(KELİME-İ
İBRÂHÎMİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ MÜHEYYEMİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR)
Mesnevî:
(Tercüme)
"Eğer bulutun bir parlaklığı varsa aydandır. Her kim
buluta ay derse, o dâlldir (doğru
yoldan ayrılmıştır) ,
şaşkındır".
Şerh:
Ya'nî vücûd-i halkta (yaratılmışların
vücûdunda) bir letâfet ve parlaklık varsa, mâh-ı
hakîkî (hakiki
ay) olan Hakk'ın vücûdundandır. Zîrâ, taayyünâtın
(meydana
çıkanların) vücûd-i müstakılleri (kendilerine
ait müstakil vücûtları) yoktur ki, onların
kendilerinden letâfetleri bulunsun. Meselâ bulut, havânın şekl-i
mütekâsifidir (yoğunlaşmış şeklidir).
Onun vücûdu havânın vücûduyla kâimdir (mevcûttur)
.
Binâenâleyh (nitekim),
vücûd-i müstakıll (kendine
ait bir vücût) sâhibi değildir. Böyle olmakla
berâber, buluta havâ demek câiz (doğru)
değildir. Çünkü, taayyün (meydana
geliş, oluşma) hasebiyle havânın gayridir (başkadır).İşte
vücûd-i müteayyinât-ı halk (yaratılmışların
vücûtları) dahi böylece Hakk'ın vücûduyla kâim
(mevcut)
olmakla
berâber, bi-hasebi't-taayyün (meydana
gelişi, oluşumu, birim oluşu bakımından) Hakk'ın
gayridir. (Hakk’tan
başkadır) Binâenaleyh (nitekim),
her kim bulut gibi olan vücûd-i halka (yaratılmışların
vücûtlarına), ay gibi
olan Hak derse dalâlete (hataya)
düşer ve bunu şaşkınlığından söyler. Zîrâ
merâtib-i Vücûd-i Mutlak’ı (hakiki
vücût sahibinin mertebelerini) anlayamamıştır.
Mesnevî:
Tercüme:
"Vaktâki
(ne
zaman ki) ayın nûru bulut
üstüne münzel oldu (indi)
,
o bulutun karanlık yüzü aydan mübeddel (değiştirilmiş)
oldu".
Şerh:
Ya'nî nûr-i mâh (ay’ın nuru) gibi
olan sıfât-ı kemâliyye-i Hak (Hakk’ın
kemal
sıfatları) ,
bulut gibi olan şahsın taayyünü (bedeni)
üzerine münzel oldukda (indiğinde)
onun rûy-i târîki (karanlık
yüzü),
ya'nî zulmet-i beşeriyyeti (beşer
olmanın verdiği sıkıntı karanlığı) ,
Hakk'a mübeddel olur
(değişir) ve bakâ-yı Hak'la (daimi
Hak’la) bakâ bulur (daima olur) .
Mesnevî:
Tercüme:
"Kıyâmette ay ve güneş ma'zûl (uzaklaştırılmış)
oldu; göz ziyânın (ışığın)
aslına meşgûl oldu
(tutuldu).
Tâ ki mülkü, müsteârdan (ödünç)
ve bu fânî (geçici,
ölümlü) olan ribâtı (konağı)
dârü'l karârdan (ahiret yurdundan) temyîz
eder (ayırır)
.
Dâye
(dadı)
,
bir gün ya üç dört gün âriyet (ödünç
alınmış) olur. Ey ana, sen bizi kucağında tut!
Benim kanadım buluttur, perdedir ve kesîftir (koyudur).
O, lutf-i Hakk'ın in'ikâsından (Hakk’ın
güzelliğinin aksetmesi, yansımasından) latîf
oldu. Ben kanadı ve onun letâfetini yoldan koparır izâle (giderir, yok etme)
ederim. Tâ ki mâhın hüsnünü (ayın
güzelliğini) mâhdan (aydan)
göreyim. Ben dâyeyi (dadıyı) istemem;
ana daha iyidir. Ben Mûsâ'yım, benim dâyem (dadım)
anadır.
Ben kamerin letâfetini (ayın
şeffaflığını) vâsıtadan (aracıdan) istemem.
Zîrâ, bu râbıta (bağ)
halkı (yaratılmışları)
helâk (mahv)
etti. Meğer ki mâhın (ayın)
huyuna mâlik (sahip)
olan bir bulut ola da o, ayın yüzüne hicâb (perde)
olmaya. Sûretini "lâ"
(olumsuzluk edatı, yoktur, değildir) vasfında göstere,
Enbiyâ (Nebiler)
ve Evliyâ’nın (Velilerin)
cismi gibi..."
Şerh:
Kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet) olduğu
vakit, şems (güneş)
ve kamer (ay)
,
âleme (evrene,
dünyaya) ziyâ (ışık)
vermek mertebesinden ma'zûl (uzaklaştırılmış)
olurlar. Fâkat arsa-i mahşer (mahşer
yeri) nûr-i Hak'la (Hakk’ın
nuru ile)
ziyâdâr olacağından (aydınlanacağından)
,
halkın
gözleri ziyânın (ışığın)
aslıyla meşgûl olur ve halk
bu zamanda ziyâ (ışık) denilen
şeyin bulut gibi kesîf (koyu)
bir vücûddan ibâret olan şemsin (güneşin)
zâtından olmadığını ve kamere (aya)
verdiği ziyânın (ışığın)
kendi malı olmayıp âriyet (ödünç
alınmış, emanet) olduğunu anlarlar. Ve mülkü âriyetten
(emanet
maldan) ve bu âlem-i fânîyi (ölümlü
olan bu âlemi) âlem-i bâkîden (daimlik,
devamlılık üzere olan alemden) temyîz ederler (ayırırlar)
.
Bu
halkı (yaratılmışları)
mecâzen terbiye eden dâye-i tabîat (tabiat
dadı),
âriyettir (ödünç
alınmıştır, emanettir) . Terbiyesi,
bir yâhut üç dört güne münhasırdır (sınırlanmıştır)
.
Ey mâder (anne)
gibi olan Rabbü'l âlemîn (âlemlerin
Rabb’ı), bizi
sen âğûşunda (kucağında)
tut! Zîrâ âriyet (emanet)
olan dâyenin (dadının)
terbiyesi nâkıstır (noksandır);
tıflın (çocuğun)
maraz (hastalanmasına)
ve helâkine (mahv
olmasına) sebep olur.
Benim,
tâvusun kanadı gibi zengin olan hünerlerim ve sıfât-ı sûriyyem
(suret
ile ilgili sıfatlarım) veyâ taayyün-i vücûdum (bedenim)
, kesîf
(koyu)
bulut gibi mâh-ı hakîkîye (hakiki
aya) bir perde ve hicâbdır (örtüdür)
.
Bunlar hadd-i zâtında (esasen)
lûtf i Hakk'ın
in'ikâsından
(Hakk’ın
lütfunun aksetmesinden) böyle lâtîf oldu. Nitekim
bu Fass-ı İbrâhîmî'de beyân olunduğu (bildirildiği) üzere,
keşf-i evvelin (ilk
keşfin) i'tâ ettiği (verdiği)
ma'rifete (ilme,
bilişe) göre, Hakk'ın, bu a'yânın (ilmi
suretlerin) hakâyıkı (hakikatleri) ve
ahvâli (durumları,
halleri) hasebiyle mütenevvi' (çeşitli
şekilde) ve mutasavver (tasarlanmış)
olduğu bilinmiş idi. İşte bu hakîkate binâen (hakikâtten
dolayı) , ben mâh-ı
hakîkînin hüsnünü (hakiki
ayın güzelliğini) kendisinden müşâhede etmek (seyretmek) için,
bu perde olan taayyün kanadını
(beşeri sıfatlar ve madde bedeni) ve
onun letâfetlerini (hoşluklarını)
mücâhedât (savaşmak) ve
riyâzât-ı şâkka (güçlü
nefs terbiyesi) ile, yoldan koparır ve izâle ederim
(yok ederim).
Menkûldür
(nakledilmiştir)
ki, bir gün Şemseddîn Tebrîzî (r.a.) efendimiz,
Şeyh Evhadüddîn Kirmânî hazretlerine ne işle meşgûl
olduklarını sorarlar. Onlar da: "Ayı su leğeninde görüyorum."
Ya'nî cemâl-i mutlakı (hakiki cemali) mezâhir-i
cemîle-i insâniyyede (en
hoş, mükemmel görüntü yeri olan insanda) müşâhede
ediyorum (seyrediyorum)
diye cevap verirler. Cenâb-ı Şemseddîn Efendimiz dahi:
"Eğer boynunda çıbanın yoksa, niçin semâda (göklerde)
müşâhede etmiyorsun?
(seyretmiyorsun) "
Ya'nî kayd-i taayyünden (beden
kayıtlarından) kurtulmuş isen, niçin âlem-i ıtlâkta
(evrende)
temâşâ etmiyorsun (seyretmiyorsun)
?” buyurmuşlardır.
Velhâsıl, mezâhir-i halkıyyede (yaratılmışlarda,
birimlerde) olan letâfet (latiflik),
Hakk'ın in'ikâs-ı (Hakk’ın
aksetmesi) pertev-i cemâlinden (cemalinin
parlaklığından) gayri (başka)
bir şey değildir.
Ben
dâye-i tabîatı (tabiatın
dadılığını) ve onun mecâzî olan
(hakiki olmayan) ni'met ve râhatını istemem, Rabbü'l-âlemîn
(âlemlerin
Rabbı) daha iyidir. Zîrâ ben, Hz. Mûsâ (a.s) meşrebindeyim:
(yaradılışındayım,
anlayışındayım) ………………………
(Kasas, 28/12) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere
o hazret, vâlidesinden başka hiçbir kadının memesini emmedi.
Ve onun dâyesi (dadısı)
vâlidesi oldu. Ben Hakk'ın letâfetini merâyâyı
a'yân (belli
aynalar, açığa çıkmış aynalar) vâsıtasıyla (aracıyla) müşâhede
etmek (görmek)
istemem. Zîrâ halk (yaratılmış),
Hakk'ın
bu taayyünât-ı kesîfeye (meydana
gelmiş koyuluğa, maddeye) merbût (bağlanmış,
rabtolmuş) olan letâfetini müşâhede
edemediklerinden (göremediklerinden),
bu râbıta (bağ,
münasebet) onları helâk (mahv)
etti.
Fakat
bu vâsıta (araç), Enbiyâ
(Nebiler) ve
Evliyânın (Velilerin)
taayyünât-ı vücûdiyyeleri (belirmiş,
şekillenmiş vücûtları) gibi, kendi sıfatlarından
tearrî edip (soyunup)
mâh-ı hakîkînin (gerçek
ay’ın) ,
ya'nî Cenâb-ı Hakk'ın, sıfâtıyla muttasıf (vasıflanmış)
olan ve binâenaleyh (nitekim)
Zât-ı Ahadiyyet’e (Zât’ın
Ahadiyet’ine) hicâb (perde) olmayan
bulut ise, o başka. Zîrâ, sıfât ve esmâ-i İlâhiyye (İlahi
esma ve sıfatlar) onlar ile ve onlar dahi mezâhir-i
esmâ ve sıfâtın (esma
ve sıfatın açığa çıktığı mahallin) hakkı
ile kâim (mevcût)
olduklarından, onlardaki râbıta, (bağ)
halkı (yaratılmışı)
helâk (mahv) etmek
şöyle dursun; belki ehl-i hicâbın (perdeli
kişilerin) perdelerini yırtıp, onları Hakk'a îsâl
ederler (ulaştırırlar).
Mesnevî:
Tercüme:
Öyle bir bulut perde bağlayıcı olmaz; belki perde yırtıcı
olur ki, ma'nâda fâidelidir. Öyle ki, bir aydınlık sabahta,
bâlâda (yukarıda)
bulut olmadığı halde katre (yağmur)
yağdı. O sakâ, ya'nî su verme mu'cize-i Peygamberî
(Peygamberin
mucizesi) idi. Bulut, mahv (yok)
olmaktan, hem-renk-i semâ (sema
ile aynı renk) olmuş bulut idi. Halbuki ondan
bulut huyu gitmiş. Âşıkın teni sabr (sabır)
ile böyle olur.
Ten olur, ammâ tenlik ondan gâib (kayıp,
yok) olur. Mübeddel olmuştur (değişmiştir)
;
ondan renk ve bûy (koku)
gitmiştir".
Şerh:
Enbiyâ (Nebiler)
ve evliyânın (Velilerin)
ecsâmı (cismi,
bedeni) dahi her ne kadar bulut gibi ise de,
onlar mâh-ı hakîkîye (hakiki ayı) perde-bend
olup
(perdeleyerek) onu setretmezler (örtmezler).
Zîrâ onların ecsâmı (bedeni)
latîf olup kesâfetleri (koyulukları)
kalmamıştır. Âdetâ ervâh-ı mütemessile (ruh)
gibidirler. Bu saâdetlilerin vücûd-i şerîfleri
ona benzer ki, havâ gâyet açık ve renk-i semâ (göğün
rengi),
renk-i mu'tâdı vech (her zamanki alışılmış
rengi) ile masmâvî ve hiç buluttan eser yok
iken, sabahleyin katreler (yağmur)
yağdı. Fakat bu katrelerin (yağmurun)
yağması semâda bulut olmaması demek değildir.
Bulut yine mevcûddur; velâkin o kadar rakîk (ince) ve
latîf olmuştur ki, renk-i semâya hicâb olmaz
(göğün rengini perdelemez).
İşte o sakâ, ya'nî su verme keyfiyyeti (husûsu)
dahi mu'cize-i Peygamberî (Peygamberin
mucizesi) idi. Zîrâ bulut gibi olan vücûd-i risâlet-penâhî
(Peygamberin
vücûdu) mahv olmaktan
o kadar kesb-i letâfet (nurlanmıştır,
letafet elde) etmiştir ki, semâ ile bir renkte olmuştur.
Bu mu'cize-i nebevî (Peygamberin
mucizesi) Mesnevî-i
Şerîf’in üçüncü cildinde murûr etmiştir (geçmiştir)
.
Ehl-i kervân (kervancılar)
su bulamayıp, Resûlullah (s.a.v.) Efendimize m'ûrâcaat
etmişler; onlar da mübârek parmaklarından, ızhâr-ı
mu'cize (mucize
göstermek) için, su akıtmışlardır.
Ma'lûmdur
ki, su ya zemîndan nebeân eder (yer altından
kaynar, çıkar) veyâ semâdan nüzûl eyler (gökten
iner).
Semâdan nüzûlü (inişi) bulutlar
vâsıtasıyla olur. Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Efendimiz, taayyünât-ı
vücûdiyyeyi (meydana çıkmış
vücûtları) bulutlara teşbîh buyurmuşlardır (benzetmişlerdir).
Ve
Enbiyâ (Nebiler)
ve Evliyânın vücûd-i, şerîflerindeki letâfeti (inceliği,
şeffaflığı) tefhim (anlatmak) için
dahi açık havâda katre (yağmur)
yağdıran rakîk (ince)
ve latîf bulutlara teşbîh etmişlerdir (benzetmişlerdir)
. Binâenaleyh
(nitekim),
bu teşbîhâtı (benzetmeleri)
te'yîd (kanıtlamak) için,
bu mu'cize-i risâletpenâhîyi (Hz.
Muhammed (a.s) Efendimizin bu mucizesini) îrâd
eylemişlerdir, (söylemişlerdir)
Beyt-i şerîfteki (meşhur
beytteki) "sakâ" kelimesi, "sîn"in
fethiyle (açılmasıyla)
, "su
vermek" ve kesri (kırılması)
ile, "su tulumu" ma'nâlarına gelir. Şârihlerden
(kitabı şerh
eden, açıklayanlardan) ba'zıları ikinci ma'nâyı
almışlardır. Fakat bu tevcîh (çeviri)
zevk-âver (hoş, zevk verici)
değildir; bahse evvelki ma'nâ daha münâsibdir (uygundur).
Enbiyâ
(Nebiler)
ve evliyânın (Velilerin)
cisimleri bulut idi. Fakat onlardaki kesâfet (koyuluk) gidip,
bulutlar gibi hicâb (perde)
olmak huyu zâil olmuştur (son
bulmuş gitmiştir) . İşte
âşıkın cismi (madde
bedeni) mücâhedâta (nefsle savaşmalar)
ve riyâzâta (dünya
nimetlerinden sakınmalar) ve beliyyât-ı İlâhiyye’ye
(Hak’tan gelen
belâlara, felâketlere) sabr (sabır)
ile böyle latîf olur.
Âşıktaki
dahi cism idi. Fakat ondaki cismiyyet mahv (yok) oldu;
kesâfeti (koyuluğu)
gitti. Artık onun cismi değişmiştir. Ondan renk
ve bûy (koku) , ya'nî
evsâf-ı cismâniyye (cismi
vasıflar, sıfatlar) gidip nûr-i mahz (sırf
nur) olmuştur. Ve kendi sıfâtından fânî (yok)
olup Hakk'ın sıfâtıyla bakâ (bakilik,
devamlılık) bulmuştur. Bu fassın ibtidâsında (konunun
başında) zikrolunduğu (adı
geçtiği) üzere onun hâli budur:
Mesnevi:
Tercüme:
"Kanat başkası ve
baş benim içindir. Sem' (işitme) ve
basar (görme)
hânesi tenin sütûnudur.
Gayrı avlamak için can fedâ etmeği küfr-i mutlak (tam
küfür, inkar) ve hayırdan ümitsizlik bil! Sakın
tûtîler (papağan
cinsinden taklit yapan kuş) önünde şeker gibi
olma; belki bir zehir ol ve zarar ve ziyandan emîn ol!
Yâhut hitâbın tahsîn (beğenilip
alkışlanma) ve âferîni için, kilâb (köpekler) önünde
kendini cîfe (leş)
gibi kıl! Hızır (a.s.) onun için gemiyi deldi; tâ
ki bu gemi gâsıbdan (yağmacılardan)
kurtuldu."
Şerh:
Benim tâvûs kuşunun kanadı gibi rengîn (renkli)
olan hünerlerim ve maârifim (ilmim,
bilgilerim) ve tenim, başkalarının intifâı (faydalanmaları)
içindir. Fakat canım ve başım benim içindir. Zîrâ
sem' (işitme) ve
basarın (görme)
hânesi olan baş, tenin direğidir. Binâenaleyh (nitekim),
ben gayriler (başkaları)
için kanadımı fedâ (kurban)
edersem de başımı, canımı fedâ edemem (veremem).
Zîrâ gayrı avlamak ve devlet-i dünyâya (dünya
saltanatına) nâil olmak (elde
etmek, ulaşmak) için can fedâ/etmek (vermek)
küfr-i
mûtlaktır (tam
küfürdür) ve hayırdan ümitsizliktir. Hind şârihlerinden
(Hindli
şerhçilerden) Abdülfettâh hazretleri:
"Ser"den (baştan,
kelleden) murâd, "zâtullâh"dır. (Allah’ın
Zât’ıdır) Zîrâ ümmehât-ı semâniyye-i sıfât
(asıl
olan sekiz ilahi sıfat) Zâtullah (Allah’ın
zatı) için sâbittir (vardır,
mevcuttur) ki, onlar da: Hayat, ilim, sem' (işitme),
basar,
(görme)
irâde, kudret, kelâm (konuşma)
ve tekvîndir (yaratma,
var etmedir) . Ve
"kanat"tan murâd dahi, "mâhiyyet-i beşeriyyet"
(yaratılmış
insanın aslı, iç yüzü) veyâ "sıfât-ı beşeriyyet"tir
(yaratılmış
insanın sıfatlarıdır) ki, beşeriyyetin (yaratılmış
insanın) veyâ sıfât-ı beşeriyyetin (yaratılmış
insanlık sıfatlarının) fenâsından (yok
olmasından) sonra fânî (yok) olur,
demiştir. Bir kimse Zâtullâh’ı
(Allah’ın zatını) "gayr"
(başka)
dediğimiz dünyâya fedâ etse
(kurban etse, verse) ,
elbette küfr-i mutlak (tam küfür) ve
hayırdan ümitsizlik olacağına şübhe yoktur.
Ey
Hak yolunun sâliki (yolcusu)
, natûk (güzel konuşan) ve
cerbeze sâhibi (becerikli
kişi) ve tûtî-sîret (tatlı
dilli) olan ehl-i dünyânın (dünyaya
dönük kişilerin) önünde sakın şeker gibi
tatlı olma; belki bir zehir ve abûşü'l-vech (asık
suratlı) ol, ol da onların zararlarından kurtul: Zîrâ
sen eğer böyle olmaz ve onlarla ihtilât edersen (karışırsan),
o humekâ (ahmaklar)
sendeki füyûzâtı (feyzleri)
azar azar çalarlar. Netîcede teşevvüş-i kalb (kalb
bulanıklığı) hâsıl olduğunu görürsün. Bir sâlik
(Hakk yolcusu) için
bundan büyük zarar olmaz.
Yâhut
bu ehl-i dünyânın (dünyaya
dönük kişilerin) seni tahsîn (beğenmelerini,
takdir) etmelerini ve sana âferîn demelerini
istersen: ………………………………………. hadîs-i
şerîfi mûcibince (gereğince)
,
kilâbdan (köpeklerden)
ibâret olan o ehl-i dünyânın (dünyaya
dönük kişilerin) önünde kendini cîfe (leş)
kıl ve sana îrâs edecekleri (verecekleri)
zarar-ı ma'nevîyi (manevi
zararı) kâle almayıp (umursamayıp)
rızâlarını tahsîl et (kazan)
!
İşte sana iki şık, hangisi işine gelirse onu
yap!
Hızır
(a.s:) iki yetîm çocuğun gemisini, melik-i gâsıbın (zorba
hükümdarın) elinden kurtarmak için deldi. Sen
dahi sefîne-i vücûdunu (vücût
gemini) gâsıb olan (gasp
eden) ehl-i dünyânın (dünyaya
dönük kişilerin) elinden halâs etmek (kurtarmak) için
şakk ol (kır,
yırt, parçala) da, beyân olunan (bildirilen)
tarzda (biçimde) ta'yîb
edip, (ayıplayıp,
kötülüğünü söyleyip) zararlardan emîn ol!
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
01.01.2003
http://sufizmveinsan.com
|