(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Ve
iki keşf ile berâber Hak bizim üzerimize, ancak bizim ile hükmeder.
Hayır, belki biz, bizim üzerimize bizim ile hükm ederiz;
velâkin Hak'ta hükm ederiz (15).
Ya'nî
iki keşf ile, Hak bizim a'yânımız (Hakikâtlerimiz)
üzerine, dünyâda ve âhirette, saâdet (mutluluk)
ve şekâvet (mutsuzluk)
idbâr (talihsizlik) ve
ikbâl (talihli
olmak) ve noksan ve kemâl ile, ancak ayn-ı sâbitemizin
(ilmi suretimizin) husûsiyyet-i
zâtiyyesinin (kendi
özelliklerinin) muktezâsına (gereğine)
ve onun verdiği hükme (emre,
karara) göre hükmeder
(emreder, karar verir) .
Bu iki keşften
keşf-i evvelin (ilk keşfin) verdiği
ma'rifet (biliş),
a'yân âyînelerinde (Hakikât
aynalarında) Hakk'ın suver-i muhtelife (çeşitli sûretler)
ile zuhûru (meydana
çıkışı) ve tecellîsi (belirmesi)
,
a'yân-ı sâbitemizin (esma
terkibimizin hakikâtleri) husûsiyyât-ı zâtiyyeleri
(kendi
özellikleri) ve isti'dâdât-ı gayr-i mec'ûleleri
(açığa
çıkmamış, gizli istidatları) hasebiyle olmasıdır:
Ve keşif-i sânînin (ikinci
keşfin) verdiği ma'rifet (biliş)
dahi vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın
vücût aynasında) a'yân-ı sâbite (manâların,
Hakikât) sûretlerinin, zuhûru (meydana
çıkışları) onların muktezâları (gerekleri)
hasebiyle olmasıdır. / Bu iki keşfin birden verdiği
ma'rifet (biliş) bu
olur ki: Hak ezelen (her
zaman) bizim a'yân-ı sâbitemiz (esma
terkibimizin Hakikâti) üzerine ve ebeden (gelecek
zamanda) dahi a'yân-ı vücûdiyyemiz (varlığımızın
Hakikâtleri) üzerine, ancak isti'dâdımızla
kendisinden taleb ettiğimiz (istediğimiz)
veyâ onun üzerine ibtidâen (başlangıçta)
hükmettiğimiz (emrettiğimiz,
karar verdiğimiz) şeyle hükmeder
(emreder) .
Ve bu sûrette (şekilde)
a'yânımız (Hakikâtlerimiz) üzerine
biz hükmetmiş
(emretmiş, karar vermiş) oluruz. Velâkin bizim,
bizim üzerimize, bizimle olan bu hükmümüz Hakk'ın vücûdunda
olduğumuz halde vâkı' olur (husûle gelir, gerçekleşir)
.
Çünkü biz, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyyesi (Zât’ının
fiilleri, işleri) ve niseb-i ilmiyyesinin (ilmi
sıfatlarının) sûretleriyiz. Ve bu hüküm sırr-ı
kadere (kader
sırrına) mübtenîdir (dayanır)
.
Bunun
için Allah Teâlâ
…………………………………(En'âm, 6/149) buyurdu.
Ya'nî "Mahcûbîn üzerine Allah için hüccet-i bâliğa
sâbittir" dedi. Vaktâki mahcûbîn, ağrâzlarına muvâfık
olmayan şeyden nâşî, Hakk'a: "Niçin bize böyle böyle
yaptın?" derler. İmdi Hak, onlar için sâkı keşfeder.
Ve'"sâk", ârif olanların burada keşfeylediği
emrdir. Binâenaleyh mahcûbîn,
Hakk'ın onlara iddiâ ettikleri şeyi etmediğini ve
ettiği şeyin onlardan olduğunu müşâhede ederler. Zîrâ
Hak onları, ancak hazret-i ilmiyyede sâbit oldukları şey
üzerine bildi. Böyle olunca mahcûbînin hüccetleri bâtıl
ve hüccet-i bâliğa Allah için sâbittir (16)
Ya'nî
ehl-i Celâl (celâl
sahipleri),
dünyâda kendilerinden sâdır olan (çıkan)
ef’âle (fiillere)
mukâbil (karşılık)
, nefislerine
mülâyim (uygun)
gelmeyen cezâ ile muâhaze olundukları (cezalandırıldıkları)
vakit Hakk'a; "Niçin bize böyle ıkab (azab)
ediyorsun? Bizden sâdır olan (çıkan)
ef’âl (fiiller)
,
ancak senin ezelde (önceden) takdîr
(tayin)
ettiğin şeydir. Şimdi bu ef’âl-i mukadderemizden
(önceden
yazılmış, kaderimizde tayin edilmiş fiillerimizden) dolayı
bizi muâhaze edip (cezalandırıp)
ıkâb (azab)
etmek zulümdür" derler. Hak Teâlâ dahi
onlara "sâk"ı, ya'nî a'yân-ı sâbitelerinin (kendi esma
terkiblerinin Hakikâtleri) gayr-i mec'ûl (açığa
çıkmamış, gizli kalmış) olan isti'dâdâtını
keşfeder (sırrı
kendisine açılır) .
Ve bu halde Hakk'ın onlara iddiâ ettikleri vech
ile zulüm etmediğini ve belki isti'dâd-ı ezelîleri (önceden oluşmuş
istidatları) mûcibince (gereğince)
ne istemiş iseler onları verdiğini
ve işledikleri ef’âlin (fiillerin)
kendilerinden olduğunu görürler. Ve
…………………………………..(Nahl, 16133) mâ-sadakı
(onaylanan,
tastik) olan hâl zâhir olur (açığa
çıkar) .
Zîrâ Hak'tan onlar üzerine câr-î (yürürlükte
olan) ve vâkı' olan (gerçekleşen)
fiil, onların muktezâları (gerekleri)
hasebiyledir; yoksa cebren (zorla)
değildir. Ve Hak istidâdları hasebiyle her şeye vücûd
ifâza buyurur (verir)
. Ve
onların takâzâ (istek)
ve talebi üzerine icrâ-yı hükm (hükmünü
yerine getirir) ve ızhâr-ı fiil eyler (fiillerini
açığa çıkarır) .
…………………………………….(Enbiyâ,
21/23) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
Hakk'a, "Niçin onların taleblerini is'âf
eyledin? (yerine getirdin)"
diye suâl olunmaz. Zîrâ yed-i Feyyâz'da (bol
bol veren elde (Hakk’ta) aslâ buhl (cimrilik)
yoktur; kim ne isterse onu verir. Bu husûsta ancak tâlibler
(istek sahipleri) mes'ûldür
(sorumludur).
Ve
keşf-i "sâk", ya'nî a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) isti'dâdına ittılâ' (istidadını
bilme) , ehl-i
hicâb (perdeli kimseler) ve
Celâl için mevtın-ı âhirete (öldükten
sonra, ahiret yurduna) mahsûstur.
Fakat neş'et-i âhiret üzerine (ahireti
yaşıyor) olan ehl-i ma'rifet (ilim
sahipleri) ,
mevtın-ı dünyâda (dünyada yaşarken)
dahi keşf-i "sâk" edip (esmaların
istidadını bilip) emri müşâhede ederler (hükümleri
seyrederler) .
İmdi bu keşf-i "sâk"hininde (ilmi
suretlerin istidatlarına arif olma hususunda)
ehl-i hicâbın (perdeli
kişilerin:)
"Bizim fiilimiz Hakk'ın takdîri iledir"
diyerek ikâme ettikleri (ortaya
çıkardıkları) hüccet (delil), Hak Teâlâ
Hazretlerinin: "Benim takdîrim kudretime ve kudretim irâdeme
ve irâdem ilmime ve ilmim dahi sizin gayr-i mec'ûl olan (açığa
çıkmamış, gizli kalmış) isti'dâdât-ı ma'lûmenize
(bilinen
istidadınıza) tâbi'dir" diyerek ikâme
buyurduğu
(ortaya koyduğu) hüccetle (delil
ile) ibtâl buyrulur
(geçersiz yapar) .
Ve hüccet (gösterilen
delil) Hak için sâbit olur:
İmdi
eğer sen diyecek olur isen ki: "Şu halde Hakk'ın
……………………….
(En'âm,
6/149) kavlinin ne fâidesi vardır?" Biz deriz ki:
……. harf ı imtinâ'dır, imtinâ' içindir. Binâenaleyh
Hakk'ın meşiyyeti, emr ne üzerine ise o şey üzerine
taalluk etti (17).
Ya'nî
sen îrâd-ı suâl ile (soru
sorarak) diyecek olursan ki: Bâlâda (yukarıda)
zikrolunduğu (anlatıldığı)
üzere bizim üzerimize hâkim olan mâdemki bizim
a'yânımızdır; (Hakikâtlerimiz,
manâlarımızdır) Hak ise, ancak a'yânımızın
muktezâsına (Hakikâtlerimizin
gereğine) göre ifâza-i vücûd (vücût
veriyor, bahşediyor) ediyor, şu halde Hakk'ın:
"Eğer Hakk'ın meşiyyeti (Hakk’ın
istemesiyle, iradesiyle) taalluk ede (alakalı olsa) idi,
hepinize hidâyet ederdi" (En'âm, 6/149) kavlinde (sözlerinde)
ne fâide vardır? Zîrâ bu kelâmdan hidâyetin
ancak meşiyyet-i Hak (Hakk’ın
iradesi, istemesi) ile vâkı' olduğu (gerçekleştiği)
anlaşılmaktadır.
Biz
cevâben deriz ki: ………….. deki ….. harf-i imtinâ'dır.
(fiilin imkânsızlığını bildirir) Bir şeyin
imtinâ'ını (imkânsızlığını)
mûcib (gerektiren,
sebep) olan diğer
şeyin imtinâ'ı
(imkânsızlığı) için vaz' olundu (konuldu)
.
Ve âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfı (yüce
manâsı) ………………………………………………………………
ya'nî "Eğer küllün (bütünün,
hepin) hidâyetine meşiyyeti (iradesiyle,
istemesiyle) taalluk ede (alakalı
ola) idi, hidâyet eder idi. Velâkin, hidâyet için
küllün (bütünün,
hepin) adem-i isti'dâdına (istidadında
olmayan) ilminden dolayı cemîine (bütününe)
hidâyet etmedi" sûretindedir (şeklindedir).
Binâenaleyh (nitekim),
hidâyetin mümteni' olmasından (mümkün
olmamasından) dolayı, şart-ı mümteni' (imkânsızlık şartı)
olan "lev" (şayet, öyle olsa
idi) meşiyyete dâhil
oldu.
Velâkin
aklın delîli hükmünde, mümkinin "ayn"ı, bir şeye
ve onun nakîzına kabildir. Ve ma'kul olan iki hükümden
hangisi vâkı olursa; o hüküm sübûtu hâlinde onun üzerine
bulunduğu emrdir. Ve ………………..
kelimesinin ma'nâsı ……………… dür. Velâkin,
âlemden her mümkinin, kendi nefsinde emr, ne şey üzerine sâbit
olduğunu idrâk etmesi için, Allah Teâlâ ayn-ı basîretini
açmadı. Binâenaleyh, onların ba'zısı âlim ve ba'zısı câhildir
(I8).
Ya'nî
akıl, nefsinde, hakîkati bulunduğu hâl üzere idrâkten mahcûb
(perdeli)
ve âciz olduğundan, getirdiği delîl ile, ayn-ı sâbite-i
mümkinin (mümkün
olan ilmi suretin) hidâyete (Hak
yoluna) ve onun nakîzı (zıddı) olan
dalâlete (yanlış
yola) kâbiliyeti olduğuna hükm eder (karar
verir) .
Aklın bu hükmü (kararı)
, a'mâ (iki gözü kör) olan
kimsenin hükmüne benzer. Meselâ bir a'mânın (körün)
nezdinde (yanında) bir
kimse bulunup sâkit olsa (sussa,
konuşmasa) ,
o a'mânın (kör
olanın) bu kimse hakkındaki hükmü ikidir. O der
ki: "Bu kimse Zeyd'dir veyâ Zeyd'in gayridir (başkasıdır).”
Eğer gözü göre idi, hakîkat bir olduğundan "Bu
Zeyd'dir" diye hükmedecek (karar verecek) ve
bu hükmü birden ibâret olacak idi. Ve a'mânın bu hükümleri
imkân (olabilirlik) hasebiyle
(bakımından)
sahîh (doğru)
olsa bile nefsü'l
emrde (Allah katında)
yalnız birisi hakîkattir. İşte ayn-ı
mümkin dahi (mümkün
olan hakikât) bunun
gibidir. Hakîkati (gerçeği)
, sâhib-i müşâhede (görebilme
yetisine sahip) olan kimse bilir. Bu bahsi biraz daha
îzâh edelim:
Ma'lûmdur
ki, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ilm-i
İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olan esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi
isimlerin) sûretleri ve mezâhiridir (göründüğü
yerlerdir). Esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi esma ve sıfatlar)
ise, kâdim olan (başlangıcı
olmayan, öteden beri mevcut olan) Zât ile
kâim (mevcut)
ve onun aynıdır. Bu sûrette a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) hakîkat cihetinden (hakikâtleri
bakımından) zâtın aynı olur. Zât ise bâkî (daimi)
, ezelî
(başlangıcı,
öncesi
olmayan)
ve ebedîdir (sonu
yoktur) .
Ve ona fenâ (yok
olma) ve adem (yokluk)
ârız (gelip
geçicilik, bozulma) olmadığı gibi ca'l (yapmak,
meydana getirmek) ve îcâd (vücûda
getirmek) dahi târî olmaz
(ansızın, bir anda ortaya çıkmaz). Binâenaleyh
(nitekim),
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) isti'dâdâtı esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın) muktezayâtı
(gerekleri,
lazımları) olduğundan mec'ûl (sonradan
meydana getirilmiş) değildir. Halbuki Hak Teâlâ
hazretleri kavâbili, (kabiliyetli
kişileri) ancak isti'dâdlarına göre îcâd etti (yarattı)
.
Ve vücûdda, ancak a'yânın (hakikâtlerinin)
i'tâ ettikleri (verdikleri)
şey vâkı' oldu (gerçekleşti)
.
A'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ise, ancak zâtlarının muktezâsını (gereğini) verdi.
Ve zât, bir şeyi ve onun nakîzını (zıddını)
iktizâ etmez (gerektirmez)
.
Meselâ Hadî isminin sûreti ve mazharı (göründüğü
yer, birim) ,
ayn-ı mühtedîdir (hidayet
bulmuştur) ;
ayn-ı dâll (delalete
düşmüş) olamaz. Çünkü Hâdî isminin muktezâsı
(gereği)
hidâyettir. Onun nakîzı (zıddı)
olan dalâleti iktizâ etmez (gerektirmez)
. Nitekim
(s.a.v.) Efendimiz ism-i Hâdî'nin mazhar-ı etemmi (Hadi
isminin en mükemmel göründüğü mahal) olduklarından
…………………………………………………….
ya'nî "Beni gören, beni görmüştür. Zîrâ, şeytan
bana temessül etmez (benim
suretime giremez) " buyururlar. Çünkü şeytan,
Mudill isminin mazhar-ı etemmi (mudil
isminin en mükemmel göründüğü mahal) olduğundan,
bu ismin nakîzı (zıddı)
olan Hâdî ismini kâbil (kabul
edici) değildir. Maahâzâ (bununla
beraber) aklın delîli (akli
delil ile) hükmederken (karar
verirken) , "mümkin",
(olabilirlik)
bir şeyi ve onun nakîzını (zıddını)
kabûl eder, der. Bu, onun imkân (olabilirlik)
ile ittisâfından (sıfatlanmasından)
dolayıdır. Çünkü imkân (olabilirlik)
,
vücûd (varlık)
ve adem (yokluk) taraflarını
mütesâviyen (eşit
olarak) muktezîdir (gerektirir)
.
Nitekim a'mâ, indinde
(gözü görmeyen biri yanında) hareket eden bir
mahlûka "Ya hayvan veyâ insandır" diye iki hüküm
verir. Bu iki hükümden hangisi vâkı' (gerçek)
olursa, o hüküm hakîkate mutâbıktır (uygundur)
.
Ve ………………………………….. ma'nâsınadır.
Ya'nî: Eğer Allâh'ın meşiyyeti (iradesi,
istemesiyle) taalluk ede (ilgili,
alakalı olsaydı) idi,
emrin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübûtu (çıkması)
hâlinde, ne şey üzerine sâbit (mevcut)
olduğunu Hak cümlenize (hepinize)
beyân eder (bildirir)
idi, demek olur.
İmdi,
Hak dilemedi, onların kâffesine hidâyet etmedi ve dilemez
de; …………. kavli dahi böyledir. Hiç diler mi? Bu olmaz
şeydir (19).
Ya'ni
Hak onların kâffesine (hepsine)
hidâyet etmeği ezelde (başlangıcı
olmayan geçmiş zamanda) dilemedi ve ebedde (gelecek sonsuz
zamanda) dahi dilemez.
……………………………………. (İbrâhîm 14/19)
âyet-i kerîmesindeki ……………kavli (sözü)
dahi ………. gibidir. "İn"
"lev" (şayet, eğer)
ma'nâsınadır. Mâzî sîğası (geçmiş
zaman kipi) olan "şâe" (istedi,
diledi) kelimesindeki "lev" harf-i şartı
imtinâ' (olumsuzlaştırmak)
için olduğu gibi, istikbâl sîgası (gelecek
zaman kipi) olan "yeşe"' (ister, diler) kelimesindeki
"in" harf-i şartı dahi imtinâ' (olumsuz
yapmak) içindir. Ya'nî ezelde (başlangıcı
olmayan geçmiş zamanda) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut) olduklarında,
izhâblarına (kendilerine
verilmiş) adem-i kâbiliyyetleri
olduğundan
(kabiliyetleri olmadığından), istikbâl
(gelecekte) olan
ebedde (sonsuzlukta)
dahi izhâblarına (kendine
verilende, donatımında) meşiyyetin taalluku (iradenin gerçekleşmesi)
mümteni'
(imkânsız) oldu,
demek olur. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) inkârı (reddetmeyi)
mutazammın olan
(içine alan) istifhâm ile
(soru sorarak) "Hiç diler mi?" buyururlar.
Ya'nî ezelde
(başlangıcı
olmayan zamanda)
cümlesinin
(bütün
hepsinin) a'yânı (hakikâtleri) hidâyeti
(Hak
yolunu, doğru yolu)
taleb etmediği (istemediği)
halde, hiç onların hidâyetine ebedde (sonsuz
gelecekte) meşiyyet-i İlâhiyye (İlâhi
İrade)
taalluk eder mi? (diler mi, İlâhi
irade oluşur mu) Elbette etmez (olmaz,
oluşmaz) . Zîrâ, bu olmayacak bir şeydir ve mümteni'dir
(imkânsızdır)
demektir.
Böyle
olunca, Hakk'ın meşiyyeti Ahadiyyetü't-taalluktur. O da ilme
tâbi' olan bir nisbettir. Ve ilim dahi ma'lûma tâbi' olan bir
nisbettir. Halbuki ma'lûm sensin ve senin ahvâlindir. Binâenaleyh
ilim için ma'lûmda eser yoktur. Belki ma'lûm için âlimde
eser vardır. Şu halde; ma'lûm kendi nefsinden, aynında sâbit
olduğu şeyi Hakk'a i'tâ eder
(20).
Ya'nî
meşiyyet-i Zâtiyye’nin (Zât’ın
iradesi, istemesi) , ma'lûmât-ı
İlâhiyye’nin (İlâhi
bilgilerin) kâffesine (hepsine)
taalluku (münasebeti,
ilişkisi) ve nisbeti Ahadiyyet (Ahadiyet
vasfı) üzre ve ale's-seviyyedir (eşittir).Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: …………………………………..
(Kamer, 54/50). Fakat her bir ma'lûm (bilinen),
zâtının isti'dâdınâ göre, o meşiyyet-i vâhide
(tek
irade) olan tecellî-i Zâtî’den (Zâti
tecelliden, feyz-i akdesten) kendisine mahsûs (ait)
olan hissesini ve nasîbini alır. Ve her ma'lûmun (bilinenin,
birimin) isti'dâdı muhtelif (çeşitli)
olduğundan, taalluk-ı vâhid (Tek’le
alakalılığı) dahi mütenevvi' (çeşitli)
olur. Meselâ
şemsin ziyâsı (güneşin
ışığı) Ahadiyyetü't-taalluktur. (Tek’e
aittir, tek ilişkidir) Fakat pencerelerinin camı yeşil,
kırmızı, mavî, sarı, mor renkte olan bir hâneye (eve)
mütecellî olduğu (tecelli ettiği) vakit,
derûn-i hâneye (evin
içine) giren ziyâlar (ışıklar)
mütenevvi' (çeşitli) olur.
Bu tenevvü' (çeşitlilik)
ise camların isti'dâdât-ı mütefâvitesinden (istidatlarının
farklılığından) münbâisdir (doğar)
.
Yoksa şems (güneş),
her mahalle (yere)
ale's-seviyye (eşit)
bir renkte mütecellîdir (tecelli
eder, belirir).
"Meşiyyet"
(irade,
dileme) dediğimiz şey "ilm"e ve ilim de
"ma'lûm"a (bilinene (birime) tâbi'
olan (boyun
eğen, uyan) birer nisbettir (sıfattır).
Zîrâ ma'lûm olmayan (bilinmeyen)
bir şeye irâde ve meşiyyetin (dilemenin)
taalluku (ilişkililiği) mümkün
olmadığı gibi, ortada da bilinen bir şey olmadıkça bilmek
keyfiyyeti (hususu) dahi
hâsıl olmaz (gerçekleşmez)
.
Daha açıkçası, bir şeyi istemek onu bilmeğe mütevakkıftır
(bağlıdır)
. Çünkü
bilinmeyen bir şeyi dilemek mümkün olmaz. Ve bir şeyi
bilmek için dahi ma'lûmun (bilinenin
(birimin) sûret-i muâyyenesi (belli
bir sûreti, şekli) mevcûd olmak lâzımdır. İşte
ma'lûm (bilinen)
sensin ve senin ayn-ı sâbitenin (hakikâtinin)
ahvâlidir (halleridir)
. Ve ayn-ı
sâbite (ilmi
suret) yekdîğerinin (birbirinin)
nakîzı (zıddı)
olan iki şeyden birisinin vücûdunu (varlığını)
iktizâ eder (gerektirir)
. Ya'nî
hidâyet ve dalâletten birisini muktezîdir. (icap
ettirir, gerektirir) Binâenaleyh (nitekim)
meşiyyet (istemek,
irade) dahi, o hükm-i vâhide taalluk eyler (tek
hükme bağlıdır) . Bu sûrette,
a'yân-ı sâbiteden (ilmi
suretlerden) her birisi, Hakk'a ne hüküm (karar,
emir) i'tâ etmiş (vermiş) ise
kendisi o hüküm ile Hakk'ın ma'lûmu (bilineni,
Hakk’ta bilinen) olur. İşte bu sebepten dolayı
ilmin "ma'lûm" (bilinen
(birim) üzerine bir te'sîri (etkisi)
yoktur; belki "ma'lûm"un (bilinenin
(birimin) âlim (bilen
(Hakk)
üzerine te'sîri (etkisi)
vardır. Zîrâ ma'lûm (bilinen
(birim) , lisân-ı
hâl (ortaya
koyduğu hal) ile âlime: (bilene
(Hakk’a) "Ben şu hâl üzerine sâbitim (mevcudum).
Sen beni bu sâbit (mevcut)
olduğum hâl üzerine bil!" der. Ve nefsinden, aynında
sâbit (hakikâtinde
mevcut) olduğu şeyi Hakk'a i'tâ eder (verir).
<devam
edecek>
26.11.2002
http://sufizmveinsan.com
|