(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Vaktâki
Halîl (a.s.) için, Halîl tesmiye olunduğu mertebe sâbit
oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet ittihâz eyledi
(30).
Ya'nî vaktâki
(ne vakit ki) isti'dâd
ve kâbiliyyetinin vüs'ati (genişliği)
hasebiyle, Hak Teâlâ'nın zâhir (görünür)
olduğu cemî'-i
makâmat-ı İlâhiyye’ye (bütün
İlâhi makamlarla) mazhariyyet (şereflenme)
mertebesi İbrâhîm
(a.s.) için sâbit olup, o makâmâta (makamlara)
tahallül ederek (nüfûz
ederek) , rızkın
beden-i merzûkun (rızıklanmış
bedenin) eczâsında (zerrelerinde)
sâri olması (yayılması)
gibi, o makâmlarda sirâyet etti (yayıldı)
ve Hakk'a gıdâ oldu. Ve kezâ Hak dahi, İbrâhîm
(a.s.)’ın cemî'-i hakâyık (bütün hakikâtler) ve kuvâsına (meleki
güçlerine) mütehallil (girip)
ve sârî olup (yayılıp)
vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm
(a.s.), halâikı (mahlûkları) ziyâfete da'vet edip tağdiyeyi (gıda vermeyi) âdet ittihâz eyledi (edindi) . Ve bu makâmât-ı
İlâhiyyeye (İlâhi
makamlara) tahallül (nüfûz)
etmek ve Hak onun kuvâsına (meleki
güçlerine) mütehallil olmak (girmek)
hâli kendisine galebe edip (üstün
gelip) hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine
de münteşir (yayılmış)
oldu; ve hâli ,fıilinde zuhûr etti (açığa
çıktı).
Ve
İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber erzâk için
kıldı. Ve merzûkların teğaddîsi erzâk ile olur. Rızk,
onda bir şey bâkî kalmamak sûretiyle, merzûkun zâtına
tahallül ettiği vakit, ancak rızkın tahallülü kalır.
Zîrâ gıdâ müteğaddînin cemî'-i eczâsına ve eczânın
hepsine sirâyet eder. Halbuki burada eczâ yoktur. Böyle
olunca esmâ-i İlâhiyye ile muabber olan cemî'-i makamât-ı
İlâhiyye’ye İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü, / ve zât-ı
ecell ve a'lânın onunla zuhûru lâ-büddür (31).
Ya'nî
ehl-i tarîkın (tarikata
mensup olanların) ekberi (en
büyüğü) olan şeyh-i
muhakkık Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî
Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)’ın Hz. Mîkâîl ile berâber
erzâka (rızka) müvekkel olduğunu (vekil
tayin edildiğini) beyân eyledi (bildirdi)
. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin on ikinci bâbında, (bölümünde)
bu husûsun Meserretü'l-Cebelî hazretlerinden rivâyet (söylenti, hikaye) olunduğunu beyân buyurmuşlardır (açıklamışlardır).
Rızk
müteğaddînin (gıdalananın)
zâtına dâhil olup da, onun eczâsından (zerrelerinden)
hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazm olsa, ancak tahallül
(karışmış olarak) kalır. Çünkü gıdâ, müteğaddînin (gıdalananın)
kâffe-i eczâsına (zerrelerinin
hepsine) yayılır. Ve merzûkların (rızıklanmışların)
teğaddîsi (gıdalanması)
dahi erzâk (besinler)
ile olur. Binâenaleyh (nitekim),
iki mütehallilden (karışmıştan)
her birisinin vücûdu, hey'et-i mecmûasıyla (tamamıyla)
diğerinin hakîkatinde tahallül eder
(karışır) . Nitekim
gıda hakîkati ile müteğaddînin (gıdalananın)
kâffe-i eczâsına (bütün
zerrelerine) yayılır. Maahâzâ (bununla
beraber) cem'iyyet-i İlâhiyye’de (İlâhi
Birliktelikte) eczâ (parçalar,
cüzler) olamaz. Gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın)
tahallülü (karışması)
, burada mahzâ (sadece) bir
temsîlden ibârettir. Zîrâ gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın) vücûdu yekdîğerinin (birbirinden) gayrıdır (başkadır)
. Ve bâtın (gizli) olan Zât-ı Hak (Hakk’ın
Zât’ı) , zâhir (görülür,
meydanda) olan halkın (yaratılmışın)
taayyün cihetinden
(sureti bakımından) gayri
(başka) ise de, hakîkatte
zâhir (aşikâr) ve
bâtın (gizli) Hak'tır. Beynehümâda (ikisi
arasında) gayriyyet (ayrılık)
yoktur.
İmdi
İbrâhîm (a.s.) Hakk'a gıdâ olup onda mütehallil (çözülmüş,
ona karışmış) oldukda, "esma" ta'bîr olunan
(denen) makâmât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi
mertebelerin) kâffesine (hepsine)
tahallül (karışması,
nüfûz) etmesi ve İbrâhîm (a.s.)ın mazharında (suretinde)
zâhir olan (görülen)
esmâ-i İlâhiyye (İlâhi
isimler) ile Hak Celle ve Alâ'nın Zâtının zâhir
olması (zatı ile görülmesi)
lâ-büddür (kaçınılmazdır,
gereklidir) . Bu
sûrette cenâb-ı İbrâhîm esmâya gıdâ olunca, o esmâda
muhtefî (saklanmış) ve
bâtın (gizli) olur;
ve zât-ı Hak (Hakk Zâtıyla)
İbrâhîm'de zâhir bulunur (açığa
çıkar).
Şiir:
İmdi
biz, Hak içiniz. Nitekim edillemiz sâbit oldu. Ve biz, bizim
içiniz (32).
Ya'nî
biz Hak içiniz. Zîrâ bâlâda (yukarıda)
beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, keşf-i evvelin (ilk
keşfin) i'tâ ettiği (verdiği)
ma'rifet (biliş) iktizâsınca (gereğince)
bizim suver-i ilmiyye-i gaybiyyemiz (bilinmeyen
gizli kalmış ilmi sûretlerimiz) a'yân-ı sâbite âyînelerinde
(hakikat aynalarında) Hakk'ın
sûretleridir. / Ve zâhir olan (görülen,
açığa çıkan) edille-i keşfiyyemiz (asıl,
kesin keşfimiz) mûcibince (gereğince)
vücûdât-ı zâhiremiz (belli,
aşikâr olmuş vücutlarımız) 0'nun vücûdudur. Binâenaleyh
(nitekim) biz Hakk'ın mülküyüz. Ve biz a'yân-ı sâbitemizin (ilmi
suretlerimizin) sûretleriyiz ve onların mülküyüz.
Binâenaleyh (nitekim), bizim
bu a'yân-ı hâriciyyemizde (dış
suretlerimizde, bedenlerimizde) zâhir (görülen)
ve hâkim olan (hükmeden,
emreden) o a'yân-ı sâbitemizdir (esma
terkibimizdir).
Ve
O'nun için benim olmamdan gayri yoktur. İmdi biz O'nun içiniz;
biz bizim için olduğumuz gibi (33).
Ya'ni
Hak için benim üzerime ifâza-i vücûddan (vücût
bahşetmesinden, vermesinden) gayri (başka)
bir şey yoktur. Bu sûrette biz O'nun mülküyüz; ve O
bizim üzerimize vücûd (varlığı)
ile hâkimdir. (hükmeder)
Bizim üzerimize â'yân-ı sâbitemiz (esma
terkibimiz) hâkim olduğu (hükmettiği)
gibi.
İmdi
benim için iki vecih vardır: "Hüve" ve
"ene". Halbuki Hakk'ın zuhûr-i enâniyyeti için
"ene" lafzı yoktur (34).
Ya'nî
benim vücûdum vaktâki (ne
zaman ki) Vücûd-i Mutlak’ın aynı oldu, bu vücûdum
o Vücûd-i Mutlak’ın ayn-ı sâbiteme (hakikâtime) inzımâmiyle (katılmasıyle)
müteayyin oldu (meydana
çıktı) . Ya'nî
Hak, sûret-i ilmiyyesi (ilmi
sûreti) olan ayn-ı sâbiteme, (hakikatime,
ilmi suretime) vücûd-i mutlak-ı latîfinin (Mutlak
Varlığın nurunun) bi't-tenezzül (inmek
suretiyle) kesâfeti cihetiyle (yoğunluk
kazanması yönüyle) , bu
hazret-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde, dünyada) ,
bir vücûd verdi. Binâenaleyh (nitekim)
, benim için iki vecih (yüz) vardır
ki, birisi "vech-i Hüviyyet" (Zât
yüzü) ve diğeri "vech-i enâniyyet"tir (benliğinin yüzü) . Birinci
veche göre, Hak ile aramızda imtiyâz (farklılık,
ayrıcalık) yoktur. İkinci veche göre temeyyüz (farklılaşma, başkalaşma) hâsıl (meydana
gelmiş) ve ubûdiyyetle (kulluk’la)
Rubûbiyyet (Rab’lık)
zâhir olur (meydana
çıkar) . Ve Hakk'ın enâniyyeti
(Ben’liği) zâhir
(aşikar) olmak için / "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ya'nî Hak için enâniyyet (ben’lik)
yoktur. Belki O'nun kendi Zâtiyle bir enâniyyeti (ben’liği)
vardır. Zîrâ "ene" lafzı (ben
kelimesi) , kişinin
kendi muhîtinde (civarında,
etrafında) bulunan benliklerden, kendi benliğini tefrîk
(seçilmesi) ve temyîz
(ayrılması) için
vaz' edilmiş (konulmuş)
olan bir lafızdır (sözdür)
. Halbuki Hak mevcûddur
ve onunla berâber ezelen (geçmişte)
ve ebeden (gelecekte)
hiçbir şey mevcûd değildir.
……………………………………. Binâenaleyh (nitekim)
O'nun benliği kendi Zâtiyledir ve kendi zâtında müstehlektir
(yok olmuştur) . Şu halde Hak için "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ve Hak zâtı hasebiyle kendinin gayri (kendinden
başka) görünen âlemlerden ganîdir (zengindir,
doygundur) . Ve
benim enâniyyetim (benliğim)
ona muhtaçtır. Çünkü "ben, ben" dediğim,
benim bu taâyyünüm (oluşumum, suretim) , O'nun
Vücûd-i Mutlak’ının (Mutlak
Vücûdunun) bu kisve (beden
giysisi) ile mukayyeden (Hakk’ka
bağlı, kayıtlı olarak) zuhûrudur (meydana
çıkmasıdır) . Eğer
O enâniyyet-i Zâtiyyesini (Zât’ının
ben’liğini) ızhâr etse, (meydana
çıkarsa) eşyâ (varlıklar)
fânî (yok) ve ağyâr
(Hakk’tan başka her şey) ma'dûm (yok)
olur. Velhâsıl ba'zı ehl-i aklın (akıl
sahiplerinin) tevehhümleri (var
zannettikleri) gibi O'nun bizden ayrı enâniyyeti (benliği) ve taayyünü (sureti)
yoktur. Bu tevehhümün (var
zannettiklerinin) menşei (esası,
kökü) , O'nun
bizim enâniyyetimizde (benliğimizde)
ihtifâ etmiş (gizlenmiş)
olmasındandır.
Velâkin
Hakk'ın zuhûru benim vücûdumdadır. Binâenaleyh biz Hak için
"inâ"',-ya'nî kab gibiyiz (35).
Ya'nî
Hakk'ın hakîkati bende zâhirdir (görülür,
aşikârdır) . Bu
sûrette biz Hak için bir zarf' mesâbesindeyiz (derecesindeyiz)
. Çünkü o bizim sûretlerimize
ve renklerimize göre bizim ile zâhir (aşikar)
olup müteayyin oldu (meydana
çıktı) . Nitekim
eşkâl (şekli) ve elvânı (renkleri)
muhtelif (çeşitli)
birtakım bardaklara su konsa, su hadd-i zâtında (esasında)
bî-taayyün (şekilsiz)
ve bî-renk (renksiz)
iken, bardak ne şekilde ise o şekle tebean (uyarak)
müteayyin olur (meydana
çıkar) . Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mâvî ve sarı
görünür. İşte Zât-ı Hak dahi böyle bî-taayyün (şekilsiz) ve bî-renktir (renksizdir)
. Bizim taayyünâtımıza
(meydana çıkış
durumumuza) göre / suver-i muhtelife (farklı
şekillerde) ve mütenevviada (çeşit,
çeşit) zâhir (aşikar)
olur.
İmdi
"su" ile "zarf ' ancak bir temsîlden (örnekten,
misalden) ibârettir. Zîrâ "su" ile
"kap" arasında ikilik ve gayriyyet (başkalık)
vardır. Suyun vücûdu ile bardağın vücûdu başka
başka şeylerdir. Suyun bardağa duhûlü (girmesi)
, hulûl (içine girme) sûretiyledir. Bâlâda (yukarıda) mükerreren (defalarca)
zikr olunduğu (anlatıldığı)
üzere, Hakk'ın bizim taayyünâtımıza (bedenlerimize)
tahallülü (girmesi,
karışması) ise isneyniyyet (ikilik)
ve hulûl (içine
girme) sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, Vücûd-i
Mutlak’ın (Hakk’ın
vücûdunun) tenezzülünden (inmesinden,
yoğunlaşmasından) husûle gelmiş, (mevcut
olmuş) mukayyed (bağlı,
kayıtlı) bir vücûd-i kesîftir (yoğunluk
kazanmış madde vücûttur) . Binâenaleyh
(nitekim), bir zarf-ı müstakıl (müstakil
bir zarf gibi) ve hâriç (dışta)
farz olunamaz (sayılamaz,
düşünülemez)
Hulûle
(girme, dahil olma) kâil (düşüncesine
sahip) olanlar, vücûd-i Hak (Hakk’ın
vücûdu) ile vücûd-i halkı (yaratılmışların
vücûtlarını) yekdîğerinin (birbirlerinden)
gayri (başka, ayrı)
tevehhüm ettikleri (zannettikleri)
için bu varta-i hulûle (dahil
etme, içine girme çukuruna) düşmüşlerdir.
Ve
Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler ve râh-ı sedîde delâlet
ve hidâyet eyler (35).
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (şeyh’lerin
en büyüğü) ve misk-i ezfer (güzel
misk kokulu) (r.a.) kendi nefs-i nefisini, Hakk'a
mazhariyyet (nail olma) husûsunda,
su kabına teşbîh edip (benzetip)
kendi mazhariyyetinde (nail
olduğu, elde ettiği) ,
Hakk'ın kâffe-i esmâ (bütün
esması) ve sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani
sıfatlar) ile zuhûrunu (görünmesini)
, taayyününü (aşikâra çıkmasını)
ve tecellîsini (İlâhi
kudretin görünmesini, belirmesini) isbât ettiğinden (kanıtladığından) , bu
fass-ı lem'a-nisârda (özünden
saçtığı pırıltılarda) beyân buyurduğu (açıkladığı)
hakâyıkta (hakikatlerde)
, lisânının (konuştuklarının)
lisân-ı Hak (Hakk’ın
sözleri) olduğuna işâreten:
"Bu hakayıkı (hakikatleri)
söyleyen Hak'tır; benim lisânım ile sizi tarîk-ı
vahdete (tek yolu) delâlet
(işaret eder) ve
hidâyet eder" (doğru
yolu gösterir) buyururlar. "El-hamdü lillâhi
rabbi'l âlemîn"
İntihâ:
3 Şubat 331; Rebîu'l-âhir 334, Çarşamba sabâhı.
Vaktâki
Halîl (a.s.) için, Halîl tesmiye olunduğu mertebe sâbit
oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet ittihâz eyledi
(30).
Ya'nî
vaktâki (ne vakit ki) isti'dâd
ve kâbiliyyetinin vüs'ati (genişliği) hasebiyle, Hak Teâlâ'nın zâhir (görünür) olduğu cemî'-i
makâmat-ı İlâhiyyeye (bütün
İlâhi makamlarla) mazhariyyet (şereflenme)
mertebesi İbrâhîm
(a.s.) için sâbit olup, o makâmâta (makamlara)
tahallül ederek, (nüfûz
ederek) rızkın beden-i merzûkun (rızıklanmış
bedenin) eczâsında (zerrelerinde)
sâri olması (yayılması)
gibi, o makâmlarda sirâyet etti (yayıldı)
ve Hakk'a gıdâ oldu. Ve kezâ Hak dahi, İbrâhîm
(a.s.)ın cemî'-i hakâyık (bütün hakikatler) ve kuvâsına (meleki
güçlerine) mütehallil (girip)
ve sârî olup (yayılıp)
vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm
(a.s.), halâikı (mahlûkları) ziyâfete da'vet edip tağdiyeyi (gıda vermeyi) âdet ittihâz eyledi. (edindi) Ve bu makâmât-ı İlâhiyyeye (İlâhi makamlara) tahallül (nüfûz)
etmek ve Hak onun kuvâsına (meleki
güçlerine) mütehallil olmak (girmek)
hâli kendisine galebe edip, (üstün
gelip) hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine
de münteşir (yayılmış) oldu; ve hâli ,fıilinde zuhûr etti. (açığa
çıktı)
Ve
İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber erzâk için
kıldı. Ve merzûkların teğaddîsi erzâk ile olur. Rızk,
onda bir şey bâkî kalmamak sûretiyle, merzûkun zâtına
tahallül ettiği vakit, ancak rızkın tahallülü kalır.
Zîrâ gıdâ müteğaddînin cemî'-i eczâsına ve eczânın
hepsine sirâyet eder. Halbuki burada eczâ yoktur. Böyle
olunca esmâ-i İlâhiyye ile muabber olan cemî'-i makamât-ı
İlâhiyyeye İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü, / ve zât-ı
ecell ve a'lânın onunla zuhûru lâ-büddür (31).
Ya'nî
ehl-i tarîkın (tarikata
mensup olanların) ekberi (en
büyüğü) olan şeyh-i
muhakkık Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî
Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)ın Hz. Mîkâîl ile berâber
erzâka (rızka) müvekkel olduğunu (vekil
tayin edildiğini) beyân eyledi. (bildirdi)
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin on ikinci bâbında, (bölümünde)
bu husûsun Meserretü'l-Cebelî hazretlerinden rivâyet (söylenti, hikaye) olunduğunu beyân buyurmuşlardır. (açıklamışlardır)
Rızk
müteğaddînin (gıdalananın)
zâtına dâhil olup da, onun eczâsından (zerrelerinden)
hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazm olsa, ancak tahallül
(karışmış olarak) kalır.
Çünkü gıdâ, müteğaddînin (gıdalananın)
kâffe-i eczâsına (zerrelerinin
hepsine) yayılır. Ve merzûkların (rızıklanmışların)
teğaddîsi (gıdalanması)
dahi erzâk (besinler)
ile olur. Binâenaleyh (nitekim)
iki mütehallilden (karışmıştan)
her birisinin vücûdu, hey'et-i mecmûasıyla (tamamıyla)
diğerinin hakîkatinde tahallül eder.
(karışır) Nitekim gıda hakîkati ile müteğaddînin (gıdalananın)
kâffe-i eczâsına (bütün
zerrelerine) yayılır. Maahâzâ (bununla
beraber) cem'iyyet-i İlâhiyyede (İlâhi
Birliktelikte) eczâ (parçalar,
cüzler) olamaz. Gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın)
tahallülü, (karışması)
burada mahzâ (sadece)
bir temsîlden ibârettir. Zîrâ gıdâ ile müteğaddînin
(gıdalananın) vücûdu
yekdîğerinin (birbirinden)
gayrıdır. (başkadır)
Ve bâtın (gizli) olan zât-ı Hak, (hakk’ın
zatı) zâhir (görülür,
meydanda) olan halkın (yaratılmışın)
taayyün cihetinden
(sureti bakımından) gayri (başka)
ise de, hakîkatte zâhir (aşıkâr)
ve bâtın (gizli) Hak'tır.
Beynehümâda (ikisi
arasında) gayriyyet (ayrılık)
yoktur.
İmdi
İbrâhîm (a.s.) Hakk'a gıdâ olup onda mütehallil (çözülmüş,
ona karışmış) oldukda, "esma" ta'bîr olunan
(denen) makâmât-ı
İlâhiyyenin (İlâhi
mertebelerin) kâffesine (hepsine)
tahallül (karışması,
nüfûs) etmesi ve İbrâhîm (a.s.)ın mazharında (suretinde)
zâhir olan (görülen)
esmâ-i İlâhiyye (ilahi
isimler) ile Hak Celle ve Alâ'nın zâtının zâhir
olması (zatı ile görülmesi)
lâ-büddür. (kacınılmazdır,
gereklidir) Bu sûrette cenâb-ı İbrâhîm esmâya gıdâ
olunca, o esmâda muhtefî (saklanmış)
ve bâtın (gizli) olur;
ve zât-ı Hak (hakk zatıyla)
İbrâhîm'de zâhir bulunur. (açığa
çıkar)
Şiir:
İmdi
biz, Hak içiniz. Nitekim edillemiz sâbit oldu. Ve biz, bizim
içiniz (32).
Ya'nî
biz Hak içiniz. Zîrâ bâlâda (yukarıda) beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, keşf-i evvelin (ilk
keşfin) i'tâ ettiği (verdiği)
ma'rifet (biliş) iktizâsınca
(gereğince) bizim suver-i ilmiyye-i gaybiyyemiz (bilinmeyen
gizli kalmış ilmi sûretlerimiz) a'yân-ı sâbite âyînelerinde
(hakikat aynalarında) Hakk'ın
sûretleridir. / Ve zâhir olan (görülen,
açığa çıkan) edille-i keşfiyyemiz (asıl,
kesin keşifimiz) mûcibince (gereğince)
vücûdât-ı zâhiremiz (belli,
aşıkar olmuş vücutlarımız) 0'nun vücûdudur. Binâenaleyh
(nitekim) biz Hakk'ın mülküyüz. Ve biz a'yân-ı sâbitemizin (ilmi
suretlerimizin) sûretleriyiz ve onların mülküyüz.
Binâenaleyh (nitekim) bizim
bu a'yân-ı hâriciyyemizde (dış
suretlerimizde, bedenlerimizde) zâhir (görülen)
ve hâkim olan (hükmeden,
emreden) o a'yân-ı sâbitemizdir. (esma
terkibimizdir)
Ve
O'nun için benim olmamdan gayri yoktur. İmdi biz O'nun içiniz;
biz bizim için olduğumuz gibi (33).
Ya'ni
Hak için benim üzerime ifâza-i vücûddan (vücût
bahşetmesinden, vermesinden) gayri (başka)
bir şey yoktur. Bu sûrette biz O'nun mülküyüz; ve O
bizim üzerimize vücûd (varlığı) ile hâkimdir. (hükmeder)
Bizim üzerimize â'yân-ı sâbitemiz (esma
terkibimiz) hâkim olduğu (hükmettiği)
gibi.
İmdi
benim için iki vecih vardır: "Hüve" ve
"ene". Halbuki Hakk'ın zuhûr-i enâniyyeti için
"ene" lafzı yoktur (34).
Ya'nî
benim vücûdum vaktâki (ne zaman ki) vücûd-i mutlakın aynı oldu, bu vücûdum o vücûd-i
mutlakın ayn-ı sâbiteme (hakikatime)
inzımâmiyle (katılmasıyle)
müteayyin oldu. (meydana
çıktı) Ya'nî Hak, sûret-i ilmiyyesi (ilmi
sûreti) olan ayn-ı sâbiteme, (hakikatime,
ilmi suretime) vüçûd-i mutlak-ı latîfinin (mutlak
varlığın nurunun) bi't-tenezzül (inmek
süretiyle) kesâfeti cihetiyle, (yoğunluk
kazanması yönüyle) bu hazret-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz alemde, dünyada) bir vücûd verdi. Binâenaleyh
(nitekim) benim için
iki vecih, (yüz) vardır
ki, birisi "vech-i hüviyyet" (zat
yüzü) ve diğeri "vech-i enâniyyet"tir. (benliğinin
yüzü) Birinci veche göre Hak ile aramızda imtiyâz (farklılık, ayrıcalık) yoktur. İkinci veche göre temeyyüz (farklılaşma,
başkalaşma) hâsıl (meydana
gelmiş) ve ubûdiyyetle (kulluk’la)
rubûbiyyet (rab’lık)
zâhir olur. (meydana
çıkar) Ve Hakk'ın enâniyyeti (ben’liği)
zâhir (aşikar) olmak için / "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ya'nî Hak için enâniyyet (ben’lik)
yoktur. Belki O'nun kendi zâtiyle bir enâniyyeti (ben’liği)
vardır. Zîrâ "ene" lafzı, (ben
kelimesi) kişinin kendi muhîtinde (civarında,
etrafında) bulunan benliklerden, kendi benliğini tefrîk
(seçilmesi) ve temyîz
(ayrılması) için
vaz' edilmiş (konulmuş)
olan bir lafızdır. (sözdür)
Halbuki Hak mevcûddur; ve onunla berâber ezelen (geçmişte)
ve ebeden (gelecekte)
hiçbir şey mevcûd değildir.
……………………………………. Binâenaleyh (nitekim)
O'nun benliği kendi zâtiyledir; ve kendi zâtında müstehlektir.
(yok olmuştur) Şu
halde Hak için "ene" lafzı (ben
kelimesi) yoktur. Ve Hak zâtı hasebiyle kendinin gayri (kendinden
başka) görünen âlemlerden ganîdir. (zengindir,
doygundur) Ve benim enâniyyetim (benliğim)
ona muhtaçtır. Çünkü "ben, ben" dediğim,
benim bu taâyyünüm, (oluşumum,
suretim) O'nun vücûd-i mutlakının (mutlak
vücûdunun) bu kisve (beden
giysisi) ile mukayyeden (hakk’ka
bağlı, kayıtlı olarak) zuhûrudur. (meydana
çıkmasıdır) Eğer O enâniyyet-i zâtiyyesini (zat’ının
ben’liğini) ızhâr etse, (meydana
çıkarsa) eşyâ (varlıklar)
fânî (yok) ve ağyâr
(hakk’tan başka her şey) ma'dûm (yok)
olur. Velhâsıl ba'zı ehl-i aklın (akıl
sahiplerinin) tevehhümleri (var
zannettikleri) gibi O'nun bizden ayrı enâniyyeti (benliği) ve taayyünü (sureti)
yoktur. Bu tevehhümün (var
zannettiklerinin) menşei, (esası,
kökü) O'nun bizim enâniyyetimizde (benliğimizde)
ihtifâ etmiş (gizlenmiş)
olmasındandır.
Velâkin
Hakk'ın zuhûru benim vücûdumdadır. Binâenaleyh biz Hak için
"inâ"',-ya'nî kab gibiyiz (35).
Ya'nî
Hakk'ın hakîkati bende zâhirdir. (görülür, aşıkardır) Bu sûrette biz Hak için bir zarf' mesâbesindeyiz.
(derecesindeyiz) Çünkü
o bizim sûretlerimize ve renklerimize göre bizim ile zâhir (aşıkar) olup müteayyin oldu. (meydana
çıktı) Nitekim eşkâl (şekli)
ve elvânı (renkleri)
muhtelif (çeşitli)
bir takım bardaklara su konsa, su hadd-i zâtında (esasında)
bî-taayyün (şekilsiz)
ve bî-renk (renksiz) iken,
bardak ne şekilde ise o şekle tebean (uyarak)
müteayyin olur. (meydana
çıkar) Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil,
mâvî ve sarı görünür. İşte zât-ı Hak dahi böyle bî-taayyün
(şekilsiz) ve bî-renktir.
(renksizdir) Bizim
taayyünâtımıza (meydana
çıkış durumumuza) göre / suver-i muhtelife (farklı
şekillerde) ve mütenevviada (çeşit,
çeşit) zâhir (aşıkar)
olur.
İmdi
"su" ile "zarf ' ancak bir temsîlden (örnekten, misalden) ibârettir. Zîrâ "su" ile
"kap" arasında ikilik ve gayriyyet (başkalık) vardır. Suyun vücûdu ile bardağın vücûdu başka
başka şeylerdir. Suyun bardağa duhûlü, (girmesi)
hulûl (içine girme) sûretiyledir.
Bâlâda (yukarıda) mükerreren
(defalarca) zikr
olunduğu (anlatıldığı)
üzere, Hakk'ın bizim taayyünâtımıza (bedenlerimize)
tahallülü (girmesi,
karışması) ise isneyniyyet (ikilik)
ve hulûl (içine girme) sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, vücûd-i
mutlakın (hakk’ın vücûdunun)
tenezzülünden (inmesinden,
yoğunlaşmasından) husûle gelmiş, (mevcut
olmuş) mukayyed (bağlı,
kayıtlı) bir vücûd-i kesîftir. (yoğunluk
kazanmış madde vücûttur) Binâenaleyh (nitekim)
bir zarf-ı müstakıl (müstakil
bir zarf gibi) ve hâriç (dışta)
farz olunamaz. (sayılamaz,
düşünülemez)
Hulûle
(girme, dahil olma) kâil (düşüncesine
sahip) olanlar, vücûd-i Hak (hakk’ın
vücûdu) ile vücûd-i halkı (yaratılmışların
vücûtlarını) yekdîğerinin (birbirlerinden)
gayri (başka, ayrı) tevehhüm
ettikleri (zannettikleri) için
bu varta-i hulûle (dahil
etme, içine girme çukuruna) düşmüşlerdir.
Ve
Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler; ve râh-ı sedîde delâlet
ve hidâyet eyler (35).
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (şeyh’lerin
en büyüğü) ve misk-i ezfer (güzel
misk kokulu) (r.a.) kendi nefs-i nefisini, Hakk'a
mazhariyyet (nail olma) husûsunda,
su kabına teşbîh edip, (benzetip)
kendi mazhariyyetinde, (nail
olduğu, elde ettiği) Hakk'ın kâffe-i esmâ (bütün
esmaları) ve sıfât-ı rabbâniyye (rabbani
sıfatlar) ile zuhûrunu, (görünmesini)
taayyününü (aşikâra
çıkmasını) ve tecellîsini (İlâhi
kudretin görünmesini, belirmesini) isbât ettiğinden, (kanıtladığından)
bu fass-ı lem'a-nisârda (özünden
saçtığı pırıltılarda) beyân buyurduğu (açıkladığı)
hakâyıkta, (hakikatlerde)
lisânının (konuştuklarının)
lisân-ı Hak (hakk’ın
sözleri) olduğuna işâreten:
"Bu hakayıkı (hakikatleri)
söyleyen Hak'tır; benim lisânım ile sizi tarîk-ı
vahdete (tek yolu) delâlet
(işaret eder) ve hidâyet
eder" (doğru yolu gösterir)
buyururlar. "El-hamdü lillâhi rabbi'l âlemîn"
İntihâ:
3 Şubat 331; Rebîu'l-âhir 334, Çarşamba sabâhı.
<devam
edecek>
17.12.2002
http://sufizmveinsan.com
|