47. Bölüm

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ma'lûm olsun ki, ma'nâ-yı ilmî-i küllî (bütün ilmi manalar) "Ümmü'l-Kitap"tan (kâinat kitabından) , âlemin (evrenin) kalbi mesâbesinde (derecesinde) olan "levh-i mahfûz" âlemine nâzil olur (iner) ve on­dan "âlem-i misâl"e gelir. (hayal âlemine) Ba'dehû (daha sonra) âlem-i histe (hislerde) mütecessid olup (suretlenip) çeşm-i hissî (görme duyusu) ile görülür. "Âlem-i misâl" (hayal âlemi), âlem-i ulvîden (yüce âlemden) âlem-i süflîye; (en aşağı âleme, madde âlemine) ve bâtından (içten) zâhire; (dışa) ve ilimden kevne (varlığa, evrene) nâzil olan (inen) vücûdun dördüncü mer­tebesidir. Buna "âlem-i hayâl-i mutlak"; (salt, kayıtsız hayal âlemi) ve insânın vücûdunda olan "hayâl"e de "âlem-i hayâl-i mukayyed" (kayıtlı hayal âlemi) derler. Ve hayâl-i insânînin (insandaki hayalin) bir tarafı âlem-i misâle (mutlak hayal âlemine) ,  bir tarafı da kendi nefsine ve cesedine muttasıldır (bitişiktir). İster mizâc bozukluğu sebebiyle ve ister uyku sebebiyle ol­sun, eğer insanın "hayâl"ine cihet-i süflîden (en alt, en aşağı taraftan) , ya'nî bu içinde bulun­duğumuz âlem-i kevnden (dünya âleminden) , bir sûret müntakış olursa (nakşedilirse), hakîkati yok­tur; adğâs ve ahlâmdır (karışık rüyalardır, tabir edilmeyen rüyalardır). Çünkü o kimsenin nukûş-i kevniyyeye (dünyada oluşmuş varlıklara) olan alâkası sebebiyle, "hayâl"inde peydâ olan bir nevi' (çeşit) mel'abedir (oyundur). Fa­kat, insanın mir'ât-ı hayâlinde (hayal aynasında) musavver (resmedilmiş) olan sûretler, cihet-i ulvî­den (yüksek, yüce taraftan) , ya'nî âlem-i misâlden (mutlak hayal âleminden) nüzûl etmiş (inmiş) ise, gerek yakazada (uyanıklık halinde) ve ge­rek uykuda olsun hak (gerçek) ve sâbittir.  Çünkü / "âlem-i misâl" (mutlak hayal âlemi) ilm-i Hakk'­ın hizânesidir; (Hakk’ın ilim hazinesidir) onda hatâ mümkün değildir. Ve âlem-i misâlden (hayal âleminden) nâ­zil (inmiş) olan suver (suretler), eğer ta'bîre muhtâc (yorumlanmasına ihtiyaç) olmayıp âlem-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) aynıyla zû­hur ederse (meydana çıkarsa) buna "keşf-i mücerred" (karışıksız, saf keşif) derler. Ve eğer görülen suver-i hayâliyye, (hayali suretler) kendisine münâsebeti (ilişkisi) olan suver-i hissiyle (hissedilen suretler) ile ta'bîre muh­taç (yorumlamaya ihtiyaç) olursa, buna da "keşf-i muhayyel" (hayal kurulmuş keşif) derler. Ve hayâl-i insânîye (insan hayaline) cihet-i süflîden (en aşağı taraftan) mün'akis olan (akseden) sûretlere de "hayâl-i mücerred" (soyut, yalın, karışıksız hayal) denir. Bu bahsin tafsîli Fass-ı Yûsûfi'de beyân olunmuştur (açıklanmıştır).

Şu halde "keşf-i mücerred" (mutlak hayal âleminden alınan karışıksız saf keşif) ile "keşf-i muhayyel" (insanın kendinde bulunan hayalden alınan keşif) hak (doğru, gerçek) ve sâbittir (vardır, mevcuttur). İbrâhîm (a.s.), oğlu İshak (a.s.)’ı rü'yâsında zebh (kurban) etti. Ve onu "keşf-i mücerred" (karışıksız, saf keşif) nev'inden (cinsinden) addedip (sayıp) âlem-i histe (dünyada) dahi, aynıyla cenâb-ı İs­hâk'ı zebha (kurban etmeye) teşebbüs buyurdu. Fakat Hak Teâlâ Hazretleri, onun rü'yâsını, âlem-i misâlde (mutlak hayal âleminde) gördüğü gulâm-ı halîmi (yumuşak huylu, hoş bir delikanlı) olan Hz. İshâk'ın sû­retini, ona münâsebeti (ilişkisi, bağlantısı) bulunan "koç" sûretiyle bi't-te'vîl (yorumlayarak) hak kıldı (doğruladı) .  Pederinin rü'yâsı İshâk (a.s) hakkında bir sûretle tahakkuk ettiği (gerçekleştiği) için, Kelime-i İshâkıyye (İshak kelimesi) "hikmet-i Hakkıyye"ye  tahsîs olundu (bağlandı).

İmdi kıssa-i zebhın (kurban kesme konusu) İshâk ve İsmâîl (aleyhime's selâm)’dan hangisi hakkında vâki olduğunda (geçtiğinden) müfessirîn (tefsir edenler) ihtilâf etmişlerdir (farklılık göstermişlerdir) . Ashâb-ı ki­râmdan Ömer ve İmâm-ı Alî ve İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs ve İkrime ve Saîd İbn Cübeyr (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtı ve tâbiînden İmâm-ı Ca'fer Sâdık ve İmâm Ebû Hanîfe hazarâtıyla sâir (diğer) ze­vât (zatlar) zebîhın (kurban edilenin) İshâk (a.s.) olduğuna ve Abdullâh İbn Ömer ve Said İbn Müseyyeb ve Şa'bî ve Hasan Basrî ve Mücâhid ve Rebî' İbn Enes ve İmâm-ı Şâfiî  ve Muhammed İbn' Ka'b ve Kelbî hazarâtıyla diğer bâzı  zevât-ı kirâm kıssa-i zebhın (kurban konusunun) İsmâîl (a.s.) hakkında vukûuna (olduğu) zâ­hib (fikrine sahip) olmuşlardır. Ve kavl-i meşhûr (meşhur görüşler) dahi İsmâîl (a.s.) hakkındadır.. Cenâb-ı Mevlânâ (r.a) de aynı kavle zâhib (görüşe sahip) olduklarını Dîvân-ı Ke­bîr'lerin de:

................... beyitlerinde beyân buyurmakla (açıklamakla) berâber, kavl-i meşhûra binâen (meşhur söze dayanarak) , Mesnevî-i Şerîf’ inde kıssa-i zebhın (kurban kesme konusunu) İsmâîl (a.s.) hakkında vukûuna (olduğuna) işâret buyururlar. Mesnevî:

Zebîh (kurban) İsmâîl (a.s.)’dır denilir. …………………. Ya'nî "Ben iki zebîhin (kurbanın) oğluyum" hadîsini delîl gösterip zebîhin (kurbanın) birisi peder-i (babası) nebevî Abdul­lah hazretleridir ve diğeri de cedd-i emcedleri (şerefli, ulu ataları) İsmâîl (a.s)’dır, der­ler. Halbuki bu, sened-i kavî (güçlü sened) değildir. Zîrâ Kur'ân-ı Kerîm'de ………………………………. (Bakara; 2/133) buyrulmasına göre, ceddin (dedesinin) birâderine de "eb" (baba) ta'bîr olunmuştur (denmiştir).  Şu halde hadîs-i mezkûrda (adı geçen hadiste) beyân buyrulan (açıklanan) "iki zebîh"den (kurbandan) birisi İshâk (a.s.) olmuş olur. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Muhâdaratü'l-Ebrâ nâ­mındaki (adındaki) eser-i şerîflerinde (eserlerinde) bu hadîs-i münîf (yüce hadis) hakkında tafsîlât-ı kâ­fiyye (sağlam açıklama) i'tâ buyurmuşlardır (vermişlerdir) . Ve bu kavl (görüş), ehl-i Tevrât indinde (Tevrat’a inananlarca) kat'îdir (kesindir). Kur'ân-ı Kerîm'de zebîhin (kurbanın) hangisi olduğu tasrîh buyrulmamıştır (belirtilmemiştir) . Ve kıssa-i zebhdan (kurban konusundan) sonra: ………………………………………………………. (Saffât, 37/112) buyrulması, zebîhın (kurbanın) İsmâîl (a.s) olduğuna delîl olamaz. Çünkü bu âyet-i kerîme İshâk (a.s.)’ın kıssa-i zebhdan (kurban kesme konusundan) sonra Nübüvvetle (Peygamberlik göreviyle) tebşîr olundu­ğunu (müjdelendiğini) gösterir. Hz. Şeyh (r.a.), kavl-i meşhûra (meşhur görüşe) muhâlif (karşı) olan bu zehâ­bında (fikrinde) ma'zûrdur (özürlüdür) . Çünkü mukaddeme-i Fusûs'ta (Fusûs’un başlangıcında) beyân olunduğu (açıklandığı) vech ile rü'yâ-yı sâdıka (gerçek, doğru rüya) muktezâsınca (gereğince), kalb-i şerîfine (mübarek kalbine) ilkâ olunan (gelen, ilham  olunan) ma'nâyı beyâna (açıklamaya) me'mûrdur (görevlidir). Ona i'tirâz ise sû'-i edebden (edepsizlikten) başka bir şey de­ğildir.

Şiir:

Tekarrub için, Nebî’nin fidâsı koçun zebhıdir. Halbuki ko­çun sıyâhı insanın hareketinden nerede! (1).

"Fidâ" "fâ"ın kesriyle halâs olmak için verilen şey; "zebh" feth-ı "zâl" ile boğazlamak; "zibh" kesr-i "zâl'' ile, koç ve sâire gibi boğaz­lanan hayvan; "kurbân" zamm-ı "kâf" ile, kendisiyle Hakk'a tekarrub olunan; "süvâc" zamm-ı "sâ"' ile, koyun  sadâsı; "nevs" feth-ı "nûn" ile, burada kânûn-i aklî üzere hareket murâd olunur.

Ya'nî ………………………. (Saffât, 37/107) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, Nebiyy-i zî-şân (büyük Peygamberlerden) olan İshâk (a.s.)ın halâsına bedel (kurtuluşunun karşılığı olarak) Hakk'a takarrüb (Hakk’a yakınlaşması) için koçun boğazlanması oldu. Halbuki savt-ı tabîî­den (tabii sesten) ibâret olan koyunun sayhası (bağırması) nerede! Havâss-ı insânîden (insanın hususiyetlerinden) olan kânûn-i aklî (aklının hükümleri) üzere hareket-i muntazama (muntazam hareketleri) ve elfâz-ı fasîha (açık, aşikâr sözleri) ve maânî-i dakîka (ince manâları) ve elhân-ı latîfe (ince nameleri)  nerede! Ve idrâk-ı aklî olmaksızın hayvan­dan sâdır olan (çıkan) savt (ses) nerede! Vech-i aklî üzere (akıl yönünden) sâdır olan (çıkan) hareket-i insan (insanın hareketi) nerede! Bu, ona aslâ müsâvî (eşit) olmadığı halde nasıl fidâ (kurban) oluyor? Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte koçun sadâsını (sesini, haykırmasını) ve insanın hareketini beyân buyurdu (açıkladı). Zîrâ,  hayvanlarda bunların ikisi dahi müşterektir (beraberdir). Ve insan ba'zan nutk ile (konuşarak) ve ba'zan kânûn-i aklî (aklının hükümleri) üzerine olan ef’âl­-i muntazama (muntazam hareketleri, fiilleri) ile temeyyüz eder (ayrılır) . Ve bu beyitten maksûd (gaye), bundaki hikmet-i hafiyyeyi (gizlenmiş hikmeti) beyandır (açıklamaktır).

Halbuki Allâh-ı azîm, bize veyâ ona inâyeten o kebşi ta'­zîm etti. Bu inâyet hangi mîzândandır bilmem ?(2).

Ya'nî koç ile insan arasındaki münâsebet (ilişki, bağlılık) baîd (uzak) göründüğü halde, A'llah Teâlâ hâzretleri ism-i Azîm hazretinden tecellî edip (görünüp) o kebşi (koçu), zebh-ı veled (oğlunu kurban etmek) ile ibtilâdan (imtihandan) halâs etmek (kurtulmak) sûretiyle verese-i Muhamme­diyye'den (Muhammed’in mirasçıları) olan bizlere ve sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzere olan İnsân-ı Kâmil’in zebhı (kurban olma) makâmında kâim (mevcut) ve onun için fidâ (kurban) olmakla, ona inâyeten  …………………………… (Saffât, 37/107) kavlinde (sözlerinde) azametle vasf eyledi (övdü) .  Ben bilmem ki bu ta'zîm (saygı gösterme) hangi mîzândandır (ölçüdedir) ve sebeb-i ta'zîm (saygı sebebi) olan şey nedir? Hz. Şeyh (r.a.)’in bu istifhâmı (soruyu sorması) ve taaccübü (şaşakalması) tecâhül-i ârifâne­dir (arife yakışacak bir şekilde bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi göstermesidir).  Zîrâ ta'zîm (saygı göstermek), bize ve koça inâyet-i (saygısı) mütesâviyyeden nâşî (aynı şekilde olmasından dolayı) vâkı' olmuştur. Çünkü koç, İnsân-ı Kâmil için zebh (kurban) olunduğu vakit, İnsân-ı Kâmil’e gıdâ olup, onun cemî'-i eczâsında (bütün zerrelerinde) sârî (yayılmış) ve heman (hemen, çabucak) o olur. Ve hayvan mertebesinden İnsân-ı Kâmil mertebesine intikal eder (geçer).  Bu ise ona inâyettir (lütuftur) .  Ve bize inâyet (lütuf) olması dahi, koçun biçim katlimize (ölmemize) mâni' olmasıdır. Binâenaleyh (nitekim) bi'n-netîce (sonuç olarak) ona inâyet (lütuf) , bize inâyetin (lütfun) aynı olur. Ve Şeyh (r.a) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yetmiş ikinci bâbında (bölümünde) bu bahse müteallık (ilgili) olan hakâyıkı (hakikâtleri) beyân buyurmuştur (açıklamıştır).

Ve şek yoktur ki, büdün kıymetçe a'zamdır. Halbuki, kur­bân için zebh-ı kebşten nâzil oldu (3).

"Büdün" "bedene"nin (büyük baş hayvanın) cem'idir (çoğuludur). Deve, öküz ve mandanın her birer­lerine ıtlâk olunur (kullanılır).  Ya'nî deve, öküz ve mandadan her biri, kıymetçe koçtan a'zamdır (büyüktür). Ve inde'l-ukalâ (ukalalar yanında) bunun  böyle olduğuna şübhe yok­tur. Velâkin "büdün", takarrüb-İlallâh (Allah’a yakınlaşması) için koç zebhından (kurban edilen koçtan) aşağı ol­du. Binâenaleyh (nitekim) azamet (büyüklük), kıymette değil, kadr (derece, rütbe) ve şereftedir. Deve ve sığır ve mandanın kıymeti a'zam (kıymeti büyük) olduğu halde, kurban için koçun zebhı (kurban edilmesi) ondân a'lâdır (yücedir). Zîrâ koç zebh; (koç kurban etmek) ve deve  ve sığır ve manda ise, yük taşımak için mahlûktur.

Bir kebşin vücudcuğu zâtıyla, halîfe-i Rahmân'dan nasıl nâ­ib olduğuna vukufum olaydı ne olurdu! (4).

Ya'nî bir koçun vücudcuğu, nasıl olup da zâtiyle, halîfe-i Rahmân (Rahman’ın halifesi) olan İshâk (a.s.)’ın kâim-i makâmı (mevcut makamı) oldu? Bunun keyfiyyetine (hususiyetini) muttali' olsaydım (bilseydim) ne olurdu! "Şahs"ın tasğîri (küçültülmesi) olan “şuhays” (şahısçık) ile ta'­bîr buyrulması (denilmesi), İnsân-ı Kâmil’in makâmına nisbeten (göre), koçun vücûdu­nun küçüklüğünü beyândır (bildirmedir).  Ve bu beytin taaccüb sûretinde (şaşılacak şekilde) vukûu (olması), koçun fânî-fillâh (Allah’ta yok) olan İnsân-ı Kâmil’e olan sırr-ı münâsebetinin (ilgili sırların) ma'­rifetine (bilinmesine) teşviktir.

Sen bilmez misin ki, tahkîkan emr-i fidâ, vâkı'da müretteb­dir. Nef’ için ziyâde, hüsrân için noksandır (5).

Ya'nî "fidâ" (kurban eden) ile "fıdâ olunan" (kurban edilen) beyninde (arasında), şerefte ve hissette ve ul­viyyette (yücelikte) ve süfliyyette (aşağı olmakta) münâsebet (bağ, ilişki) bulunduğu için, fidâda (kurban etmede) emr-i İlâhî (Allah’ın emri) ve şân-ı Rabbânî (Rabbani’nin şanına) mütenâsiben (uygun bir şekilde) mürettebdir (tertiplenmiştir). Zîrâ, şerîfe (soyluya, temize, mübareke) mukâbil (karşılık), ha­sîs (değersiz, kıymetsiz, alçak) ve hasîse (değersize) mukâbil (karşılık), şerîf (soylu) fidâ (kurban) olunmaz. Fidâda (feda, kurban etmede)  nisbet (oran, ölçü) gözetilir. çünkü "akl-ı evvel"den müteselsilen (birbiri ardınca, sırasıyla) insan mertebesine varıncaya ka­dar, kâffe-i merâtib-i kevniyye, (oluşan bütün mertebelerin hepsi), kimi şerîf (değerli, kutsal) ve kimi hasîs (değersiz, alçak) olmak üzere mürettebdir (tertiplenmiştir). Ve her mertebede emrin zuhûru (meydana çıkışı) ise, mertebe hasebiyle­dir. Binâenaleyh (nitekim), şerîfe (soyluya, şerefliye) münâsib (uygun) olan şerîf fidâ oldukda (soylu kurban olunduğunda), emr mevkıinde (emir mertebesinde) vâkı' (mevcut) olmakla irbâh (fayda, kazanç) için vefâ olur, (kâfi gelir) ya'nî ziyâdelikte (artışta) kemâl olur. Ve hasîs hasîse (değersiz, değersize) veyâ hasîs, şerîfe (değersiz, değerliye) veyâhut şerîf, hasîse (değerli, değersize) fidâ oldukda (kurban olduğunda) dahi hüsrân (zarar ziyan) için naks (eksik) olur. İmdi, İbrâhîm (a.s.) malını ve oğlunu ve İshâk  (a.s) dahi nefsini Hak yoluna bezl ettiklerinden (verdiklerinden), Hak Teâlâ dahi onlar için semeni (kıymeti) çok olan deve ve sığır ve manda yerine, se­meni (kıymeti) kalîl (az) olan koçu fıdâ (kurban) etti, Bu da malın hüsrânında (malda zarar) naks (az) oldu. Ve zebîh (kurban) olan halîfetullâhı (Allah’ın halifesi), ya'nî İshâk (a.s.)’ı ibkâ etmekle (devamlılık üzere, baki kalmakla) âlemler için hâsıl olan nef‘i (menfaati, faydayı) ziyâde eyledi (fazlalaştırdı). Ve malın hüsrânında naks (zararının az olması) dahi aynı ribhdir (kazançtır).  Zîrâ çok mal sarf olunacağına, az sarf olundu.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
14
.01.2003
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail