29. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN: "HİKMETİ              KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR  (II)

Ve ulüvv-i mekânete gelince, o bizim için, ya'nî Muham­medîler içindir. Allah Teâlâ ………………….. (Muhammed, 47/35) buyurdu. Ve Allah Teâlâ bu ulüvvde sizinle berâberdir. Ve o, mekândan müteâlîdir ve mekânetten müteâlî değildir (2).

Ya'nî ulüvv-i mekânet ve ulüvv-i mertebe (makam ve mertebe yüksekliği) ve menzîlet (derece yüksekliği), hâssaten (ancak) bizim için, ya'nî Muhammed (s.a.v.)’ e tâbi' (uymuş) olan verese (mirasçılar) içindir. Nite­kim Hak Teâlâ, Muhammedîler hakkında ……………………… (Muhammed, 47/35) ya'nî "Siz âlîlersiniz" (yücelersiniz) buyuruyor. Siz, sizin gayriniz (sizden başkaları) olan ümem (ümmetler) üzerine mertebeten (mertebe olarak) ve menzileten (derece olarak) âlîlersiniz (yükseksiniz, yücesiniz) demektir. Ve Allah Te­âlâ cem'iyyet-i esmâiyyesi (esmanın toplamı) cihetinden (yönünden) bu ulüvv-i mekânette (rütbe yüksekliğinde) sizinle berâberdir. Zîrâ, sizin "hüviyet"iniz (hakikâtiniz) Hak'tır. / Ve siz Hakk'ın zâhirisiniz (dış görünüşüsünüz).  Zîrâ, Hak cisim olmadığı cihetle mekândan müteâlîdir (üstündür).  Fakat mekânetten (rütbe, derece makam olarak) müteâlî (üstün) değildir. Ve ulüvv nisbeti (yükseklik vasfı) iki sûretle (şekilde) olur: Birisi "âlî"nin (yücenin) sırf kendi şânındandır. Bu ulüvv (yükseklik),  ulüvv-i hakîkî (gerçek yüksekliktir) ve Zâtîdir (Zât’ı ile ilgilidir). Diğeri mekân-ı âlîye (mekân, yer yüksekliğine) nisbetle (göre) olur. Bu dâ ulüvv-i izâfidir (izâfetle ilgili, bulunduğu şeyle değişen yüksekliktir). Binâena­leyh (nitekim), Hakk'ın ulüvvü (yüceliği), ulüvv-i hakîkî (gerçek yükseklik) ve Zâtî (Zât’ı ile ilgili) olan ulüvv-i mekânettir (rütbe, derece yüksekliğidir) .  Zîrâ, Hakk'ın Vücûd-i Mutlak mertebesi vücûd-i mukayyed (kayıtlı vücût)  mertebe­sinden a'lâdır (yücedir.

Ve vaktâ ki, bizden nüfûs-i ummâl havf etti, Hak Teâlâ ma'­iyyeti ………………………………. (Muhammed, 47/35) kavliyle itbâ' ey­ledi. İmdi amel mekânı taleb eder. İlim ise mekâneti taleb eyler. Böyle olunca Hak Teâlâ bizim için iki rif’at beynini cem' eyledi ki, biri amel ile ulüvv-i mekân ve diğeri ilim ile ulüvv-i mekânettir. Ba'dehû ma'iyyette tenzîh-i iştirâk için "Sen  Rabb-i a'lânı bu iştirâk-i ma'nevîden tesbîh et" (A`lâ, 87/1) buyurdu. Ve insanın, ya'nî insân-ı Kâmil’in, a'lâ­yı mevcûdât olması a'ceb-i umûrdandır. Halbuki ister me­kâna veyâ ister menziletten ibâret olan mekânete olsun, ulüvv, ancak ona tebaiyyet ile nisbet olundu. Böyle olun­ca onun ulüvvü li-Zâtihî olmadı. Binâenaleyh, o ulüvv-i me­kân ve ulüvv-i mekânet ile alîdir. Şu halde ulüvv, onlar için­dir (3).

Ya'nî sûre-i  Muhammed (s.a.v.) de vâkı' ………………………………………………(Muhammed, 47/35) âyet-i kerîme­      sindeki …………………kavli (sözü) ile Hak Teâlâ bizi a'leviyyet (üstünlük, yücelik) ile vasfedip (vasıflandırıp)      kavli (sözü) ile de bizimle berâber olduğunu isbât edince, ümmet-i Muhammediyye’den hakâyık-ı İlâhiyye’ye (İlâhi hakikâtleri) ıttılâ'ı olmayıp (öğrenmeyip) yalnız a'mâl-i sâliha (iyi işler) işleyen kimseler, ulüvden (yükseklikten) ulüvv-i mekâneti (mertebe yüksekliğini) an­ladılar ve "Hak, mekândan münezzehdir (tenzih edilmiştir, beridir); binâenaleyh (nitekim), bizim için sâ­bit (mevcut) olan a'leviyyet, (üstünlük, yücelik) ilim hasebiyledir. Zîrâ biz cism-i kesîfiz (madde varlıklarız) ve mekâ­niyyet ile (mekânla) muttasıfız. (vasıflanmışız) Eğer bizim ulüvvümüz (yüceliğimiz) mekân (yer) ile olsa, bizimle ma'iyyet-i Hak (Hakk’ın beraberliği)  sâbit (mevcut) olduğuna göre, Hakk'ın mekândan (yerden) münezzeh olmaması (tenzih edilmemesi, beri kılınmaması) lâzım gelir. Halbuki a'mâlin (amellerin, işlerin) sûreti (şekli, biçimi) olur. Ve sûret ise me­kân (yer) ister. Ve Hak bizimle berâber olup ulüvvümüz (yüceliğimiz) dahi ulüvv-i mekânet (rütbe, derece yüksekliği) ve mertebeden ibâret olunca a'mâlimizin (amellerimizin, işlerimizin) sûretleri nerede mah­fuz (saklanmış) olur?" deyip amellerinin ecri (karşılığını) fevt olacağından (kaybedeceklerinden) korktular. Bunun için Hak Teâlâ ………………….  kavlini müteâkıben (sözünün arkasından) …………………………. ya'nî "Allah Teâlâ a'mâl-i cismâniyyenizden (bedenimizle yaptığımız amellerden, işlerden) ve onların ücûrundan (mükâfatından) bir şey noksan kılmaz" kavlini (sözünü) beyân buyurdu (bildirdi).İmdi, amel mekânı (yeri) ve ilim, mekâneti (rütbeyi, dereceyi) ister. Zîrâ amel cismin (bedenin) a'zâ (uzuvları) ve cevârihı (yardımcıları) vâsıtasıy­la sâdır olan (çıkan) suverden (sûretlerden) ibârettir. Ve o suver (sûretler) alem-i kevnde (kozmos yapıda, evrende) mahfûz­dur (saklıdır).  Bu hâl, fi-zamâninâ, (zamanımızda) nazar-ı hissî (hisler) ile de mer'îdir (görülür).  Nitekim, cis­min (bedenin) her anda vâkı' olan (gerçekleşen) efâl (fiilleri) ve harekâtını önüne bir enstantane fotoğraf makinesi vaz' ediliverince (konulunca) zabt etmek (fotoğraflarını çekmek) mümkün oluyor. Bi­nâenaleyh (nitekim), cismin kâffe-i evzâ'ı (bütün halleri) ve harekâtının sûretleri her cihetten (yönden) fezâya intişâr edip (dağılıp) sür'atle gitmektedir. Âlem-i kevn (evren, kozmik yapı) içinde ondan bir şey gâib olmaz (kaybolmaz). Hattâ bi'l-farz (diyelim ki) yüz sene evvel küre-i arz (dünya) üzerinde vâkı' (olan) muhârebâtın (harplerin) sûretlerini, bu sûretlerin fezâdaki sür'atlerinden (hızlarından) daha serî bir sûrette (şekilde) kat'-ı mesâfe edilerek (yol alınarak) bir fotoğraf makinesiyle önlerine / geçilmek mümkün olsa, onların cümlesi zabt olunabilir (hepsinin fotoğrafları çekilebilir).Ve ………………………………………………………………………….  (Yûnus, 10/61) ya'nî "Biz ancak sizin üzerinize şehîd (hakkıyla gören) ve rakîb (gözetleyen) olduğumuz halde, bir şânda (mertebede, halde) olursun ve Kur'ân tilâvet edersin (okursun) ve amelinden bir şey işlersin" âyet-i kerîmesi Hakk'ın ma'iyyetle (beraberindekilerle)  beraber  şuûnat (fiiller) ve kelimât (sözler) ve a'mâl-i insâniyyenin (insanın yaptığı işlerin) mazbûtiyyetini (kaydedildiğini) beyân buyurur (bildirir).

İmdi, suver-i a'mâl (yapılan işlerin sûretleri) en yüksek mekân (yer) olan Sidretü'l-müntehâya (Neptün gezegenine) ka­dar vâsıl olur (ulaşır). Ve "Sidre" lügaten "kenardaki ağaç" ma'nâsına ge­lir. Ve manzûme-i şemsiyyemizi (güneş sistemimizi) teşkîl eden her bir seyyâre (gezegen) bir şecer (ağaç) mesâbesindedir (derecesindedir).  Binâenaleyh (nitekim) "Sidretü'l-müntehâ" en son seyyârenin (gezegenin) taayyününden (oluşumundan) ibâret bulunur ki, bu seyyâreye (gezegene) "Neptün" nâmı (ismi) veril­mektedir. bu seyyâreye (gezegene) vâsıl olan (ulaşan) ziyâ-yı şems, (güneş ışığı) arza (dünyaya) vâsıl olan (ulaşan) ziyânın (ışığın) binde biri nisbetindedir. (ölçüsündedir) Ve suver-i hayâliyyenin (hayali sûretlerin) kemâliyle intişârı (yayılması, dağılması) ziyâ-yı şemsin (güneş ışığının) bulunduğu mahallerde (yerlerde) vâkı' olur (gerçekleşir). Ve bu son seyyâre (gezegen) arzdan (dünyadan) i'tibâren dahi manzûme-i şemsiyyemizi (güneş sistemimizi) teşkîl eden seyyârâtın (gezegenlerin) en ba’îdi (uzakta olanı) ve en yükseğidir. Fakat bundaki ulüvv (yükseklik), ancak ulüvv-i mekândır (mekân, yer olarak yüksekliktir) . Bâlâda (yukarıda) zikrolunan (adı geçen) üç nevi' ulüvv-i (üç çeşit yükseklik) şems (güneş) gibi, bu­rada mevcûd değildir. İşte bu suver-i hayâliyye-i (hayali sûretler) mazbûta (kayda geçirilmiş) dâr-ı âhi­rette (ahîret yurdunda), o dârın (yurdun) maddesine göre tecessüd edip (bedenlenerek) sâhibinin karîni (arkadaşı) bulu­nur. Eğer a'mâl sâlih (yaptığı işler iyi) ise, sûret-i hasenede (güzel sûrette) ve eğer kabîh (kötü) ise sûret-i kabîhada (kötü sûrette) tecessüd eyler (bedenlenir, suretlenir) .  Binâenaleyh (nitekim), herkes dâhil olacağı cennetin ni'metlerîni, hûrîlerini, gılmanlarını ve sâir (diğer) esbâb-ı tena'umu (sebeplendikleri nimetleri) âlem­de (dünyada) tahsîl edip (kazanıp) berâberce götürür: Zîrâ …………………….. buyrulmuştur. Ve küffâr (kâfirler) ise kezâ cehennemi ve cehennemdeki envâ'-ı azâbını (çeşitli azapları) dün­yâda tahsîl edip (kazanıp) hîn-i intikâlinde (öldüğünde) birlikte götürür. İşte bunun için Hak Teâlâ ………………………….. (Tevbe, 9/49) ya'nî "Cehennem küffârı, (kafirleri) el'ân muhîttir" (şu anda da kuşatmıştır) buyurmuştur.

Şu halde ümmet-i Muhammediyye’den olan bizler için Allah Teâlâ iki rif’at beynini (yükseklik arasını) cem'etti (topladı) : Birisi amel (yapılan fiiller, işler) ile ulüvv-i mekân (mekân, yer yüksekliği) ve diğeri, ilim ile ulüvv-i mekânettir. (mertebe yüksekliğidir) İşte Hak Teâlâ "hüviyyet"inin (Zât’ının, hakikâtinin) bizimle berâber olduğunu …………… kavli (sözü) ile isbât buyurmakla, a'leviyyette (yükseklikte) iştirâki (ortaklığı) îhâm ettikten (vehme, ikiliğe düşürdükten) sonra, bu îhâm-ı iştirâki (ikilik beraberliğini, ortaklığını) kaldırmak için "A'lâ (en üstün) olan Rabb'inin ismini bu iştirâk-i ma'nevîden (manevi ortaklıktan) tenzîh et!" (ayrı tut, beri kıl) dedi. Zîrâ bizim vücûdâtımız, (vücutlarımız) vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı vücût) olduğundan, Hakk'ın bizim için cem' ettiği (bir araya topladığı) iki ulüvv (yükseklik) , ya'nî ulüvv-i mekân (mekân yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (rütbe, derece yüksekliği ile bizim cem'imiz (toplamımız, bütünlüğümüz) cem'-i mukayyed (kayıtlı bütünlük) olmuş olur. Ve biz Hakk'ın Vücûd-i  Mutlak’ı zımnında (Mutlak Vücût oluşu dolayısıyla) a'lâlarız (yüceleriz).  Halbuki, Hak Teâlâ ayn-ı küldür (bir bütün hakikâttir) . Ve onun ulüvvü (yüksekliği) ulüvv-i Zâtîdir (Zâti yüceliğidir). Ve hiçbir vücûdun zımnında (dolayısıyla) hâsıl olmuş (meydana gelmiş) olan bir ulüvv (yücelik) değildir. / Binâenaleyh (nitekim), vücûd-i mukayyed (kayıtlı vücût) sâhibi olan abde (kula) nisbet edilen (kıyaslanan) ulüvv (yücelik), Vücûd-i Mutlak (gerçek vücût sahibi) olan Hakk'ın ulüvvüdür (yüceliğidir). Ve bu         ulüvv (yükseklik), Hakk'ın "Aliyy" ismi ile ona vâkı' olan  tecellîsi (ona geçen, onda olan belirmesi) kadardır. Ve     şu halde, asl-ı ulüvvde (yüceliğin aslında) Hakk'a iştirâk (Hakk’la ortaklık) mümkin değildir. Ve İnsân-ı Kâmil’in a'lâ-yı mevcûdât (yaratılmışların en yücesi) olması pek taaccüb olunacak (şaşılacak) şeylerdendir. Halbuki ona nisbet olunan (kıyaslanan) ulüvv (yücelik) ,  ya mekâna (yere) veyâ mekânete, (rütbeye) ya'nî menzilete (yükseklik derecesine) , tebaiyyet (uymak) ile nisbet (orantılı) olundu. Binâenaleyh (nitekim) onun ulüvvü (yüksekliği) zâ­tından dolayı değildir. Belki o, ulüvv-i mekân (mekân, yer yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (rütbe, derece yüksekliği) ile a'lâdır (yüksektir, yücedir).  Böyle olunca ulüvv nisbeti (yükseklik sıfatı),  mekân (yer) ve mekânet (rütbe) için sâbit­tir (vardır). Ve İnsân-ı Kâmil ……………………………….. ve bir rivâyette ……………………… hadîs-işerîfı mûcibince (gereğince) sûret-i İlâhiyye (İlahi sûret) üzerine mahlûktur. Ve kemâl-i celâ (Kemal ile ortaya çıkması) ve isticlâ (kendi Zât’ ı için kendi Zât’ ında ortaya çıkması) bu mertebe-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) zûhûr eden (meydana çıkan) İnsân-ı Kâmil’in vücûdiyle husûl-pezîr (husûle gelmiş, peyda) olmuştur. Ve İnsân-ı Kâmil, kendi nefsinde bilcümle merâtib-i İlâhiyye’yi câmi'dir (bütün İlahi mertebeleri kendinde, kendi nefsinde toplamıştır).  Ve onun gayrileri (ondan başkaları) kemâlde noksandır. Binâenaleyh (nitekim), İnsân-ı Kâmil, mevcûdâtın (yaratılmışların) a'lâsıdır (en yücesidir)

<devam edecek>

10.09.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail