[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ma'lûm
olsun ki, ma'nâ-yı ilmî-i küllî (bütün ilmi manalar) "Ümmü'l-Kitap"tan
(kâinat
kitabından) ,
âlemin (evrenin)
kalbi mesâbesinde (derecesinde) olan "levh-i mahfûz"
âlemine nâzil olur (iner)
ve ondan "âlem-i misâl"e gelir. (hayal
âlemine) Ba'dehû (daha
sonra) âlem-i histe (hislerde)
mütecessid olup
(suretlenip) çeşm-i hissî (görme
duyusu) ile görülür. "Âlem-i misâl" (hayal
âlemi),
âlem-i ulvîden (yüce
âlemden) âlem-i süflîye; (en
aşağı âleme, madde âlemine) ve bâtından (içten)
zâhire; (dışa) ve ilimden kevne (varlığa,
evrene) nâzil olan (inen)
vücûdun dördüncü mertebesidir. Buna "âlem-i
hayâl-i mutlak"; (salt,
kayıtsız hayal âlemi) ve insânın vücûdunda
olan "hayâl"e de "âlem-i hayâl-i
mukayyed" (kayıtlı
hayal âlemi) derler. Ve hayâl-i insânînin (insandaki
hayalin) bir tarafı âlem-i misâle (mutlak hayal âlemine) , bir
tarafı da kendi nefsine ve cesedine muttasıldır (bitişiktir).
İster mizâc bozukluğu sebebiyle ve ister uyku
sebebiyle olsun, eğer insanın "hayâl"ine cihet-i
süflîden (en
alt, en aşağı taraftan) ,
ya'nî bu içinde bulunduğumuz âlem-i kevnden (dünya
âleminden) ,
bir sûret müntakış olursa
(nakşedilirse), hakîkati yoktur;
adğâs ve ahlâmdır (karışık
rüyalardır, tabir edilmeyen rüyalardır). Çünkü o kimsenin nukûş-i
kevniyyeye (dünyada
oluşmuş varlıklara) olan alâkası sebebiyle,
"hayâl"inde peydâ olan bir nevi' (çeşit)
mel'abedir (oyundur).
Fakat, insanın mir'ât-ı hayâlinde (hayal
aynasında) musavver (resmedilmiş)
olan sûretler, cihet-i ulvîden (yüksek,
yüce taraftan) , ya'nî âlem-i misâlden (mutlak
hayal âleminden) nüzûl etmiş (inmiş)
ise, gerek yakazada (uyanıklık halinde) ve gerek
uykuda olsun hak (gerçek)
ve sâbittir. Çünkü
/ "âlem-i misâl" (mutlak
hayal âlemi) ilm-i Hakk'ın hizânesidir; (Hakk’ın
ilim hazinesidir) onda hatâ mümkün değildir. Ve
âlem-i misâlden (hayal
âleminden) nâzil (inmiş)
olan suver (suretler),
eğer ta'bîre muhtâc (yorumlanmasına
ihtiyaç) olmayıp âlem-i histe (hissedilen
âlemde, dünyada) aynıyla zûhur ederse (meydana
çıkarsa) buna "keşf-i mücerred" (karışıksız,
saf keşif) derler. Ve eğer görülen suver-i hayâliyye,
(hayali
suretler) kendisine münâsebeti (ilişkisi)
olan suver-i hissiyle (hissedilen
suretler) ile ta'bîre muhtaç (yorumlamaya
ihtiyaç) olursa, buna da "keşf-i
muhayyel" (hayal
kurulmuş keşif) derler. Ve hayâl-i insânîye (insan hayaline) cihet-i süflîden (en
aşağı taraftan) mün'akis olan (akseden)
sûretlere de "hayâl-i mücerred" (soyut,
yalın, karışıksız hayal) denir. Bu bahsin tafsîli
Fass-ı Yûsûfi'de
beyân olunmuştur (açıklanmıştır).
Şu
halde "keşf-i mücerred" (mutlak
hayal âleminden alınan karışıksız saf keşif) ile
"keşf-i muhayyel" (insanın
kendinde bulunan hayalden alınan keşif) hak (doğru,
gerçek) ve sâbittir (vardır,
mevcuttur).
İbrâhîm (a.s.), oğlu İshak (a.s.)’ı rü'yâsında
zebh (kurban)
etti. Ve onu "keşf-i mücerred" (karışıksız,
saf keşif) nev'inden (cinsinden)
addedip (sayıp)
âlem-i histe (dünyada)
dahi, aynıyla cenâb-ı İshâk'ı zebha (kurban
etmeye) teşebbüs buyurdu. Fakat Hak Teâlâ
Hazretleri, onun rü'yâsını, âlem-i misâlde (mutlak
hayal âleminde) gördüğü gulâm-ı halîmi (yumuşak
huylu, hoş bir delikanlı) olan Hz. İshâk'ın sûretini,
ona münâsebeti (ilişkisi,
bağlantısı) bulunan "koç" sûretiyle
bi't-te'vîl (yorumlayarak)
hak kıldı
(doğruladı) .
Pederinin
rü'yâsı İshâk (a.s) hakkında bir sûretle tahakkuk ettiği
(gerçekleştiği)
için, Kelime-i İshâkıyye (İshak
kelimesi) "hikmet-i Hakkıyye"ye tahsîs
olundu (bağlandı).
İmdi
kıssa-i zebhın (kurban
kesme konusu) İshâk ve İsmâîl (aleyhime's selâm)’dan
hangisi hakkında vâki
olduğunda (geçtiğinden)
müfessirîn (tefsir edenler) ihtilâf etmişlerdir
(farklılık
göstermişlerdir) .
Ashâb-ı kirâmdan Ömer ve İmâm-ı Alî ve İbn
Mes'ûd ve İbn Abbâs ve İkrime ve Saîd İbn Cübeyr (rıdvânullâhi
aleyhim ecmaîn) hazarâtı ve tâbiînden İmâm-ı Ca'fer Sâdık
ve İmâm Ebû Hanîfe hazarâtıyla sâir (diğer)
zevât (zatlar)
zebîhın (kurban
edilenin) İshâk (a.s.) olduğuna ve Abdullâh İbn
Ömer ve Said İbn Müseyyeb ve Şa'bî ve Hasan Basrî ve Mücâhid
ve Rebî' İbn Enes ve İmâm-ı Şâfiî
ve Muhammed İbn' Ka'b ve Kelbî hazarâtıyla diğer bâzı
zevât-ı kirâm kıssa-i zebhın (kurban
konusunun) İsmâîl (a.s.) hakkında vukûuna (olduğu) zâhib (fikrine sahip) olmuşlardır. Ve
kavl-i meşhûr (meşhur
görüşler) dahi İsmâîl (a.s.) hakkındadır..
Cenâb-ı Mevlânâ (r.a) de aynı kavle zâhib (görüşe
sahip) olduklarını Dîvân-ı
Kebîr'lerin de:
...................
beyitlerinde beyân buyurmakla (açıklamakla)
berâber, kavl-i meşhûra binâen
(meşhur söze dayanarak) ,
Mesnevî-i Şerîf’
inde kıssa-i zebhın (kurban
kesme konusunu) İsmâîl (a.s.) hakkında vukûuna (olduğuna)
işâret buyururlar. Mesnevî:
Zebîh
(kurban)
İsmâîl (a.s.)’dır denilir.
…………………. Ya'nî "Ben iki zebîhin (kurbanın)
oğluyum" hadîsini delîl gösterip zebîhin (kurbanın)
birisi peder-i (babası)
nebevî Abdullah hazretleridir ve diğeri de cedd-i
emcedleri (şerefli,
ulu ataları) İsmâîl (a.s)’dır, derler.
Halbuki bu, sened-i kavî (güçlü
sened) değildir. Zîrâ Kur'ân-ı Kerîm'de
………………………………. (Bakara; 2/133) buyrulmasına
göre, ceddin (dedesinin)
birâderine de "eb" (baba)
ta'bîr olunmuştur (denmiştir).
Şu
halde hadîs-i mezkûrda (adı
geçen hadiste) beyân buyrulan (açıklanan)
"iki zebîh"den (kurbandan)
birisi İshâk (a.s.) olmuş olur. Ve Hz. Şeyh-i
Ekber (r.a.) Muhâdaratü'l-Ebrâ nâmındaki (adındaki)
eser-i şerîflerinde (eserlerinde)
bu hadîs-i münîf (yüce
hadis) hakkında tafsîlât-ı kâfiyye (sağlam açıklama) i'tâ buyurmuşlardır
(vermişlerdir)
.
Ve bu kavl (görüş),
ehl-i Tevrât indinde (Tevrat’a
inananlarca) kat'îdir (kesindir).
Kur'ân-ı Kerîm'de zebîhin (kurbanın) hangisi olduğu tasrîh
buyrulmamıştır (belirtilmemiştir)
.
Ve kıssa-i zebhdan (kurban
konusundan) sonra:
……………………………………………………….
(Saffât, 37/112) buyrulması, zebîhın (kurbanın)
İsmâîl (a.s) olduğuna delîl olamaz. Çünkü bu
âyet-i kerîme İshâk (a.s.)’ın kıssa-i zebhdan (kurban kesme konusundan) sonra Nübüvvetle
(Peygamberlik
göreviyle) tebşîr olunduğunu (müjdelendiğini)
gösterir. Hz. Şeyh (r.a.), kavl-i meşhûra (meşhur
görüşe) muhâlif (karşı)
olan bu zehâbında (fikrinde) ma'zûrdur (özürlüdür)
.
Çünkü mukaddeme-i Fusûs'ta
(Fusûs’un
başlangıcında) beyân olunduğu (açıklandığı)
vech ile rü'yâ-yı sâdıka (gerçek,
doğru rüya) muktezâsınca (gereğince),
kalb-i şerîfine (mübarek kalbine) ilkâ olunan (gelen,
ilham olunan) ma'nâyı
beyâna (açıklamaya)
me'mûrdur (görevlidir).
Ona i'tirâz ise sû'-i edebden (edepsizlikten)
başka bir şey değildir.
Şiir:
Tekarrub
için, Nebî’nin fidâsı koçun zebhıdir. Halbuki koçun sıyâhı
insanın hareketinden nerede! (1).
"Fidâ"
"fâ"ın kesriyle halâs olmak için verilen şey;
"zebh" feth-ı "zâl" ile boğazlamak;
"zibh" kesr-i "zâl'' ile, koç ve sâire gibi boğazlanan
hayvan; "kurbân" zamm-ı "kâf" ile,
kendisiyle Hakk'a tekarrub olunan; "süvâc" zamm-ı
"sâ"' ile, koyun
sadâsı; "nevs" feth-ı "nûn" ile,
burada kânûn-i aklî üzere hareket murâd olunur.
Ya'nî
………………………. (Saffât, 37/107) âyet-i kerîmesinde
beyân buyrulduğu üzere, Nebiyy-i zî-şân (büyük
Peygamberlerden) olan İshâk (a.s.)ın halâsına
bedel (kurtuluşunun
karşılığı olarak) Hakk'a takarrüb (Hakk’a yakınlaşması) için koçun
boğazlanması oldu. Halbuki savt-ı tabîîden (tabii
sesten) ibâret olan koyunun sayhası (bağırması)
nerede! Havâss-ı insânîden (insanın
hususiyetlerinden) olan kânûn-i aklî (aklının
hükümleri) üzere hareket-i muntazama (muntazam
hareketleri) ve elfâz-ı fasîha (açık,
aşikâr sözleri) ve maânî-i dakîka (ince
manâları) ve elhân-ı latîfe (ince
nameleri) nerede!
Ve idrâk-ı aklî olmaksızın hayvandan sâdır olan (çıkan)
savt (ses)
nerede! Vech-i aklî üzere (akıl
yönünden) sâdır olan (çıkan)
hareket-i insan (insanın
hareketi) nerede! Bu, ona aslâ müsâvî (eşit) olmadığı halde nasıl fidâ
(kurban)
oluyor? Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte koçun sadâsını
(sesini, haykırmasını) ve insanın
hareketini beyân buyurdu (açıkladı).
Zîrâ, hayvanlarda
bunların ikisi dahi müşterektir (beraberdir). Ve insan ba'zan nutk ile (konuşarak)
ve ba'zan kânûn-i aklî (aklının
hükümleri) üzerine olan ef’âl-i muntazama (muntazam
hareketleri, fiilleri) ile temeyyüz eder (ayrılır) . Ve bu beyitten maksûd (gaye),
bundaki hikmet-i hafiyyeyi (gizlenmiş hikmeti) beyandır
(açıklamaktır).
Halbuki
Allâh-ı azîm, bize veyâ ona inâyeten o kebşi ta'zîm
etti. Bu inâyet hangi mîzândandır bilmem ?(2).
Ya'nî
koç ile insan arasındaki münâsebet (ilişki, bağlılık) baîd (uzak)
göründüğü halde, A'llah Teâlâ hâzretleri
ism-i Azîm hazretinden tecellî edip (görünüp)
o kebşi (koçu),
zebh-ı veled (oğlunu
kurban etmek) ile ibtilâdan (imtihandan)
halâs etmek (kurtulmak) sûretiyle verese-i
Muhammediyye'den (Muhammed’in
mirasçıları) olan bizlere ve sûret-i İlâhiyye (İlâhi
sûret) üzere olan İnsân-ı Kâmil’in zebhı (kurban
olma) makâmında kâim (mevcut) ve onun için fidâ (kurban)
olmakla, ona inâyeten ……………………………
(Saffât, 37/107) kavlinde (sözlerinde)
azametle vasf eyledi (övdü)
. Ben
bilmem ki bu ta'zîm (saygı
gösterme) hangi mîzândandır (ölçüdedir)
ve sebeb-i ta'zîm (saygı sebebi) olan şey nedir? Hz.
Şeyh (r.a.)’in bu istifhâmı (soruyu
sorması) ve taaccübü (şaşakalması) tecâhül-i ârifânedir
(arife
yakışacak bir şekilde bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi göstermesidir).
Zîrâ
ta'zîm (saygı göstermek),
bize ve koça inâyet-i (saygısı)
mütesâviyyeden nâşî (aynı
şekilde olmasından dolayı) vâkı' olmuştur. Çünkü
koç, İnsân-ı Kâmil için zebh (kurban)
olunduğu vakit, İnsân-ı Kâmil’e gıdâ olup,
onun cemî'-i eczâsında (bütün
zerrelerinde) sârî (yayılmış) ve heman (hemen,
çabucak) o olur. Ve hayvan mertebesinden İnsân-ı
Kâmil mertebesine intikal eder (geçer).
Bu
ise ona inâyettir (lütuftur)
. Ve
bize inâyet (lütuf)
olması dahi, koçun biçim katlimize (ölmemize)
mâni' olmasıdır. Binâenaleyh (nitekim)
bi'n-netîce (sonuç
olarak) ona inâyet (lütuf)
,
bize inâyetin (lütfun)
aynı olur. Ve Şeyh (r.a) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin yetmiş ikinci bâbında (bölümünde)
bu bahse müteallık (ilgili)
olan hakâyıkı (hakikâtleri)
beyân buyurmuştur (açıklamıştır).
Ve
şek yoktur ki, büdün kıymetçe a'zamdır. Halbuki, kurbân
için zebh-ı kebşten nâzil oldu (3).
"Büdün"
"bedene"nin (büyük baş hayvanın) cem'idir (çoğuludur).
Deve, öküz ve mandanın her birerlerine ıtlâk
olunur (kullanılır). Ya'nî
deve, öküz ve mandadan her biri, kıymetçe koçtan a'zamdır (büyüktür). Ve inde'l-ukalâ (ukalalar
yanında) bunun
böyle olduğuna şübhe yoktur. Velâkin "büdün",
takarrüb-İlallâh (Allah’a
yakınlaşması) için koç zebhından (kurban
edilen koçtan) aşağı oldu. Binâenaleyh (nitekim)
azamet (büyüklük), kıymette
değil, kadr (derece,
rütbe) ve şereftedir. Deve ve sığır ve mandanın
kıymeti a'zam (kıymeti
büyük) olduğu halde, kurban için koçun zebhı (kurban
edilmesi) ondân a'lâdır (yücedir).
Zîrâ koç zebh; (koç
kurban etmek) ve deve
ve sığır ve manda ise, yük taşımak için mahlûktur.
Bir
kebşin vücudcuğu zâtıyla, halîfe-i Rahmân'dan nasıl nâib
olduğuna vukufum olaydı ne olurdu! (4).
Ya'nî
bir koçun vücudcuğu, nasıl olup da zâtiyle, halîfe-i Rahmân
(Rahman’ın
halifesi) olan İshâk (a.s.)’ın kâim-i makâmı (mevcut
makamı) oldu? Bunun keyfiyyetine (hususiyetini)
muttali' olsaydım (bilseydim)
ne olurdu! "Şahs"ın tasğîri (küçültülmesi)
olan “şuhays” (şahısçık) ile ta'bîr
buyrulması (denilmesi),
İnsân-ı Kâmil’in makâmına nisbeten (göre),
koçun vücûdunun küçüklüğünü beyândır (bildirmedir).
Ve
bu beytin taaccüb sûretinde (şaşılacak
şekilde) vukûu (olması),
koçun fânî-fillâh (Allah’ta
yok) olan İnsân-ı Kâmil’e olan sırr-ı münâsebetinin
(ilgili
sırların) ma'rifetine (bilinmesine)
teşviktir.
Sen
bilmez misin ki, tahkîkan emr-i fidâ, vâkı'da mürettebdir.
Nef’ için ziyâde, hüsrân için noksandır (5).
Ya'nî
"fidâ" (kurban
eden) ile "fıdâ olunan" (kurban
edilen) beyninde (arasında), şerefte ve hissette ve ulviyyette
(yücelikte)
ve süfliyyette (aşağı
olmakta) münâsebet (bağ,
ilişki) bulunduğu için, fidâda (kurban
etmede) emr-i İlâhî (Allah’ın
emri) ve şân-ı Rabbânî (Rabbani’nin
şanına) mütenâsiben (uygun
bir şekilde) mürettebdir (tertiplenmiştir).
Zîrâ, şerîfe (soyluya,
temize, mübareke) mukâbil (karşılık),
hasîs (değersiz,
kıymetsiz, alçak) ve hasîse (değersize)
mukâbil (karşılık), şerîf
(soylu)
fidâ (kurban)
olunmaz. Fidâda (feda,
kurban etmede) nisbet
(oran,
ölçü) gözetilir. çünkü "akl-ı
evvel"den müteselsilen (birbiri ardınca, sırasıyla) insan
mertebesine varıncaya kadar, kâffe-i merâtib-i kevniyye, (oluşan bütün mertebelerin hepsi),
kimi şerîf (değerli,
kutsal) ve kimi hasîs (değersiz,
alçak) olmak üzere mürettebdir (tertiplenmiştir).
Ve her mertebede emrin zuhûru (meydana
çıkışı) ise, mertebe hasebiyledir. Binâenaleyh
(nitekim),
şerîfe (soyluya,
şerefliye) münâsib (uygun)
olan şerîf fidâ oldukda
(soylu kurban olunduğunda),
emr mevkıinde (emir
mertebesinde) vâkı' (mevcut) olmakla
irbâh (fayda,
kazanç) için vefâ olur, (kâfi
gelir) ya'nî ziyâdelikte (artışta)
kemâl olur. Ve hasîs
hasîse (değersiz,
değersize) veyâ hasîs, şerîfe (değersiz,
değerliye) veyâhut şerîf, hasîse (değerli,
değersize) fidâ oldukda
(kurban olduğunda) dahi hüsrân (zarar
ziyan) için naks (eksik)
olur. İmdi, İbrâhîm (a.s.) malını ve oğlunu ve
İshâk (a.s) dahi
nefsini Hak yoluna bezl ettiklerinden (verdiklerinden),
Hak Teâlâ dahi onlar için semeni (kıymeti)
çok olan deve ve sığır ve manda yerine, semeni (kıymeti)
kalîl (az)
olan koçu fıdâ (kurban)
etti, Bu da malın hüsrânında (malda
zarar) naks (az)
oldu. Ve zebîh (kurban)
olan halîfetullâhı (Allah’ın
halifesi), ya'nî İshâk (a.s.)’ı ibkâ
etmekle
(devamlılık üzere, baki kalmakla) âlemler için hâsıl
olan nef‘i (menfaati, faydayı) ziyâde eyledi (fazlalaştırdı).
Ve malın hüsrânında naks
(zararının az olması) dahi aynı ribhdir (kazançtır). Zîrâ çok
mal sarf olunacağına, az sarf olundu.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
14.01.2003
http://sufizmveinsan.com
|