BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN:
"HİKMETİ
KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
(II)
Ve ulüvv-i mekânete gelince, o bizim için, ya'nî Muhammedîler içindir.
Allah Teâlâ ………………….. (Muhammed, 47/35) buyurdu.
Ve Allah Teâlâ bu ulüvvde sizinle berâberdir. Ve o, mekândan
müteâlîdir ve mekânetten müteâlî değildir (2).
Ya'nî ulüvv-i mekânet
ve ulüvv-i mertebe (makam
ve mertebe yüksekliği) ve menzîlet (derece yüksekliği),
hâssaten (ancak)
bizim için, ya'nî Muhammed (s.a.v.)’ e tâbi' (uymuş)
olan verese (mirasçılar) içindir. Nitekim
Hak Teâlâ, Muhammedîler hakkında ………………………
(Muhammed, 47/35) ya'nî "Siz âlîlersiniz" (yücelersiniz) buyuruyor. Siz, sizin gayriniz (sizden
başkaları) olan ümem (ümmetler)
üzerine mertebeten (mertebe
olarak) ve menzileten (derece
olarak) âlîlersiniz (yükseksiniz, yücesiniz) demektir.
Ve Allah Teâlâ cem'iyyet-i esmâiyyesi (esmanın
toplamı) cihetinden (yönünden) bu ulüvv-i mekânette (rütbe
yüksekliğinde) sizinle berâberdir. Zîrâ, sizin
"hüviyet"iniz (hakikâtiniz)
Hak'tır. / Ve siz Hakk'ın zâhirisiniz (dış
görünüşüsünüz). Zîrâ,
Hak cisim olmadığı cihetle mekândan müteâlîdir (üstündür).
Fakat
mekânetten (rütbe,
derece makam olarak) müteâlî (üstün)
değildir. Ve ulüvv nisbeti (yükseklik
vasfı) iki sûretle (şekilde)
olur: Birisi "âlî"nin (yücenin)
sırf kendi şânındandır. Bu ulüvv (yükseklik),
ulüvv-i
hakîkî (gerçek
yüksekliktir) ve Zâtîdir (Zât’ı
ile ilgilidir). Diğeri mekân-ı âlîye (mekân,
yer yüksekliğine) nisbetle (göre)
olur. Bu dâ ulüvv-i izâfidir (izâfetle
ilgili, bulunduğu şeyle değişen yüksekliktir). Binâenaleyh (nitekim),
Hakk'ın ulüvvü (yüceliği), ulüvv-i hakîkî (gerçek yükseklik) ve Zâtî (Zât’ı
ile ilgili) olan ulüvv-i mekânettir (rütbe,
derece yüksekliğidir) . Zîrâ,
Hakk'ın Vücûd-i Mutlak mertebesi vücûd-i mukayyed (kayıtlı
vücût) mertebesinden
a'lâdır (yücedir.
Ve vaktâ ki, bizden nüfûs-i
ummâl havf etti, Hak Teâlâ ma'iyyeti
………………………………. (Muhammed, 47/35) kavliyle itbâ' eyledi. İmdi amel mekânı
taleb eder. İlim ise mekâneti taleb eyler. Böyle olunca Hak
Teâlâ bizim için iki rif’at beynini cem' eyledi ki, biri
amel ile ulüvv-i mekân ve diğeri ilim ile ulüvv-i mekânettir.
Ba'dehû ma'iyyette tenzîh-i iştirâk için "Sen
Rabb-i a'lânı bu iştirâk-i ma'nevîden tesbîh
et" (A`lâ, 87/1) buyurdu. Ve insanın, ya'nî insân-ı Kâmil’in,
a'lâyı mevcûdât olması a'ceb-i umûrdandır. Halbuki
ister mekâna veyâ ister menziletten ibâret olan mekânete
olsun, ulüvv, ancak ona tebaiyyet ile nisbet olundu. Böyle
olunca onun ulüvvü li-Zâtihî olmadı. Binâenaleyh, o ulüvv-i
mekân ve ulüvv-i mekânet ile alîdir. Şu halde ulüvv,
onlar içindir (3).
Ya'nî
sûre-i Muhammed
(s.a.v.) de vâkı'
………………………………………………(Muhammed,
47/35) âyet-i kerîme
sindeki …………………kavli (sözü)
ile Hak Teâlâ bizi a'leviyyet (üstünlük,
yücelik) ile vasfedip (vasıflandırıp)
kavli (sözü)
ile de bizimle berâber olduğunu isbât edince, ümmet-i
Muhammediyye’den hakâyık-ı İlâhiyye’ye (İlâhi hakikâtleri) ıttılâ'ı
olmayıp (öğrenmeyip)
yalnız a'mâl-i sâliha (iyi
işler) işleyen kimseler, ulüvden (yükseklikten)
ulüvv-i mekâneti (mertebe
yüksekliğini) anladılar ve "Hak, mekândan
münezzehdir (tenzih
edilmiştir, beridir);
binâenaleyh (nitekim),
bizim için sâbit (mevcut)
olan a'leviyyet, (üstünlük,
yücelik) ilim hasebiyledir. Zîrâ biz cism-i kesîfiz
(madde
varlıklarız) ve mekâniyyet ile
(mekânla) muttasıfız. (vasıflanmışız) Eğer bizim ulüvvümüz
(yüceliğimiz)
mekân (yer)
ile olsa, bizimle ma'iyyet-i Hak (Hakk’ın
beraberliği) sâbit
(mevcut)
olduğuna göre, Hakk'ın mekândan (yerden)
münezzeh olmaması
(tenzih edilmemesi, beri kılınmaması) lâzım
gelir. Halbuki a'mâlin (amellerin, işlerin) sûreti (şekli,
biçimi) olur. Ve sûret ise mekân (yer)
ister. Ve Hak bizimle berâber olup ulüvvümüz (yüceliğimiz)
dahi ulüvv-i mekânet (rütbe,
derece yüksekliği) ve mertebeden ibâret olunca a'mâlimizin
(amellerimizin,
işlerimizin) sûretleri
nerede mahfuz (saklanmış) olur?" deyip
amellerinin ecri (karşılığını)
fevt olacağından (kaybedeceklerinden)
korktular. Bunun için Hak Teâlâ
…………………. kavlini müteâkıben (sözünün
arkasından) …………………………. ya'nî
"Allah Teâlâ a'mâl-i cismâniyyenizden (bedenimizle
yaptığımız amellerden, işlerden) ve onların ücûrundan
(mükâfatından) bir şey noksan kılmaz" kavlini (sözünü)
beyân buyurdu (bildirdi).İmdi,
amel mekânı (yeri)
ve ilim, mekâneti (rütbeyi,
dereceyi) ister. Zîrâ amel cismin (bedenin)
a'zâ (uzuvları)
ve cevârihı (yardımcıları)
vâsıtasıyla sâdır olan (çıkan)
suverden (sûretlerden) ibârettir. Ve o suver
(sûretler)
alem-i kevnde (kozmos
yapıda, evrende) mahfûzdur (saklıdır).
Bu
hâl, fi-zamâninâ, (zamanımızda)
nazar-ı hissî (hisler)
ile de mer'îdir (görülür). Nitekim,
cismin (bedenin)
her anda vâkı' olan (gerçekleşen)
efâl (fiilleri) ve harekâtını önüne
bir enstantane fotoğraf makinesi vaz' ediliverince (konulunca) zabt etmek (fotoğraflarını
çekmek) mümkün oluyor. Binâenaleyh (nitekim),
cismin kâffe-i evzâ'ı (bütün
halleri) ve harekâtının sûretleri her cihetten (yönden) fezâya intişâr edip (dağılıp)
sür'atle gitmektedir. Âlem-i kevn (evren,
kozmik yapı) içinde ondan bir şey gâib olmaz (kaybolmaz).
Hattâ bi'l-farz (diyelim
ki) yüz sene evvel küre-i arz (dünya)
üzerinde vâkı' (olan) muhârebâtın (harplerin)
sûretlerini, bu sûretlerin fezâdaki sür'atlerinden
(hızlarından)
daha serî bir sûrette (şekilde)
kat'-ı mesâfe edilerek (yol
alınarak) bir fotoğraf makinesiyle önlerine / geçilmek
mümkün olsa, onların cümlesi zabt olunabilir (hepsinin
fotoğrafları çekilebilir).Ve
………………………………………………………………………….
(Yûnus, 10/61) ya'nî "Biz ancak sizin üzerinize
şehîd (hakkıyla gören) ve rakîb (gözetleyen)
olduğumuz halde, bir şânda (mertebede,
halde) olursun ve Kur'ân tilâvet edersin (okursun) ve amelinden bir şey işlersin"
âyet-i kerîmesi Hakk'ın ma'iyyetle (beraberindekilerle) beraber
şuûnat (fiiller) ve kelimât (sözler)
ve a'mâl-i insâniyyenin (insanın
yaptığı işlerin) mazbûtiyyetini (kaydedildiğini)
beyân buyurur
(bildirir).
İmdi,
suver-i a'mâl (yapılan
işlerin sûretleri) en yüksek mekân (yer) olan Sidretü'l-müntehâya (Neptün
gezegenine) kadar vâsıl olur (ulaşır).
Ve "Sidre" lügaten "kenardaki ağaç"
ma'nâsına gelir. Ve manzûme-i şemsiyyemizi (güneş
sistemimizi) teşkîl eden her bir seyyâre (gezegen)
bir şecer (ağaç)
mesâbesindedir (derecesindedir).
Binâenaleyh
(nitekim) "Sidretü'l-müntehâ"
en son seyyârenin (gezegenin) taayyününden (oluşumundan)
ibâret bulunur ki, bu seyyâreye (gezegene)
"Neptün" nâmı (ismi)
verilmektedir. bu seyyâreye (gezegene)
vâsıl olan (ulaşan)
ziyâ-yı şems, (güneş ışığı) arza (dünyaya)
vâsıl olan (ulaşan)
ziyânın (ışığın)
binde biri nisbetindedir. (ölçüsündedir)
Ve suver-i hayâliyyenin (hayali
sûretlerin) kemâliyle intişârı (yayılması,
dağılması) ziyâ-yı şemsin (güneş
ışığının) bulunduğu mahallerde (yerlerde)
vâkı'
olur (gerçekleşir).
Ve bu son seyyâre (gezegen)
arzdan (dünyadan) i'tibâren dahi manzûme-i şemsiyyemizi (güneş
sistemimizi) teşkîl eden seyyârâtın (gezegenlerin)
en ba’îdi (uzakta
olanı) ve en yükseğidir. Fakat bundaki ulüvv (yükseklik),
ancak ulüvv-i mekândır (mekân,
yer olarak yüksekliktir) .
Bâlâda (yukarıda)
zikrolunan (adı geçen) üç nevi' ulüvv-i (üç
çeşit yükseklik) şems (güneş)
gibi, burada mevcûd değildir. İşte bu suver-i
hayâliyye-i (hayali
sûretler) mazbûta (kayda
geçirilmiş) dâr-ı âhirette (ahîret
yurdunda), o dârın (yurdun) maddesine göre tecessüd
edip (bedenlenerek)
sâhibinin karîni (arkadaşı)
bulunur. Eğer a'mâl sâlih (yaptığı
işler iyi) ise, sûret-i hasenede (güzel
sûrette) ve eğer kabîh (kötü) ise sûret-i kabîhada (kötü
sûrette) tecessüd eyler (bedenlenir,
suretlenir) . Binâenaleyh
(nitekim),
herkes dâhil olacağı cennetin ni'metlerîni, hûrîlerini,
gılmanlarını ve sâir (diğer)
esbâb-ı tena'umu (sebeplendikleri nimetleri) âlemde
(dünyada)
tahsîl edip (kazanıp)
berâberce götürür: Zîrâ
…………………….. buyrulmuştur. Ve küffâr (kâfirler) ise kezâ cehennemi ve
cehennemdeki envâ'-ı azâbını (çeşitli
azapları) dünyâda tahsîl edip (kazanıp)
hîn-i intikâlinde (öldüğünde)
birlikte götürür. İşte bunun için Hak Teâlâ
………………………….. (Tevbe, 9/49) ya'nî
"Cehennem küffârı, (kafirleri)
el'ân muhîttir" (şu
anda da kuşatmıştır) buyurmuştur.
Şu
halde ümmet-i Muhammediyye’den olan bizler için Allah Teâlâ
iki rif’at beynini (yükseklik
arasını) cem'etti (topladı)
: Birisi
amel (yapılan
fiiller, işler) ile ulüvv-i mekân (mekân, yer yüksekliği) ve diğeri,
ilim ile ulüvv-i mekânettir. (mertebe
yüksekliğidir) İşte Hak Teâlâ "hüviyyet"inin
(Zât’ının,
hakikâtinin) bizimle berâber olduğunu
…………… kavli (sözü)
ile isbât buyurmakla, a'leviyyette (yükseklikte) iştirâki (ortaklığı)
îhâm ettikten (vehme,
ikiliğe düşürdükten) sonra, bu îhâm-ı iştirâki
(ikilik beraberliğini, ortaklığını) kaldırmak
için "A'lâ (en
üstün) olan Rabb'inin ismini bu iştirâk-i ma'nevîden
(manevi
ortaklıktan)
tenzîh et!" (ayrı tut, beri kıl) dedi. Zîrâ
bizim vücûdâtımız, (vücutlarımız)
vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı
vücût) olduğundan, Hakk'ın bizim için cem' ettiği
(bir araya topladığı) iki ulüvv (yükseklik)
, ya'nî
ulüvv-i mekân (mekân
yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (rütbe,
derece yüksekliği ile bizim cem'imiz (toplamımız,
bütünlüğümüz) cem'-i mukayyed (kayıtlı
bütünlük) olmuş olur. Ve biz Hakk'ın Vücûd-i
Mutlak’ı zımnında (Mutlak
Vücût oluşu dolayısıyla) a'lâlarız (yüceleriz).
Halbuki,
Hak Teâlâ ayn-ı küldür (bir
bütün hakikâttir) . Ve onun ulüvvü (yüksekliği) ulüvv-i Zâtîdir (Zâti
yüceliğidir).
Ve hiçbir vücûdun zımnında (dolayısıyla)
hâsıl olmuş (meydana gelmiş) olan bir ulüvv (yücelik)
değildir. / Binâenaleyh (nitekim),
vücûd-i mukayyed (kayıtlı vücût) sâhibi olan abde
(kula)
nisbet edilen (kıyaslanan) ulüvv (yücelik),
Vücûd-i Mutlak (gerçek
vücût sahibi) olan Hakk'ın ulüvvüdür (yüceliğidir). Ve bu ulüvv (yükseklik),
Hakk'ın
"Aliyy" ismi ile ona vâkı' olan tecellîsi
(ona
geçen, onda olan belirmesi) kadardır. Ve
şu halde, asl-ı ulüvvde (yüceliğin
aslında) Hakk'a iştirâk (Hakk’la
ortaklık) mümkin değildir. Ve İnsân-ı Kâmil’in
a'lâ-yı mevcûdât (yaratılmışların en yücesi) olması
pek taaccüb olunacak (şaşılacak)
şeylerdendir. Halbuki ona nisbet olunan (kıyaslanan)
ulüvv (yücelik)
, ya
mekâna (yere) veyâ mekânete, (rütbeye)
ya'nî menzilete (yükseklik
derecesine) ,
tebaiyyet (uymak)
ile nisbet (orantılı) olundu. Binâenaleyh (nitekim)
onun ulüvvü (yüksekliği)
zâtından dolayı değildir. Belki o, ulüvv-i mekân
(mekân,
yer yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (rütbe,
derece yüksekliği) ile a'lâdır (yüksektir,
yücedir). Böyle
olunca ulüvv nisbeti (yükseklik
sıfatı), mekân
(yer) ve mekânet (rütbe)
için sâbittir (vardır).
Ve İnsân-ı Kâmil
……………………………….. ve bir rivâyette
……………………… hadîs-işerîfı mûcibince (gereğince)
sûret-i İlâhiyye (İlahi
sûret) üzerine mahlûktur. Ve kemâl-i celâ (Kemal
ile ortaya çıkması) ve isticlâ (kendi
Zât’ ı için kendi Zât’ ında ortaya çıkması) bu
mertebe-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde, dünyada) zûhûr eden (meydana
çıkan) İnsân-ı Kâmil’in vücûdiyle husûl-pezîr
(husûle
gelmiş, peyda) olmuştur. Ve İnsân-ı Kâmil,
kendi nefsinde bilcümle merâtib-i İlâhiyye’yi câmi'dir (bütün İlahi mertebeleri kendinde, kendi
nefsinde toplamıştır). Ve
onun gayrileri (ondan
başkaları) kemâlde noksandır. Binâenaleyh (nitekim), İnsân-ı
Kâmil, mevcûdâtın (yaratılmışların) a'lâsıdır
(en yücesidir)
<devam
edecek>
10.09.2002
http://sufizmveinsan.com
|