(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
M
e s n e v î :
Bu
fass-ı rengîne (renkli bölümle)
taalluku (ilişkisi)
görülen, Mesnevî-i Şerîf’in beşinci cildinde vâkı' (geçen) âtîdeki (aşağıdaki) sürh-i münîfın (kırmızı
renkle yazılmış başlığı) tercümeten (tercüme
ederek) ve şerhan (açıklayarak) burada îrâdı (anlatmak)
münâsip (uygun)
görülmüştür.
Sürh-i
Mesnevî-i Şerîf
(Tercüme)
"Bu sürh-i şerîf (yukarıda
kırmızı mürekkeple yazılmış
başlık) o
kendinden geçmiş olanların sıfatı beyânındadır (sıfatını
anlatmaktadır) ki, onlar kendilerinin şerrinden (kötü huylarından) ve hünerinden
emîn olmuşlardır. Zîrâ gündüz, güneşin nûrundan fânî
(yok) olan yıldızlar gibi, onlar
dahi Hakk'ın bakâsında (bakiliğinde,
devamlılığında) fanîdirler (yokturlar)
. Ve
fânî (yok) olan kimseye âfet (bela)
ve helâk (ölüm)
korkusu yoktur."
Mesnevî*:
(Tercüme)
"O bî-hod (kendinden
geçmiş) olan kimsenin fenâsı (yokluğu)
, fakrdan
müzeyyen (fakirlikle
donanmış) olduğu vakit, o
kimse Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) gibi bî-sâye
(gölgesiz)
olur. Fahra (iftihara,
övünmeğe) mensûb (ait)
olan fakr (fakirlik) için fenâ (yok
olmak) zînet oldukda (mücevher
olunca) ,
o kimse şem' (mum)
alevinin ucu gibi gölgesiz oldu."
Şerh:
"Fakr"dan (fakirlikten)
murâd, "fakr-ı sûrî" (maddi
fakirlik),
ya'nî bilcümle mâ-melekini (sahip
olduğun bütün şeyleri) terk edip nân-pâreye (bir
dilim ekmeğe) muhtâç olacak bir hâle gelmek değildir.
Belki kemâl-i heyemânı (aşkın
kemali) ve Hakk'a olan ifrât-ı aşkı (aşkının
çok fazla olması) sebebiyle, kendi nefsinden
fânî (yok
olma) ve Hak'la bâkî (devamlılık
üzere) olmaktır. Bu fenânın (yokluğun)
"fakr"dan müzeyyen (fakirlik
ile süslenmiş, donanmış) olması budur ki: Bu Fass-ı İbrâhîmî'de tafsîl olunduğu (açıklandığı) vech ile (şekilde)
/ ârif görür ki, ilm-i Hak'ta (Hakk’ın
ilminde) peydâ olan (çıkan) ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) ism-i Hakk'ın (Hakk
isminin) ve hazret-i şehâdette, ya'nî bu dünyâda
"ben, ben" dediği sûret-i vücûdu (esma
terkibiyeti, ruhu) ise,
ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) sûretleridir. Vücûd-i kesîfi (madde
bedeni) ise, Vücûd-i Mutlak-ı Hakk’ın (Mutlak, yegâne vücût sahibi Hakk’ın) tenezzülâtından
(inişlerinden,
yoğunlaşmalarından) husûle gelmiş olan bir taayyündür
(belirme,
görünür olmadır).
Binâenaleyh (nitekim),
cemî'-i mevâtında (bütün
mertebelerde) Hakk'a müftekırdir (muhtaçtır)
. İşte
bu fakrdan (fakirlikten) nâşî (dolayı)
, kendisi
için ortada "ben"im diyecek bir vücûd bulamaz. Ve görür
ki, kendisinin enâniyyeti (benliği)
bir vehm-i mahzdan (sırf vehimden) ibârettir. Binâenaleyh
(nitekim),
kendisinin bu vehm-i enâniyyetinden (vehminden
ileri gelen benliğinden) geçer, vücûd-i Hak'ta fânî
(yok)
olur. Ve onun fenâsı (yokluğu)
"fakr"dan müzeyyen (fakirlik
ile süslenmiş) olmuş olur. Zîrâ abdin (kulun) zîneti onun fenâsıdır. (yok
olmasıdır) Bu öyle bir zînettir ki, dünyâda ve
âhirette onun muâdili (benzeri) yoktur. Semeni (değeri,
kıymeti) ise ancak fedâ-yı nefstir (nefsini
feda etmektir) . Böyle bir kimse Muhammed (s.a.v.)
Efendimiz gibi bî-sâye (gölgesiz)
olur. Çünkü artık o nûr-i Hak (Hakk’ın
nuru) olur. Ve nûrun sâyesi (gölgesi)
olmaz. Ve cenâb-ı Fahr-i âlemin (Hz.
Muhammed’in) iftihâr eylediği fakr (iftihar
ettiği fakirlik) için fenâ
(yok
olmak) zînet olunca, bî-sâye (gölgesiz)
olan şem'in (mumun)
alevinin ucu gibi, o kimse de bî-sâye (gölgesiz)
olur. Ya'nî mevhûm olan (zannedilen) ,
vücûd-i mecâzî zulmetinden (gerçek olmayan vücûdunun sıkıntısından) halâs
(kurtulmuş)
olup nûr-i mahz (sırf
nûr) olur.
Mesnevî:
(Tercüme)
"Şem' (mum)
baştan ayağa kadar alev olunca, gölgenin onun etrâfına
güzar kılması (geçmesi)
olmaz. Mum, mumu döken kimsenin rızâsından dolayı,
kendisinden ve gölgeden şuâ'a ilticâ eyledi"(ışığa
sığındı)
(Şerh)
Ma'lûmdur ki, mum yandığı vakit, zebânesi (alevi)
etrafı ziyâdâr (aydınlık)
etmekle berâber dip tarafına kendi vücûdunun
gölgesi düşer. Hattâ "Mum dibine ışık
vermez" darb-ı meseli (atasözü)
meşhûrdur. Mumun baştan ayağa kadar
alev olduğu farz olununca, mumun vücûdu kalmayacağından
gölgesi de zâil olur (kalmaz) . Bu bir temsîlden ibârettir. İşte
bunun gibi insan dahi fenâ (yok
olmak) ve bakâ (bakilik, devamlılık)
mertebelerinden mukaddem (önce) vücûd-i mecâzîsini (var
zannettiği vücûdunu) mevcûd-i müstakıll (kendisine
ait müstakil bir varlık) zanneder idi. Ve sıfât-ı
nefsâniyyeden (nefsi
sıfatlardan) ibâret olan o vücûdun gölgelerini
etrâfına salmış idi. Fenâ (yok
olma) ve
baka (daimilik)
mertebelerine vâsıl olunca (erişince)
baştan ayağa kadar ayn-ı ziyâyı Hak (Hakk’la aynı nur) oldu. Artık
hem kendi vücûdundan ve hem de onun sıfâtı olan gölgelerden,
nûr-i Hakk'a (Hakk’ın
nuruna) ilticâ eyledi (sığındı)
. (Bahrü'l-ulûm
ve cenâ'b-ı İmdâdullâh (kuddise sırruhümâ) Şerh'lerinden
hulâsa). Mesnevî:
(Tercüme)
"Mumcu, muma: Ben seni fenâ (yok
olman) için döktüm, dedi. Mum dahi: Ben de fenâya
(yokluğa)
ilticâ eyledim (sığındım) , dedi. Şem'
(mum)
ateşte külliyyen (tamamıyla)
fenâ bulunca (yok
olunca) şem'den (mumdan) ne eser ve ne de ziyâ (ışık)
görürsün. Karanlığı def' etmekte (ortadan
kaldırmakla), âşikâr (açık seçik) olarak, sûret ateşi
(ateşin
görünüşü) bir
mum ile kâim (mevcût)
oldu. Mum gibi olan cisim şem'in (mumun)
hilâfınadır (zıddınadır) ki, o cisim şem'i (mumu)
eksildikçe, nûr-i can (can
nuru) ziyâdeleşir (fazlalaşır)
. Bu
şuâ' (ışık)
bâkîdir; (kalıcıdır,
devamlıdır) o ise fânîdir (ölümlüdür)
. Şem'-i
câna (mumun
canında) şu'le-i Rabbânî (Rabbani
nur) vardır. Bu bâkî (daimi) olan şuâ' (ışık)
müfterız (farz)
ve lâzım geldi. Araz olan
(iki zamanda baki olmayan) şem'-i fânînin (ölümlü
olan mumun) şuâ'ı (ışığı)
ise böyle değil. O ateşin ucu, hep nûr oldu. Şem'
(mum) , fânî (yok oldu) ve sâye (gölge)
de ondân dûr (uzak)
oldu."
(Şerh)
Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Efendimizin âdet-i seniyyeleri (yüce
âdetleri), tebyîn-i Hak (Hakk’ı açıklamak) için âfâkı
(dış
âlemi) enfüse (iç
âleme, kendi özüne) tatbîk etmektir (benzetmek,
uygulamaktır). Binâenaleyh
(nitekim)
keyfıyet-i fenâyı (yok
olma husûsunu) dahi misâl-i şem' ile
(mumu örnek göstererek) îzâh buyururlar: (açıklamışlardır)
"Mumcu"dan maksûd (gaye)
Hâlık-ı kevn-ü (evreni
yoktan var eden) mekân Hazretleri (Hakk) ve
"mum"dan murâd, vücûd-i kesîf-i insan (insanın madde bedeni) ve "âteş-i
sûret"den (ateşin
görünüşünden) maksad dahi, onun mukâbili (karşılığı)
olan "âteş-i ma'nevî-i (manevi
ateş) aşk ve muhabbet" (sevgi)
ve "zebâne-i âteş"ten (ateşin
alevinden) murâd da "rûh-i insânî"dir (insan
rûhudur). Ebyât-ı
şerîfenin (mübarek,
kutsal beytin) âfâkî (dış
âleme ait) olan maânî-i zâhiresi (görülen,
açık manâsı) muhtâc-ı îzâh değildir (açıklamaya
ihtiyaç yoktur). Enfüsî (iç âlem, ruh ile ilgili) olan maânî-i
bâtınesi (batın,
gizli manâsı) budur ki: Hak Teâlâ Hazretleri
insana hitâben: "Ben seni,
…………………………………. (Kasas 28, / 88) âyet-i
kerîmesinde beyân buyurduğum (bildirdiğim)
vech ile, (şekilde)
hâlik (yarattım) ve fânî (yok)
olmak için halk (yarattım) ve îcâd eyledim" (meydana
getirdim) buyurur. İnsân-ı kâmil dahi: "Ey
benim Hâlık'ım, (Yaratıcım) ben de senin Habîb-i
Lebîb'inin (sevgili
aklının) …………………………..emrine tebean
(uyarak) , ölmeden evvel ölmek ve fânî (yok)
olmak keyfiyyetine (hususuna)
kaçıp ilticâ eyledim (sığındım).
