44. Bölüm

(KELİME-İ İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

M e s n e v î :

Bu fass-ı rengîne (renkli bölümle) taalluku (ilişkisi) görülen, Mesnevî-i Şerîf’in beşinci cil­dinde vâkı' (geçen) âtîdeki (aşağıdaki) sürh-i münîfın (kırmızı renkle yazılmış başlığı) tercümeten (tercüme ederek) ve şerhan (açıklayarak) burada îrâ­dı (anlatmak) münâsip (uygun) görülmüştür.

Sürh-i Mesnevî-i Şerîf

(Tercüme) "Bu sürh-i şerîf (yukarıda kırmızı mürekkeple yazılmış başlık) o kendinden geçmiş olanların sıfatı be­yânındadır (sıfatını anlatmaktadır) ki, onlar kendilerinin şerrinden (kötü huylarından) ve hünerinden emîn ol­muşlardır. Zîrâ gündüz, güneşin nûrundan fânî (yok) olan yıldızlar gibi, onlar dahi Hakk'ın bakâsında (bakiliğinde, devamlılığında) fanîdirler (yokturlar) .  Ve fânî (yok) olan kimseye âfet (bela) ve helâk (ölüm) korkusu yoktur."

Mesnevî*:

(Tercüme) "O bî-hod (kendinden geçmiş) olan kimsenin fenâsı (yokluğu) , fakrdan müzeyyen (fakirlikle  donanmış) oldu­ğu vakit, o  kimse Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) gibi bî-sâye (gölgesiz) olur. Fahra (iftihara, övünmeğe) mensûb (ait) olan fakr (fakirlik) için fenâ (yok olmak) zînet oldukda (mücevher olunca) , o kimse şem' (mum) alevinin ucu gibi gölgesiz oldu."

Şerh: "Fakr"dan (fakirlikten) murâd, "fakr-ı sûrî" (maddi fakirlik), ya'nî bilcümle mâ-melekini (sahip olduğun bütün şeyleri) terk edip nân-pâreye (bir dilim ekmeğe) muhtâç olacak bir hâle gelmek değildir. Belki kemâl-i heyemânı (aşkın kemali) ve Hakk'a olan ifrât-ı aşkı (aşkının  çok fazla olması) sebebiyle, kendi nefsin­den fânî (yok olma) ve Hak'la bâkî (devamlılık üzere) olmaktır. Bu fenânın (yokluğun) "fakr"dan müzeyyen­ (fakirlik ile süslenmiş, donanmış) olması budur ki: Bu Fass-ı İbrâhîmî'de tafsîl olunduğu (açıklandığı) vech ile (şekilde) / ârif görür ki, ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) peydâ olan (çıkan) ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) ism-i Hakk'ın (Hakk isminin) ve hazret-i şehâdette, ya'nî bu dünyâda "ben, ben" dediği sûret-i vücûdu (esma terkibiyeti, ruhu) ise, ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) sûretleridir. Vücûd-i kesîfi (madde bedeni) ise, Vücûd-i Mutlak-ı Hakk’ın (Mutlak, yegâne vücût sahibi Hakk’ın) tenezzülâtından (inişlerinden, yoğunlaşmalarından) husûle gelmiş olan bir taayyündür (belirme, görünür olmadır). Binâenaleyh (nitekim), cemî'-i mevâtında (bütün mertebelerde) Hakk'a müftekırdir (muhtaçtır) . İşte bu fakrdan (fakirlikten) nâşî (dolayı) , kendisi için ortada "ben"im diyecek bir vücûd bulamaz. Ve gö­rür ki, kendisinin enâniyyeti (benliği) bir vehm-i mahzdan (sırf vehimden) ibârettir. Binâena­leyh (nitekim), kendisinin bu vehm-i  enâniyyetinden (vehminden ileri gelen benliğinden) geçer, vücûd-i Hak'ta fânî (yok) olur. Ve onun fenâsı (yokluğu) "fakr"dan müzeyyen (fakirlik ile süslenmiş) olmuş olur. Zîrâ abdin (kulun) zî­neti onun fenâsıdır. (yok olmasıdır) Bu öyle bir zînettir ki, dünyâda ve âhirette onun muâdili (benzeri) yoktur. Semeni (değeri, kıymeti) ise ancak fedâ-yı nefstir (nefsini feda etmektir) . Böyle bir kimse Muhammed (s.a.v.) Efendimiz gibi bî-sâye (gölgesiz) olur. Çünkü artık o nûr-i Hak (Hakk’ın nuru) olur. Ve nûrun sâyesi (gölgesi) olmaz. Ve cenâb-ı Fahr-i âlemin (Hz. Muhammed’in) iftihâr eyledi­ği fakr (iftihar ettiği fakirlik) için fenâ (yok olmak) zînet olunca, bî-sâye (gölgesiz) olan şem'in (mumun) alevinin ucu gibi, o kimse de bî-sâye (gölgesiz) olur. Ya'nî mevhûm olan (zannedilen) , vücûd-i mecâzî zulme­tinden (gerçek olmayan vücûdunun sıkıntısından) halâs (kurtulmuş) olup nûr-i mahz (sırf nûr) olur.

Mesnevî:

(Tercüme) "Şem' (mum) baştan ayağa kadar alev olunca, gölgenin onun etrâfına güzar kılması (geçmesi) olmaz. Mum, mumu döken kimsenin rızâsından dolayı, kendisinden ve gölgeden şuâ'a ilticâ eyledi"(ışığa sığındı)

(Şerh) Ma'lûmdur ki, mum yandığı vakit, zebânesi (alevi) etrafı ziyâdâr (aydınlık) etmekle berâber dip tarafına kendi vücûdunun  gölgesi düşer. Hat­tâ "Mum dibine ışık vermez" darb-ı meseli (atasözü) meşhûrdur. Mumun baş­tan ayağa kadar  alev olduğu farz olununca, mumun vücûdu kalma­yacağından gölgesi de zâil olur (kalmaz) . Bu bir temsîlden ibârettir. İşte bu­nun gibi insan dahi fenâ (yok olmak) ve bakâ (bakilik, devamlılık) mertebelerinden mukaddem (önce) vücûd-i mecâzîsini (var zannettiği vücûdunu) mevcûd-i müstakıll (kendisine ait müstakil bir varlık) zanneder idi. Ve sıfât-ı nefsâ­niyyeden (nefsi sıfatlardan) ibâret olan o vücûdun gölgelerini etrâfına salmış idi. Fenâ (yok olma)  ve baka (daimilik) mertebelerine vâsıl olunca (erişince) baştan ayağa kadar ayn-ı ziyâ­yı Hak (Hakk’la aynı nur) oldu. Artık hem kendi vücûdundan ve hem de onun sıfâtı olan gölgelerden, nûr-i Hakk'a (Hakk’ın nuruna) ilticâ eyledi (sığındı) . (Bahrü'l-ulûm ve cenâ'b-ı İmdâdullâh (kuddise sırruhümâ) Şerh'lerinden hulâsa). Mesnevî:

(Tercüme) "Mumcu, muma: Ben seni fenâ (yok olman) için döktüm, dedi. Mum dahi: Ben de fenâya (yokluğa) ilticâ eyledim (sığındım) ,  dedi. Şem' (mum) ateşte külliyyen (tamamıyla) fenâ bulunca (yok olunca) şem'den (mumdan) ne eser ve ne de ziyâ (ışık) görürsün. Karanlığı def' et­mekte (ortadan kaldırmakla), âşikâr (açık seçik) olarak, sûret ateşi (ateşin görünüşü)  bir mum ile kâim (mevcût) oldu. Mum gibi olan cisim şem'in (mumun) hilâfınadır (zıddınadır) ki, o cisim şem'i (mumu) eksildikçe, nûr-i can (can nuru) ziyâdeleşir (fazlalaşır) .  Bu şuâ' (ışık) bâkîdir; (kalıcıdır, devamlıdır) o ise fânîdir (ölümlüdür) .  Şem'-i câna (mumun canında) şu'le-i Rabbânî (Rabbani nur) vardır. Bu bâkî (daimi) olan şuâ' (ışık) müfterız (farz) ve lâzım geldi. Araz olan (iki zamanda baki olmayan) şem'-i fânînin (ölümlü olan mumun) şuâ'ı (ışığı) ise böyle değil. O ateşin ucu, hep nûr oldu. Şem' (mum) , fânî (yok oldu) ve sâye (gölge) de ondân dûr (uzak) oldu."

(Şerh) Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Efendimizin âdet-i seniyyeleri (yüce âdetleri), tebyîn-i Hak (Hakk’ı açıklamak) için âfâkı (dış âlemi) enfüse (iç âleme, kendi özüne) tatbîk etmektir (benzetmek, uygulamaktır).  Binâenaleyh (nitekim) keyfıyet-i fenâyı (yok olma husûsunu) dahi misâl-i şem' ile (mumu örnek göstererek) îzâh buyururlar: (açıklamışlardır) "Mumcu"dan maksûd (gaye) Hâlık-ı kevn-ü (evreni yoktan var eden) mekân Hazretleri (Hakk)  ve "mum"dan murâd, vücûd-i kesîf-i in­san (insanın madde bedeni) ve "âteş-i sûret"den (ateşin görünüşünden) maksad dahi, onun mukâbili (karşılığı) olan "âteş-i ma'nevî-i (manevi ateş) aşk ve muhabbet" (sevgi) ve "zebâne-i âteş"ten (ateşin alevinden) murâd da "rûh-i insânî"dir (insan rûhudur).  Ebyât-ı şerîfenin (mübarek, kutsal beytin) âfâkî (dış âleme ait) olan maânî-i zâhiresi (görülen, açık manâsı) muhtâc-ı îzâh değildir (açıklamaya ihtiyaç yoktur). Enfüsî (iç âlem, ruh ile ilgili) olan maânî-i bâtınesi (batın, gizli manâsı) budur ki: Hak Teâlâ Hazretle­ri insana hitâben: "Ben seni, …………………………………. (Kasas 28, / 88) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğum (bildirdiğim) vech ile, (şekilde) hâlik  (yarattım) ve fânî (yok) olmak için halk (yarattım) ve îcâd eyledim" (meydana getirdim) buyurur. İnsân-ı kâmil dahi: "Ey benim Hâlık'ım, (Yaratıcım) ben de senin Habîb-i Lebîb'inin (sevgili aklının) …………………………..emrine te­bean (uyarak) , ölmeden evvel ölmek ve fânî (yok) olmak keyfiyyetine (hususuna) kaçıp ilticâ eyledim (sığındım). Ve bu sûretle maksad-ı hilkatin (yaratılış gayenin) husûlüne (hasıl olmasına) ve rızâ-yı şerîfı­nin (mübarek rızanın) istihsâline (elde edilmesine, kazanılmasına) sa'y eyledim" (çalıştım) der. İnsân-ı kâmilin şem' (mum) gibi olan vücûdu, âteş-i aşk-ı İlâhî (İlahi aşk ateşi) ile yanınca, artık ondan âsâr (eserler) ve sıfât-ı nefsâ­niyye (nefsi sıfatlar) zâhir olmaz (görülmez) olur. Fakat bu teşbîh (benzetme), bir cihette (bakımdan) tehallüf eder (uygun olmaz).  Sû­rî (beden ile ilgili) olân zulmeti (karanlığı, sıkıntıyı) ref etmekte (kaldırmakta), ateş mutlakâ bir mumla kaim (mevcût) olmak lâzım gelir ise de, uşşâk-ı İlâhî’nin (İlahi âşıkların) şem' (mum) gibi olan cisimleri (bedenleri) böyle de­ğildir. Çünkü onların şem'-i cisimleri, (mum gibi olan bedenleri) nâr-ı aşkla (aşk ateşiyle) yanıp noksan-pezîr oldukça (azaldıkça) , canlarının (ruhlarının) nûru ziyâde olur (fazlalaşır). Nitekim görmek ve işitmek lut­funa mazhar (erişenler, nail) olanlar, dâimâ görür ve işitirler ki, ehl-i fenâ (yokluğa ermiş) olan Evliyâullâh’ın (Allah velilerinin) vücûd-i sûrîleri (bedenleri) zaîf (zayıf) ve nahîf (güçsüz) olur. Fakat cân-ı azîzlerinde (aziz ruhlarında) o derece kuvvet-i tasarruf (tasarruf kuvveti) ve nûr-i tedbîr (Cenab-ı Hakk’ın hakim ismine uygun hareket, tasarruf nuru, akıl, zekâ) vardır ki, en cebbâr (zorba) ve ka­vî (kuvvetli) bir cismânînin (dinle alakası olmayanın) ıslâh edemediği (iyileştiremediği) bir azgın ve nefsânî adamı (nefsi ile hareket eden kişiyi) , bir nazar-ı iksîr eseriyle (tesirli bir bakışıyla) zümre-i sulehâya (iyi kimselerin arasına) ilhâk ederler (dahil ederler) .   İşte onun câ­nının şuâ'ı (ruhunun nuru) bâkîdir; çünkü Rabbânîdir. Nûr-i Rabbânî (Rabbani nur) ise fenâ-pezîr (yok) olmaz. Onun nûr-i cânı (ruh nuru) , şem'in (mumun) fânî (ölümlü) ve araz (gelip geçici) olan  nûru gibi fânî (yok olucu) değildir. O zebâne-i âteş (ateşin alevi) gibi olan rûh-i insânî (insan ruhu) ,  hep nûrânî (nurlu) oldu. Şem'-i cismâniyyet (mumun cismi) fenâya (yokluğa) gitti. Artık ondan, gölge gibi olan sıfât-ı nefsâ­niyye (nefsi sıfatlar) tebâud eyledi (uzaklaştı).

Mesnevî:

(Tercüme) "Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge aya mukârin (bitişik) olmaz. Ey nîk-hâh (iyilik isteyen) , bî-hodluk (kendinden geçmeklik) bulutsuzluktur. Sen bî-hodluk (kendinden geçip, baygınlık) içinde, kurs-ı kamer (ayın uzaktan görülen yüzü) gibi olursun. Def edilmiş (gitmiş) olan bir bulut tekrâr geldiği vakit, nûr gidip kamerden (ay’dan) bir hayâl kalmıştır. Onun nûru, bulut per­desinden zaîf oldu. (zayıfladı) O bedr-i şerîf (mübarek dolunay) bir hilâl gibi oldu. Kamer (ay) buluttan ve tozdan bir hayâl görünür. Ten bulutu da bizi hayâl-endîş (hayal eden) eyledi.  Kamerin (ayın) lutfuna bak ki, bulutlar bize düşmandır, dedi. Bu da onun lûtfudur. Buluttan ve tozdan ayın ferâgati (geride durması) vardır. Zîrâ kamerin (ayın) bâlâ-yı çarh (yüksek gök) üstünde medârı (yörüngesi) vardır. Bulut bize hasm-ı cân (can düşmanı) oldu. Çünkü ayı gözümüzden nihân eyler. (saklar) "

Şerh: Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) keyfiyyet-i fenâyı (yokluk husûsunu) zikrolunan (anlatılan) ebyât-ı münîfede (meşhur beytinde) dahi, bir misâl ile îzâh buyururlar. Zîrâ misâl taaddüd et­tikçe (çoğaldıkça) ,  ma'kûlât da (idrak edilen şeyler de) o nisbette (ölçüde) mahsüs (hissedilebilir) olur. Ve maksad dahi ukûl-i mütefâvite (birbirinden farklı akıllar) muvâcehesinde (karşısında) o kadar tavazzuh eyler (açıklık kazanır) .  Bu misâlde "bu­lut"tan murâd "zulmet-i beşeriyyet"; (beşer olmanın sıkıntısı, karanlığı) ve "ay"dan murâd "rûhâniy­yet" (ruh olma hali) ve "bî-hodluk"tan (kendinden geçme halinden) maksad dahi kuyûd-i beşeriyye olan (insanı kayıtlayan, kısıtlayan) "evsâf-ı nefsâniyeden (nefsi sıfatlardan) kurtulmak"tır. Ebyât-ı şerîfenin (mübarek beyitin) ma'nâsı bu olur ki: Bulut gibi olan zulmet-i beşeriyyet (beşer olmanın verdiği karanlık, sıkıntı) zemîn-i cisme (cismin yüzeyine, bedene) düşer. Fakat ka­mer (ay) gibi olan rûhâniyyet bu zulmete (karanlıkla) hem nişîn (beraber, birlikte) olmaz. Çünkü rûh bu âlemden değildir. Onun gamı (kaygısı, tasası) dahi bu âlemin ahvâl-i zulmâniyye­sine (karanlık, sıkıntılı hallerine) mukârin (bitişik) olmaz. Nitekim Hz. Pîr-i destgîr diğer bir beyitte:----------------

buyururlar. Ey iyi şeyi isteyen kimse! Bî-hodluk (kendinden geçmişlik) bulut gibi olan kuyûd­i beşeriyye-i zulmânîden (beşer olmanın getirdiği kayıtlılığın sıkıntısından) kurtulmaktır. Sen bundan halâs olduğun (kurtulduğun) va­kit, rûhâniyyetin kurs-ı kamer (ayın uzaktan göünen yüzü) gibi, pertev-nisâr (ışık saçan) olur. Fakat ey sâhib-i telvîn (Hakk’ın boyası ile boyanmış) olan sâlik! (Allah yolunda yürüyen) Mücâhede (nefsinle savaşmak) ile def ettiğin (uzaklaştırdığın) evsâf ı nefsâniyye (nefsi sıfatlar) bulutu tekrâr geldiği vakit, nûr-i rûhâniyyet (ruhunun nuru) zâil (geçmiş) olup,  ay gibi olan o rûhâniyyetten bir hayâl kalır. İşte o rûhâniyyetin nûru, beşeriyyet  bulu­tunun perdesinden zaîf (zayıf) olup bedr-i şerîf (dolunay gibi şerefli) iken bir hilâle döndü. Nasıl ki  önüne bir bulut ve kesîf (koyu) toz gelen ay hayâl gibi görünürse, bu cism-i kesîfimizin (cisim olan bedenimizin) bulutu dahi, bizi hakîkatimiz olan ruhâniyyetimiz ve onun hakîkati olan Hak hakkında hayâl-endîş kıldı (hayal kurucu, hayalci yaptı). Ve hattâ bu kesâfet (yoğunluk, madde) yüzünden ba'zılarımız, öyle rûhâniyyet ve ulûhiyyet gibi şeyler mevcûd olmadığını bile iddiâya kıyâm edip (kalkışıp) hayâlât-ı fâsideye (olmayan hayallerin peşine) düştü­ler.  Bizim mâh-ı rûhumuzun (ay gibi olan ruhumuzun) hakîkati olan Hak Teâlâ hazretleri  evsâf-ı beşeriyyet (beşer olmanın getirdiği sıfatlar) ve nefsâniyyet (nefse olan düşkünlük) bulutlarının bize düşman olduğunu Kur'ân ile ve lisân-ı Resûl ile (Peygamberimizin dilinden) haber verdi. Nitekim kendi nefisleri­ne mübtelâ (düşkün) olup Hak'tan bi'l-külliyye (tamamıyla) mahcûb (perdeli) olan küffâr (Hakk’ı inkar edenler) hakkında, Kur'ân-ı Kerîm’de ………………………… (Mümt'ehine, 60/1) buyurdu. Ve lisân-ı Resûl ile dahi ………………………………………… dedi. Bu ihbâr da (haber vermek de) onun lutfudur. Bulut gibi evsâf-ı beşeriyyeden (beşeri sıfatlardan) ve toz gibi olan ahkâm-ı tabîiyyeden (tabii hükümlerden) ay gibi olan rûhun ferâğati (geri durması, çekinmesi) var­dır. Çünkü onun medârı (yörüngesi) bu âlem-i kesîf-i tabîat (madde âlemi) değil, belki âlem-i latîf-i ervâhdır (şeffaf, nur olan ruhlar alemidir) .  Bu sıfât-ı nefsâniyye (nefsi sıfatlar)     bizim rûhumuzun düşmanıdır. Çünkü ay gibi olan Hak ve hakîkati, gözümüzden gizler.

Mesnevi:

Tercüme: "Bu perde, hûrîleri bir zâl (yaşlı, kocamış) ve bedri (dolunayı) bir hilâlden noksan eyler. Ay bizi kenâr-ı izzette oturttu. Ve bizim düşmanımıza düşma­nımdır dedi."

Şerh:  Bu nefsâniyyet (nefsi sıfatlar, nefse düşkünlük) ve tabiat perdeleri, cennet hûrîleri gibi olan mahbûbân-ı ma'nevîyi (manevi sevilmişleri) , Enbiyâ (Peygamber) ve Evliyâyı (Velileri) bir acûze (cadı) gibi çirkin ve kabîh (kötü) gösterir. Nitekim Ebû Cehil, bu perde-i nefsâniyyet (nefsi perdeler) hasebiyle, "Ben mekârim-i ahlâk (güzel ahlak) için ba's olundum(gönderildim) " buyuran Mahbûb-i Rabb'il­âlemîn (âlemlerin Rabb’ının sevgilisi) Efendimiz'e: "Ben Kureyş içinde senin gibi bir çirkin nakış (âdi, bayağı) görmedim" demiş idi. İşte bu perde, âlemi envâr-ı fazîletleriyle (âlemlerin nurunu güzel vasıflarıyla) bed­r-i enver (dolunayın en nurlu olduğu zaman) gibi münevver (aydınlık) kılan ahsâb-ı kemâli, (kemal sahibini) bir hilâlden daha nâkıs (noksan) gösterir. Mâh-ı hakîkî (hakiki ay) olan Hak Teâlâ Hazretleri, bizi mertebe-i izzette (yüce mertebede) oturtup da düşmanlarımıza: Onlar benim dahi düşmanımdır, buyurdu. Nitekim Müntehine sûre-i şerîfesinde buyurur:  (Mümtehine, 60/1) ya'nî. "Ey mü'min­ler, benim ve sizin düşmanınızı dost  ittihâz etmeyiniz(kabullenmeyiniz)".

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
24
.12.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail