48. Bölüm

VI

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi cemâddan a'lâ bir halk yoktur. Ondan sonra da ne­bât, kadr ve kıymet üzerine vâkı' olur (6).

Bu beytin bâlâya rabtı (yukarısı  ile bağlantısı) budur ki: Koç inkıyâd (boyun eğme) ve teslîmde "bede­ne"den (büyük baş hayvanlardan) ya'nî deve, öküz ve mandadan daha a'lâdır (yüksek, üstündür). Ve İshâk (a.s.) dahi ınkıyâd (boyun eğme) ve teslîmde kâmil (tam, mükemmel) idi. Nitekim hakkında âyet-i kerîmede ………………………(Saffât, 37/101) buyrulmuştur. Binâenaleyh (nitekim) inkı­yâd (boyun eğme) ve teslîmde a'lâ (üstün) olan koçun nefs-i İshâk'a (İshak’ın nefsine) fidâ (kurban) olması münâsib (uygun) oldu. Ve mâdemki a'lâlık (yükseklik, üstünlük) inkıyâd (boyun eğme) ve teslîmdedir; o halde cemâddan (madenlerden, cansız varlıklardan) a'lâ (yüksek) bir halk (yaratılmış) yoktur. Zîrâ cemâd (taş toprak, maden) ale'd-devâm (daima) ma'rifet-i fıtriyye-i zâ­tiyye (zatının yaratılış gayesi gereği) üzerinedir; tabîat-i asliyyesinden (asıl tabiatından, fıtratından) inhirâf etmez (sapmaz).  İlmen ve ay­nen ve mertebeten (mertebe olarak) teslîmiyet ve inkıyâd (boyun eğme) üzeredir ve irâde-i İlâhiy­ye'nin (Allah’ın iradesinin) tasarrufu tahtındadır (altındadır).  Ondan sonra nebâbât (bitkiler) gelir. Zîrâ nebâ­tâtta (bitkilerde) cemâddan (taş topraktan) fazla olârak nümüvv (büyüme, gelişme) vardır. Her ne kadar nümüvv (büyüme) onun fıtratı iktizâsından (yaratılışının gereğinden) ise de, o hareket-i tabîiyye-i fıtriyye, (yaratılışına özgü tabii hareket) örfen (adet üzere) ona izâfe olunur (bağlanır). Binâenaleyh (nitekim), o hareket-i tabîiyye (tabii hareket) bir nevi' (çeşit) tasar­ruf-i tabîî (tabii tasarruf sahibi) olur ki bu, cemâdâtta (taşta, toprakta) yoktur. Bu sûrette nebât (bitkiler) ma'rifette cemâddan (taş, toprak, madenlerden) daha aşağıdır. Ve cins-i nebât (bitki cinsi) ale'l-umûm (genel olarak) nümüvv i'tibâ­riyle (büyümesi, yetişmesi bakımından) ma'rifette bir kadr (meziyet) üzere olmakla berâber, her bir nev'i (çeşidi) şeref ve hissette (cimrilik ve tamahkârlıkta) ve nef’ (fayda) ve zararda bir kadr-i muayyen (belli meziyet) ve vezn-i mukan­nen (belli bir ölçü) üzeredir.

Ve sâhib-i hi's, nebâttan sonradır. Halbuki cümlesinin Hal­lâk'ını ârif olduğu, keşf ile ve îzâh-ı burhân ile sâbittir (7).

Ya'nî his sâhibi olan hayvânat, vuhûş (yabani hayvanlar) ve tuyûr (kuşlar) ve emsâli (benzerleri) , merte­bede nebâtâttan (bitkilerden) sonra gelir. Her ne kadar aklen değil ise de, tab'an (tabii olarak) ve hissen hareket eder. Ve emr-i Hak'la (Hakk’ın emriyle) tab'an (tabii olarak) ve hissen amel eyler (hareket eder, iş işler).  Onun için nebât (bitkiler) cemâddan (taş toprak madenlerden) ve his sâhibi olan hayvân dahi nebâttan (bitkilerden) daha aşağıdır. Ve bunların kâffesi (hepsi) , ya'nî cemâdât (maden, toprak), nebâtât (bitkiler) ve hayvâ­nât kendilerini halk eden (yaratan) Rab'lerini, ma'rifet-i tabîiyye-i fitriyye (fıtratlarında olan tabii biliş) ile âriftir (bilirler). Ve bunun böyle olduğu, fikren ve tahyîlen (akla hayale getirmek suretiyle) değil, keşfen, ya'­nî zevkan (manevi haz ile) ve şuhûden (görmek suretiyle) ve açık delîl ile sâbittir.