Ve bu sûretle maksad-ı hilkatin (yaratılış
gayenin) husûlüne (hasıl
olmasına) ve rızâ-yı şerîfınin (mübarek
rızanın) istihsâline (elde edilmesine, kazanılmasına) sa'y
eyledim" (çalıştım)
der. İnsân-ı kâmilin şem' (mum)
gibi olan vücûdu, âteş-i aşk-ı İlâhî (İlahi
aşk ateşi) ile yanınca, artık ondan âsâr (eserler)
ve sıfât-ı nefsâniyye (nefsi
sıfatlar) zâhir olmaz (görülmez)
olur. Fakat bu teşbîh (benzetme),
bir cihette (bakımdan)
tehallüf eder (uygun olmaz). Sûrî (beden
ile ilgili) olân zulmeti (karanlığı,
sıkıntıyı) ref etmekte (kaldırmakta),
ateş mutlakâ bir mumla kaim (mevcût)
olmak lâzım gelir ise de, uşşâk-ı İlâhî’nin
(İlahi
âşıkların) şem' (mum)
gibi olan cisimleri (bedenleri) böyle değildir. Çünkü
onların şem'-i cisimleri, (mum
gibi olan bedenleri) nâr-ı aşkla (aşk
ateşiyle) yanıp noksan-pezîr oldukça (azaldıkça)
, canlarının
(ruhlarının)
nûru ziyâde olur (fazlalaşır). Nitekim görmek ve işitmek lutfuna
mazhar (erişenler,
nail) olanlar, dâimâ görür ve işitirler ki,
ehl-i fenâ (yokluğa
ermiş) olan Evliyâullâh’ın (Allah
velilerinin) vücûd-i sûrîleri (bedenleri)
zaîf (zayıf) ve nahîf (güçsüz)
olur. Fakat cân-ı azîzlerinde (aziz
ruhlarında) o derece kuvvet-i tasarruf (tasarruf
kuvveti) ve nûr-i tedbîr (Cenab-ı
Hakk’ın hakim ismine uygun hareket,
tasarruf nuru, akıl, zekâ)
vardır ki, en cebbâr (zorba)
ve kavî (kuvvetli)
bir cismânînin (dinle alakası olmayanın) ıslâh
edemediği
(iyileştiremediği) bir azgın ve nefsânî adamı (nefsi ile hareket eden kişiyi) ,
bir nazar-ı iksîr eseriyle (tesirli
bir bakışıyla) zümre-i sulehâya (iyi
kimselerin arasına) ilhâk ederler (dahil
ederler) . İşte
onun cânının şuâ'ı (ruhunun nuru) bâkîdir; çünkü
Rabbânîdir. Nûr-i Rabbânî (Rabbani
nur) ise fenâ-pezîr (yok) olmaz. Onun nûr-i cânı (ruh
nuru) ,
şem'in (mumun)
fânî (ölümlü)
ve araz (gelip
geçici) olan nûru
gibi fânî (yok
olucu) değildir. O zebâne-i âteş (ateşin
alevi) gibi olan rûh-i insânî (insan
ruhu) , hep
nûrânî (nurlu)
oldu. Şem'-i cismâniyyet (mumun
cismi) fenâya (yokluğa) gitti. Artık ondan, gölge
gibi olan sıfât-ı nefsâniyye (nefsi
sıfatlar) tebâud eyledi (uzaklaştı).
Mesnevî:
(Tercüme)
"Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge aya mukârin (bitişik) olmaz. Ey nîk-hâh (iyilik
isteyen) , bî-hodluk (kendinden geçmeklik) bulutsuzluktur.
Sen bî-hodluk (kendinden
geçip, baygınlık) içinde, kurs-ı kamer (ayın uzaktan görülen yüzü) gibi
olursun. Def edilmiş (gitmiş)
olan bir bulut tekrâr geldiği vakit, nûr gidip
kamerden (ay’dan)
bir hayâl kalmıştır. Onun nûru, bulut perdesinden
zaîf oldu. (zayıfladı)
O bedr-i şerîf (mübarek
dolunay) bir hilâl gibi oldu. Kamer (ay) buluttan ve tozdan bir hayâl görünür.
Ten bulutu da bizi hayâl-endîş (hayal
eden) eyledi. Kamerin (ayın)
lutfuna bak ki, bulutlar bize düşmandır, dedi. Bu
da onun lûtfudur. Buluttan ve tozdan ayın ferâgati (geride
durması) vardır. Zîrâ kamerin (ayın)
bâlâ-yı çarh (yüksek
gök) üstünde medârı (yörüngesi) vardır. Bulut bize
hasm-ı cân (can
düşmanı) oldu. Çünkü ayı gözümüzden nihân
eyler. (saklar) "
Şerh:
Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) keyfiyyet-i fenâyı (yokluk
husûsunu) zikrolunan (anlatılan)
ebyât-ı münîfede (meşhur beytinde) dahi, bir misâl
ile îzâh buyururlar. Zîrâ misâl taaddüd ettikçe (çoğaldıkça) , ma'kûlât
da (idrak
edilen şeyler de) o nisbette (ölçüde)
mahsüs (hissedilebilir) olur. Ve maksad dahi
ukûl-i mütefâvite (birbirinden
farklı akıllar) muvâcehesinde (karşısında)
o kadar tavazzuh eyler (açıklık
kazanır) . Bu misâlde
"bulut"tan murâd "zulmet-i beşeriyyet"; (beşer
olmanın sıkıntısı, karanlığı) ve
"ay"dan murâd "rûhâniyyet" (ruh
olma hali) ve "bî-hodluk"tan (kendinden
geçme halinden) maksad dahi kuyûd-i beşeriyye olan
(insanı kayıtlayan, kısıtlayan) "evsâf-ı
nefsâniyeden (nefsi
sıfatlardan) kurtulmak"tır. Ebyât-ı şerîfenin
(mübarek beyitin) ma'nâsı bu olur ki: Bulut gibi olan
zulmet-i beşeriyyet (beşer
olmanın verdiği karanlık, sıkıntı) zemîn-i
cisme (cismin
yüzeyine, bedene) düşer. Fakat kamer (ay)
gibi olan rûhâniyyet bu zulmete (karanlıkla)
hem nişîn (beraber,
birlikte) olmaz. Çünkü rûh bu âlemden değildir.
Onun gamı (kaygısı,
tasası) dahi bu âlemin ahvâl-i zulmâniyyesine (karanlık,
sıkıntılı hallerine) mukârin (bitişik)
olmaz. Nitekim Hz. Pîr-i destgîr diğer bir
beyitte:----------------
buyururlar.
Ey iyi şeyi isteyen kimse! Bî-hodluk (kendinden
geçmişlik) bulut gibi olan kuyûdi beşeriyye-i
zulmânîden (beşer
olmanın getirdiği kayıtlılığın sıkıntısından) kurtulmaktır.
Sen bundan halâs olduğun (kurtulduğun)
vakit, rûhâniyyetin kurs-ı kamer (ayın uzaktan göünen yüzü) gibi,
pertev-nisâr (ışık
saçan) olur. Fakat ey sâhib-i telvîn (Hakk’ın boyası ile boyanmış) olan
sâlik! (Allah
yolunda yürüyen) Mücâhede (nefsinle
savaşmak) ile def ettiğin (uzaklaştırdığın)
evsâf ı nefsâniyye (nefsi
sıfatlar) bulutu tekrâr geldiği vakit, nûr-i rûhâniyyet
(ruhunun
nuru) zâil (geçmiş)
olup, ay
gibi olan o rûhâniyyetten bir hayâl kalır. İşte o rûhâniyyetin
nûru, beşeriyyet bulutunun
perdesinden zaîf (zayıf)
olup bedr-i şerîf (dolunay
gibi şerefli) iken bir hilâle döndü. Nasıl ki
önüne bir bulut ve kesîf (koyu)
toz gelen ay hayâl gibi görünürse, bu cism-i kesîfimizin
(cisim olan bedenimizin) bulutu dahi,
bizi hakîkatimiz olan ruhâniyyetimiz ve onun hakîkati olan
Hak hakkında hayâl-endîş kıldı
(hayal kurucu, hayalci yaptı). Ve hattâ bu kesâfet
(yoğunluk,
madde) yüzünden ba'zılarımız, öyle rûhâniyyet
ve ulûhiyyet gibi şeyler mevcûd olmadığını bile iddiâya
kıyâm edip (kalkışıp)
hayâlât-ı fâsideye (olmayan hayallerin peşine) düştüler.
Bizim mâh-ı rûhumuzun (ay gibi olan ruhumuzun) hakîkati
olan Hak Teâlâ hazretleri
evsâf-ı beşeriyyet (beşer
olmanın getirdiği sıfatlar) ve nefsâniyyet (nefse olan düşkünlük) bulutlarının
bize düşman olduğunu Kur'ân ile ve lisân-ı Resûl ile (Peygamberimizin dilinden) haber
verdi. Nitekim kendi nefislerine mübtelâ (düşkün)
olup Hak'tan bi'l-külliyye (tamamıyla)
mahcûb (perdeli)
olan küffâr (Hakk’ı
inkar edenler) hakkında, Kur'ân-ı Kerîm’de ………………………… (Mümt'ehine, 60/1) buyurdu. Ve lisân-ı
Resûl ile dahi …………………………………………
dedi. Bu ihbâr da (haber
vermek de) onun lutfudur. Bulut gibi evsâf-ı beşeriyyeden
(beşeri
sıfatlardan) ve toz gibi olan ahkâm-ı tabîiyyeden
(tabii
hükümlerden) ay gibi olan rûhun ferâğati (geri durması, çekinmesi) vardır.
Çünkü onun medârı (yörüngesi) bu âlem-i kesîf-i tabîat (madde âlemi) değil, belki âlem-i
latîf-i ervâhdır (şeffaf,
nur olan ruhlar alemidir) . Bu
sıfât-ı nefsâniyye (nefsi
sıfatlar)
bizim rûhumuzun düşmanıdır. Çünkü ay
gibi olan Hak ve hakîkati, gözümüzden gizler.
Mesnevi:
Tercüme:
"Bu perde, hûrîleri bir zâl (yaşlı,
kocamış) ve bedri (dolunayı) bir hilâlden noksan
eyler. Ay bizi kenâr-ı izzette oturttu. Ve bizim düşmanımıza
düşmanımdır dedi."
Şerh:
Bu nefsâniyyet (nefsi
sıfatlar, nefse düşkünlük) ve tabiat perdeleri,
cennet hûrîleri gibi olan mahbûbân-ı ma'nevîyi (manevi
sevilmişleri) ,
Enbiyâ (Peygamber)
ve Evliyâyı (Velileri) bir acûze (cadı)
gibi çirkin ve kabîh (kötü)
gösterir. Nitekim Ebû Cehil, bu perde-i nefsâniyyet
(nefsi
perdeler) hasebiyle, "Ben mekârim-i ahlâk (güzel
ahlak) için ba's olundum(gönderildim)
" buyuran Mahbûb-i Rabb'ilâlemîn (âlemlerin
Rabb’ının sevgilisi) Efendimiz'e: "Ben Kureyş
içinde senin gibi bir çirkin nakış (âdi, bayağı) görmedim" demiş
idi. İşte bu perde, âlemi envâr-ı fazîletleriyle (âlemlerin nurunu güzel vasıflarıyla) bedr-i
enver (dolunayın
en nurlu olduğu zaman) gibi münevver (aydınlık) kılan ahsâb-ı kemâli,
(kemal
sahibini) bir hilâlden daha nâkıs (noksan)
gösterir. Mâh-ı hakîkî (hakiki
ay) olan Hak Teâlâ Hazretleri, bizi mertebe-i
izzette (yüce mertebede) oturtup da düşmanlarımıza:
Onlar benim dahi düşmanımdır, buyurdu. Nitekim Müntehine sûre-i
şerîfesinde buyurur: (Mümtehine,
60/1) ya'nî. "Ey mü'minler, benim ve sizin düşmanınızı
dost ittihâz
etmeyiniz(kabullenmeyiniz)".
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
24.12.2002
http://sufizmveinsan.com
|