(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
İmdi
senin üzerine müteayyin olan şey, Hak üzerine müteayyin
oldu. Binâenaleyh emr, Hak'tan
sana ve senden Hakk'adır. Şu kadar ki sen mükellef
tesmiye olursun. Halbuki Hak sana, ancak hâlin ile ve üzerinde
bulunduğun isti'dâdla, bana teklîf et, dediğin şeyle teklîf
etti. Ve Hak (ism-i mef'ûl olarak) mükellef tesmiye olunmaz
(26).
Ya'nî
ezelde (geçmişte,
başlangıcı olmayan zamanda) ayn-ı sâbitenin (ilmî sûretinin) hükmü,
(emri)
Hak üzerine müteayyin (belli)
olduğundan, Hak mahkûmün-aleyh (hüküm giyen,
mahkum) oldu, sen de hâkim (hüküm
veren) oldun. Ve kezâ (böylece)
vücûd-i zâhirde (dünyada) senin
vücûdunun üzerine Hakk'ın hükmü (emri)
müteayyin (belli)
olduğundan, sen mahkûmün-aleyh (hüküm
giyen, mahkum) oldun, Hak da hâkim (hüküm
veren) oldu. Bu sûrette hüküm Hak'tan sana râci'dir
(aittir)
. Zîrâ
senin ayn-ı sâbiten (hakikâtin)
üzerine ifâza-i vücûd etmekle (vücût
vermekle) Hak senin üzerine hâkimdir ve sen mahkûmsun.
Ve yine hüküm (emirler),
senden Hakk'a âittir. Zîrâ ayn-ı sâbiten, (hakikâtin,
ilmî suretin) husûsiyyet-i zâtiyyesinin (kendi
özelliğinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
hükmü (emri) Hakk'a
i'tâ etmekle (vermekle),
sen Hak üzerine hâkimsin ve
Hak mahkûmün-aleyhdir (mahkumdur).
Binâenaleyh (nitekim)
Hak ile a'yân (manâlar)
bir vech (taraf)
ile hâkim bir vech (taraf) ile
mahkûmdur.
Ancak Hak ile senin beyninde (aranda)
,
mahkûmün-aleyh (mahkum) olmak
husûsunda, şu kadar fark vardır ki, sana "ism-i mefûl"
(sıfattan fiil) sîğasıyla
(kipiyle)
"mükellef" (yapmakla
hükümlüsün) tesmiye olunur (denir)
ve Hakk'a olunmaz. Çünkü Hak üzerine hiçbir külfet
(zorluk,
zahmet) târî olmaz (çıkmaz,
görülmez).
Şiir:
İmdi
Hak bana hamd eder; ben de Hakk'a hamd ederim. Ve Hak bana ibâdet
eder; ben de O'na ibâdet ederim (27).
Ya'nî
Hak, benim dâire-i vücûduma tahallülüne (vücudumun
bölümlerinin ayrışmasına) ve min-haysü'z-zât (zatı
bakımından) tağayyür etmeksizin, (değişmeksizin,
başkalaşmaksızın) sûret-i İlâhiyye’siyle (İlâhi
suretleriyle) küllen (tam
olarak, bütünüyle) ve tafsîlen (ayrıntılarıyle)
bende zuhûruna (meydana
çıkmasına) ve benim onun kâffe-i esmâsına (esmasının bütün
hepsine) mazhar (görüntü
yeri) oluşuma hamd eder. Çünkü, eğer ben olmasa
idim, Hak bilinmez idi ve ibâdet olunmaz idi ve kendisine hamd
edilmez idi; zûhûr-i küllî (tam olarak bütünlüğü
ile meydana çıkmaz) ve tafsîlî (ayrıntıları)
ile zâhir olmaz (görülmez)
idi. Celâ (ortaya çıkma) ve
isticlânın (kendi
zatında kendi zatıyle meydana çıkmanın) kemâli
husûl bulmaz (gerçekleşmez) idi.
Nitekim
Şems-i Mağribî buyurur. / Beyt:
(Tercüme)
"Senin zuhûrun benim iledir; benim vücûdum da Sen'dendir.
Eğer ben olmasa idim, Sen zâhir olmazdın ve eğer sen olmasa
idin, ben vücûd bulmaz idim."
Ve
kezâ Hâce Hâfız Şîrâzî buyurur. Beyt:
Tercüme:
"Ma'şûkumuz (sevgilimiz)
olan Hakk'ın zılli (gölgesi)
,
âşık olan bir mahlukûn üzerine düştü ise ne
oldu? Çünkü biz vücûdda O'na muhtâc idik, O da zuhûrda (açığa çıkmada)
bize müştâk
(fazla
istekli, hevesli) idi."
Ve
Hak bana hamd ettiği gibi ben de Hakk'a hamd ederim. Çünkü
beni ……………………………………………..
muktezâsınca
(gerektiği
şekilde) kendi sûreti üzerine îcâd edip (yaratıp) "feyz-i
akdes"i (Zât’ından
Zât’ına olan tecellisi),
nefes-i rahmânî-i Ahadiyyesi (Ahad olan
Rahman’ın nefesiyle (ilmî sûretlerin açığa çıkması)
ile bana ifâza-i vücûd eyledi (vücût
ihsan etti, verdi).
Ve cemî'-i kemâlât (bütün kemâlâtı)
ile bende zâhir olup (meydana
çıkıp) sûret-i İlâhiyye'sini bana in'âm etti
(verdi, bağışladı)
.
Nitekim, Benî Âdem'deki (İnsan
oğullarındaki) bu mazhariyyete (mazhar
ve nail olmaya) işâreten cenâb-ı Sa'dî
buyurur. Beyt:
(Tercüme)
"Cenâb-ı Mün'im'den (Cenab-ı
Allah’ın nimetlerinden) in'âm (verilen,
ihsan) olunan Benî Âdem'in (insan
oğullarının) sırr-ı süveydâsındaki şey
(kalplerindeki siyah nokta), ne
felek (gökyüzü, sema) için
müsellemdir (verilmiştir),
ne de melek için hâsıldır.
(meydana gelmiştir) "
Ve
Hak bana ibâdet, ya'nî itâat eder (beni
dinler) .Zîrâ ……………………… (Mü'min,
40/60) muktezâsınca (gereğince) ben
O'ndan taleb ederim (isterim),
O da benim talebime icâbet (kabul)
eder. Ve ben taayyün-i evvel (Uluhiyet,
aklı evvel) mertebesinde müteayyin olduğumda (meydana çıktığımda)
/ beni rûhânî olan merâtibden (mertebelerden)
ve cismânî olan etvâr (durumlardan)
ve istihâlâttan (halden hale) geçirerek
insan sûretinde îcâd (yarattı)
ve ızhar etti (meydana
çıkardı) . Ve sûret-i
insâniyyeyi tesviye edip (insan
sûretinde şekillendirip) sûret-i İlâhiyye-i kemâliyye
(İlâhi sûretin
kemaliyle) rûhunu nefh etmek (üflemek)
için beni terbiye eyledi. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ
(r.a) bu etvâr (durumlar)
ve istihâlâta (hallere)
işâreten Mesnevî-i
Ma'nevî'lerinde buyururlar. Mesnevî:
Tercüme:
"Cemâdlık (maden,
toprak) mertebesinden öldüm, nebât (bitki) oldum.
Ve nebât (bitki)
mertebesinden öldüm, hayvan ile berâber oldum.
Hayvanlıktan öldüm; Âdem (insan) oldum.
Şu halde ölmekten ne korkayım, ne vakit ölmekten noksan
oldum?"
Hak
bana ibâdet ettiği gibi ben de O'na ibâdet ederim. Çünkü
bana in'âm ettiği (verdiği,
bağışladığı) sûret-i İlâhiyye-i cem'iyye-i
kemâliyyeyi (İlâhi
sûretin bütün kemallerine mazhar olmayı) ve
tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın
tecellilerini yani bende görünmelerini) ve zâtiyyeyi
kabûl
edip, o sûret ile onu ızhâr ettim (açığa
çıkardım).
İmdi
ibâdetin Hakk'a
ıtlâkı (bırakılması)
sû'-i edebden (edepsizlikten)
münbais olmadığı (meydana
gelmediği) gibi, ashâb-ı sekrin (manevi
sarhoşluk içinde olan kişilerin) kelâmı kabîlinden
(sözleri
cinsinden) dahi değildir.
Bu kelâm (sözler)
,
ârif-i muhakkık (hakikâte
ermiş) ve vâris-i müdakkıkın (en
ince meseleleri araştıran, gören mirasçıların) kelâmıdır
(sözleridir).
Ârifin
kelâmı (bilir kişilerin
sözleri) ise, usûl (kaide)
ve ma'rifet (bilgi)
üzeredir. Ondan her ne tarîk (yol)
üzere bir ibâre (cümle) sâdır
olsa (çıksa)
edebe muvâfıktır (uygundur)
. Âriften
(bilir kişilerden)
,
erbâb-ı şek (şüpheci
kimseler) ve ashâb-ı sû'-i edebden (edepsiz
olanlardan) sâdır olan (çıkan)
kelâm sûretinde
(sözler şeklinde) ibârât (cümleler)
sâdır olsa (çıksa) bile,
hükümde
onlar gibi değildir. Çünkü ârif (bilen
kişi) ihâta-i
Zâtiyye’ye
(Zât
ile ilgili
hususları
anlamaya, kavramaya) nâzırdır
(vazifelidir)
.
Onun meşhedinde (müşahedesinde, görüşlerinde)
Hakk'ın kabûl etmeyeceği bir hüküm (emir)
ve zâhir olmayacağı (açığa
çıkmayacağı)
bir vasıf (sıfat,
özellik) yoktur. Husûsiyle bu
tâife (grup) (rahmetullâhi
aleyh), esrâr-ı İlâhiyye’yi (İlâhi
sırları) ashâb-ı isti'dâda (yetenekli
kimselere) tefhîm (anlatmak) için,
fünûn-i sâire erbâbınca (diğer
fen, ilim sahiplerince) vaz' edilen (konulan) birtakım
ıstılâhât (terimler,
tâbirler) gibi, ıstılâhlar (tâbirler,
terimler) vaz' etmişlerdir (koymuşlardır)
. Ve
onların ıstılâhı mûcibince (tâbirleri
gereğince) “ibâdet"ten
(Allah’ın
emirlerini yerine getirmekten) murâd (kasıt)
"îcâd”
(“ibâdeti”
yapmak,
meydana getirmek) ve "terbiye"dir; (Allah’ın
rızası yolunda gitmeyi
öğrenmektir)
ve "itâat" (emre
uymak) , ya'nî isticâbet de (Duanın
kabul edilmesini istemek de) “icâbet”tir (boyun
eğmektir).
Nitekim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimize
…………….. dedi*. Ve cenâb-ı Fahr-i âlem Efendimiz
dahi
………………………………………………………..……………………
buyurdular**. Binâenaleyh (nitekim)
asıl sû'-i edeb (edepsizlik)
bu zevât-ı saâdet-simâtın (saadet
ehli zatların) ıstılâhâtına (tâbirlerine,
terimlerine) adem-i vukûf sâikasıyla (anlayışlarının
olmaması sebebiyle) kelâmlarını (sözlerini)
sû'-i edebe haml ederek
(edepsizliğe bağlayarak) i'tirâzâtta (itirazlarda) bulunmaktadır.
İmdi
halde ben O'na ikrâr ederim ve a'yânda O'na inkâr eylerim. O
beni bilir, ben O'nu inkâr ederim. Ve ben O'nu ârifim; binâenaleyh
O'nu müşâhede ederim (28).
Ya'nî
makâm-ı cem' (Vahidiyyet
mertebesi) ve vahdetin (tekliğin)
galebesi (üstün gelmesi) hâlinde,
Hakk'ın vahdet-i vücûduna (tek
vücût sahibi olan Hakk’ı) ikrâr (tasdik) ederim.
Çünkü kâffe-i eşyâyı (bütün
şeyleri, hakikâtleri) vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vücûdunda)
fânî (yok)
ve müstehlek (tükenmiş,
bitmiş) bir halde müşâhede eylerim (görür,
seyrederim) .
Fakat vaktâki (ne
vakit ki) a'yân-ı muhtelifeye (çeşitli
aşikâr olmuş, belli olmuşlara) bakarım, halkı (yaratılmışları)
görürüm. Kesretin (çokluğun)
galebesinden (üstün
gelmesinden) dolayı, bu a'yân-ı
hâdisede (aşikâre
durumda) O'nun müteayyin (görünen,
belli) ve muhtefi (gizlenen) olup,
onlardan mütecellî (görünür)
oluşunu
sâika-i tenzîh (tenzihe
götürmek) ile inkâr eylerim. Hak cemî'-i ahvâl (bütün hallerde) ve
etvârda (durumlarda)
beni bilir. Çünkü cemî'-i a'yânı sâbiteyi (bütün
hakikâtleri, ilmî suretleri) ve şuûn-i lâhıkayı
(olan
ve olacak işleri, olayları) muhîttir (bilir, ihata eder)
.
Ve âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde, bu dünyada) eşyâ sûretlerinde
(hakikât
suretlerinde) tecellî edip (belirip)
zâhir olunca (görülünce)
, ben inkâr
ederim. Zirâ vahdet-i zâtiyye (Zât’ının
tekliği) hasebiyle, ben O'nu tâaddüd (çoğalması) ve
kesretten (çokluklardan)
tenzîh ederim (münezzeh
kılarım, beri tutarım) ve eşyâ-yı hâdise (oluşmuş şeylerin)
sûretlerinden O'nu tecrîd eylerim (ayırır,
ayrı tutarım) . Ve
ben O'nu bilirim. Şu halde O'nu cem'an (toplamak
suretiyle, öz, özet olarak) ve tafsîlen (genişletilmiş,
teferuatlı olarak) müşâhede ederim (görür,
seyrederim) .
Zîrâ ma'rifet (bilme)
va müşâhede, (görme)
benim hakîkatimin îcâbıdır (gereğidir)
. O'nu
bilmeği ve görmeği, benim hakîkâtim (ilmî
suretim) bana i'tâ etti (verdi).
Bizden
nasıl ganî olur? Halbuki ben O'na müsâade ederim. Ve ben
O'nu is'âd eylerim. Hak bunun için beni îcâd etti, tâ ki
ben O'nu bileyim. İmdi ben O'nu ilimde îcâd ettim. Bize hadîs
bu ma'nâ ile geldi. Ve Hakk'ın maksadını bende tahkîk et!
(29).
Ya'nî
Hak esmâ ve sıfâtıyla bizden nasıl ganî (zengin,
doygun) olur? Halbuki ben, O'nun esmâsının ve sıfâtının
ve tecelliyâtının (belirmelerinin)
bende zuhûrunda (açığa
çıkmasında) ,
O'na müsâade ederim. Ve müsâade "nasr" (yardım)
ma'nâsınadır. Ve "nasr" hakkında âyet-i
kerîmede ……………………… (Muhammed, 47/7) buyrulur.
Çünkü kabil (fiili
kabul eden) , ya'nî
mef’ûl (üstünde fiil işlenen)
,
fâilin (fiili
işleyenin) fiiline yardım eder. Ve ben zâtımın
mir'âtında (aynasında)
ve aynımın mazharında (kendi
vücûdumda) Cemâl ve Celâl'iyle zuhûrunda (açığa
çıkmasında), Hakk'ı
is'âd (yardım, müsaade)
ederim. "İs'âd", hakîkatte bâtındaki (gizli
kalmış) kemâlâtın zâhire (aşikâr
olması) ihrâç (dışarı
atılması) ve ızhârından; (dışarı
çıkarılmasından) ve kemâlât-ı esmânın (esmanın
kemalatının) a'yânda zuhûrundan
(aşikâre, meydana, çıkmasından) ibârettir.
Nitekim hadîs-i şerîfte
…………………………………………………………………
buyrulur. Ve bu hadîs-i şerîfin mazmûn-i münîfine (yüce
sözlerine) muvâfık (uygun)
olarak Şeyh Nazîf Mevlevî buyurmuştur:
Âyna-i
mağfiret sûret-i isyânadır.
Halk
günâh etmese halk eder âhar İlâh
Velhâsıl
Hak,
min-haysü'z-Zât (Zât’ı bakımından)
âlemlerden ganîdir (zengindir).
Fakat minhaysü'l-esmâ ve's-sıfât
(esması ve sıfatları
bakımından) bizlerden ganî (zengin,
varlıklı) değildir. Zîrâ Ulûhiyyet (İlahlık) me'lûh
(İlah’ı
olan kul) ile ve hâlıkıyyet (yaratıcılık)
mahlûk (yaratılmış)
ile ve Rubûbiyyet (Rablık) merbûb
(Rabbi olan kul) ile
ve ma'bûdiyyet (mabud’luk)
abd (kul)
ile tahakkuk eder (gerçekleşir).
İşte
O'nun Rubûbiyyetine ve Ulûhiyyetine müsâade etmem ve O'nu
muzhir (izhar
edici, gösterici) olmam için, ben me'lûh (İlah’ı olan
kul) ve merbûbu (Rabbi
olan kulu) îcâd eyledi (yarattı)
.
Ve mâdemki ben me'lûhum (İlahı
olan kulum) ve merbûbum (Rabbi
olan kulum) , İlâh'ımı
ve Rabb'imi bu sıfatlarımla bilirim. Ve ben O'nun kâffe-i
mevcûdâtta (varlıkların
hepsinde) zâhir (görülür) olduğunu
bildikten ve O'nu ilimde bu sûretle îcâd ettikten sonra, bu
sırrı ehl-i hicâba (perdeli
kişilere) ızhâr ederim (gösteririm,
açarım).
Zikrolunan
(anlatılan)
ma'nâya mebnî (manâdan
dolayı) ,
Hakk'ın ma'rifeti (bilinmesi) ve
ilimde îcâdı (ilimde
bulma)
talebini
mutazammın (içine
almış) olarak lisân-ı Resûl (Resûl’un
dili ile) bize
…………………………………………….
hadîs-i kudsîsi geldi. Ve Hakk'ın maksadı ve talebi (isteği)
bende tahkîk olundu (gerçekleşti)
. Ya'nî
Hak, mâdemki mahlûkâtı kendisi bilinmek için halk etti (yarattı) ve
mâdemki ben dahi 0'nu bilecek olan mahlûkum; şu halde O'nu
bilmek için bana ilim lâzım geldi. Ve ilim tahakkuk edince (gerçekleşince)
, O'nu
bu ilimde îcâd etmek (bulmak)
iktizâ etti (gerekti)
. Zîrâ
Hak, bendeki kâbiliyyet-i külliyye (bütün
kabiliyet) ve mazhariyyet-i cem'iyyeye mebnî (bütün
esmanın çıktığı, göründüğü yer olmamdan dolayı)
, bende
zuhûr-i cem'î (bütünüyle
açığa çıkması) ve tafsîlî (ayrıntıları)
ile zâhir (göründü) ve
mütecellî oldu (meydana
çıktı) . Ben
dahi O'nu ma'rifet-i külliyye (bütün
ilmi) ile ârif olup (bilip)
O'nu ilmimde müşâhede ettim (gördüm,
seyrettim) . Ve
bu ilmimdeki müşâhede (görüş)
üzerine O'nu ızhâr eyledim (açığa
çıkardım).
<devam
edecek>
11.12.2002
http://sufizmveinsan.com
|