VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ma'lûm
olsun ki, Allah bizi ve seni tevfîkıyla te'yid eylesin, İbrâhim
(a.s.) oğluna dedi: "Tahkîk ben menâmda seni zebh eder görürüm".
Menâm ise hazret-i hayâldir. İmdi İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı
ta'bîr etmedi. Halbuki menâmda İbrâhîm (a.s.)’ ın oğlu
sûretinde zâhir olan koç idi (1)
Ya'nî
menâm (uyku),
Fass-ı Yûsufî’de
îzâh olunduğu (açıklandığı)
üzere "hazret-i hayâl-i mukayyed"dir (insanda
bulunan kayıtlı hayaldir).
Ve bu fassın mukaddemesinde (bu
konunun birinci bölümünde) zikrolunduğu (adı
geçtiği) vech ile "hayâl-i mukayyed" (kayıtlı
hayal) insanın vücûdunda olan "hayâl"dir.
Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i misâl-i mutlaktan (gerçek,
kayıtsız misal âleminden) insanın mir'ât-ı hayâline
(hayal
aynasına) nâzil olan (inen)
sûretlerin ba'zısı ta'bîre (yorumlamaya)
muhtaç olur ve ba'zısı aynıyla zuhûr eyler (çıkar). Binâenaleyh
(nitekim) İbrâhîm
(a.s.)’ın cenâb-ı İshâk'ı rüyâsında / zebh (kurban)
eder görmesi, âlem-i yakazada, (uyanıkken)
menâmda (uyurken)
görülen sûret-i İshâk'a (İshak’ın
suretiyle, şekliyle) münâsebeti (ilişkisi)
olan sûret-i hissiyye (hissi
suret) ile ta'bîr olunmak (yorumlamak)
iktizâ eder (gerekir)
idi. Ve ona münâsebeti (ilişkisi)
olan sûret-i hissiyye (hissi
suret) ise inkıyâd (boyun
eğmesi) ve teslîm i'tibâriyle (bakımdan)
koç idi. 'Cenâb-ı İbrâhim ise rü'yâsını keşf-i
mücerred" (mutlak
hayal âleminden olan katkısız, saf keşf) addiyle (sayarak)
ta'bîr etmeyip (yorumlamayıp)
zâhiri üzerine (göründüğü
gibi) aldı ve cenâb-ı İshâk'ı zebha (kurban
etmeye) teşebbüs buyurdu.
İmdi
İbrâhîm (a.s.) rüyâyı tasdîk eyledi. Böyle olunca cenâb-ı
İbrâhîm'in vehminden nâşî, Hz. İshâk'a Rabb'i zibh-i
azîmi fidâ eyledi ki, o, onun rü'yâsının Allah indinde ta'bîri
idi; halbuki o muttali' olmadı (14).
Ya'nî
İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı zâhiri üzere (göründüğü
gibi) ahz edip (alıp) âlem-i
hayâlde (rüyasında)
merî olan (görülen) sûretin
İshâk (a.s) olduğunu zannetti. Halbuki İbrâhîm (a.s.)ın
vehminin müşâreketiyle (karışmasıyle)
İshâk (a.s.) sûretinde (şeklinde)
âlem-i hâyâlde (hayal
âleminde)
görülen şey, Allâh'ın indinde (katında)
zibh-ı azîm (büyük
kurban) idi. Cenâb-ı İbrâhîm ise
buna
muttali' olmadı (bunu
bilemedi). Zîrâ
o hazret "keşf- i mücerred"e (mutlak
hayal âleminden alınan saf, katıksız keşife) alışmış
idi. Bu "keşf-
i muhayyel"i (kendi
hayalinde oluşan keşfi) de keşf-i mücerred (sade,
saf keşif) zannetti. Halbuki rü'yâda görülen her
şeyde vehmin medhal-i azîmi (büyük
parmağı, işe karışması) vardır. Çünkü vehim
maânî-i cüz'iyyenin (bir
kısım manaların) idrâkinde (anlaşılmasında)
sultandır (hükümdardır).
İşte
bunun için cenâb-ı İbrâhîm mer'î olan (görülen)
sûretin ta'bîre (yoruma)
muhtaç olmadığını tevehhüm eyledi (düşündü,
zannetti). Ve
oğlunu
zebha (boğazlamaya)
kasd (niyet) etti.
Ve "vehim" âlem-i suveri muhît (âlemlerin
suretlerini kuşatmış) ve Enbiyâ’nın (Peygamberlerin)
vücûdu da âlem-i suverde (âlemin
suretlerinden) vâkı' (olagelmiş) olduğundan
bu tevehhüm (zannetme)
Nübüvvete (Peygamberlik
görevine) kadh vermez (kötülemez).
Böyle
olunca hazret-i hayâlde vâkı' olan tecellî-î sûrî ilm-i
âhara muhtaçtır ki, o sûret-i mer'iyyeden Allâh'ın murâdı
olan şey onunla idrâk olunur (15).
Ya'nî
âlem-i menâmda (rüyada)
görülen sûretlerden murâd-ı İlâhî ne
olduğunu bilmek için diğer bir ilim lâzımdır. Bu ilim de
"ilm-i ta'bîr"dir (yorum yapma
ilmidir). Ve
bu ilm-i ta'bîri (yorum
yapma ilmini) ancak kendisine esmâ-i bâtıne (batında
gizli kalmış esma) ile esmâ-i zâhire (açığa
çıkmış esma) beyninde (arasında)
olan münâsebât (ilişki)
münkeşif (açılmış)
olan ve bu münâsebetle (ilişkiyle)
suveri hayâliyyeye (hayali
suretlere) münâsebeti (ilişkisi)
olan suver-i hissiyyeye (hissi
suretlere) vukufu bulunan
(bilen, vakıf olan) zevât (zatlar)
lâyıkı vech (gereken yönleri) ile
bilir.
Sen
görmez misin ki, rü'yânın ta'bîri hakkında Resûlullah
(S.a.v.) Ebû Bekir (r.a.)’e, nasıl "Ba'zısında isâbet
ettin ve ba'zısında hatâ ettin" buyurdu. Böyle olunca
Hz. Ebû Bekir, hangisinde isâbet ve hangisinde hâtâ ettiğini
ta'rîf buyurmasını taleb eyledi. (S.a.v.) Efendimiz ta'rîf
buyurmadı (16).
Hz.
Şeyh (r.a.) bu kelâmı, tecellî-i sûrî (tecelli eden, oluşan
sûretlerin) başka bir ilme muhtaç olduğunu isbât
için îrâd buyurmuştur (söylemiştir)
. Hz. Ebû
Hüreyre (r.a)’den rivâyet buyrulan hadîs-i şerîfe işâret
buyrulur. Hadîs-i şerîf budur:
Ya'nî
"Bir kimse Hz. Resûl (a.s)’a gelip: "Yâ Resûlallah,
bu gece rü'yâda bir buluttan bal ile yağ yağarak ondan halkın
kimi çok, kimi az nasîbleri hasebiyle ahz ettiklerini (aldıklarını)
gördüm. Ve gökten yere vâsıl (ulaşan)
bir ip müşâhede ettim (gördüm)
.
Yâ Resûlallah, Zât-ı hazretini (sizi)
gördüm ki, onu tutup yükseldin. Ondan sonra
onu diğer bir adam tutup çıktı. Ba'dehû (daha
sonra) diğer bir kimse o ipi tutup onunla münkatı'
oldu
(koptu).
Ondan sonra' bitiştirip yükseldi. Hz. Ebû Bekir
(r.a.) buyurdular ki: "Yâ Resûlallah, izin verir iseniz
onu ben ta'bîr edeyim (yorumlayım)."
(S.a.v.) Efendimiz: "Ta'bîr et!"
buyurdular. Cenâb-ı Sıddîk buyurdu ki: "Buluttan mûrad
İslâm bulutudur. Ve ondan yağan bal ile yağdan murâd lezzet
ve halâveti (zevki)
münâsebetiyle Kur'an'dır. Ve çok ve az alandan
murâd dahi Kur'ân'dan az ve çok ahz edendir (alandır)
. Ve
semâdan (gökten)
arza (yere)
vâsıl olan (ulaşan)
ipe gelince o da Hak'tır ki, sen onun üzerinesin.
Onu tutarsın, Allah seni a'lâ eder
(yüceltir) .
/
Senden sonra onu diğer bir kimse tutup onunla yükselir.
Ba'dehû (daha
sonra) o kimseden sonra diğer biri alır. Ba'dehû (daha
sonra) munkatı' olup (kopup)
birleştirilerek yükselir." "Yâ Resûlullah
ta'bîrimde isâbet mi ettim, yoksa hatâ mı ettim?"
(S.a.v) buyurdu ki: "Ba'zısında isâbet ettin (tutturdun)
ve ba'zısında hatâ ettin." Hz. Sıddîk
buyurdu ki: "Yâ Resûlallah, and veririm ki,
ta'bîrimde hatâ ettiğim şeyi beyân buyur
(bildir)!"
(S.a.v.)
Efendimiz: "Buna and verme!" buyurdular."
Ve
Hak Teâlâ İbrâhîm (a.s.)a …………………………
(Saffât; 37/104) diye nidâ ettiği zaman
…………………….. (Safiât, 37/105) dedi. Ona
………………… demedi. Zîrâ Hz. İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı
ta'bîr etmedi. Belki gördüğü şeyin zâhiri üzerine aldı.
Halbuki
rü'yâ ta'bîr ister
(17):
Ya'nî
Hak Teâlâ hazretleri İbrâhîm (a.s)’a hitâb buyurduğu (konuştuğu)
vakit, "Yâ İbrâhîm muhakkak sen rü'yâyı sâdık
(doğru,
gerçek) kıldın. Ya'nî rü'yâda gördüğün vech
üzere (yönüyle)
ahz etmek (almak)
sûretiyle rü'yâyı tasdîk eyledin" (onayladın)
dedi. Ve "Rü'yâda sâdık oldun
(doğruladın) .
İşte o rü'yâda gördüğün, senin oğlundur"
demedi. Binâenaleyh (nitekim)
İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı tasdîk etti (onayladı)
.
Fakat onu tâ'bîr etmediğinden (yorumlamadığından)
rü'yâda sâdık (doğru)
olmadı. Çünkü eğer sâdık (doğru)
olaydı, rüyâda görünen sûret onun oğlu olur
ve zâhirde (dünyada)
zebh (kurban
kesme) dahi
onun üzerine vâkı' olur (olagelir)
idi. Fakat rü'yâda cenâb-ı İshâk sûretinde görünen,
teslîm ve inkıyâd (boyun
eğme) münâsebetiyle "koç" idi. Binâenaleyh
(nitekim)
İbrâhîm (a.s.) “koç” ile ta'bîr etmek (yorumlamak)
lâzım gelirken, etmedi.
Bunun
için Azîz, ……………………
(Yûsuf, 12/43) dedi. Ve
"ta'bîr"in ma'nâsı rü'yâda gördüğü sûretten
emr-i âhara ce
vâzdır. İmdi öküz, kaht ve vüs'atte, seneler oldu
(18).
Ma'lûmdur
ki, Hz. Yûsuf (a.s.) Mısır'da mahbûs olduğu sırada Azîz-i
Mısr (Mısır’ın
azizi) bir rü'yâ görmüş idi. Mısır'ın eşrâfiyle
(ileri
gelen) kâhinlerini (falcılarını)
cem' edip (toplayıp) dedi
ki: "Ben rü'yâmda denizden yedi semiz ve onu müteâkıb
da yedi zaîf (zayıf) öküz
çıktığını; ve zaîf (zayıf)
öküzlerin semiz öküzleri yuttuğunu; ve dâneleri
(taneleri)
yeşil ve birbirine bağlanmış yedi başak ile kuru
olarak yedi başak zâhir olup (meydana
çıkıp) kuruların yeşil başaklara galebe ederek (üstün
gelerek) onlardan eser kalmadığını gördüm. Eğer
rü'yâ ta'bîrini bilirseniz bu rü'yâma fetvâ (karar)
ve cevâb verin!" Onlar cevâben: "Bu karışık
bir rü'yâdır. Biz bunun ta'bîrini bilmeyiz" dediler.
Nihâyet Hz. Yûsuf’a mürâcaat olundu. Onlar buyurdular ki:
"Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekin. Fakat hepsini döğmeyip
başaklarında bırakın. Yalnız yiyeceğiniz kadar döğün.
Bu yedi yıl vüs'at (bolluk) geçtikten
sonra yedi sene kaht (kıtlık)
vâkı' olup evvelce iddihâr (birikmiş)
olunanları yerler. Ve ondan bir mikdar tohumluk alıkonulur.
Bu kaht (kıtlık)
senelerinden sonra çok yağmur yağıp bolluk
olur." İşte rü'yâ ta'bîr (rüyanın
yorumlanmak) taleb ettiğini (istediğini)
bildiği için Azîz
……………………………….. (Yûsuf 12/43) dedi. Ve
"ta'bîr"in ma'nâsı dahi rü'yâda gö
rülen sûretten diğer bir emre (hususa,
manaya) geçmektir ki, o emr (
mana) âlem-i hayâlde
(rüyada)
görülen sûretin ma'nâsıdır. Ya'nî suver-i hayâliyyeye
(hayali
suretlere) münâsebeti (ilişkisi)
olan suver-i hissiyyedir (hissi
suretlerdir).
Bunun için Hz. Yûsuf (a.s.) Azîz'in âlem-i hayâlde
(rüyasında) gördüğü
yedi semiz öküzü ve yeşil başakları yedi bolluk senesi ve
yedi lâğar (cılız) öküzü
ve kuru başakları dahi yedi kath (kıtlık)
senesi ile ta'bîr buyurdu. Şu halde sûret-i hayâliyyeye
(rüyasında
gördüğü) hayali suretlere) münâsib (uygun)
olan ma'nâya geçti ki, bu da emr-i dîğerdir (diğer
manasıdır).
Eğer
rü'yâda sâdık olaydı, oğlunu zebh eder idi. Halbuki ancak
bu, veledinin aynı olduğunda rü'yâyı tasdîk eyledi. Allah
indinde ise, ancak onun veledinin sûretinde zibh-ı azîm idi.
Böyle olunca İbrâhim (a.s.)ın zihninde veled vâkı' olduğundan
nâşî zibh-i azîmi fidâ eyledi. Yoksa o nefs-i emrde
indallâh fidâ değildir. İmdi his zibhı tasvîr eyledi. Hayâl
dahi ibn-i İbrâhîm'i tasvîr eyledi. Binâenaleyh eğer hayâlde
koçu göre idi, elbette onu oğlu ile, yâhut emr-i dîğer ile
ta'bîr eder idi (19).
Ya'nî
eğer İbrâhîm (a.s.)’ın oğlu sûretinde görülen şey,
koç olmayıp da, hakîkaten oğlu olaydı, elbette onu zebh kurban)
eder idi. Binâenaleyh (nitekim)
rü'yâda sâdık (doğru
rüya) olmadı. Ancak
görülen şey oğlunun aynı olduğunda rü'yâyı tasdîk
eyledi (onayladı)
.
Ya'nî rü'yâda oğlunu zebh (kurban)
eder gördü. Ve o rü'yâyı zâhirde (dünyada)
sâdık kılıp
(doğru bilip) oğlunu boğazlamağa mübâşeret
etti (kalkıştı)
. Halbuki
o mer'î olan (görülen)
şey, Allah indinde, ancak onun oğlu sûretinde nümâyan
(görülen, aşikâr)
olan zibh-ı azîm (büyük
kurban) idi; hakîkaten oğlu değil idi. Binâenaleyh
(nitekim),
Hak Teâlâ Hazretleri, İbrâhîm (a.s.)’ın
zihninde oğlu vâkı' (geçmiş) olduğu
için, İshâk (a.s)’a zibh-ı azîmi (büyük
kurbanı) fıdâ (fidye)
eyledi.
Fakat o zibh-ı azîm (büyük kurban)
, Hak
indinde, hakîkaten fidâ (fidye)
değil idi. Çünkü Allah Teâlâ, İbrâhîm
(a.s)’a oğlunu zebh (kurban) etmesini
emr etmemiş idi ki, ona zibhı (kurbanı)
fidâ etsin (fidye
olarak versin). Böyle
olunca hiss-i zâhir (gözle
görülen)
zibhı (kurbanı)
tasvîr eyledi (hayalinde
canlandırdı, şekillendirdi).
Ya'nî hayâlde görülen şey âlem-i his (içinde
bulunduğumuz hissedilen âlemde) ve şehâdette (dünyada)
koçun boğazlanmasıyla netîcelendi. Ve zâten
Allah indinde dahi zebh (kurban)
olunacak şey koç idi.
İmdi
her şey İndallah’da (Allah
katında) ne sûret üzere sâbit (mevcut)
olmuş ise âlem-i his (hissedilen, içinde
bulunduğumuz âlem) ve şehâdette (dünyada)
dahi, onunla, zâhir olur. (görülür)
Çünkü âlem-i his, (hissedilen âlem,
dünya) âlem-i hayâlden (hayal
âleminden) daha cem'iyyetli (toplayıcı)
ve daha sahîhdir (gerçektir). Zîrâ
âlem-i tafsîldir (genişletilmiş,
açılmış âlemdir). Ve
hayâl ise, İbrâhîm (a.s)’ın oğlunu tasvîr etti (şekillendirdi). Sebebi
de koç ile İshâk (a.s) arasında inkıyâd (boyun
eğme) ve teslîm münâsebeti (ilgisi)
bulunması idi. Çünkü hayâl, bir ma'nâyı, türlü
türlü sûretlerde tasvîr eder (şekillendirir).
İşte
bu sebeple rü'yâ tâ'bîre (yoruma)
muhtaçtır. Eğer İbrâhim (a.s.) âlem-i hayâlde (rüyasında)
koçu boğazladığını göre idi (görseydi),
elbette onu, koça münâsebeti (ilgililiği) olan
oğlu ile veyâhut diğer bir şey ile ta'bîr ederdi (yorumlardı).
Çünkü rüyânın "keşf-i muhayyel" (insanda
bulunan hayalden) olan kısmı mutlaka ta'bîr
olunmak (yorumlamak) iktizâ
eder
(gerekir).
Ba'dehû
Hak Teâlâ buyurdu: "Bu emr-i ma'hûd muhakkak belâ-yı mübîndir'
(Saffât, 37/106); Ya'nî imtihân-ı zâhirdir. Ya'nî Hak Teâlâ,
mevtın-ı rü'yânın ta'bîrden iktizâ ettiği şeyi bilir
mi, yoksa bilmez mi deyu İbrâhîm (a.s.)ı ilimde imtihandır.
Zîrâ tahkîkan mevtın-ı rü'yânın ta'bîr istediğini
Hak Teâlâ bilir (20).
Ya'nî
İshâk (a.s.)’a fıdâ (fidye)
olmak üzere koç nâzil olduğunu (indiğini)
İbrâhîm (a.s.) gördükten sonra, Hak Teâlâ ona;
"Bu oğlunu boğazlamak emri imtihân-ı zâhirdir"
(Saffât, 37/106) buyurdu. Ve Hak Teâlâ'nın İbrâhîm
(a.s.)’ı ilimde imtihan buyurması, onu mükemmel kılmak ve
"keşf-i mücerred"den (katıksız
saf keşiften) başka "keşf-i muhayyel"
dahi
(insanda da hayal) mevcûd olduğuna ve binâenaleyh (nitekim)
âlem-i hayâlde (rüyada)
görülen suverin (suretlerin)
mutlaka zevâhirine (görünüşüne)
haml (bağlamayıp,
atf) edilmeyip, belki ondan maksûd (maksat)
olan şeyi aramak lâzım geldiğine muttali' eylemek
(vakıf
olmak, bilmek)
için idi. Zîrâ İbrâhîm (a.s) keşf-i mücerrede
(saf,
gerçek keşfe) alışmış ve âlem-i misâlden (gerçek,
mutlak misal âleminden) ahzi i'tiyâd eylemiş (almaya alışkanlık
kazanmış) idi. Onun için, bunu da öyle zannetti.
Ve rü'yâsını zâhiri üzere (dış
görünüşüyle) alıp oğlunu zebha (kurban
etmeye) tasaddî eyledi (girişti).
Bu hâl İbrâhîm (a.s.)’ın şân-ı Nübüvvetine,
(Peygamberlik
görevinin şanına) noksan vermez. Zîrâ Enbiyâ (Peygamberler) "seyr-i
fillâh"da (Allah’ta
seyir de) dâimâ terakkîdedir (ilerlemekte,
yükselmektedirler) ve seyr-i fillâh’ın (Allah’ta
seyrin) nihâyeti yoktur. Da'vet ettikleri halkın
seyri ise "seyr-i ilallâh"dır. (Allah’a
doğru seyrdir) Ve bu seyrin nihâyeti (sonu)
"seyr-i fillâh"dır (Allah’ta
seyirdir).
Binâenaleyh (nitekim),
Enbiyâ’nın (Peygamberlerin)
bidâyeti seyri (seyir
başlangıcı) halkın nihâyet-i seyridir (insanların
seyrinin sonudur) .
İmdi Hz. Şeyh'in "Mevtın-ı rü'yâ (rüyanın
mertebesine göre) ta'bîr (yorumlamak)
ister" buyurması, "keşf-i muhayyel"
kısmından (insanda olan
hayal ile ilgili keşf) olan rü'yâya âittir. Ve rü'yânın
kısm-ı a'zamı (büyük
bir kısmı) "keşf-i muhayyel"
nev'indendir (insanda
bulunan hayalden oluşan keşif cinsindendir) . "Keşf-i
mücerred" kısmından
(mutlak misal âleminden olan katıksız saf keşif) olanı
ise nâdiren vâkı' olur (gerçekleşir)
. Binâenaleyh
(nitekim) rü'yânın
pek çoğu ta'bîr (yorum)
ister.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
28.01.2003
http://sufizmveinsan.com
|