İmdi kâffe-i mevcûdâtın (mevcut olanların hepsi) zî-hayât (canlı) olduğu hakkındaki delîl-i naklî, Hak Teâlâ hazretlerinin ……………………………………… (Ra'd, 13/15) ve …………………………………………………(Cum'a, 62/1) ve ………………………………………………………(İsrâ, 17/44) âyet-i kerî­meleridir. Zîrâ semâvât  (gökler) ve arzdaki (yeryüzündeki) mevcûdâtın cümlesi (hepsi), secde ve tesbîh edebilmek için zî-hayât (canlı) olmaları lâzımdır. Ve ehl-i keşf indin­de /keşif sahiplerinin görüşünde) de mevcûdâtın kâffesi zî-hayâttır (hepsi canlıdır) ; onlar bunu müşâhede ederler (görürler).  Ve delîl-i aklî (akıl ile ispatı) dahi budur ki: Vücûd birdir, o da Hakk'ın vücûdudur. Eşyânın (varlıkların) vücûdu ise, vücûd-i Hakk'a muzâf (bağlı) olan bir vücûd-i i'tibârî­dir (gerçekte olmayıp var sayılan kayıtlı bir vücûttur). Vücûd, Hakk-ı vâhidin vücûdu (tek vücût sahibi Hakk) olunca, Hakk'ın hayâtı ve ilmi cemî'-i zerrât-ı kevniyyeye (oluşmuş varlıkların bütün zerrelerine) sârî olmuş (yayılmış) olur. Şu kadar ki, mahallin (yerin) ve mazharın taayyünü (meydana gelmiş görüntü yeri, birim) müsâid olmadıkça, hayât ve idrâk o mazha­rın (görüntü yerinin) bâtınında (ruhunda, gizli) kalır, zâhir olmaz (açığa çıkmaz). O mazharın (görüntü yerinin) baygın insanlar gibi hissi ve şuûru bulunmaz. His ve şuûru olmayınca da enâniyyeti, ya'nî benliği ile Hak'tan muhtecib (örtünmüş) olmaz. Binâenaleyh (nitekim), cemâd (taş, toprak, maden), fıtratı (yaratılışı) üze­re bâkî (devamlılık üzere) ve şuhûd-i dâimî (hep seyir) içinde bulunur. O nefsi ile tasarruf sâhibi değildir. Çünkü cemâd (madenler, cansız varlıklar), zâtı ve fıtratı (yaradılışı) ile Allah'dan gayri (başka) mutasarrıf (idareci, tasarruf eden) olmadığına şehâdet eder. Şu halde keşfen ve hakîkaten Rabb’ini ârif (Rabb’ini bilir) ;  tab'an (tabii olarak) ve tav'an (itaat ederek) ona münkâd (boyun eğer) ve mutî'dir (bağlıdır). Nebât (bitkiler) ondan sonra ge­lir. Zîrâ onda nümüvv (gelişme, büyüme) ve tevlîd-i misl (benzerini meydana getirme) gibi bir nevi' (çeşit) hareket ve ta­sarruf vardır. İşte bu hareket ve tasarrufu sebebiyle cemâddan (cansız dediğimiz varlıklardan) nâ­kıstır (noksandır). His sâhibi olan hayvân ise bu ikisinden sonra gelir. Zîrâ on­da nefis ve hüküm ve vehim vardır. Ve nefsini kuvve-i hayvâniyye­siyle (hayvaniyet gücüyle, melekesiyle) idrâk eder. Ve kendisinde enâniyyet (benlik) olup bu benlik ile Hak'­tan muhtecibdir (örtülüdür) . İnsân-ı nâkıs (noksan insan) ondan sonra gelir; zîrâ Rabb'ini bil­mez ve O'na gayrı (başka) teşrîk eder (şirk, ortak koşar) . Ve re'yinde (görüşünde) ve husûsiyle (özellikle) ma'rifet-i İlâhiyye’de (İlâhi bilgilerde) hatâ eder ve aklı ve fikri ile mukayyeddir (kayıtlıdır). Nitekim ev­velce hakîkat diye kabûl edilip bi'l-âhare (daha sonra) butlânı (saçmalıkları) zâhir olan (görülen) şeyler, hep akıl ve fikir ile mukayyed (kayıtlı) olan nâkıs (noksan) insanların mahsûlüdür.

Maahâzâ (bununla beraber) her vech ile (bakımdan) a'lâlık (yükseklik, yücelik),  evvelen (ilk önce) cemâdın (cansız dediğimiz varlıkların),  ba'dehû (daha sonra) nebâtın (bitkilerin) , ba'dehû (daha sonra) his sâhibinin (hayvanların)  ve ba'dehû (daha sonra) insân-ı hayvânın (hayvansı insanın) olduğu zann olun­masın. Zîrâ kâffe-i sıfât ve esmâ-i İlâhiyye’nin mecmaı (bütün sıfat ve İlâhi isimlerin toplamı) olan sûret-i  insâniyyeye (insanların suretlerine) müteveccihen (yönelerek) vâkı' (geçmiş) olan silsile-i tertîbe (birbirini takip eden düzene) göre cemâdât (maden,taş,toprak,vs...) hepsinden aşağıdır. Ve bu tertîbe nazaran insan, cümlesinden (hepsinden) a'lâ­dır (yüksektir, yücedir) . Binâenaleyh (nitekim), bu tertîbe göre evvelen (ilk önce) "İnsân-ı Kâmil", sâniyen (ikinci olarak) "insân-ı hayvan" (hayvansı insan), sâlisen (üçüncü olarak) hayvânat, râbian (dördüncü olarak) nebâtât (bitkiler) ve hâmisen (beşinci olarak) cemâdâttır (taş, toprak, vs… dir). Ve sûret-i insâniyyeye (insan suretine) en yakın bulunan, diğerlerinden a'­lâdır (yücedir). Ve "İnsân-ı Kâmil" (tam, mükemmel insan) ile "insân-ı hayvân" (hayvansı insan) arasındaki fark, merâtib-i sûriyye (görünüş, suret ile ilgili mertebeler) değil, ancak merâtib-i ma'neviyyedir (manevi mertebelerdir).

Ve "âdem" denilen halka gelince: İmdi akıl ile ve fikir ile veyâ kılâde-i îmân ile mukayyeddir (8).

Ya'nî "âdem" (insan) denilen halka  (yaratılmışa) gelince: Bu, cemâd, (taş, toprak, vs…) nebât (bitkiler) ve hay­van gibi hilkatinden maksûd (yaratılış gayesinden maksat) olan şey üzere sâbit (mevcut) değildir. Belki ak­lı ve fıkri ile, veyâhut îmânı ve i'tikâdı (inancı) ile, ma'rifet-i fıtriyyesini (fıtratından gelen bilgileri) bozmuş ve onu tasarrufât-ı fıkriyyesi (sahip olduğu fikirler) ve nefsinin harekât-ı irâdiyyesi (nefsinden gelen dürtüler) ile karıştırmıştır. Eğer cemâdın (taş, taprak, vs…) fıtrat-ı zâtiyye üzere (kendi tabiatında, yaratılışında) olan inkıyâd (boyun eğme) ve teslîmi ve Hakk'ın tasarrufu tahtında (altında) istihlâki (harcanması, tüketmesi) sebebiyle adem-i hareketi (hareketsizliği) ve irâdesi ve tasarrufu gibi ve nebâtın (bitkilerin) kendi zâtiyle adem­i hareketi (hareketsizliği) ve hayvanın asl-ı hilkatte (asıl yaratılışında) kendisine ne hizmet isâbet et­miş (rast gelmiş) ise onun üzere sâbit (mevcut) olması gibi sıfât-ı cemâliyye (cemali sıfatlar) ,  âdemde (insanda) olsa idi derece-i kemâle (kemal derecesine) vâsıl olur (ulaşır) idi. Fakat, "insân-ı hayvân" (hayvansı insan) vücûd-i mutlakı (salt, sınırsız, kayıtsız vücûdu) akıl ve fıkrinin farz (var sayma) ve takdîri üzere (değerlendirmesine göre) takyîd etmiş (kayıtlamış) ve bu takyî­dini (kayıtlılığını) de tasarrufât-ı fıkriyyesi (sahip olduğu fikirleri) ile isbâta (kanıtlamaya) sa'y (gayret) etmiştir. Halbuki bu­nunla iyi bir şey yaptığını zanneder; dalâl (sapıklık) üzere sa'y (gayret) ettiğinden ha­beri yoktur.

Sehl ve bizim mislimiz olan muhakkık bunu dedi. Zîrâ, biz ve onlar makam-ı ihsandayız / (9).

Ya'nî Sehl bin Abdullâh Tüsterî hazretleri ve bizim mislimiz (benzerimiz) olan muhakkık (hakikati meydana çıkaranlar),  cemâd (taş, toprak, vs…) hepsinden a'lâdır (yücedir) ve cümlesinden (hepsinden) daha ziyâde (fazla) mu­tî'dir (vericidir); ba'dehû (daha sonra) nebât (bitkiler) ve ba'dehû (daha sonra) hayvân gelir, dedi. Zîrâ biz ve em­sâlimiz (benzerlerimiz) mertebe-i îmânın fevkınde (iman mertebesinin üstünde) olan "ihsân" (lütuf, iyilik, bağışlama) mertebesindeyiz. Ve ihsân makamında olanlar cemi'-i umûru (bütün hususları) hakîkati üzere bilirler. Ni­tekim Hz. Şeyli (r.a.) Füttûhât-ı Mekkiyye'nin yetmiş ikinci bâbında (bölümünde) buyururlar ki: "Cemâdât (cansız dediğimiz varlıklar) sâir (diğer) müvelledâttan (meydana gelmişlerden) daha ziyâde (fazla) Hakk'ı ârif (bilir) ve ona âbiddir (kulluk edendir) .  Zîrâ o ma'rifet (ilim) mertebesinde halk olunmuştur (yaratılmıştır).  Aklı, şehveti ve tasarrufu yoktur. Onun tekallübü (başka bir kalıba girmesi, değişmesi) nefsiyle değil, gayriyle­dir (başkayladır).  Ve ancak musarrıfı (idarecisi, tasarruf edeni) Allah'dır ve tasrîf-i İlâhî (Allah’ın tasarrufu, idaresi) ile musarraftır (idare edilen, tasarruf edilendir). Ve gerçi nebât (bitkiler) dahi onun gibi ma'rifet (ilim) mertebesinde halk olunmuş (yaratılmış) ise de, nefsiyle nümüvvü (yetişmesi, büyümesi) ve taleb-i rif’ati (gelişme, büyüme isteği) hasebiyle onun derecesin­den aşağıdır. Ve teğaddî sâhibidir (beslenir) . Teğaddî (gıda) ise nümüvvü (büyümeyi) ve taleb-i irtifâ'ı (büyüme arzusunun olmasını) îcâb eder (gerektirir). Halbuki cemâd (cansız dediğimiz varlıklar) böyle değildir. Hareket-i tabîiyye hâlinde (hareketlerinde doğal olarak) ulüvv (yükseklik) yoktur. Eğer yukarıya atılsa taleb-i süfl (aşağıya inme arzusu) ile nâzil olur (iner). Ve taleb-i süfl (aşağıya inme arzusu) ise, hakîkat-i ubûdiyyettir (kulluğunun hakikâtidir) .  Ve ulüvv (yükseklik) na't-ı İlâhîdir. (İlâhi vasıftır) Zîrâ Hak Aliyy'dir (yücedir) . İmdi taş, ulüvv (yükseklik) husûsunda müzâhame-i Rubûbiy­yetten (Rububiyetin sıkıntısından) mürabdır (matbaa hatası, mürââttır olabilir) (korunmuştur). Haşyetullah’dan (Allah korkusundan) hubût eder (aşağıya iner). Ve Hak Teâlâ bunun­la ihbâran: ………………………………………………  (Bakara, 2/74) buyurdu. Hubût-ı tabii (tabii olarak aşağıya inmesi) onun haşyetindendir. (Allah korkusundandır) Ve onun şuhûdu (seyri, görmesi) dahi zâtîdir. İmdi haşyet sâhibinde (Allah’tan korkanda) ilim vardır. Zîrâ Hak Teâlâ …………………………………. (Fâtır, 35/28) buyurur. İşte bu Sehl İbn Abdullâh et-Tüsterî hazretlerinin mezhebidir. İmdi insanda sıfat-ı cemâdiyyetten (cemadlık (taş, toprak, maden, vs…) sıfatından) a'lâ (yüksek) sı­fat yoktur. Ba'dehû (daha sonra) nebâtiyyet (bitkiler) ve ba'dehû (daha sonra) hayvâniyyettir. Ve ondan sonra da derece-i cemâddan (cemadlık, taş toprak vs… derecesinden) yükseldiği kadr olan şey üzerine (rütbeye, dereceye kadar) iddiâ-yı Ulûhiyet (Allahlık iddia) eden insâniyyettir. Ve bu rif’atten (yükseklikten) onun için / sûret-i İlâ­hiyye (Allah’ın sureti ile suretlenme) hâsıl olur (husule gelir). Ve onun sebebiyle aslından çıkar. Binâenaleyh (nitekim) taşlar neş'etlerinde (mevcut oldukları) asıllarından çıkamadıklarından abîd-i muhakkıkîndir." (gerçek kulluğu açığa çıkarandırlar)

İmdi emri, benim müşâhede ettiğim gibi müşâhede eden kimse, gizlide ve âşikârede benim sözümü söyler (10).

Ya'nî a'yân-ı vücûdiyyede (varlıkların vücûtlarında) , Hakk'ı müteayyin (beliren, açığa çıkan Hakk’ı) müşâhede eden (gören) kim­se, a'yân-ı mevcûdenin (mevcût varlıkların) Hakk'a delâleti (işareti) , delâlet-i Zâtiyye (Zât’ına işaret) olduğunu ve onların Hallâk'larına (yaratıcılarına) olan ma'rifeti (bilgisi), aslî (özünde) ve fıtrî (yaratılışında) bulunduğunu bilir ve gizlide ve âşikârede (açık olarak) bu sözü böylece söyler.

Ve bizim sözümüze muhâlif olan söze bakma ve buğdayı çorak yere ekme! (11).

Ya'nî mezâhirde (mazharlarda, varlıkların vücûtlarında) Hakk'ı müşâhede etmeyip (görmeyip) bizim sözümüze muhâ­lif (karşı) olarak onların vücûdu müstakıl (kendilerine ait bağımsız bir vücûdu) olduğunu söyleyen ehl-i hicâbın (perdeli kişilerin) sözlerine kulak verme! İşin hakîkati zâhir (meydanda, görülür) ve bâhir (apaçık) iken niçin erbâb-ı fikir ve nazarın (fikir ve görüş sahiplerinin) evhâm (şüpheli görüşlerine) ve zunûnuna (zanlarına) dil-dâde (gönül vermiş) olasın? Ve bizim isri­mize (eserimizi) ıktifâen (yeterli bulmakla) kalbinde bu maârif (bilgiler) inkişâf ettiği (keşf olunduğu) vakit haklarında ……………………………………………………………….. Bakara, 2/7) buyru­lan kalbleri mühürlü ve gözleri örtülü olan erbâb-ı fıkir (fikirleri ile hareket edenlere) ve nazara (gördükleri ile yetinenlere) ve ukûl-i cüz'iyye ashâbına (cüzi akıl sahiplerine, aklı kıtlara), gıdâ-yı rûh (ruhun gıdası) olan hakâyık-ı İlâhiyye (İlâhi hakikâtlerden) ve maârif-i Rabbâniyye’den (Rabbani bilgilerden) bahs (söz) etme! Zîrâ bu maârif (bilgi) tohumlarını çorak zemîn gibi olan onların kulûb-i kasiyelerine (katı kalplerine) ekmek beyhûdedir, is­râftır.

Onlar nass-ı Kur'an'da, Ma'sûm'un bize ismâ' için getirdi­ği, sağırlar ve dilsizlerdir (12).

Ya'nî bu maârif (bilgileri) ve hakâyıkı (hakikâtleri) kabûle adem-i isti'dâdları bulunan (kabullenmeye istidatları olmayan) tâifeyi bize işittirmek için, "ma'sûm" olan Peygamber'imiz (aleyhi's­salâtü ve's-selâm) Efendimiz, nass-ı Kur'an'da (Kur’an’da apaçık) bizlere tavsîf buyur­du (bilgi verdi).  Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulur: …………………………………………… (Ba­kara, 2/171) ve ............. Hacc, 22/46) ve …………………(A'raf 7/179). Binâenaleyh (nitekim), onlar         sağır, dilsiz, kördür. Akl-ı cüz'înin (cüzi akıllarının) idrâkâtıyla (idrak edebildikleriyle) kulakları kapalıdır. Kelâm-ı Hak'la (Hakk’ın sözüyle) tekellümde (konuşmalarında) dilleri lâldir (dilsizdirler). Delâil-i akliyye (aklının delilleriyle) ve enzâr-ı fıkriyye (fikri görüşleri) ile lisanları mahtûmdur (dilleri mühürlenmiştir). Ve onların gözleri, mezâhirde (görüntü yerlerinde, varlıklarda, birimlerde) Hakk'ı görmekten kördür.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
21
.01.2003
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail