43. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Vaktâki Halîl (a.s.) için, Halîl tesmiye olunduğu mertebe sâ­bit oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet ittihâz eyledi (30).
Ya'nî vaktâki (ne vakit ki) isti'dâd ve kâbiliyyetinin vüs'ati (genişliği) hasebiyle, Hak Te­âlâ'nın zâhir (görünür) olduğu  cemî'-i makâmat-ı İlâhiyye’ye (bütün İlâhi makamlarla) mazhariyyet (şereflenme) mer­tebesi  İbrâhîm (a.s.) için sâbit olup, o makâmâta (makamlara) tahallül ederek (nüfûz ederek) , rızkın beden-i merzûkun (rızıklanmış bedenin) eczâsında (zerrelerinde) sâri olması (yayılması) gibi, o makâmlarda sirâyet etti (yayıldı) ve Hakk'a gıdâ oldu. Ve kezâ Hak dahi, İbrâhîm (a.s.)’ın cemî'-i hakâyık (bütün hakikâtler) ve kuvâsına (meleki güçlerine) mütehallil (girip) ve sârî olup (yayılıp) vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm (a.s.), halâikı (mahlûkları) ziyâfete da'vet edip tağdiyeyi (gıda vermeyi) âdet ittihâz eyledi (edindi) . Ve bu makâmât-ı İlâhiyyeye (İlâhi makamlara) ta­hallül (nüfûz) etmek ve Hak onun kuvâsına (meleki güçlerine) mütehallil olmak (girmek) hâli kendisi­ne galebe edip (üstün gelip) hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine de münteşir (yayılmış) oldu; ve hâli ,fıilinde zuhûr etti (açığa çıktı).

Ve İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber erzâk için kıldı. Ve merzûkların teğaddîsi erzâk ile olur. Rızk, onda bir şey bâkî kalmamak sûretiyle, merzûkun zâtına tahal­lül ettiği vakit, ancak rızkın tahallülü kalır. Zîrâ gıdâ mü­teğaddînin cemî'-i eczâsına ve eczânın hepsine sirâyet eder. Halbuki burada eczâ yoktur. Böyle olunca esmâ-i İlâhiyye ile muabber olan cemî'-i makamât-ı İlâhiyye’ye İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü, / ve zât-ı ecell ve a'lânın onunla zuhûru lâ-büddür (31).

Ya'nî ehl-i tarîkın (tarikata mensup olanların) ekberi (en büyüğü) olan  şeyh-i muhakkık Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)’ın Hz. Mîkâîl ile berâber erzâka (rızka) müvekkel olduğunu (vekil tayin edildiğini) beyân eyledi (bildirdi) .  Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin on ikinci bâbında, (bölümünde) bu husûsun Meserretü'l-Cebelî hazretlerinden rivâyet (söylenti, hikaye) olunduğunu beyân buyur­muşlardır (açıklamışlardır).

Rızk müteğaddînin (gıdalananın) zâtına dâhil olup da, onun eczâsından (zerrelerinden) hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazm olsa, ancak tahallül (karışmış olarak) kalır. Çünkü gıdâ, müteğaddînin (gıdalananın) kâffe-i eczâsına (zerrelerinin hepsine) yayılır. Ve merzûkların (rızıklanmışların) teğaddîsi (gıdalanması) dahi erzâk (besinler) ile olur. Binâenaleyh (nitekim), iki mütehallilden (karışmıştan) her birisinin vücûdu, hey'et-i mecmûasıyla (tamamıyla) diğerinin hakîkatinde tahallül eder (karışır) . Nitekim gıda hakîkati ile müteğaddînin (gıdalananın) kâffe-i eczâsına (bütün zerrelerine) yayılır. Maahâzâ (bununla beraber) cem'iyyet-i İlâhiyye’de (İlâhi Birliktelikte) eczâ (parçalar, cüzler) olamaz. Gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın) tahallülü (karışması) , burada mahzâ (sadece) bir temsîlden ibârettir. Zîrâ gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın) vücûdu yekdîğerinin (birbirinden) gayrıdır (başkadır) . Ve bâtın (gizli) olan Zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı) ,  zâhir (görülür, meydanda) olan hal­kın (yaratılmışın) taayyün cihetinden (sureti bakımından) gayri (başka) ise de, hakîkatte zâhir (aşikâr) ve bâtın (gizli) Hak'­tır. Beynehümâda (ikisi arasında) gayriyyet (ayrılık) yoktur.

İmdi İbrâhîm (a.s.) Hakk'a gıdâ olup onda mütehallil (çözülmüş, ona karışmış) oldukda, "esma" ta'bîr olunan (denen) makâmât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi mertebelerin) kâffesine (hepsine) tahallül (karışması, nüfûz) et­mesi ve İbrâhîm (a.s.)ın mazharında (suretinde) zâhir olan (görülen) esmâ-i İlâhiyye (İlâhi isimler) ile Hak Celle ve Alâ'nın Zâtının zâhir olması (zatı ile görülmesi) lâ-büddür (kaçınılmazdır, gereklidir) . Bu sûrette ce­nâb-ı İbrâhîm esmâya gıdâ olunca, o esmâda muhtefî (saklanmış) ve bâtın (gizli) olur; ve zât-ı Hak (Hakk Zâtıyla) İbrâhîm'de zâhir bulunur ­(açığa çıkar).

Şiir:

İmdi biz, Hak içiniz. Nitekim edillemiz sâbit oldu. Ve biz, bizim içiniz (32). 

Ya'nî biz Hak içiniz. Zîrâ bâlâda (yukarıda) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, keşf-i evvelin (ilk keşfin) i'tâ ettiği (verdiği) ma'rifet (biliş) iktizâsınca (gereğince) bizim suver-i ilmiyye-i gaybiyye­miz (bilinmeyen gizli kalmış ilmi sûretlerimiz) a'yân-ı sâbite âyînelerinde (hakikat aynalarında) Hakk'ın sûretleridir. / Ve zâhir olan (görülen, açığa çıkan) edille-i keşfiyyemiz (asıl, kesin keşfimiz) mûcibince (gereğince) vücûdât-ı zâhiremiz (belli, aşikâr olmuş vücutlarımız) 0'nun vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim) biz Hakk'ın mülküyüz. Ve biz a'yân-ı sâbitemizin (ilmi suretlerimizin) sû­retleriyiz ve onların mülküyüz. Binâenaleyh (nitekim), bizim bu a'yân-ı hâriciy­yemizde (dış suretlerimizde, bedenlerimizde) zâhir (görülen) ve hâkim olan (hükmeden, emreden) o a'yân-ı sâbitemizdir (esma terkibimizdir).

Ve O'nun için benim olmamdan gayri yoktur. İmdi biz O'­nun içiniz; biz bizim için olduğumuz gibi (33).

Ya'ni Hak için benim üzerime ifâza-i vücûddan (vücût bahşetmesinden, vermesinden) gayri (başka) bir şey yok­tur. Bu sûrette biz O'nun mülküyüz; ve O bizim üzerimize vücûd (varlığı) ile hâkimdir. (hükmeder) Bizim üzerimize â'yân-ı sâbitemiz (esma terkibimiz) hâkim olduğu (hükmettiği) gibi.

İmdi benim için iki vecih vardır: "Hüve" ve "ene". Halbu­ki Hakk'ın zuhûr-i enâniyyeti için "ene" lafzı yoktur (34).

Ya'nî benim vücûdum vaktâki (ne zaman ki) Vücûd-i Mutlak’ın aynı oldu, bu vücûdum o Vücûd-i Mutlak’ın ayn-ı sâbiteme (hakikâtime) inzımâmiyle (katılmasıyle) müteayyin ol­du (meydana çıktı) .  Ya'nî Hak, sûret-i ilmiyyesi (ilmi sûreti) olan ayn-ı sâbiteme, (hakikatime, ilmi suretime) vücûd-i mutlak-ı latîfinin (Mutlak Varlığın nurunun) bi't-tenezzül (inmek suretiyle) kesâfeti cihetiyle (yoğunluk kazanması yönüyle) ,  bu hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) , bir vü­cûd verdi. Binâenaleyh (nitekim) , benim için iki vecih (yüz) vardır ki, birisi "vech-i Hüviyyet" (Zât yüzü) ve diğeri "vech-i enâniyyet"tir (benliğinin yüzü) . Birinci veche göre, Hak ile aramızda imtiyâz (farklılık, ayrıcalık) yoktur. İkinci veche göre temeyyüz (farklılaşma, başkalaşma) hâsıl (meydana gelmiş) ve ubûdiyyetle (kulluk’la) Rubûbiyyet (Rab’lık) zâhir olur (meydana çıkar) .  Ve Hakk'ın enâniyyeti (Ben’liği) zâhir (aşikar) olmak için / "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ya'nî Hak için enâniyyet (ben’lik) yoktur. Belki O'­nun kendi Zâtiyle bir enâniyyeti (ben’liği) vardır. Zîrâ "ene" lafzı (ben kelimesi) , kişinin kendi muhîtinde (civarında, etrafında) bulunan benliklerden, kendi benliğini tefrîk (seçilmesi) ve temyîz (ayrılması) için vaz' edilmiş (konulmuş) olan bir lafızdır (sözdür) .  Halbuki Hak mevcûddur ve onunla berâber ezelen (geçmişte) ve ebeden (gelecekte) hiçbir şey mevcûd değildir. ……………………………………. Binâenaleyh (nitekim) O'nun benliği kendi Zâtiyledir ve kendi zâtında müstehlektir (yok olmuştur) . Şu halde Hak için "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ve Hak zâtı hasebiyle kendinin gayri (kendinden başka) görünen âlemlerden ganîdir (zengindir, doygundur) . Ve benim enâniyyetim (benliğim) ona muhtaçtır. Çünkü "ben, ben" dediğim, benim bu taâyyünüm (oluşumum, suretim) , O'nun Vücûd-i Mutlak’ının (Mutlak Vücûdunun) bu kisve (beden giysisi) ile mu­kayyeden (Hakk’ka bağlı, kayıtlı olarak) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır) .  Eğer O enâniyyet-i Zâtiyyesini (Zât’ının ben’liğini) ızhâr etse, (meydana çıkarsa) eşyâ (varlıklar) fânî (yok) ve ağyâr (Hakk’tan başka her şey) ma'dûm (yok) olur. Velhâsıl ba'zı ehl-i aklın (akıl sahiplerinin) tevehhümleri (var zannettikleri) gibi O'nun bizden ayrı enâniyyeti (benliği) ve taayyünü (sureti) yoktur. Bu tevehhü­mün (var zannettiklerinin) menşei (esası, kökü) , O'nun bizim enâniyyetimizde (benliğimizde) ihtifâ etmiş (gizlenmiş) olmasındandır.

Velâkin Hakk'ın zuhûru benim vücûdumdadır. Binâenaleyh biz Hak için "inâ"',-ya'nî kab gibiyiz (35).

Ya'nî Hakk'ın hakîkati bende zâhirdir (görülür, aşikârdır) . Bu sûrette biz Hak için bir zarf' mesâbesindeyiz (derecesindeyiz) . Çünkü o bizim sûretlerimize ve renklerimize göre bizim ile zâhir (aşikar) olup müteayyin oldu (meydana çıktı) . Nitekim eşkâl (şekli) ve elvânı (renkleri) muhte­lif (çeşitli) birtakım bardaklara su konsa, su hadd-i zâtında (esasında) bî-taayyün (şekilsiz) ve bî-renk (renksiz) iken, bardak ne şekilde ise o şekle tebean (uyarak) müteayyin olur (meydana çıkar) . Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mâvî ve sarı görünür. İşte Zât-ı Hak dahi böyle bî-taayyün (şekilsiz) ve bî-renktir (renksizdir) . Bizim taayyünâtı­mıza (meydana çıkış durumumuza) göre / suver-i muhtelife (farklı şekillerde) ve mütenevviada (çeşit, çeşit) zâhir (aşikar) olur.

İmdi "su" ile "zarf ' ancak bir temsîlden (örnekten, misalden) ibârettir. Zîrâ "su" ile "kap" arasında ikilik ve gayriyyet (başkalık) vardır. Suyun vücûdu ile barda­ğın vücûdu başka başka şeylerdir. Suyun bardağa duhûlü (girmesi) ,  hulûl (içine girme) sûretiyledir. Bâlâda (yukarıda) mükerreren (defalarca) zikr olunduğu (anlatıldığı) üzere, Hakk'ın bizim taayyünâtımıza (bedenlerimize) tahallülü (girmesi, karışması) ise isneyniyyet (ikilik) ve hulûl (içine girme) sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, Vücûd-i Mutlak’ın (Hakk’ın vücûdunun) tenezzülünden (inmesinden, yoğunlaşmasından) husûle gelmiş, (mevcut olmuş) mukayyed (bağlı, kayıtlı) bir vücûd-i kesîftir (yoğunluk kazanmış madde vücûttur) .  Binâenaleyh (nitekim), bir zarf-ı müstakıl (müstakil bir zarf gibi) ve hâriç (dışta) farz olunamaz (sayılamaz, düşünülemez)

Hulûle (girme, dahil olma) kâil (düşüncesine sahip) olanlar, vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu) ile vücûd-i halkı (yaratılmışların vücûtlarını) yekdîğerinin (birbirlerinden) gayri (başka, ayrı) tevehhüm ettikleri (zannettikleri) için bu varta-i hulûle (dahil etme, içine girme çukuruna) düşmüşlerdir.

Ve Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler ve râh-ı sedîde delâ­let ve hidâyet eyler (35).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (şeyh’lerin en büyüğü) ve misk-i ezfer (güzel misk kokulu) (r.a.) kendi nefs-i nefisini, Hakk'a mazhariyyet (nail olma) husûsunda, su kabına teşbîh edip (benzetip) kendi maz­hariyyetinde (nail olduğu, elde ettiği) , Hakk'ın kâffe-i esmâ (bütün esması) ve sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani sıfatlar) ile zuhûru­nu (görünmesini) , taayyününü (aşikâra çıkmasını) ve tecellîsini (İlâhi kudretin görünmesini, belirmesini) isbât ettiğinden (kanıtladığından) ,  bu fass-ı lem'a-nisârda (özünden saçtığı pırıltılarda) beyân buyurduğu (açıkladığı) hakâyıkta (hakikatlerde) ,  lisânının (konuştuklarının) lisân-ı Hak (Hakk’ın sözleri) olduğuna  işâre­ten: "Bu hakayıkı (hakikatleri) söyleyen Hak'tır; benim lisânım ile sizi tarîk-ı vahdete (tek yolu) delâlet (işaret eder) ve hidâyet eder" (doğru yolu gösterir) buyururlar. "El-hamdü lillâhi rabbi'l­ âlemîn"

İntihâ: 3 Şubat 331; Rebîu'l-âhir 334, Çarşamba sabâhı.

Vaktâki Halîl (a.s.) için, Halîl tesmiye olunduğu mertebe sâ­bit oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet ittihâz eyledi (30).

Ya'nî vaktâki (ne vakit ki) isti'dâd ve kâbiliyyetinin vüs'ati (genişliği) hasebiyle, Hak Te­âlâ'nın zâhir (görünür) olduğu  cemî'-i makâmat-ı İlâhiyyeye (bütün İlâhi makamlarla) mazhariyyet (şereflenme) mer­tebesi  İbrâhîm (a.s.) için sâbit olup, o makâmâta (makamlara) tahallül ederek, (nüfûz ederek) rızkın beden-i merzûkun (rızıklanmış bedenin) eczâsında (zerrelerinde) sâri olması (yayılması) gibi, o makâmlarda sirâyet etti (yayıldı) ve Hakk'a gıdâ oldu. Ve kezâ Hak dahi, İbrâhîm (a.s.)ın cemî'-i hakâyık (bütün hakikatler) ve kuvâsına (meleki güçlerine) mütehallil (girip) ve sârî olup (yayılıp) vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm (a.s.), halâikı (mahlûkları) ziyâfete da'vet edip tağdiyeyi (gıda vermeyi) âdet ittihâz eyledi. (edindi) Ve bu makâmât-ı İlâhiyyeye (İlâhi makamlara) ta­hallül (nüfûz) etmek ve Hak onun kuvâsına (meleki güçlerine) mütehallil olmak (girmek) hâli kendisi­ne galebe edip, (üstün gelip) hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine de münteşir (yayılmış) oldu; ve hâli ,fıilinde zuhûr etti. (açığa çıktı)

Ve İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber erzâk için kıldı. Ve merzûkların teğaddîsi erzâk ile olur. Rızk, onda bir şey bâkî kalmamak sûretiyle, merzûkun zâtına tahal­lül ettiği vakit, ancak rızkın tahallülü kalır. Zîrâ gıdâ mü­teğaddînin cemî'-i eczâsına ve eczânın hepsine sirâyet eder. Halbuki burada eczâ yoktur. Böyle olunca esmâ-i İlâhiyye ile muabber olan cemî'-i makamât-ı İlâhiyyeye İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü, / ve zât-ı ecell ve a'lânın onunla zuhûru lâ-büddür (31).

Ya'nî ehl-i tarîkın (tarikata mensup olanların) ekberi (en büyüğü) olan  şeyh-i muhakkık Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)ın Hz. Mîkâîl ile berâber erzâka (rızka) müvekkel olduğunu (vekil tayin edildiğini) beyân eyledi. (bildirdi) Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin on ikinci bâbında, (bölümünde) bu husûsun Meserretü'l-Cebelî hazretlerinden rivâyet (söylenti, hikaye) olunduğunu beyân buyur­muşlardır. (açıklamışlardır)

Rızk müteğaddînin (gıdalananın) zâtına dâhil olup da, onun eczâsından (zerrelerinden) hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazm olsa, ancak tahallül (karışmış olarak) kalır. Çünkü gıdâ, müteğaddînin (gıdalananın) kâffe-i eczâsına (zerrelerinin hepsine) yayılır. Ve merzûkların (rızıklanmışların) teğaddîsi (gıdalanması) dahi erzâk (besinler) ile olur. Binâenaleyh (nitekim) iki mütehallilden (karışmıştan) her birisinin vücûdu, hey'et-i mecmûasıyla (tamamıyla) diğerinin hakîkatinde tahallül eder. (karışır) Nitekim gıda hakîkati ile müteğaddînin (gıdalananın) kâffe-i eczâsına (bütün zerrelerine) yayılır. Maahâzâ (bununla beraber) cem'iyyet-i İlâhiyyede (İlâhi Birliktelikte) eczâ (parçalar, cüzler) olamaz. Gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın) tahallülü, (karışması) burada mahzâ (sadece) bir temsîlden ibârettir. Zîrâ gıdâ ile müteğaddînin (gıdalananın) vücûdu yekdîğerinin (birbirinden) gayrıdır. (başkadır) Ve bâtın (gizli) olan zât-ı Hak, (hakk’ın zatı) zâhir (görülür, meydanda) olan hal­kın (yaratılmışın) taayyün cihetinden (sureti bakımından) gayri (başka) ise de, hakîkatte zâhir (aşıkâr) ve bâtın (gizli) Hak'­tır. Beynehümâda (ikisi arasında) gayriyyet (ayrılık) yoktur.

İmdi İbrâhîm (a.s.) Hakk'a gıdâ olup onda mütehallil (çözülmüş, ona karışmış) oldukda, "esma" ta'bîr olunan (denen) makâmât-ı İlâhiyyenin (İlâhi mertebelerin) kâffesine (hepsine) tahallül (karışması, nüfûs) et­mesi ve İbrâhîm (a.s.)ın mazharında (suretinde) zâhir olan (görülen) esmâ-i İlâhiyye (ilahi isimler) ile Hak Celle ve Alâ'nın zâtının zâhir olması (zatı ile görülmesi) lâ-büddür. (kacınılmazdır, gereklidir) Bu sûrette ce­nâb-ı İbrâhîm esmâya gıdâ olunca, o esmâda muhtefî (saklanmış) ve bâtın (gizli) olur; ve zât-ı Hak (hakk zatıyla) İbrâhîm'de zâhir bulunur. ­(açığa çıkar)

Şiir:

İmdi biz, Hak içiniz. Nitekim edillemiz sâbit oldu. Ve biz, bizim içiniz (32).

Ya'nî biz Hak içiniz. Zîrâ bâlâda (yukarıda) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, keşf-i evvelin (ilk keşfin) i'tâ ettiği (verdiği) ma'rifet (biliş) iktizâsınca (gereğince) bizim suver-i ilmiyye-i gaybiyye­miz (bilinmeyen gizli kalmış ilmi sûretlerimiz) a'yân-ı sâbite âyînelerinde (hakikat aynalarında) Hakk'ın sûretleridir. / Ve zâhir olan (görülen, açığa çıkan) edille-i keşfiyyemiz (asıl, kesin keşifimiz) mûcibince (gereğince) vücûdât-ı zâhiremiz (belli, aşıkar olmuş vücutlarımız) 0'nun vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim) biz Hakk'ın mülküyüz. Ve biz a'yân-ı sâbitemizin (ilmi suretlerimizin) sû­retleriyiz ve onların mülküyüz. Binâenaleyh (nitekim) bizim bu a'yân-ı hâriciy­yemizde (dış suretlerimizde, bedenlerimizde) zâhir (görülen) ve hâkim olan (hükmeden, emreden) o a'yân-ı sâbitemizdir. (esma terkibimizdir)

Ve O'nun için benim olmamdan gayri yoktur. İmdi biz O'­nun içiniz; biz bizim için olduğumuz gibi (33).

Ya'ni Hak için benim üzerime ifâza-i vücûddan (vücût bahşetmesinden, vermesinden) gayri (başka) bir şey yok­tur. Bu sûrette biz O'nun mülküyüz; ve O bizim üzerimize vücûd (varlığı) ile hâkimdir. (hükmeder) Bizim üzerimize â'yân-ı sâbitemiz (esma terkibimiz) hâkim olduğu (hükmettiği) gibi.

İmdi benim için iki vecih vardır: "Hüve" ve "ene". Halbu­ki Hakk'ın zuhûr-i enâniyyeti için "ene" lafzı yoktur (34).

Ya'nî benim vücûdum vaktâki (ne zaman ki) vücûd-i mutlakın aynı oldu, bu vücûdum o vücûd-i mutlakın ayn-ı sâbiteme (hakikatime) inzımâmiyle (katılmasıyle) müteayyin ol­du. (meydana çıktı) Ya'nî Hak, sûret-i ilmiyyesi (ilmi sûreti) olan ayn-ı sâbiteme, (hakikatime, ilmi suretime) vüçûd-i mutlak-ı latîfinin (mutlak varlığın nurunun) bi't-tenezzül (inmek süretiyle) kesâfeti cihetiyle, (yoğunluk kazanması yönüyle) bu hazret-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz alemde, dünyada) bir vü­cûd verdi. Binâenaleyh (nitekim) benim için iki vecih, (yüz) vardır ki, birisi "vech-i hüviyyet" (zat yüzü) ve diğeri "vech-i enâniyyet"tir. (benliğinin yüzü) Birinci veche göre Hak ile aramızda imtiyâz (farklılık, ayrıcalık) yoktur. İkinci veche göre temeyyüz (farklılaşma, başkalaşma) hâsıl (meydana gelmiş) ve ubûdiyyetle (kulluk’la) rubûbiyyet (rab’lık) zâhir olur. (meydana çıkar) Ve Hakk'ın enâniyyeti (ben’liği) zâhir (aşikar) olmak için / "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ya'nî Hak için enâniyyet (ben’lik) yoktur. Belki O'­nun kendi zâtiyle bir enâniyyeti (ben’liği) vardır. Zîrâ "ene" lafzı, (ben kelimesi) kişinin kendi muhîtinde (civarında, etrafında) bulunan benliklerden, kendi benliğini tefrîk (seçilmesi) ve temyîz (ayrılması) için vaz' edilmiş (konulmuş) olan bir lafızdır. (sözdür) Halbuki Hak mevcûddur; ve onunla berâber ezelen (geçmişte) ve ebeden (gelecekte) hiçbir şey mevcûd değildir. ……………………………………. Binâenaleyh (nitekim) O'nun benliği kendi zâtiyledir; ve kendi zâtında müstehlektir. (yok olmuştur) Şu halde Hak için "ene" lafzı (ben kelimesi) yoktur. Ve Hak zâtı hasebiyle kendinin gayri (kendinden başka) görünen âlemlerden ganîdir. (zengindir, doygundur) Ve benim enâniyyetim (benliğim) ona muhtaçtır. Çünkü "ben, ben" dediğim, benim bu taâyyünüm, (oluşumum, suretim) O'nun vücûd-i mutlakının (mutlak vücûdunun) bu kisve (beden giysisi) ile mu­kayyeden (hakk’ka bağlı, kayıtlı olarak) zuhûrudur. (meydana çıkmasıdır) Eğer O enâniyyet-i zâtiyyesini (zat’ının ben’liğini) ızhâr etse, (meydana çıkarsa) eşyâ (varlıklar) fânî (yok) ve ağyâr (hakk’tan başka her şey) ma'dûm (yok) olur. Velhâsıl ba'zı ehl-i aklın (akıl sahiplerinin) tevehhümleri (var zannettikleri) gibi O'nun bizden ayrı enâniyyeti (benliği) ve taayyünü (sureti) yoktur. Bu tevehhü­mün (var zannettiklerinin) menşei, (esası, kökü) O'nun bizim enâniyyetimizde (benliğimizde) ihtifâ etmiş (gizlenmiş) olmasındandır.

Velâkin Hakk'ın zuhûru benim vücûdumdadır. Binâenaleyh biz Hak için "inâ"',-ya'nî kab gibiyiz (35).

Ya'nî Hakk'ın hakîkati bende zâhirdir. (görülür, aşıkardır) Bu sûrette biz Hak için bir zarf' mesâbesindeyiz. (derecesindeyiz) Çünkü o bizim sûretlerimize ve renklerimize göre bizim ile zâhir (aşıkar) olup müteayyin oldu. (meydana çıktı) Nitekim eşkâl (şekli) ve elvânı (renkleri) muhte­lif (çeşitli) bir takım bardaklara su konsa, su hadd-i zâtında (esasında) bî-taayyün (şekilsiz) ve bî-renk (renksiz) iken, bardak ne şekilde ise o şekle tebean (uyarak) müteayyin olur. (meydana çıkar) Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mâvî ve sarı görünür. İşte zât-ı Hak dahi böyle bî-taayyün (şekilsiz) ve bî-renktir. (renksizdir) Bizim taayyünâtı­mıza (meydana çıkış durumumuza) göre / suver-i muhtelife (farklı şekillerde) ve mütenevviada (çeşit, çeşit) zâhir (aşıkar) olur.

İmdi "su" ile "zarf ' ancak bir temsîlden (örnekten, misalden) ibârettir. Zîrâ "su" ile "kap" arasında ikilik ve gayriyyet (başkalık) vardır. Suyun vücûdu ile barda­ğın vücûdu başka başka şeylerdir. Suyun bardağa duhûlü, (girmesi) hulûl (içine girme) sûretiyledir. Bâlâda (yukarıda) mükerreren (defalarca) zikr olunduğu (anlatıldığı) üzere, Hakk'ın bizim taayyünâtımıza (bedenlerimize) tahallülü (girmesi, karışması) ise isneyniyyet (ikilik) ve hulûl (içine girme) sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, vücûd-i mutlakın (hakk’ın vücûdunun) tenezzülünden (inmesinden, yoğunlaşmasından) husûle gelmiş, (mevcut olmuş) mukayyed (bağlı, kayıtlı) bir vücûd-i kesîftir. (yoğunluk kazanmış madde vücûttur) Binâenaleyh (nitekim) bir zarf-ı müstakıl (müstakil bir zarf gibi) ve hâriç (dışta) farz olunamaz. (sayılamaz, düşünülemez)

Hulûle (girme, dahil olma) kâil (düşüncesine sahip) olanlar, vücûd-i Hak (hakk’ın vücûdu) ile vücûd-i halkı (yaratılmışların vücûtlarını) yekdîğerinin (birbirlerinden) gayri (başka, ayrı) tevehhüm ettikleri (zannettikleri) için bu varta-i hulûle (dahil etme, içine girme çukuruna) düşmüşlerdir.

Ve Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler; ve râh-ı sedîde delâ­let ve hidâyet eyler (35).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (şeyh’lerin en büyüğü) ve misk-i ezfer (güzel misk kokulu) (r.a.) kendi nefs-i nefisini, Hakk'a mazhariyyet (nail olma) husûsunda, su kabına teşbîh edip, (benzetip) kendi maz­hariyyetinde, (nail olduğu, elde ettiği) Hakk'ın kâffe-i esmâ (bütün esmaları) ve sıfât-ı rabbâniyye (rabbani sıfatlar) ile zuhûru­nu, (görünmesini) taayyününü (aşikâra çıkmasını) ve tecellîsini (İlâhi kudretin görünmesini, belirmesini) isbât ettiğinden, (kanıtladığından) bu fass-ı lem'a-nisârda (özünden saçtığı pırıltılarda) beyân buyurduğu (açıkladığı) hakâyıkta, (hakikatlerde) lisânının (konuştuklarının) lisân-ı Hak (hakk’ın sözleri) olduğuna  işâre­ten: "Bu hakayıkı (hakikatleri) söyleyen Hak'tır; benim lisânım ile sizi tarîk-ı vahdete (tek yolu) delâlet (işaret eder) ve hidâyet eder" (doğru yolu gösterir) buyururlar. "El-hamdü lillâhi rabbi'l­ âlemîn"

İntihâ: 3 Şubat 331; Rebîu'l-âhir 334, Çarşamba sabâhı.

<devam edecek>

17.12.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail