40. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Ve iki keşf ile berâber Hak bizim üzerimize, ancak bizim ile hükmeder. Hayır, belki biz, bizim üzerimize bizim ile hükm ederiz; velâkin Hak'ta hükm ederiz (15).

Ya'nî iki keşf ile, Hak bizim a'yânımız (Hakikâtlerimiz) üzerine, dünyâda ve âhiret­te, saâdet (mutluluk) ve şekâvet (mutsuzluk) idbâr (talihsizlik) ve ikbâl (talihli olmak) ve noksan ve kemâl ile, an­cak ayn-ı sâbitemizin (ilmi suretimizin) husûsiyyet-i zâtiyyesinin (kendi özelliklerinin) muktezâsına (gereğine) ve onun verdiği hükme (emre, karara) göre hükmeder (emreder, karar verir) . Bu iki keşften keşf-i evvelin (ilk keşfin) verdiği ma'rifet (biliş), a'yân âyînelerinde (Hakikât aynalarında) Hakk'ın suver-i muhtelife (çeşitli sûretler) ile zuhûru (meydana çıkışı) ve tecellîsi (belirmesi) , a'yân-ı sâbitemizin (esma terkibimizin hakikâtleri) husûsiyyât-ı zâtiyyeleri (kendi özellikleri) ve isti'dâdât-ı gayr-i mec'ûleleri (açığa çıkmamış, gizli istidatları) hasebiyle olmasıdır: Ve keşif-i sânînin (ikinci keşfin) verdiği ma'­rifet (biliş) dahi vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın vücût aynasında) a'yân-ı sâbite (manâların, Hakikât) sûretlerinin, zuhûru (meydana çıkışları) onların muktezâları (gerekleri) hasebiyle olmasıdır. / Bu iki keşfin birden ver­diği ma'rifet (biliş) bu olur ki: Hak ezelen (her zaman) bizim a'yân-ı sâbitemiz (esma terkibimizin Hakikâti) üzerine ve ebeden (gelecek zamanda) dahi a'yân-ı vücûdiyyemiz (varlığımızın Hakikâtleri) üzerine, ancak isti'dâdımızla kendisinden taleb ettiğimiz (istediğimiz) veyâ onun üzerine ibtidâen (başlangıçta) hükmettiğimiz (emrettiğimiz, karar verdiğimiz) şeyle hükmeder (emreder) . Ve bu sûrette (şekilde) a'yânımız (Hakikâtlerimiz) üzerine biz hükmetmiş (emretmiş, karar vermiş) oluruz. Velâkin bizim, bizim üzerimize, bizimle olan bu hükmümüz Hakk'ın vücûdunda olduğumuz halde vâkı' olur (husûle gelir, gerçekleşir) . Çünkü biz, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyyesi (Zât’ının fiilleri, işleri) ve niseb-i ilmiyyesinin (ilmi sıfatlarının) sûretleriyiz. Ve bu hüküm sırr-ı kadere (kader sırrına) mübtenîdir (dayanır) .

Bunun için Allah Teâlâ …………………………………(En'âm, 6/149) buyur­du. Ya'nî "Mahcûbîn üzerine Allah için hüccet-i bâliğa sâbittir" dedi. Vaktâki mahcûbîn, ağrâzlarına muvâfık ol­mayan şeyden nâşî, Hakk'a: "Niçin bize böyle böyle yap­tın?" derler. İmdi Hak, onlar için sâkı keşfeder. Ve'"sâk", ârif olanların burada keşfeylediği emrdir. Binâenaleyh mahcûbîn,  Hakk'ın onlara iddiâ ettikleri şeyi etmediğini ve ettiği şeyin onlardan olduğunu müşâhede ederler. Zîrâ Hak onları, ancak hazret-i ilmiyyede sâbit oldukları şey üzeri­ne bildi. Böyle olunca mahcûbînin hüccetleri bâtıl ve hüccet-i bâliğa Allah için sâbittir (16)

Ya'nî ehl-i Celâl (celâl sahipleri), dünyâda kendilerinden sâdır olan (çıkan) ef’âle (fiillere) mukâ­bil (karşılık) , nefislerine mülâyim (uygun) gelmeyen cezâ ile muâhaze olundukları (cezalandırıldıkları) va­kit Hakk'a; "Niçin bize böyle ıkab (azab) ediyorsun? Bizden sâdır olan (çıkan) ef’­âl (fiiller) , ancak senin ezelde (önceden) takdîr (tayin) ettiğin şeydir. Şimdi bu ef’âl-i mukad­deremizden (önceden yazılmış, kaderimizde tayin edilmiş fiillerimizden) dolayı bizi muâhaze edip (cezalandırıp) ıkâb (azab) etmek zulümdür" derler. Hak Teâlâ dahi onlara "sâk"ı, ya'nî a'yân-ı sâbitelerinin (kendi esma terkiblerinin Hakikâtleri) gayr-i mec'ûl (açığa çıkmamış, gizli kalmış) olan isti'dâdâtını keşfeder (sırrı kendisine açılır) . Ve bu halde Hakk'ın onlara iddiâ ettik­leri vech ile zulüm etmediğini ve belki isti'dâd-ı ezelîleri (önceden oluşmuş istidatları) mûcibince (gereğince) ne istemiş iseler onları  verdiğini ve işledikleri ef’âlin (fiillerin) kendilerin­den olduğunu görürler. Ve …………………………………..(Nahl, 16133) mâ-sadakı (onaylanan, tastik) olan hâl zâhir olur (açığa çıkar) . Zîrâ Hak'tan onlar üze­rine câr-î (yürürlükte olan) ve vâkı' olan (gerçekleşen) fiil, onların muktezâları (gerekleri) hasebiyledir; yoksa cebren (zorla) değildir. Ve Hak istidâdları hasebiyle her şeye vücûd ifâza buyurur (verir) . Ve onların takâzâ (istek) ve talebi üzerine icrâ-yı hükm (hükmünü yerine getirir) ve ızhâr-ı fiil eyler (fiillerini açığa çıkarır) .  …………………………………….(Enbiyâ, 21/23) âyet-i ke­rîmesi mûcibince (gereğince) Hakk'a, "Niçin onların taleblerini is'âf eyledin? (yerine getirdin)" diye suâl olunmaz. Zîrâ yed-i Feyyâz'da (bol bol veren elde (Hakk’ta) aslâ buhl (cimrilik) yoktur; kim ne isterse onu verir. Bu husûsta ancak tâlibler (istek sahipleri) mes'ûldür (sorumludur).  Ve keşf-i "sâk", ya'nî a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdına ittılâ' (istidadını bilme) ,  ehl-i hicâb (perdeli kimseler) ve Celâl için mevtın-ı âhirete (öldükten sonra, ahiret yurduna) mahsûstur. Fakat neş'et-i âhiret üzerine (ahireti yaşıyor) olan ehl-i ma'rifet (ilim sahipleri) , mevtın-ı dünyâda (dünyada yaşarken) dahi keşf-i "sâk" edip (esmaların istidadını bilip) emri müşâhede eder­ler (hükümleri seyrederler) . İmdi bu keşf-i "sâk"hininde (ilmi suretlerin istidatlarına arif olma hususunda)  ehl-i hicâbın (perdeli kişilerin:) "Bizim fiilimiz Hakk'­ın takdîri iledir" diyerek ikâme ettikleri (ortaya çıkardıkları) hüccet (delil), Hak Teâlâ Hazretlerinin: "Benim takdîrim kudretime ve kudretim irâdeme ve irâdem ilmime ve ilmim dahi sizin gayr-i mec'ûl olan (açığa çıkmamış, gizli kalmış) isti'dâdât-ı ma'­lûmenize (bilinen istidadınıza) tâbi'dir" diyerek ikâme buyurduğu (ortaya koyduğu) hüccetle (delil ile) ibtâl buyru­lur (geçersiz yapar) . Ve hüccet (gösterilen delil) Hak için sâbit  olur:

İmdi eğer sen diyecek olur isen ki: "Şu halde Hakk'ın ……………………….

(En'âm, 6/149) kavlinin ne fâidesi var­dır?" Biz deriz ki: ……. harf ı imtinâ'dır, imtinâ' içindir. Bi­nâenaleyh Hakk'ın meşiyyeti, emr ne üzerine ise o şey üze­rine taalluk etti (17).

Ya'nî sen îrâd-ı suâl ile (soru sorarak) diyecek olursan ki: Bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere bizim üzerimize hâkim olan mâdemki bizim a'yânımızdır; (Hakikâtlerimiz, manâlarımızdır) Hak ise, ancak a'yânımızın muktezâsına (Hakikâtlerimizin gereğine) göre ifâza-i vücûd (vücût veriyor, bahşediyor) ediyor, şu halde Hakk'ın: "Eğer Hakk'ın meşiyyeti (Hakk’ın istemesiyle, iradesiyle) taalluk ede (alakalı olsa) idi, hepinize hidâyet ederdi" (En'âm, 6/149) kavlinde (sözlerinde) ne fâide vardır? Zîrâ bu kelâmdan hidâyetin ancak meşiyyet-i Hak (Hakk’ın iradesi, istemesi) ile vâkı' olduğu (gerçekleştiği) anlaşılmaktadır.

Biz cevâben deriz ki: ………….. deki ….. harf-i imtinâ'dır. (fiilin imkânsızlığını bildirir) Bir şe­yin imtinâ'ını (imkânsızlığını) mûcib (gerektiren, sebep) olan   diğer şeyin imtinâ'ı (imkânsızlığı) için vaz' olundu (konuldu) .  Ve âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfı (yüce manâsı) ……………………………………………………………… ya'nî "Eğer küllün (bütünün, hepin) hidâyetine meşiyyeti (iradesiyle, istemesiyle) ta­alluk ede (alakalı ola) idi, hidâyet eder idi. Velâkin, hidâyet için küllün (bütünün, hepin) adem-i isti'dâdına (istidadında olmayan) ilminden dolayı cemîine (bütününe) hidâyet etmedi" sûretindedir (şeklindedir). Bi­nâenaleyh (nitekim), hidâyetin mümteni' olmasından (mümkün olmamasından) dolayı, şart-ı mümteni' (imkânsızlık şartı)  olan "lev" (şayet, öyle olsa idi) meşiyyete  dâhil oldu.

Velâkin aklın delîli hükmünde, mümkinin "ayn"ı, bir şeye ve onun nakîzına kabildir. Ve ma'kul olan iki hükümden hangisi vâkı olursa; o hüküm sübûtu hâlinde onun üzeri­ne bulunduğu emrdir. Ve ………………..  kelimesinin ma'nâsı ……………… dür. Velâkin, âlemden her mümkinin, kendi nefsinde emr, ne şey üzerine sâbit olduğunu idrâk etmesi için, Allah Teâlâ ayn-ı basîretini açmadı. Binâenaleyh, onların ba'zısı âlim ve ba'zısı câhildir (I8).

Ya'nî akıl, nefsinde, hakîkati bulunduğu hâl üzere idrâkten mah­cûb (perdeli) ve âciz olduğundan, getirdiği delîl ile, ayn-ı sâbite-i mümkinin (mümkün olan ilmi suretin) hidâyete (Hak yoluna) ve onun nakîzı (zıddı) olan dalâlete (yanlış yola) kâbiliyeti olduğuna hükm eder (karar verir) . Aklın bu hükmü (kararı) , a'mâ (iki gözü kör) olan kimsenin hükmüne benzer. Mese­lâ bir a'mânın (körün) nezdinde (yanında) bir kimse bulunup sâkit olsa (sussa, konuşmasa) , o a'mânın (kör olanın) bu kimse hakkındaki hükmü ikidir. O der ki: "Bu kimse Zeyd'dir veyâ Zeyd'in gayridir (başkasıdır).” Eğer gözü göre idi, hakîkat bir olduğundan "Bu Zeyd'dir" diye hükmedecek (karar verecek) ve bu hükmü birden ibâret olacak idi. Ve a'mânın bu hükümleri imkân (olabilirlik) hasebiyle (bakımından) sahîh (doğru) olsa bile nefsü'l ­emrde (Allah katında) yalnız birisi hakîkattir. İşte ayn-ı mümkin dahi (mümkün olan hakikât)  bunun gibi­dir. Hakîkati (gerçeği) , sâhib-i müşâhede (görebilme yetisine sahip) olan kimse bilir. Bu bahsi biraz da­ha îzâh edelim:

Ma'lûmdur ki, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin) sûretleri ve mezâhiridir (göründüğü yerlerdir). Esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi esma ve sıfatlar) ise, kâdim olan (başlangıcı olmayan, öteden beri mevcut olan) Zât  ile kâim (mevcut) ve onun aynıdır. Bu sûrette a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) hakîkat cihetinden (hakikâtleri bakımından) zâtın aynı olur. Zât ise bâkî (daimi) ,  ezelî (başlangıcı, öncesi olmayan) ve ebedîdir (sonu yoktur) . Ve ona fenâ  (yok olma) ve adem (yokluk) ârız (gelip geçicilik, bozulma) olmadığı gibi ca'l (yapmak, meydana getirmek) ve îcâd (vücûda getirmek) dahi târî olmaz (ansızın, bir anda ortaya çıkmaz). Binâenaleyh (nitekim), a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdâtı esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın) mukte­zayâtı (gerekleri, lazımları) olduğundan mec'ûl (sonradan meydana getirilmiş) değildir. Halbuki Hak Teâlâ hazretleri ka­vâbili, (kabiliyetli kişileri) ancak isti'dâdlarına göre îcâd etti (yarattı) . Ve vücûdda, ancak a'yâ­nın (hakikâtlerinin) i'tâ ettikleri (verdikleri) şey vâkı' oldu (gerçekleşti) . A'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ise, ancak zâtlarının muktezâsını (gereğini) verdi. Ve zât, bir şeyi ve onun nakîzını (zıddını) iktizâ etmez (gerektirmez) . Me­selâ Hadî isminin sûreti ve mazharı (göründüğü yer, birim) , ayn-ı mühtedîdir (hidayet bulmuştur) ; ayn-ı dâll (delalete düşmüş) ola­maz. Çünkü Hâdî isminin muktezâsı (gereği) hidâyettir. Onun nakîzı (zıddı) olan dalâleti iktizâ etmez (gerektirmez) .  Nitekim (s.a.v.) Efendimiz ism-i Hâdî'nin mazhar-ı etemmi (Hadi isminin en mükemmel göründüğü mahal) olduklarından ……………………………………………………. ya'nî "Be­ni gören, beni görmüştür. Zîrâ, şeytan bana temessül etmez (benim suretime giremez) " buyu­rurlar. Çünkü şeytan, Mudill isminin mazhar-ı etemmi (mudil isminin en mükemmel göründüğü mahal) olduğundan, bu ismin nakîzı (zıddı) olan Hâdî ismini kâbil (kabul edici) değildir. Maahâzâ (bununla beraber) aklın de­lîli (akli delil ile) hükmederken (karar verirken) , "mümkin", (olabilirlik) bir şeyi ve onun nakîzını (zıddını) kabûl eder, der. Bu, onun imkân (olabilirlik) ile ittisâfından (sıfatlanmasından) dolayıdır. Çünkü imkân (olabilirlik) , vücûd (varlık) ve adem (yokluk) taraflarını mütesâviyen (eşit olarak) muktezîdir (gerektirir) . Nitekim a'mâ, indinde (gözü görmeyen biri yanında) hareket eden bir mahlûka "Ya hayvan veyâ insandır" diye iki hü­küm verir. Bu iki hükümden hangisi vâkı' (gerçek) olursa, o hüküm hakîka­te mutâbıktır (uygundur) . Ve ………………………………….. ma'nâsınadır. Ya'nî: Eğer Allâh'ın meşiyyeti (iradesi, istemesiyle) taalluk ede (ilgili, alakalı olsaydı) idi,  emrin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübûtu (çıkması) hâlinde, ne şey üzerine sâbit (mevcut) olduğunu Hak cümlenize (hepinize) beyân eder (bildirir) idi, demek olur.

İmdi, Hak dilemedi, onların kâffesine hidâyet etmedi ve di­lemez de; …………. kavli dahi böyledir. Hiç diler mi? Bu ol­maz şeydir (19).

Ya'ni Hak onların kâffesine (hepsine) hidâyet etmeği ezelde (başlangıcı olmayan geçmiş zamanda) dilemedi ve ebed­de (gelecek sonsuz zamanda) dahi dilemez. ……………………………………. (İbrâhîm 14/19) âyet-i kerîmesindeki ……………kavli (sözü) dahi ………. gibidir. "İn" "lev" (şayet, eğer) ma'nâ­sınadır. Mâzî sîğası (geçmiş zaman kipi) olan "şâe" (istedi, diledi) kelimesindeki "lev" harf-i şartı imtinâ' (olumsuzlaştırmak) için olduğu gibi, istikbâl sîgası (gelecek zaman kipi) olan "yeşe"' (ister, diler) kelimesindeki "in" harf-i şartı dahi imtinâ' (olumsuz yapmak) içindir. Ya'nî ezelde (başlangıcı olmayan geçmiş zamanda) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) oldukların­da, izhâblarına (kendilerine verilmiş) adem-i kâbiliyyetleri olduğundan (kabiliyetleri olmadığından), istikbâl (gelecekte) olan ebed­de (sonsuzlukta) dahi izhâblarına (kendine verilende, donatımında) meşiyyetin taalluku (iradenin gerçekleşmesi)  mümteni' (imkânsız) oldu, demek olur. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) inkârı (reddetmeyi) mutazammın olan (içine alan) istifhâm ile (soru sorarak) "Hiç diler mi?" buyururlar. Ya'nî ezelde  (başlangıcı olmayan zamanda) cümlesinin  (bütün hepsinin) a'yânı (hakikâtleri) hidâyeti (Hak yolunu, doğru yolu) taleb et­mediği (istemediği) halde, hiç onların hidâyetine ebedde (sonsuz gelecekte) meşiyyet-i İlâhiyye (İlâhi İrade) taal­luk eder mi? (diler mi, İlâhi irade oluşur mu) Elbette etmez (olmaz, oluşmaz) . Zîrâ, bu olmayacak bir şeydir ve mümte­ni'dir (imkânsızdır) demektir.

Böyle olunca, Hakk'ın meşiyyeti Ahadiyyetü't-taalluktur. O da ilme tâbi' olan bir nisbettir. Ve ilim dahi ma'lûma tâbi' olan bir nisbettir. Halbuki ma'lûm sensin ve senin ahvâ­lindir. Binâenaleyh ilim için ma'lûmda eser yoktur. Belki ma'lûm için âlimde eser vardır. Şu halde; ma'lûm kendi nefsinden, aynında sâbit olduğu şeyi Hakk'a i'tâ  eder (20).

Ya'nî meşiyyet-i Zâtiyye’nin (Zât’ın iradesi, istemesi) , ma'lûmât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi bilgilerin) kâffesine (hepsine) taal­luku (münasebeti, ilişkisi) ve nisbeti Ahadiyyet (Ahadiyet vasfı) üzre ve ale's-seviyyedir (eşittir).Nitekim Hak Te­âlâ buyurur: ………………………………….. (Kamer, 54/50). Fakat her bir ma'lûm (bilinen), zâtının isti'dâdınâ göre, o meşiyyet-i vâhide (tek irade) olan tecellî-i Zâtî’den (Zâti tecelliden, feyz-i akdesten) kendisine mahsûs (ait) olan hissesini ve nasîbini alır. Ve her ma'lûmun (bilinenin, birimin) isti'dâdı muhtelif (çeşitli) olduğundan, taalluk-ı vâhid (Tek’le alakalılığı) dahi mütenevvi' (çeşitli) ­olur.  Meselâ şemsin ziyâsı (güneşin ışığı) Ahadiyyetü't-taalluktur. (Tek’e aittir, tek ilişkidir) Fakat pencerelerinin camı yeşil, kırmızı, mavî, sarı, mor renkte olan bir hâneye (eve) mü­tecellî olduğu (tecelli ettiği) vakit, derûn-i hâneye (evin içine) giren ziyâlar (ışıklar) mütenevvi' (çeşitli) olur. Bu tenevvü' (çeşitlilik) ise camların isti'dâdât-ı mütefâvitesinden (istidatlarının farklılığından) münbâisdir (doğar) . Yok­sa şems (güneş), her mahalle (yere) ale's-seviyye (eşit) bir renkte mütecellîdir (tecelli eder, belirir).

"Meşiyyet" (irade, dileme) dediğimiz şey "ilm"e ve ilim de "ma'lûm"a (bilinene (birime) tâbi' olan (boyun eğen, uyan) birer nisbettir (sıfattır). Zîrâ ma'lûm olmayan (bilinmeyen) bir şeye irâde ve meşiyyetin (dilemenin) taalluku (ilişkililiği) mümkün olmadığı gibi, ortada da bilinen bir şey olmadıkça bilmek keyfiyyeti (hususu) dahi hâsıl olmaz (gerçekleşmez) . Daha açıkçası, bir şeyi istemek onu bilmeğe mütevakkıftır (bağlıdır) .  Çünkü bilinmeyen bir şeyi dilemek müm­kün olmaz. Ve bir şeyi bilmek için dahi ma'lûmun (bilinenin (birimin) sûret-i muâyye­nesi (belli bir sûreti, şekli) mevcûd olmak lâzımdır. İşte ma'lûm (bilinen) sensin ve senin ayn-ı sâbi­tenin (hakikâtinin) ahvâlidir (halleridir) . Ve ayn-ı sâbite (ilmi suret) yekdîğerinin (birbirinin) nakîzı (zıddı) olan iki şeyden birisinin vücûdunu (varlığını) iktizâ eder (gerektirir) .  Ya'nî hidâyet ve dalâletten birisini muktezîdir. (icap ettirir, gerektirir) Binâenaleyh (nitekim) meşiyyet (istemek, irade) dahi, o hükm-i vâhide taalluk ey­ler (tek hükme bağlıdır) . Bu sûrette, a'yân-ı sâbiteden (ilmi suretlerden) her birisi, Hakk'a ne hüküm (karar, emir) i'tâ etmiş (vermiş) ise kendisi o hüküm ile Hakk'ın ma'lûmu (bilineni, Hakk’ta bilinen) olur. İşte bu sebep­ten dolayı ilmin "ma'lûm" (bilinen (birim) üzerine bir te'sîri (etkisi) yoktur; belki "ma'lûm"un (bilinenin (birimin) âlim (bilen (Hakk) üzerine te'sîri (etkisi) vardır. Zîrâ ma'lûm (bilinen (birim) ,  lisân-ı hâl (ortaya koyduğu hal) ile âlime: (bilene (Hakk’a) "Ben şu hâl üzerine sâbitim (mevcudum). Sen beni bu sâbit (mevcut) olduğum hâl üzerine bil!" der. Ve nefsinden,  aynında sâbit (hakikâtinde mevcut) olduğu şeyi Hakk'a i'tâ eder (verir).

<devam edecek>

26.11.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail