VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi
cemâddan a'lâ bir halk yoktur. Ondan sonra da nebât, kadr
ve kıymet üzerine vâkı' olur (6).
Bu
beytin bâlâya rabtı (yukarısı
ile bağlantısı) budur ki: Koç inkıyâd (boyun
eğme) ve teslîmde "bedene"den (büyük baş
hayvanlardan) ya'nî deve, öküz ve mandadan daha
a'lâdır (yüksek,
üstündür). Ve İshâk
(a.s.) dahi ınkıyâd (boyun
eğme) ve teslîmde kâmil (tam,
mükemmel) idi. Nitekim hakkında âyet-i kerîmede
………………………(Saffât, 37/101) buyrulmuştur. Binâenaleyh
(nitekim)
inkıyâd (boyun eğme) ve
teslîmde a'lâ (üstün)
olan koçun nefs-i İshâk'a (İshak’ın
nefsine) fidâ (kurban) olması
münâsib (uygun)
oldu. Ve mâdemki a'lâlık (yükseklik,
üstünlük) inkıyâd (boyun eğme) ve
teslîmdedir; o halde cemâddan (madenlerden,
cansız varlıklardan) a'lâ (yüksek)
bir halk (yaratılmış) yoktur.
Zîrâ cemâd (taş
toprak, maden) ale'd-devâm (daima)
ma'rifet-i fıtriyye-i zâtiyye (zatının
yaratılış gayesi gereği) üzerinedir; tabîat-i
asliyyesinden (asıl
tabiatından, fıtratından) inhirâf etmez (sapmaz).
İlmen
ve aynen ve mertebeten (mertebe
olarak) teslîmiyet ve inkıyâd (boyun
eğme) üzeredir ve irâde-i İlâhiyye'nin (Allah’ın
iradesinin) tasarrufu tahtındadır (altındadır).
Ondan
sonra nebâbât (bitkiler)
gelir. Zîrâ nebâtâtta (bitkilerde)
cemâddan (taş
topraktan) fazla olârak nümüvv (büyüme,
gelişme) vardır. Her ne kadar nümüvv (büyüme)
onun fıtratı iktizâsından (yaratılışının
gereğinden) ise de, o hareket-i tabîiyye-i fıtriyye,
(yaratılışına
özgü tabii hareket) örfen (adet
üzere) ona izâfe olunur (bağlanır). Binâenaleyh
(nitekim),
o hareket-i tabîiyye (tabii
hareket) bir nevi' (çeşit) tasarruf-i
tabîî (tabii
tasarruf sahibi) olur ki bu, cemâdâtta (taşta,
toprakta) yoktur. Bu sûrette nebât (bitkiler)
ma'rifette cemâddan (taş,
toprak, madenlerden) daha aşağıdır. Ve cins-i nebât
(bitki
cinsi) ale'l-umûm (genel
olarak) nümüvv i'tibâriyle (büyümesi,
yetişmesi bakımından) ma'rifette bir kadr (meziyet) üzere
olmakla berâber, her bir nev'i (çeşidi)
şeref ve hissette (cimrilik
ve tamahkârlıkta) ve nef’ (fayda)
ve zararda bir kadr-i muayyen (belli
meziyet) ve vezn-i mukannen (belli
bir ölçü) üzeredir.
Ve
sâhib-i hi's, nebâttan sonradır. Halbuki cümlesinin Hallâk'ını
ârif olduğu, keşf ile ve îzâh-ı burhân ile sâbittir (7).
Ya'nî
his sâhibi olan hayvânat, vuhûş (yabani hayvanlar) ve
tuyûr (kuşlar)
ve emsâli (benzerleri)
,
mertebede nebâtâttan (bitkilerden)
sonra gelir. Her ne kadar aklen değil ise de, tab'an
(tabii
olarak) ve hissen hareket eder. Ve emr-i Hak'la (Hakk’ın
emriyle) tab'an (tabii olarak) ve
hissen amel eyler (hareket
eder, iş işler). Onun
için nebât (bitkiler)
cemâddan (taş
toprak madenlerden) ve his sâhibi olan hayvân dahi
nebâttan (bitkilerden)
daha aşağıdır. Ve bunların kâffesi (hepsi)
,
ya'nî cemâdât (maden,
toprak), nebâtât
(bitkiler) ve
hayvânât kendilerini halk eden (yaratan)
Rab'lerini, ma'rifet-i tabîiyye-i fitriyye (fıtratlarında
olan tabii biliş) ile âriftir (bilirler).
Ve bunun böyle olduğu, fikren ve tahyîlen (akla
hayale getirmek suretiyle) değil, keşfen, ya'nî
zevkan (manevi
haz ile) ve şuhûden (görmek
suretiyle) ve açık delîl ile sâbittir.
İmdi
kâffe-i mevcûdâtın (mevcut
olanların hepsi) zî-hayât (canlı)
olduğu hakkındaki delîl-i naklî, Hak Teâlâ
hazretlerinin ………………………………………
(Ra'd, 13/15) ve
…………………………………………………(Cum'a,
62/1) ve
………………………………………………………(İsrâ,
17/44) âyet-i kerîmeleridir. Zîrâ semâvât
(gökler)
ve arzdaki (yeryüzündeki)
mevcûdâtın cümlesi (hepsi),
secde ve tesbîh edebilmek için zî-hayât (canlı)
olmaları lâzımdır. Ve ehl-i keşf indinde /keşif
sahiplerinin görüşünde) de mevcûdâtın kâffesi
zî-hayâttır (hepsi canlıdır)
;
onlar bunu müşâhede ederler (görürler).
Ve
delîl-i aklî (akıl
ile ispatı) dahi budur ki: Vücûd birdir, o da
Hakk'ın vücûdudur. Eşyânın (varlıkların)
vücûdu ise, vücûd-i Hakk'a muzâf (bağlı)
olan bir vücûd-i i'tibârîdir (gerçekte
olmayıp var sayılan kayıtlı bir vücûttur). Vücûd,
Hakk-ı vâhidin vücûdu (tek
vücût sahibi Hakk) olunca, Hakk'ın hayâtı ve
ilmi cemî'-i zerrât-ı kevniyyeye (oluşmuş
varlıkların bütün zerrelerine) sârî olmuş (yayılmış)
olur. Şu kadar ki, mahallin (yerin)
ve mazharın taayyünü (meydana
gelmiş görüntü yeri, birim) müsâid olmadıkça,
hayât ve idrâk o mazharın (görüntü
yerinin) bâtınında (ruhunda,
gizli) kalır, zâhir olmaz (açığa
çıkmaz).
O mazharın (görüntü
yerinin) baygın insanlar gibi hissi ve şuûru
bulunmaz. His ve şuûru olmayınca da enâniyyeti, ya'nî benliği
ile Hak'tan muhtecib (örtünmüş)
olmaz. Binâenaleyh (nitekim),
cemâd (taş,
toprak, maden), fıtratı
(yaratılışı) üzere
bâkî (devamlılık
üzere) ve şuhûd-i dâimî (hep
seyir) içinde bulunur. O nefsi ile tasarruf sâhibi
değildir. Çünkü cemâd (madenler,
cansız varlıklar),
zâtı ve fıtratı (yaradılışı) ile
Allah'dan gayri (başka)
mutasarrıf (idareci,
tasarruf eden) olmadığına şehâdet eder. Şu
halde keşfen ve hakîkaten Rabb’ini ârif (Rabb’ini
bilir) ; tab'an
(tabii
olarak) ve tav'an (itaat
ederek) ona münkâd (boyun
eğer) ve mutî'dir (bağlıdır). Nebât (bitkiler) ondan
sonra gelir. Zîrâ onda nümüvv (gelişme,
büyüme) ve tevlîd-i misl (benzerini
meydana getirme) gibi bir nevi' (çeşit)
hareket ve tasarruf vardır. İşte bu hareket ve
tasarrufu sebebiyle cemâddan (cansız
dediğimiz varlıklardan) nâkıstır (noksandır).
His sâhibi olan hayvân ise bu ikisinden sonra
gelir. Zîrâ onda nefis ve hüküm ve vehim vardır. Ve
nefsini kuvve-i hayvâniyyesiyle (hayvaniyet
gücüyle, melekesiyle) idrâk eder. Ve kendisinde enâniyyet
(benlik)
olup bu benlik ile Hak'tan muhtecibdir (örtülüdür)
.
İnsân-ı nâkıs (noksan
insan) ondan sonra gelir; zîrâ Rabb'ini bilmez ve
O'na gayrı (başka)
teşrîk eder (şirk, ortak koşar)
.
Ve re'yinde (görüşünde)
ve husûsiyle (özellikle)
ma'rifet-i İlâhiyye’de (İlâhi
bilgilerde) hatâ eder ve aklı ve fikri ile
mukayyeddir (kayıtlıdır).
Nitekim evvelce hakîkat diye kabûl edilip bi'l-âhare
(daha
sonra) butlânı (saçmalıkları)
zâhir olan (görülen) şeyler,
hep akıl ve fikir ile mukayyed (kayıtlı)
olan nâkıs (noksan)
insanların mahsûlüdür.
Maahâzâ
(bununla
beraber) her vech ile (bakımdan)
a'lâlık (yükseklik, yücelik),
evvelen
(ilk önce) cemâdın
(cansız
dediğimiz varlıkların), ba'dehû
(daha
sonra) nebâtın (bitkilerin)
,
ba'dehû (daha
sonra) his sâhibinin (hayvanların)
ve
ba'dehû (daha
sonra) insân-ı hayvânın (hayvansı
insanın) olduğu zann olunmasın. Zîrâ kâffe-i
sıfât ve esmâ-i İlâhiyye’nin mecmaı (bütün
sıfat ve İlâhi isimlerin toplamı) olan sûret-i
insâniyyeye (insanların
suretlerine) müteveccihen (yönelerek)
vâkı' (geçmiş)
olan silsile-i tertîbe (birbirini
takip eden düzene) göre cemâdât (maden,taş,toprak,vs...)
hepsinden aşağıdır. Ve bu tertîbe nazaran insan,
cümlesinden (hepsinden) a'lâdır
(yüksektir,
yücedir) .
Binâenaleyh (nitekim),
bu tertîbe göre evvelen (ilk önce) "İnsân-ı
Kâmil", sâniyen (ikinci
olarak) "insân-ı hayvan" (hayvansı insan),
sâlisen (üçüncü
olarak) hayvânat, râbian (dördüncü
olarak) nebâtât (bitkiler)
ve hâmisen (beşinci olarak) cemâdâttır
(taş,
toprak, vs… dir).
Ve sûret-i insâniyyeye (insan
suretine) en yakın bulunan, diğerlerinden a'lâdır
(yücedir).
Ve "İnsân-ı Kâmil" (tam,
mükemmel insan) ile "insân-ı hayvân" (hayvansı
insan) arasındaki fark, merâtib-i sûriyye (görünüş, suret
ile ilgili mertebeler) değil, ancak merâtib-i
ma'neviyyedir (manevi
mertebelerdir).
Ve
"âdem" denilen halka gelince: İmdi akıl ile ve
fikir ile veyâ kılâde-i îmân ile mukayyeddir (8).
Ya'nî
"âdem" (insan)
denilen halka (yaratılmışa)
gelince: Bu, cemâd, (taş, toprak,
vs…) nebât (bitkiler)
ve hayvan gibi hilkatinden
maksûd (yaratılış
gayesinden maksat) olan şey üzere sâbit (mevcut)
değildir. Belki aklı ve fıkri ile, veyâhut îmânı
ve i'tikâdı (inancı) ile,
ma'rifet-i fıtriyyesini (fıtratından
gelen bilgileri) bozmuş ve onu tasarrufât-ı fıkriyyesi
(sahip
olduğu fikirler) ve nefsinin harekât-ı irâdiyyesi
(nefsinden gelen dürtüler)
ile karıştırmıştır. Eğer cemâdın (taş,
taprak, vs…) fıtrat-ı zâtiyye üzere (kendi
tabiatında, yaratılışında) olan inkıyâd (boyun
eğme) ve teslîmi ve Hakk'ın tasarrufu tahtında (altında)
istihlâki (harcanması,
tüketmesi) sebebiyle adem-i hareketi
(hareketsizliği) ve irâdesi ve tasarrufu gibi ve
nebâtın (bitkilerin)
kendi zâtiyle ademi hareketi (hareketsizliği)
ve hayvanın asl-ı hilkatte (asıl
yaratılışında) kendisine ne hizmet isâbet etmiş
(rast
gelmiş) ise onun üzere sâbit (mevcut)
olması gibi sıfât-ı cemâliyye (cemali
sıfatlar) , âdemde
(insanda)
olsa idi derece-i kemâle (kemal
derecesine) vâsıl olur (ulaşır) idi.
Fakat, "insân-ı hayvân" (hayvansı
insan) vücûd-i mutlakı (salt,
sınırsız, kayıtsız vücûdu) akıl ve fıkrinin
farz (var
sayma) ve takdîri
üzere
(değerlendirmesine göre) takyîd etmiş (kayıtlamış)
ve bu takyîdini (kayıtlılığını)
de tasarrufât-ı fıkriyyesi (sahip
olduğu fikirleri) ile isbâta (kanıtlamaya)
sa'y (gayret) etmiştir.
Halbuki bununla iyi bir şey yaptığını zanneder; dalâl (sapıklık)
üzere sa'y (gayret) ettiğinden
haberi yoktur.
Sehl
ve bizim mislimiz olan muhakkık bunu dedi. Zîrâ, biz ve onlar
makam-ı ihsandayız /
(9).
Ya'nî
Sehl bin Abdullâh Tüsterî hazretleri ve bizim mislimiz (benzerimiz) olan
muhakkık (hakikati
meydana çıkaranlar), cemâd
(taş,
toprak, vs…) hepsinden a'lâdır (yücedir)
ve cümlesinden (hepsinden)
daha ziyâde (fazla)
mutî'dir (vericidir);
ba'dehû (daha
sonra) nebât (bitkiler)
ve ba'dehû (daha
sonra) hayvân gelir, dedi. Zîrâ biz ve emsâlimiz
(benzerlerimiz)
mertebe-i îmânın fevkınde (iman
mertebesinin üstünde) olan "ihsân" (lütuf, iyilik, bağışlama)
mertebesindeyiz. Ve ihsân makamında olanlar cemi'-i
umûru (bütün
hususları) hakîkati üzere bilirler. Nitekim Hz.
Şeyli (r.a.) Füttûhât-ı
Mekkiyye'nin yetmiş ikinci bâbında (bölümünde)
buyururlar ki: "Cemâdât (cansız
dediğimiz varlıklar) sâir (diğer)
müvelledâttan (meydana gelmişlerden)
daha ziyâde (fazla)
Hakk'ı ârif (bilir)
ve ona âbiddir (kulluk
edendir) . Zîrâ
o ma'rifet (ilim)
mertebesinde halk olunmuştur (yaratılmıştır).
Aklı,
şehveti ve tasarrufu yoktur. Onun tekallübü (başka
bir kalıba girmesi, değişmesi) nefsiyle değil,
gayriyledir (başkayladır).
Ve
ancak musarrıfı (idarecisi,
tasarruf edeni) Allah'dır ve tasrîf-i İlâhî (Allah’ın
tasarrufu, idaresi) ile musarraftır (idare
edilen, tasarruf edilendir).
Ve gerçi nebât (bitkiler) dahi
onun gibi ma'rifet (ilim)
mertebesinde halk olunmuş (yaratılmış)
ise de, nefsiyle nümüvvü (yetişmesi,
büyümesi) ve taleb-i rif’ati (gelişme,
büyüme isteği) hasebiyle onun derecesinden aşağıdır.
Ve teğaddî sâhibidir (beslenir)
.
Teğaddî (gıda)
ise nümüvvü (büyümeyi)
ve taleb-i irtifâ'ı (büyüme
arzusunun olmasını) îcâb eder (gerektirir).
Halbuki cemâd (cansız
dediğimiz varlıklar) böyle değildir. Hareket-i
tabîiyye hâlinde
(hareketlerinde doğal olarak) ulüvv (yükseklik)
yoktur. Eğer yukarıya atılsa taleb-i süfl (aşağıya
inme arzusu) ile nâzil olur (iner).
Ve taleb-i süfl (aşağıya inme
arzusu) ise, hakîkat-i ubûdiyyettir (kulluğunun
hakikâtidir) . Ve
ulüvv (yükseklik)
na't-ı İlâhîdir. (İlâhi
vasıftır) Zîrâ Hak Aliyy'dir (yücedir)
.
İmdi taş, ulüvv (yükseklik) husûsunda
müzâhame-i Rubûbiyyetten (Rububiyetin
sıkıntısından) mürabdır (matbaa
hatası, mürââttır
olabilir) (korunmuştur).
Haşyetullah’dan (Allah korkusundan)
hubût eder (aşağıya
iner).
Ve Hak Teâlâ bununla ihbâran:
………………………………………………
(Bakara, 2/74) buyurdu. Hubût-ı tabii (tabii olarak aşağıya
inmesi) onun haşyetindendir. (Allah
korkusundandır) Ve onun şuhûdu (seyri,
görmesi) dahi zâtîdir. İmdi haşyet sâhibinde (Allah’tan
korkanda) ilim vardır. Zîrâ Hak Teâlâ
…………………………………. (Fâtır, 35/28)
buyurur. İşte bu Sehl İbn Abdullâh et-Tüsterî
hazretlerinin mezhebidir. İmdi insanda sıfat-ı cemâdiyyetten
(cemadlık
(taş, toprak, maden, vs…) sıfatından) a'lâ (yüksek)
sıfat yoktur. Ba'dehû (daha
sonra) nebâtiyyet (bitkiler)
ve ba'dehû (daha sonra) hayvâniyyettir.
Ve ondan sonra da derece-i cemâddan (cemadlık,
taş toprak vs… derecesinden) yükseldiği kadr
olan şey üzerine
(rütbeye, dereceye kadar) iddiâ-yı Ulûhiyet (Allahlık
iddia) eden insâniyyettir. Ve bu rif’atten (yükseklikten)
onun için / sûret-i İlâhiyye (Allah’ın
sureti ile suretlenme) hâsıl olur (husule
gelir).
Ve onun sebebiyle aslından çıkar. Binâenaleyh (nitekim)
taşlar neş'etlerinde (mevcut
oldukları) asıllarından çıkamadıklarından abîd-i
muhakkıkîndir." (gerçek
kulluğu açığa çıkarandırlar)
İmdi
emri, benim müşâhede ettiğim gibi müşâhede eden kimse,
gizlide ve âşikârede benim sözümü söyler (10).
Ya'nî
a'yân-ı vücûdiyyede (varlıkların vücûtlarında)
,
Hakk'ı müteayyin (beliren,
açığa çıkan Hakk’ı) müşâhede eden (gören) kimse,
a'yân-ı mevcûdenin (mevcût
varlıkların) Hakk'a delâleti (işareti)
,
delâlet-i Zâtiyye (Zât’ına işaret)
olduğunu ve onların Hallâk'larına (yaratıcılarına)
olan ma'rifeti (bilgisi),
aslî (özünde)
ve fıtrî (yaratılışında)
bulunduğunu bilir ve gizlide ve âşikârede (açık
olarak) bu sözü böylece söyler.
Ve
bizim sözümüze muhâlif olan söze bakma ve buğdayı çorak
yere ekme! (11).
Ya'nî
mezâhirde (mazharlarda,
varlıkların vücûtlarında) Hakk'ı müşâhede
etmeyip (görmeyip)
bizim sözümüze muhâlif (karşı)
olarak onların vücûdu müstakıl (kendilerine
ait bağımsız bir vücûdu) olduğunu söyleyen
ehl-i hicâbın (perdeli
kişilerin) sözlerine kulak verme! İşin hakîkati
zâhir (meydanda,
görülür) ve bâhir (apaçık) iken
niçin erbâb-ı fikir ve nazarın
(fikir ve görüş sahiplerinin) evhâm (şüpheli
görüşlerine) ve zunûnuna (zanlarına)
dil-dâde (gönül
vermiş) olasın? Ve bizim isrimize (eserimizi)
ıktifâen (yeterli bulmakla) kalbinde
bu maârif (bilgiler)
inkişâf ettiği (keşf
olunduğu) vakit haklarında
………………………………………………………………..
Bakara, 2/7) buyrulan kalbleri mühürlü ve gözleri örtülü
olan erbâb-ı fıkir (fikirleri
ile hareket edenlere) ve nazara (gördükleri
ile yetinenlere) ve ukûl-i cüz'iyye ashâbına (cüzi akıl
sahiplerine, aklı kıtlara),
gıdâ-yı rûh (ruhun
gıdası) olan hakâyık-ı İlâhiyye (İlâhi
hakikâtlerden) ve maârif-i Rabbâniyye’den (Rabbani
bilgilerden) bahs (söz)
etme! Zîrâ bu maârif (bilgi)
tohumlarını çorak zemîn gibi olan onların kulûb-i
kasiyelerine (katı
kalplerine) ekmek beyhûdedir, isrâftır.
Onlar
nass-ı Kur'an'da, Ma'sûm'un bize ismâ' için getirdiği, sağırlar
ve dilsizlerdir (12).
Ya'nî
bu maârif (bilgileri) ve
hakâyıkı (hakikâtleri)
kabûle adem-i isti'dâdları bulunan (kabullenmeye
istidatları olmayan) tâifeyi bize işittirmek için,
"ma'sûm" olan Peygamber'imiz (aleyhi'ssalâtü
ve's-selâm) Efendimiz, nass-ı Kur'an'da (Kur’an’da
apaçık) bizlere tavsîf buyurdu (bilgi
verdi). Nitekim,
âyet-i kerîmede buyrulur:
…………………………………………… (Bakara,
2/171) ve .............
Hacc, 22/46) ve
…………………(A'raf 7/179). Binâenaleyh (nitekim),
onlar
sağır, dilsiz, kördür. Akl-ı cüz'înin (cüzi
akıllarının) idrâkâtıyla (idrak
edebildikleriyle) kulakları kapalıdır. Kelâm-ı
Hak'la (Hakk’ın
sözüyle) tekellümde (konuşmalarında)
dilleri lâldir (dilsizdirler).
Delâil-i akliyye (aklının
delilleriyle) ve enzâr-ı fıkriyye (fikri görüşleri)
ile lisanları mahtûmdur (dilleri
mühürlenmiştir).
Ve onların gözleri, mezâhirde (görüntü
yerlerinde, varlıklarda, birimlerde) Hakk'ı görmekten
kördür.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
21.01.2003
http://sufizmveinsan.com
|