41. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Ve hitâb-ı İlâhî, muhâtablar ne şey üzerine tevâfuk ettiler­se, ancak o şey hasebiyle ve nazar-ı aklînin i'tâ ettiği şey hasebiyle vârid oldu. Hitâb-ı İlâhî, keşfin i'tâ ettiği şey üze­rine vârid olmadı. İşte bundan dolayı mü'minler çok ve ashâb-ı küşûf olan ârifler az oldu (21).

Ya'nî eşhâs-ı insâniyyenin ekseri (insanlardan çoğu) ukalâdan (akıl sahiplerinden) ve nazar-ı fikrî ashâ­bından (fikrî görüş sahibi) olduklarından …………………….. (En'am, 6/149) ve ………………………………… (Yûnus, 10/99) ve emsâli (benzeri) olan hitâb-ı İlâhî onların ahvâline (hallerine), ya'nî muktezâ-yı ukûlüne (akıllarının gereğine)   göre vârid (geldi, vasıl) oldu; keşfin îcâbâtına (gereklerine) göre vârid olmadı (gelmedi).  Zîrâ, nazar-ı aklî ashâbının (aklî görüş sahiplerinin) isti'dâdâtı  buna vefâ etmez (yetmez) . Ve sırr-ı kadere (kader sırrına) vâkıf (arif olan, bilen) ,  ashâb-ı küşûftan (keşif sahiplerinden) olan ârifîn (arifler) ise azdır. Ve tavr-ı ma'rifet (bilme hali),  tavr-ı idrâk-i aklînin (akılla idrak etme halinin) fevkindedir (üstündedir).  Ve tavr-ı ma'rifet (bilme hali) ise, hakâyık-ı umûru (işlerin  hakikâti)  olduğu vech üzere, keşiftir.

Ve bizden ancak bir makam-ı ma'lûmu olmayan bir kim­se yoktur. Ve makam-ı ma'lûm, sübûtunda onunla oldu­ğun ve vücûdunda onunla zâhir bulunduğun şeydir (22).

Ya'nî, bizim müteayyin (meydana çıkmış) olan vücûdlarımızdan hiçbir vücûd yoktur ki, onun bir makâm-ı ma'lûmu (bilinen belli bir makamı) bulunmasın. Ve ister âriflerden ol­sun, ister efrâd-ı sâireden (diğer kişilerden) olsun, hiçbirisi bu makâm-ı ma'lûmunu (belirlenmiş, bilinen makamını) tecâvüzle (aşmakla) onun hâricine (dışına) çıkamaz. Çünkü makâm-ı ma'lûm (belirlenen, takdir edilmiş makam) , senin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübûtun (çıktığın) hâlinde mütelebbis  (bürünmüş, giyinmiş) olduğun şeydir ki, sen bu vücûd-i hâricînde (göründüğün bedende) dahi o şeyle zâhir oldun (açığa  çıktın). Binâenaleyh (nitekim), bir kimse­nin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) makâmı, her şeye akıl vâsıtasıyla vukûfu (anlaması, bilmesi) iktizâ etse (gerekse), vücûd-ı hâricîde, ya'nî bu dünyâda dahi o makâmının, ya'nî âlet-i aklın (alet olan aklın) zebûnudur (güçsüzlüğüdür).  Bu zümre her şeyi kendi akıllarıyla kıyâs ederler (ölçerler) ve akıllarına mutâbık (uygun) gelmeyen şeyi reddederler. Halbuki akıl, idrâk-ı hakâyıktan (hakikâtleri anlamaktan) âcizdir. Hukemâ (filozoflar) ile ehl-i zâhir olan (zahir ilmiyle uğraşan) ulemâ­nın (âlimlerin) halleri meydandadır. Hattâ İmâm-ı Fahreddîn Râzî (rahmetullâ­hi aleyh) gibi kibâr-ı ulemâdan (büyük âlimlerden) bulunan bir zât bile, aklın zebûnu olup (acizliğinde) kalmıştır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a). efendimiz Mesnevî-i Şe­rîflerinde buyururlar:

(Tercüme) "Eğer akıl' bu bahiste yol görücü olaydı, Fahreddîn Râzî, dînin sırrını bilici olurdu."

Bu böyle olduğu gibi, bir kimsenin İlm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) makâmı, keşfen (ilham, sezgi yolu ile) sırr-ı kadere (kader sırrını) vukûfu (bilmesi) iktizâ eylese (gerekse) , vücûd-i hâricî olan bu dünyâ­da dahi, o sûretle zâhir olur (açığa çıkar, görülür) ve sâika-i cehl (cahilliğin verdiği dürtü) ile Allâh'a i'tirâz etmez. Velhâsıl, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan sübût (belirlendiği) üzere vücûd-i hâricîde (dünyada) zâhir olmak (meydana çıkmak), meşiyyet-i İlâhîyye (Allah’ın iradesi, dilemesi) iledir. Ve meşiyyet (dileme, isteme) ise, ancak İlm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) olan sübût (belirlendiği) üzerine  taalluk eder (gerçekleşir). Ve ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan a'yân-ı sâbitenin (tesbitlenmiş Öz’lerin, ilmî suretlerin) hasâisı (nitelikleri) muhtelif (çeşitli) olduğundan, meşiyyetin taalluku (iradenin, dilemenin gerçekleşmesi) dahi muhtelif (çeşitli) olur. İşte bu sebepten nâşî (dolayı) meşiyyet-i İlâhîyye (İlâhî dileme, irade) kâffenin (herkesin)  hidâyetine taalluk etmedi (kurtuluşunu gerçekleştirmedi, oluşturmadı).Zîrâ, efrâddan (fertlerden) her bir ferd (kişi), bir makâm-ı ma'lûm (belli, bilinen bir makam) sâhibidir, oradan çıkamaz. Binâenaleyh (nitekim) hidâyete (Hak yolunu bulma) isti'dâdı olmayan şahsın hi­dâyetine (Hakk’a ermesine) ,  meşiyyet-i İlâhîyye (İlâhî irade) de taalluk etmez (gerçekleşmez).

İmdi (böyle olunca), ma'rifet-i vücûdda (vücud ilminde, vücudu bilişte), meşârib (mizaçlar, huylar) ve ezvâk (zevkler) bu makâm-ı ma'lûm (bilinen makamın) iktizâsınca (gereğince) muhtelif (çeşitli) olup ba'zısı, Hak için vücûd isbât ederek (var olduğunu söyleyerek), halkı (yaratılmışları) ­Hak'ta müşâhede ettiği (gördüğü) ve ba'zısı halk (yaratılmışlar) için vücûd isbât edip (var olduğunu söyleyip) Hakk'ı halkta (yaratılmışlarda) gördüğü ve ba'zısı da bir vech (taraf) ile Hakk'ı ve bir vech (taraf) ile hal­kı (yaratılmışları) isbât eylediği (var olduğunu söylemesi) cihetle (bakımından) cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu ezvâk-ı muhtelifeyi (çeşitli zevkleri) , sîğa-i şartıyye (şart kipini) isti'mâliyle (kullanarak) cümel-i âtiyyede (aşağıdaki cümlelerle) beyân buyururlar (açıklarlar) :

Bu, senin için vücûd olduğu sâbit olursa böyledir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîkan vücûd Hak içindir, senin için değildir; binâenaleyh hüküm, vücûd-i Hak'ta şüphesiz senin için sâbittir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîkan sen mevcûdsun; o halde hüküm bilâ-şek senin içindir. Ve eğer hâkim Hak olacak olursa, bu halde Hak için se­nin üzerine ifâza-i vücûddan gayri yoktur. Ve senin üzeri­ne olan hüküm, senin için sâbittir (23).

Ya'nî bu makam, Hak'la berâber senin için vücûd sâbit (belirlenmiş) olursa, hâsıldır (husûle gelir) . Ya'nî senin ma'dûm (yok) olan ayn-ı sâbitenin (ilmî suretin) âyînesinde (aynasında), Hakk'ın vücûdu bu ayn-ı sâbitenin (ilmî suretin) muktezâsına (gereğine) göre müteayyin olup (belirlilik kazanıp) o sûret-i ilmiyye (ilmi suret) vücûd-i hâricîde (dünyada) , ya'nî âlem-i şehâdette, zâhir olduğu (meydana çıktığı) vakit,  senin için vücûd sâbit (belirlenmiş, mevcut) olursa, bu makâm sana izâfe (bağlı, ait) olunur. Ve eğer tafsîli (geniş açıklaması) yukarıda geçen keşf-i evvelin (ilk keşfin) i'tâ ettiği (verdiği) ma'rifet (biliş) üzere, a'yân-ı sâbite âyînelerinde (hakikât aynalarında) müteayyin bulunan (görülen) ve bu taayyün (suret) muk­tezâsına (gereğine) göre vücûd-i hissîde (hissedilen vücutta, bedende) zâhir olan (açığa çıkan) vücûd-i Hakk'ın, (Hakk’ın vücûdu) müteayyin (görünmek) için olduğu sâbit (belirlenmiş) olursa, bilâ-şek (şüphesiz) Hakk'ın vücûdunda hüküm senin için hâsıl (meydana gelmiş) olur.  Çünkü senin ayn-ı sâbiten (ilmî suretin) husûsiyyet-i zâtiyyesiyle (kendi özellikleriyle) , kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'a bir hüküm (emir) i'tâ etti (verdi) . Hak dahi o hü­küm (emir) ile onda zâhir oldu (açığa çıktı) . Vâhidin (tekin) vücûdu min-haysü'z-Zât (Zât’ı bakımından) vâhiddir (tektir) ; onda taaddüd (çoğalma) yoktur. Ve kezâlik (böylece) tecellî (belirme) dahi Zât’tan ibtidâen (başlangıçta) vahdet (teklik) üzere zuhûr eder (açığa çıkar) . Fakat a'yân âyînelerinin (hakikât aynalarının) ihtilâf (farklılığı) ve tenevvüü (çeşitliliği),  vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vücûdunda) taaddüd (fazlalaşma) ve tekessür (çoğalma) ızhâr eyler (gösterir).  Bu sûrette vücûd Hakk'ın, hüküm (emir) ise a'yânındır (hakikâtlerin, ilmî suretlerindir) . A'yân (manâlar) ise çekirdeğin içindeki ağaç gibi ma'­dûmdur (yoktur).

Ve eğer yine tafsîli bâlâda (açıklaması yukarıda) murûr eden (geçen) keşf i sânînin (ikinci keşfin) i'tâ ettiği (verdiği) ma'rifet (biliş) üzere, Hakk'ın vücûdu a'yân âyînelerinde (hakikât aynalarında) , bu a'yânın (manâların, hakikâtlerin) muk­tezâlarına (gerektirdiklerine) göre zâhir olup (meydana çıkıp) bunlar yekdîğerinden (birbirlerinden) mütemeyyiz (ayrılmış) olduğu vakit, senin aynın (hakikâtin)  üzerine, ifâza edilmiş (verilmiş) olan nûr-i vücûd (nur vücût) ile senin mevcûd olduğun ve Vücûd-i Mutlak’ın (Mutlak Zât’ın) senin ayında (hakikâtinde, özünde) takayyüdü (çalışması) i'tibâr (kabul) olunursa, bilâ-şek (şüphesiz) hüküm (emir),  senin için hâsıldır (meydana gelir) . Çünkü sen, hükm-i mah­sûs (kendine has emir) ile senin aynın (hakikâtin, özün) üzerine hükm (komut vermesini, emir) etmesini, isti’dâdın hasebiyle (dolayısıyla) Hak üzerine hükmedersin (emredersin).

Ve eğer sana vücûd vermesi hasebiyle (bakımından), senin üzerine hâkim (hükmeden) Hak olacak olursa, Hakk’ın hükmü (emri) , senin üzerine ancak ifâza-i vücûd etmekten (vücût vermekten) ibâret etmiş olur. Ve senin aynın (manân, ilmî suretin) üzerine hüküm (emir vermek) ,  yine senin tarafından vâkı olur (gerçekleşir) .  Çünkü senin ayn-ı sâbitenin (özün, hakikâtin, ilmî suretinin) istidâd-ı mahsûsu (kendi istidadı) , Hakk’a ne hüküm (emir) vermiş ise, Hakk bu ayn-ı sâbiten (manân, ilmî suretin) üzerine ancak o hüküm (emir) ile hükmeder (emreder).

İmdi sen ancak nefsine hamd et ve ancak nefsini zemm eyle! (24).

Ya’nî senin ayn-ı sâbiten (hakikâtin, ilmî suretin) saâdet (mutlu olmayı) ve kemâli iktizâ edip (gerektirip) Hakk’a, lisân-ı hâl ile “Benim üzerime saâdet (mutluluk) ve kemâl ile hükmeyle!” (emir ver, komuta et) diye hükm eylemiş (emir vermiş) ve binâenaleyh (nitekim) vücûd-i hâricîde, ya’nî bu dünyada, o hükm-i ezelînin (ezelde, önceden verilmiş emrin) eseri, sende saâdet ve kemâl sûretinde zâhir olmuş (meydana çıkmış) ise, bundan dolayı ancak nefsine hamd (öv, meth) et; çünkü hüküm (emir) senindir. Ve eğer ayn-ı sâbiten (hakikâtin) şekaveti (mutsuzluğu) ve noksanı iktiza edip (gerektirip) Hakk’a bu hükmü (emri) verdiği için, bu âlemde de sen şekavet (mutsuzluk) ve noksan üzerine isen, bundan dolayı dahi kendi nefsini zemm et (kötüle) ; çünkü hüküm (emir) ,  yine senindir.

Hidâyet (doğru yolu buldurmak) ve dalâlet (yanlış yola düşürmek) ve hayır ve şer ve her şey, ifâza-i vücûd-i itibârıyle (vücûd vermesinden dolayı) Hakk’ındır. Yoksa a’yân-ı sâbite (ilmî suretler) , Hakk’a ne hüküm (emir) vermiş ve Hakk’tan ne istemiş iseler, o zuhûr ettiği (meydana çıktığı) için bunların cümlesi (hepsi) âyândandır (hakikâtlerden, ilmi suretlerdendir). Binâenaleyh (nitekim) eğer zulûm vâkı’ olursa (gerçekleşirse) halktandır (kişinin kendisindendir) , Hak’tan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:  ……………………………….. (Nahl, 16/118)

Ve Hak için, ifâza-i vücûd hamdinden gayri bir şey bâki kalmaz. Zîrâ bu O’nun içindir, senin için değildir. İmdi sen ahkâm ile O’nun gıdâsısın ve O vücûd ile senin gıdândır (25).

A’yân (manâlar, özler) ademiyyet (yokluk) üzerine olup, Hak Teâlâ onlara ifâza-i vücûd etmiştir (vücût vermiştir). Binâenaleyh (nitekim) sen, vücûd bulduğun ve zuhûr eylediğin (meydana çıktığın)  için Hakk'a hamd edersin. Zîrâ vücûd (varlık bulmanda) ve zuhûrda (meydana çıkmanda) senin medhalin (bir etkin, tesirin) yok­tur. Maahâzâ (bununla beraber) , a'yân (manalar, özler) hakîkatte Hakk'ın gayrı (Hak’tan başka, Hakk’tan gayrı) olmadığından mehâmi­din kâffesi (övülecek şeylerin hepsi) yine Hakk'a râci' (ait) olur. İmdi sen hükmedip (emredip) Hakk'a dahi sana vücûd verdiği için sen, hükümlerle (verdiğin emirlerle) / Hakk'ın gıdâsısın. Çünkü senin ayn-ı sâbitenin ahkâmı (ilmî suretinin verdiği hükümlerin) sûretlerine (görünüşlerine, şekillerine) büründüğü halde zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Hakk'ın vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim), senin keyfiyyetin (özelliklerin, hususiyetlerin) ile zâhir olan (görülen) Hakk'­ın vücûdu, senin ayn-ı sâbitenin (ilmî suretinin) sûretiyle (şekli, tarzı ile) ve onun ahkâmı (emirleri, hükümleri) ile müte­ğaddî (gıdalanmış) olur. Ve gıdâ müteğaddînin (gıdalanmışın) vücûdunda hafî (gizli) ve müteğaddî (gıdalanan) zâ­hir olduğu (meydana çıktığı) gibi, senin ayn-ı sâbitenin (ilmi suretinin) ahkâmı (hükümleri) dahi vücûd-i Hakk'ta hafî (gizli) ve Hak zâhirdir (açık, meydandadır).

Ve kezâ (böylece) sen, Hakk'ın vücûdu ile zâhirsin (görünmektesin) .  Ve Hakk'ın vücûdu ile zâhir olan (görülen) ayn-ı sâbitenin (hakikâtinin) sûretinde Hak, hafîdir (gizlidir).  Binâenaleyh (nitekim) sen, vücûd-i Hak ile (Hakk’ın vücûduyla) müteğaddîsin (gıdalanmaktasın).  Ve sen zâhirsin (görünensin) ; vücûd-i Hak dahi bâtındır (gizlenmiştir).

Burada "gıdâ" ta'bîri (ifadesi) , mecâz (benzetme, misal) tarîkıyla (yoluyla) zikrolunmuştur (anlatılmıştır) .  Çünkü gı­dâ, nasıl ki müteğaddînin (gıdalananın) bakâsına (devamlılığına) ve kıvâmına ve zuhûr-i kemâ­lâtına (kemâlinin açığa çıkmasına) sebep olur ise, a'yânın ahkâmı (ilmî suretlerin hükümleri) dahi o a'yânda (hakikâtlerde) zâhir olan (görülen) vücûd-i Hakk'ın kıvâm ve bakâsına (devamlılığına) sebeptir. Ve kezâ (böylece) Hak dahi vücûdu ile a'yânın (manâların) kıvâm ve bakâsına (devamlılığına) sebeptir. Ve gıdâ müteğaddîde (gıdalananda) muhtefi (gizli) olduğu gibi, Hak müteğaddî misullu (gıdalanan gibi) a'yânda (hakikâtlerde) zâhir (görülür) ve a'yân (hakikâtler) gıdâ mi­sillu (gibi) Hak'ta muhtefîdir (gizlenmiştir) . Ve kezâ (böylece) a'yân (hakikâtler),  Hak'tan vücûd bulup müte­ğaddî misillu (gıdalanan gibi) zâhir (görülür) ve Hak, gıdâ misillu (gibi) onlarda muhtefi (gizlenmiş) oldu. Binâ­enaleyh (nitekim) a'yân (manâlar) ,  Hak üzerine ahkâm ile (hüküm, emir vermekle) ve Hak dahi a'yân (manâlar) üzerine vücûd ile hâkimdir.

<devam edecek>

03.12.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail