(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Ve
hitâb-ı İlâhî, muhâtablar ne şey üzerine tevâfuk
ettilerse, ancak o şey hasebiyle ve nazar-ı aklînin i'tâ
ettiği şey hasebiyle vârid oldu. Hitâb-ı İlâhî, keşfin
i'tâ ettiği şey üzerine vârid olmadı. İşte bundan
dolayı mü'minler çok ve ashâb-ı küşûf olan ârifler az
oldu (21).
Ya'nî
eşhâs-ı insâniyyenin ekseri (insanlardan
çoğu) ukalâdan (akıl
sahiplerinden) ve nazar-ı fikrî ashâbından (fikrî
görüş sahibi) olduklarından
…………………….. (En'am, 6/149) ve
………………………………… (Yûnus, 10/99) ve emsâli
(benzeri)
olan hitâb-ı İlâhî onların ahvâline (hallerine),
ya'nî muktezâ-yı ukûlüne (akıllarının
gereğine) göre
vârid (geldi, vasıl) oldu;
keşfin
îcâbâtına (gereklerine)
göre vârid olmadı (gelmedi).
Zîrâ,
nazar-ı aklî ashâbının
(aklî görüş sahiplerinin) isti'dâdâtı buna
vefâ etmez (yetmez)
.
Ve sırr-ı kadere (kader
sırrına) vâkıf (arif
olan, bilen) , ashâb-ı
küşûftan (keşif
sahiplerinden) olan ârifîn (arifler)
ise azdır. Ve tavr-ı ma'rifet (bilme
hali), tavr-ı
idrâk-i aklînin (akılla
idrak etme halinin) fevkindedir (üstündedir).
Ve
tavr-ı ma'rifet (bilme
hali) ise, hakâyık-ı umûru (işlerin
hakikâti) olduğu
vech üzere, keşiftir.
Ve
bizden ancak bir makam-ı ma'lûmu olmayan bir kimse yoktur.
Ve makam-ı ma'lûm, sübûtunda onunla olduğun ve vücûdunda
onunla zâhir bulunduğun şeydir (22).
Ya'nî,
bizim müteayyin (meydana
çıkmış) olan vücûdlarımızdan hiçbir vücûd
yoktur ki, onun bir makâm-ı ma'lûmu (bilinen
belli bir makamı) bulunmasın. Ve ister âriflerden
olsun, ister efrâd-ı sâireden (diğer
kişilerden) olsun, hiçbirisi bu makâm-ı ma'lûmunu
(belirlenmiş,
bilinen makamını) tecâvüzle (aşmakla)
onun hâricine (dışına) çıkamaz.
Çünkü makâm-ı ma'lûm (belirlenen,
takdir edilmiş makam) ,
senin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübûtun (çıktığın)
hâlinde
mütelebbis
(bürünmüş,
giyinmiş) olduğun şeydir ki, sen bu vücûd-i hâricînde
(göründüğün
bedende) dahi o şeyle zâhir oldun (açığa
çıktın). Binâenaleyh
(nitekim),
bir kimsenin ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) makâmı, her şeye akıl vâsıtasıyla vukûfu
(anlaması,
bilmesi) iktizâ etse (gerekse),
vücûd-ı hâricîde, ya'nî bu dünyâda dahi o makâmının,
ya'nî âlet-i aklın (alet
olan aklın) zebûnudur (güçsüzlüğüdür).
Bu
zümre her şeyi kendi akıllarıyla kıyâs ederler (ölçerler)
ve akıllarına mutâbık (uygun)
gelmeyen şeyi reddederler. Halbuki akıl, idrâk-ı
hakâyıktan (hakikâtleri
anlamaktan) âcizdir. Hukemâ (filozoflar)
ile ehl-i zâhir olan
(zahir ilmiyle uğraşan) ulemânın (âlimlerin)
halleri meydandadır. Hattâ İmâm-ı Fahreddîn Râzî
(rahmetullâhi aleyh) gibi kibâr-ı ulemâdan (büyük
âlimlerden) bulunan bir zât bile, aklın zebûnu
olup (acizliğinde) kalmıştır.
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a). efendimiz Mesnevî-i Şerîflerinde
buyururlar:
(Tercüme)
"Eğer akıl' bu bahiste yol görücü olaydı, Fahreddîn
Râzî, dînin sırrını bilici olurdu."
Bu
böyle olduğu gibi, bir kimsenin İlm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) makâmı, keşfen (ilham,
sezgi yolu ile) sırr-ı kadere (kader
sırrını) vukûfu (bilmesi) iktizâ
eylese (gerekse)
, vücûd-i hâricî olan bu dünyâda dahi, o sûretle zâhir
olur (açığa çıkar,
görülür) ve sâika-i cehl (cahilliğin
verdiği dürtü) ile Allâh'a i'tirâz etmez. Velhâsıl,
ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) olan sübût (belirlendiği)
üzere
vücûd-i hâricîde (dünyada)
zâhir olmak (meydana
çıkmak),
meşiyyet-i İlâhîyye (Allah’ın
iradesi, dilemesi) iledir. Ve meşiyyet (dileme, isteme) ise,
ancak İlm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) olan sübût (belirlendiği)
üzerine taalluk
eder (gerçekleşir).
Ve ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) olan a'yân-ı sâbitenin (tesbitlenmiş
Öz’lerin, ilmî suretlerin) hasâisı (nitelikleri)
muhtelif (çeşitli)
olduğundan, meşiyyetin taalluku
(iradenin, dilemenin gerçekleşmesi) dahi muhtelif (çeşitli)
olur. İşte bu sebepten nâşî (dolayı)
meşiyyet-i İlâhîyye (İlâhî dileme,
irade) kâffenin (herkesin)
hidâyetine
taalluk etmedi
(kurtuluşunu
gerçekleştirmedi, oluşturmadı).Zîrâ, efrâddan (fertlerden)
her bir ferd (kişi),
bir makâm-ı ma'lûm (belli,
bilinen bir makam) sâhibidir, oradan çıkamaz. Binâenaleyh
(nitekim)
hidâyete (Hak
yolunu bulma) isti'dâdı olmayan şahsın hidâyetine
(Hakk’a ermesine)
, meşiyyet-i
İlâhîyye (İlâhî
irade) de taalluk etmez
(gerçekleşmez).
İmdi
(böyle
olunca), ma'rifet-i vücûdda (vücud
ilminde, vücudu bilişte),
meşârib (mizaçlar,
huylar) ve ezvâk (zevkler) bu
makâm-ı ma'lûm (bilinen
makamın) iktizâsınca (gereğince)
muhtelif (çeşitli)
olup ba'zısı, Hak için vücûd isbât ederek (var
olduğunu söyleyerek), halkı (yaratılmışları)
Hak'ta müşâhede ettiği (gördüğü)
ve ba'zısı halk (yaratılmışlar)
için vücûd isbât edip (var
olduğunu söyleyip) Hakk'ı halkta (yaratılmışlarda)
gördüğü ve ba'zısı da bir vech (taraf)
ile Hakk'ı ve bir vech (taraf)
ile halkı (yaratılmışları)
isbât eylediği (var
olduğunu söylemesi) cihetle (bakımından)
cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu ezvâk-ı muhtelifeyi (çeşitli
zevkleri) , sîğa-i
şartıyye (şart
kipini) isti'mâliyle (kullanarak)
cümel-i âtiyyede (aşağıdaki
cümlelerle) beyân buyururlar
(açıklarlar) :
Bu,
senin için vücûd olduğu sâbit olursa böyledir. Ve eğer sâbit
olacak olursa ki, tahkîkan vücûd Hak içindir, senin için değildir;
binâenaleyh hüküm, vücûd-i Hak'ta şüphesiz senin için sâbittir.
Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîkan sen mevcûdsun; o
halde hüküm bilâ-şek senin içindir. Ve eğer hâkim Hak
olacak olursa, bu halde Hak için senin üzerine ifâza-i vücûddan
gayri yoktur. Ve senin üzerine olan hüküm, senin için sâbittir
(23).
Ya'nî
bu makam, Hak'la berâber senin için vücûd sâbit (belirlenmiş) olursa,
hâsıldır (husûle
gelir) .
Ya'nî senin ma'dûm (yok)
olan ayn-ı sâbitenin (ilmî
suretin) âyînesinde (aynasında), Hakk'ın
vücûdu bu ayn-ı sâbitenin (ilmî
suretin) muktezâsına (gereğine)
göre müteayyin olup (belirlilik
kazanıp) o sûret-i ilmiyye (ilmi
suret) vücûd-i hâricîde (dünyada)
, ya'nî
âlem-i şehâdette, zâhir olduğu (meydana
çıktığı) vakit, senin
için vücûd sâbit (belirlenmiş,
mevcut) olursa, bu makâm sana izâfe (bağlı, ait) olunur.
Ve eğer tafsîli (geniş
açıklaması) yukarıda geçen keşf-i evvelin (ilk keşfin) i'tâ
ettiği (verdiği)
ma'rifet (biliş)
üzere, a'yân-ı sâbite âyînelerinde (hakikât
aynalarında) müteayyin bulunan (görülen)
ve bu taayyün (suret)
muktezâsına (gereğine)
göre vücûd-i hissîde (hissedilen
vücutta, bedende) zâhir olan (açığa
çıkan) vücûd-i Hakk'ın, (Hakk’ın
vücûdu) müteayyin (görünmek)
için olduğu sâbit
(belirlenmiş) olursa, bilâ-şek (şüphesiz)
Hakk'ın vücûdunda hüküm senin için hâsıl (meydana
gelmiş) olur. Çünkü
senin ayn-ı sâbiten (ilmî
suretin) husûsiyyet-i zâtiyyesiyle (kendi
özellikleriyle) ,
kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'a
bir hüküm (emir)
i'tâ etti (verdi)
.
Hak dahi o hüküm (emir)
ile onda zâhir oldu (açığa
çıktı) .
Vâhidin (tekin)
vücûdu min-haysü'z-Zât (Zât’ı
bakımından) vâhiddir (tektir)
;
onda taaddüd (çoğalma)
yoktur. Ve kezâlik (böylece)
tecellî (belirme) dahi
Zât’tan ibtidâen (başlangıçta)
vahdet (teklik)
üzere zuhûr eder (açığa
çıkar) .
Fakat a'yân âyînelerinin (hakikât aynalarının)
ihtilâf (farklılığı)
ve tenevvüü (çeşitliliği),
vücûd-i
Hak'ta (Hakk’ın
vücûdunda) taaddüd (fazlalaşma)
ve tekessür (çoğalma)
ızhâr eyler (gösterir).
Bu
sûrette vücûd Hakk'ın, hüküm (emir)
ise a'yânındır (hakikâtlerin, ilmî
suretlerindir) .
A'yân (manâlar)
ise çekirdeğin içindeki ağaç gibi ma'dûmdur (yoktur).
Ve
eğer yine tafsîli bâlâda (açıklaması
yukarıda) murûr eden (geçen)
keşf i sânînin (ikinci
keşfin) i'tâ ettiği (verdiği)
ma'rifet (biliş) üzere,
Hakk'ın vücûdu a'yân âyînelerinde (hakikât
aynalarında) ,
bu a'yânın (manâların,
hakikâtlerin) muktezâlarına (gerektirdiklerine)
göre zâhir olup (meydana
çıkıp) bunlar yekdîğerinden (birbirlerinden)
mütemeyyiz (ayrılmış) olduğu
vakit, senin aynın (hakikâtin)
üzerine,
ifâza edilmiş (verilmiş)
olan nûr-i vücûd (nur
vücût) ile senin mevcûd olduğun ve Vücûd-i
Mutlak’ın (Mutlak
Zât’ın) senin ayında (hakikâtinde,
özünde) takayyüdü (çalışması)
i'tibâr (kabul) olunursa,
bilâ-şek (şüphesiz)
hüküm (emir),
senin
için hâsıldır (meydana
gelir) .
Çünkü sen, hükm-i mahsûs (kendine
has emir) ile senin aynın (hakikâtin,
özün) üzerine hükm (komut
vermesini, emir) etmesini, isti’dâdın hasebiyle (dolayısıyla) Hak
üzerine hükmedersin (emredersin).
Ve
eğer sana vücûd vermesi hasebiyle
(bakımından),
senin üzerine hâkim (hükmeden)
Hak olacak olursa, Hakk’ın hükmü (emri)
,
senin üzerine ancak ifâza-i vücûd etmekten
(vücût vermekten) ibâret etmiş olur. Ve senin aynın
(manân,
ilmî suretin) üzerine hüküm (emir
vermek) , yine
senin tarafından vâkı olur (gerçekleşir)
. Çünkü
senin ayn-ı sâbitenin (özün,
hakikâtin, ilmî suretinin) istidâd-ı mahsûsu (kendi istidadı)
,
Hakk’a ne hüküm (emir)
vermiş ise, Hakk bu ayn-ı sâbiten (manân,
ilmî suretin) üzerine ancak o hüküm (emir)
ile hükmeder (emreder).
İmdi
sen ancak nefsine hamd et ve ancak nefsini zemm eyle! (24).
Ya’nî
senin ayn-ı sâbiten (hakikâtin, ilmî
suretin) saâdet (mutlu
olmayı) ve kemâli iktizâ edip (gerektirip)
Hakk’a, lisân-ı hâl ile “Benim üzerime saâdet
(mutluluk)
ve kemâl ile hükmeyle!” (emir
ver, komuta et) diye hükm eylemiş (emir
vermiş) ve binâenaleyh (nitekim)
vücûd-i hâricîde, ya’nî bu dünyada, o hükm-i
ezelînin (ezelde,
önceden verilmiş emrin) eseri, sende saâdet ve kemâl
sûretinde zâhir olmuş (meydana
çıkmış) ise, bundan dolayı ancak nefsine hamd (öv,
meth) et;
çünkü hüküm (emir)
senindir. Ve eğer ayn-ı sâbiten (hakikâtin)
şekaveti (mutsuzluğu)
ve noksanı iktiza edip (gerektirip)
Hakk’a bu hükmü (emri) verdiği
için, bu âlemde de sen şekavet (mutsuzluk)
ve noksan üzerine isen, bundan dolayı dahi kendi
nefsini zemm et (kötüle)
;
çünkü hüküm (emir)
, yine
senindir.
Hidâyet
(doğru
yolu buldurmak) ve dalâlet (yanlış
yola düşürmek) ve hayır ve şer ve her şey, ifâza-i
vücûd-i itibârıyle
(vücûd vermesinden dolayı) Hakk’ındır. Yoksa
a’yân-ı sâbite (ilmî suretler)
,
Hakk’a ne hüküm (emir)
vermiş ve Hakk’tan ne istemiş iseler, o zuhûr
ettiği (meydana çıktığı)
için bunların cümlesi (hepsi)
âyândandır (hakikâtlerden,
ilmi suretlerdendir).
Binâenaleyh (nitekim)
eğer zulûm vâkı’ olursa (gerçekleşirse)
halktandır (kişinin
kendisindendir) ,
Hak’tan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
……………………………….. (Nahl, 16/118)
Ve
Hak için, ifâza-i vücûd hamdinden gayri bir şey bâki
kalmaz. Zîrâ bu O’nun içindir, senin için değildir. İmdi
sen ahkâm ile O’nun gıdâsısın ve O vücûd ile senin gıdândır
(25).
A’yân
(manâlar,
özler) ademiyyet (yokluk) üzerine
olup, Hak Teâlâ onlara ifâza-i vücûd etmiştir (vücût
vermiştir). Binâenaleyh
(nitekim) sen,
vücûd bulduğun ve zuhûr eylediğin (meydana
çıktığın) için
Hakk'a hamd edersin. Zîrâ vücûd (varlık
bulmanda) ve zuhûrda (meydana çıkmanda)
senin medhalin (bir
etkin, tesirin) yoktur. Maahâzâ (bununla
beraber) , a'yân (manalar, özler) hakîkatte
Hakk'ın gayrı (Hak’tan
başka, Hakk’tan gayrı) olmadığından mehâmidin
kâffesi (övülecek
şeylerin hepsi) yine Hakk'a râci' (ait)
olur. İmdi sen hükmedip (emredip) Hakk'a
dahi sana vücûd verdiği için sen, hükümlerle (verdiğin
emirlerle) / Hakk'ın gıdâsısın. Çünkü senin
ayn-ı sâbitenin ahkâmı
(ilmî suretinin verdiği hükümlerin) sûretlerine (görünüşlerine,
şekillerine) büründüğü halde zâhir olan (açığa çıkan,
görülen) Hakk'ın vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim),
senin keyfiyyetin (özelliklerin,
hususiyetlerin) ile zâhir olan (görülen)
Hakk'ın vücûdu, senin ayn-ı sâbitenin (ilmî
suretinin) sûretiyle (şekli,
tarzı ile) ve onun ahkâmı (emirleri,
hükümleri) ile müteğaddî (gıdalanmış)
olur. Ve gıdâ müteğaddînin (gıdalanmışın)
vücûdunda hafî (gizli) ve
müteğaddî (gıdalanan)
zâhir olduğu (meydana
çıktığı) gibi, senin ayn-ı sâbitenin (ilmi suretinin) ahkâmı
(hükümleri)
dahi vücûd-i Hakk'ta hafî (gizli)
ve Hak zâhirdir (açık, meydandadır).
Ve
kezâ (böylece)
sen, Hakk'ın vücûdu ile zâhirsin (görünmektesin)
. Ve
Hakk'ın vücûdu ile zâhir olan (görülen)
ayn-ı sâbitenin (hakikâtinin)
sûretinde Hak, hafîdir (gizlidir).
Binâenaleyh
(nitekim)
sen, vücûd-i Hak ile (Hakk’ın
vücûduyla) müteğaddîsin (gıdalanmaktasın).
Ve
sen zâhirsin (görünensin)
;
vücûd-i Hak dahi bâtındır (gizlenmiştir).
Burada
"gıdâ" ta'bîri (ifadesi)
,
mecâz (benzetme,
misal) tarîkıyla (yoluyla) zikrolunmuştur
(anlatılmıştır)
. Çünkü
gıdâ, nasıl ki müteğaddînin (gıdalananın)
bakâsına (devamlılığına)
ve kıvâmına ve zuhûr-i kemâlâtına (kemâlinin
açığa çıkmasına) sebep olur ise, a'yânın ahkâmı
(ilmî
suretlerin hükümleri) dahi o a'yânda (hakikâtlerde) zâhir
olan (görülen)
vücûd-i Hakk'ın kıvâm ve bakâsına (devamlılığına)
sebeptir. Ve kezâ (böylece)
Hak dahi vücûdu ile a'yânın (manâların)
kıvâm ve bakâsına (devamlılığına)
sebeptir. Ve gıdâ müteğaddîde (gıdalananda)
muhtefi (gizli)
olduğu gibi, Hak müteğaddî misullu (gıdalanan
gibi) a'yânda (hakikâtlerde)
zâhir (görülür)
ve a'yân (hakikâtler)
gıdâ misillu (gibi)
Hak'ta muhtefîdir (gizlenmiştir)
. Ve kezâ
(böylece) a'yân
(hakikâtler),
Hak'tan
vücûd bulup müteğaddî misillu
(gıdalanan gibi) zâhir (görülür) ve
Hak, gıdâ misillu (gibi)
onlarda muhtefi (gizlenmiş)
oldu. Binâenaleyh (nitekim)
a'yân (manâlar)
, Hak
üzerine ahkâm ile (hüküm,
emir vermekle) ve Hak dahi a'yân (manâlar) üzerine
vücûd ile hâkimdir.
<devam
edecek>
03.12.2002
http://sufizmveinsan.com
|