Ulûhiyyetine (İlahlığına,
vahdet mertebesine) delîl (işaret)
olur.
Ve
tahkîkan Hak, bu a'yânın hakayıkı ve âhvâli hasebiyle mütenevvi'
ve mutasavver olur. Bu keşf dahi, Hakk'ın bizim İlâhımız
olduğuna ilim husûlünden sonradır (12).
Ya'nî
sana hâsıl olan keşf (ilhamlar,
açılımlar, sırlar) , a'yânın
hakîkatleri (ilmî
suretlerin
hakikâtleri) ve halleri îcâbına göre türlü
türlü görünenin ve sûrete (şekle, biçime) girenin
Hak olduğunu bildirir. İşte bu keşif (ilham,
açılım) dahi biz, kendi nefsimizi me'lûh (İlah’a,
kul) ve merbûb (Rabb’a
kul) ve Hakk'ı
İlâh ve Rab bildikten sonra bizlere hâsıl olur.
A'yânın
hakâyıkı (varlıkların
hakikâtleri) ve ahvâli (halleri)
hasebiyle Hakk'ın tenevvüü (çeşitliliği)
ve mutasavver (düşünülmüş,
tasarlanmış) olması bu vech (yön)
iledir ki, taayyün-i evvel (vahdet,
uluhiyet) mertebesinde, Hakk'ın kendi Zâtına
“nefes-i akdes" (Zât’ından
Zât’ına nüzûl etmesi) ile olan tecellîsiyle,
Hakk'ın ilminde eşyânın (hakikâtlerin,
manaların) sûretleri peydâ olur. Fakat bu sûretlere
âlem-i imkânda, ya'ni bu âlem-i şehâdette, (dünyada)
birer kesîf (koyu) kisve-i
taayyün (taayyün
elbisesi, suret) giydirmek
lâzımdır. Halbuki vücûd-i Hak'tan gayri (hakk’ın
vücudundan başka) hiçbir şey mevcûd değildir
ki, bu suver-i kesîfe-i mütenevvia (yoğunluk kazanmış
çeşitli suretler, birimler) öyle bir maddeden tasvîr
olunsun (çizilsin,
yapılsın) . Binâenaleyh
(nitekim)
Hak, ilmindeki sûretlere ifâza-i vücûd (vücût
vermek) için, mertebe-i letâfetten (şeffaf
olan mertebeden) mertebe mertebe / mertebe-i kesâfete
(yoğunluk
kazananarak madde âlemine) tenezzül buyurdu. Ve bu
âlem-i kesâfette (madde
âleminde) ,
o ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) olan muhtelif ve mütenevvi' (çeşitli) olan
sûretler, kendi hakîkatleri ve halleri îcâbına göre,
yine Hakk'ın vücûdundan birer kisve-i taayyün (taayyün
elbisesi, suret) giydi. Ve şu halde mütenevvi' (çeşitli) görünen
ve muhtelif sûretlere (şekillere) bürünen
Hak oldu. Ve ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın
ilmindeki) a'yân-ı sâbite (ilmi
sûretler) yine ademiyyeti (yokluğu)
üzerine kaldı. İşte ………………………..
ya'nî "Allah vardır idi, O'nunla berâber bir şey yok
idi; el'ân (şu
anda) dahi öyledir." Ve
………………………………….. ya'ni "A'yân (ilmi
sûretler) vücûd kokusunu duymadı"
dediklerinin ma'nâsı budur. Binâenaleyh (nitekim)
vücûd-i Hak, (Hakk’ın
vücûdu) bu âlemde (dünyada)
kendi suver-i ilmiyyesine (ilmindeki
suretlere) âyîne (ayna)
oldu. Ve âyînenin (aynanın) kendi,
nasıl ki mahfi (gizli)
ve içindeki suver-i muntabi'a (sûretler
belirmiş) zâhir (meydanda görünüyor)
ise, vücûd-i Hak da öylece mahfî (gizli)
ve bu suver-i ilmiyye-i muntabi'a (şekli
beliren, suretlenen manalar) zâhir oldu. (açığa
çıktı, göründü)
Ondan
sonra diğer keşif gelir ki, bizim sûretlerimizi Hak'ta sana
ızhâr eder. Ve Hak'ta ba'zımız ba'zımıza zâhir olur. Ve
ba'zımız ba'zımızı ârif olur. Ve ba'zımız ba'zımızdan
mütemeyyiz olur (13).
Ya'nî
evvelki keşiften (önceki
ilhamdan, açılımdan) sonra, "fenâdan (yok olmaktan) sonra
bakâ" (bakilik,
devamlılık) ve "cem'den sonra fark" makâmı
olan diğer bir keşf (ilham,
açılım) daha gelir. Bu keşif mir'ât (ayna) mesâbesinde
(durumunda)
olan Hakk'ın vücûdunda bizim sûretlerimizi sana
ızhâr eder (gösterir). Ve
mertebe-i Ahadiyyette (Mutlak
Zât mertebesinde) vahdet (teklik)
üzere iken, yekdîğerimizden (birbirimizden)
ayrıldığımızdan ba'zımız ba'zımıza zâhir (aşıkar,
görülür) olur. Ve yokluk mechûliyyeti (bilinmezliği)
içinde yekdîğerimizi (birbirimizi)
bilmez iken, ba'zımız ba'zımızı vücûd-i hakkanî
(hakkettiği,
kazandığı vücûd) ile ârif olur (bilir)
.
Ve her sûretin husûsiyyet-i zâtiyyesi (kendine
ait, kendi zatı) bulunduğundan, ba'zımız ba'zımızdan
mütemeyyiz (seçkin,
ayrıcalıklı) olur. Beyt:
Zuhûr
(meydana
çıkma) ve temeyyüz (seçkin,
ayrıcalıklı olma) ,
ibtidâ (başlangıçta)
taayyün-i evvel (Vahdet, Uluhiyet) mertebesinde
husûle (meydana)
gelmiştir. Çünkü bu mertebede Zât-ı Hakk'ın
yine kendi zâtına olan ilk tecellîsiyle (nüzûl
etmesiyle, belirmesiyle) a'yânın (hakikatlerin)
suver-i ilmiyyesi (ilmi
sûretleri) peydâ oldu. Ve her bir sûret, husûsiyyât-ı
Zâtiyyeleriyle (kendilerine ait,
kendi zâtlarıyla) birbirinden ayrıldılar. Bunların
aralarında zâtî ve sıfâtî olan / birtakım münâsebet (ilişkiler)
iktizâsınca (gereğince)
teârüf (tanışıklık,
yakınlaşma) ve adem-i münâsebet (ilişki,
yakınlık bulunmaması) hasebiyle de tenâkür (yabancılık)
vâkı' olur (husûle
gelir) . Binâenaleyh
(nitekim) Hz.
Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in
…………………………………………… hadîs-i şerîfinde
beyân buyrulan (açıklanan)
âlem-i ervâhdaki (ruhlar
alemindeki) teârüf (tanışıklık)
ve tenâkür, (yabancılık) hazret-i
ilmiyyedeki (ilim
mertebesindeki) teârüf (tanışıklık)
ve tenâkürün (yabancı olmanın)
netîcesi olduğu gibi, bu içinde bulunduğumuz
hazret-i şehâdetteki teârüf (tanışıklık) ve
tenâkür (yabancılık)
dahi âlem-i ervâhdaki (ruhlar
âlemi, esma mertebesindeki) teârüf (tanışıklığın)
ve tenâkürün (yabancı
olmanın) netîcesidir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a)
efendimiz buyururlar:
Tercüme:
Cânımızda var idi
evvelce
Bir teârüf ki, tanıştık
burada,
Bugünün ülfeti mâzîdendir,
Sen unuttun onu lâkin
arada.
Bizden
ba'zımız, bize muhakkak bu ma'rifetin, a'yânımızın i'tâsı
sebebiyle, Hak'ta vâkı' olduğunu bilir. Ve bizden ba'zımız,
bu ma'rifetin, husûsiyyât-ı zâtiyyemizin i'tâsı sebebiyle,
bize hazret-i ilm-i İlâhîde vâkı' olduğunu câhildir. Ben
câhillerden olmamdan Allâh'a sığınırım (14).
Ya'nî
keşf-i sânîde (ikinci
keşifte) ,
Hakk'ın âyîne-i vücûdunda (vücût aynasında),
libâs-ı taayyüne (taayyün
elbisesine, surete) bürünerek zâhir olan (açığa çıkan) bizim
suver-i imkâniyyemizden (imkân
bulmuş, açığa çıkmış suretlerimizden)
ba'zımız, dünyâ dediğimiz âlem-i histe,
bâlâda (yukarıda)
zikrolunan (anlatılan) ma'rifetin
(bilgilerin)
bize bizim a'yânımızın i'tâsı (ilmi
suretlerimizin vermesi) sebebiyle, Hak'ta olduğunu
bilir. Meselâ âyînenin (aynanın)
sathında (yüzeyinde) müteayyin
olan (görülen)
bir sûretin hâriçte (dışarıda)
vücûdu yoktur. Fakat sûret sahîbinin âyîneye
muntabi' olan (aynada
görülen, aynaya çıkan) sûreti onun / hâriçte (aynanın dışında)
olan sûret-i mahsûsası (kendi
sureti) hasebiyledir.
Keşf-i
evvelde (birinci
keşif) ise, Hakk'ın vücûdu, a'yân-ı kevniyye (açığa çıkmış
ilmi suretler) âyînelerinde, (aynalarında)
o a'yânın (ilmi
suretlerin) hallerine göre zâhirdir (meydana çıkar)
.
Ya'nî her birerlerimizin vücûdu birer ayn-ı kevnîdir
(kevni
hakikâttir,
açığa çıkmış ilmi surettir) ve birer âyîne
mesâbesindedir (ayna
derecesindedir). Bizim
âyînelerimizde (aynalarımızda)
Hakk’ın vücûdu bizim hallerimizin iktizâsına (gereğine)
göre zâhir olur (görülür)
. Ve her
birerlerimizin hakâyıkı (hakikâtleri)
olan a'yân-ı sâbitemiz (esma
terkiplerimiz, ilmi suretlerimiz) dahi, Hakk'ın vücûdunda,
Hakk'ın hasebiyle (dolasiyle)
değil, ancak kendilerinin husûsiyyât-ı zâtiyyeleriyle
(kendi
zâtlarının özellikleriyle) ve isti'dâdât-ı
mahsûsalarıyla (kendilerinde
bulunan istidadla) zâhirdir (aşikâr
olmakta görülmektedir) .
Bizden
ba'zılarımız, suver-i ilmiyyeden (ilmî
sûretlerden) ibâret olan bu a'yân-ı sâbite
âlemindeki (Vahidiyyet
mertebesindeki) teârüfü (tanışıklılığı)
bilmez. Onların bu cehilleri (bilmeyişleri)
, ya
ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın
ilmindeki) ayn-ı sâbitelerinin (ilmî
suretlerinin) bu ma'rifete (bilgiye)
isti'dâdları olmamasındandır veyâhut insan sûretine
gelinceye kadar, her geçtiği mertebe-i kevniyyenin (kozmik
mertebelelerin) rengine boyanarak, tabîat örtülerinin
ve evsâf-ı cismâniyyenin (madde,
cisimle ilgili sıfatların) altında zebûn (güçsüz) kalmalarından
ve bu sebeple umûr-i hasîseye (kötü
işlere) inhimâk eylemelerindendir (fazla alaka
duymalarındandır).
Hazret-i ilmiyyeyi (ilim
mertebesini) bilmediklerinden, Hakk'ın vücûdunda
a'yân-ı sâbiteyi (ilmi
suretleri) müşâhede edemezler (seyredemezler)
.
Onlar ancak keserât-ı halkıyyeyi (yaratılmış
çoklukları) , ya'nî
dağları, deryâları, ağaçları, ayları, güneşleri, yıldızları,
hayvânâtın envâ'ını (türlerini,
çeşitlerini) ,
elektrikleri, şimendüferleri, topları, tüfenkleri
ve her türlü ihtirâ'ât-ı fenniyyeyi (fennin
icat ettiklerini) müstakıllü'l-vücûd (kendilerine
ait bağımsız bir vücûtları var) zannederler. Bu
ta'dâd olunan
(sayılan)
eşyâ-yı kevniyyeden (kevni
şeylerden) başka gördükleri bir şey yoktur. Ne
bunlarda Hakk'ı ve ne de bunların Hakk'ın vücûdu içinde
olduğunu müşâhede edemezler (düşünemezler,
göremezler): Hak Teâlâ bunlar hakkında
…………………………………………………………………………………..(Rûm,
30/7) buyurur. İşte bunlar, Hak'tan mahcûb (perdeli)
ve Hakk'ın kapısından matrûd (kovulmuş)
olan ehl-i Celâl'dir (Celâl
sahibleridir). Hz. Şeyh (r.a.) bu halden Hakk'a sığınır.
Velâkin
bizden ba'zılarımız, keşf-i evvel (ilk
keşif) hâlinde, a'yân-ı sâbitede (ilmi
suretlerde) Hakk'ı müşâhede ederler (görürler,
seyrederler) .
Bunlar Celâl'den Cemâl ile ve halktan (yaratılmışlardan)
Hak ile muhtecib (örtünmüş)
olan ehl-i Cemâl'dir (Cemal
sahipleridir) .
Ve ıtlâk-ı Zâtîde (Mutlak Zât’ta) bakâ
(bakîlik,
devamlılık) bulan ekâbir-i müheyyemîndir (büyük
meleklerdir) . Cemâl'in
Celâl'i onları müheyyem (Allah’a
yakın meleklerden) etmiş, ifrât-ı aşka (tek
olma, teklik aşkına) düşürmüştür.
Yine
bizden ba'zılarımız, keşf-i sânî (ikinci
keşf) hâlinde, a'yân-ı sâbitede (esma
terkiplerinde, ilmî suretlerde) Hakk'ın vücûdunu
müşâhede etmekle (görmekle,
seyretmekle) berâber, Hakk'ın vücûdunda dahi a'yân-ı
sâbitenin (esmanın
hakikât) sûretlerini görürler. Binâenaleyh (nitekim)
bu tâife-i celîle (büyük, ulû zâtlar)
Cemâl'den' Celâl ile ve Celâl'den dahi Cemâl ile
ve Hak'tan halk (yaratılmışlar) ile
ve halktan (yaratılmışlardan)
dahi Hak ile muhtecib (örtülü)
olmayan ehl-i kemâldir (kemâl
sahipleridir) . Bunlar
hakkında Hak Teâlâ .
………………………………… (Nûr, 24/37) buyurur.
<devam
edecek>
19.11.2002
http://sufizmveinsan.com
|