VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi
İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı ta'bîrden gaflet etti. Böyle olunca,
mevtın-ı rü'yâya onun hakkını vermedi. Ve bu sebepten
dolayı rü'yâyı tasdîk eyledi. Nitekim Müsned sâhibi imâm
olan Takıyy bin Mahled, gâfil oldu. İndinde sâbit olan
haberde işitti ki: Tahkîkan Nebî (a.s.) buyurdu: Beni rü'yâ
da gören kimse, yakazada beni gördü. Zîrâ şeytan benim sûretim
üzerine mütemessil olmaz. İmdi Takıyy bin Mahled onu gördü.
Ve Nebî (s.a.v.) o rü'yâda ona süt içirdi. Ve Takıyy bin
Mahled rü'yâsını tasdîk etti. Binâenaleyh, istika edip sütü
kayy eyledi. Eğer rü'yâsını ta'bîr ede idi o süt, ona
ilm-i kesîr olur idi. İmdi sütten içtiği kadar, Allah Teâlâ
ona ilm-i kesîri harâm etti (21).
Ya'nî
İbrâhîm (a.s.)ın rü'yâyı ta'bîrden gaflet (yorumlamayı
ihmal) etmesi, sâhib-i Müsned
bir imâm olan Takıyy bin Mahled'in senedleriyle (kuvvetli
delil olabilecek sözleriyle) berâber indinde (yanında)
sâbit olan (bulunanların)
işittiği bir habere binâen (dayanarak),
gördüğü
rü'yâda "süt"ü ta'bîr etmeyip (yorumlamayıp)
zâhiri üzere
(göründüğü gibi) almasına ve binâenaleyh (nitekim)
ta'bîrden gaflet (yorumlamayı
ihmal) etmesine benzer. Zîrâ rü'yâsında gördüğü
sütü yakazada (uyanıkken)
dahi süte haml (bağladı,
atf) etti. Çünkü hadîs-i şerîfte: "Beni rü'yâda
gören yakazada (uyanıkken
de) görür" buyrulmuş idi. Bu hadîse binâen
(dayanarak)
rü'yâda içtiği sütü kayy etmek (kusmak)
istedi ve kayy etti (kustu)
.
Fakat âlem-i hayalde "süt" sûretinde gördüğü
"ilim"den içtiği süt kadar, âlem-i histe (hissedilen
âlemde, dünyada) mahrûm oldu. İmdi gerek İbrâhîm
(a.s) ve gerek Takıyy bin Mahled rü'yâlarını zâhiri üzerine
(gördükleri
gibi) aldılar. Fakat İbrâhîm (a.s.)’ın rü'yâsını
Hak Teâlâ koç inzâliyle (indirmekle) ta'bîr
buyurup (yorumlayıp)
Hz. İshâk'ın zebhıne (kurban
edilmesine) mahal kalmadı. Zîrâ/cenâb-ı İshâk'ın
zâhirde zebhı vâkı' (dış
âlemde kurban edilmesi gerçekleşecek) olaydı,
indallahda (Allah
katında) zebhı (boğazlanması)
lâzım gelen bir koç yerine âdemî-i ma'sûm (masum
bir ademoğlu) olan bir nebiyy-i zî-şân (şerefli
bir Peygamber) fevt olacak idi (kaybedilecekti). Bu da
mahzûr-i azîm (büyük
haram) idi. Halbuki Takıyy bin Mahled rü'yâsını
hak (doğru)
bir vech ile ta'bîr buyurmadı (yorumlamadı)
.
Ve sütü zâhiri üzerine (dış
görünüşüyle) alan Takıyy bin Mahled uyanıklık
hâlinde onu kayy etti (kustu).
Ancak içtiği süt kadar kendisinden ilim fevt oldu (kaybedildi).
Onûn ilminin fevti (kaybedilmesi)
ise bir Nebiyy-i zî-şânın fetvine (şeref sahibi bir
Peygamberin kaybedilmesine) benzemez.
Sen
Resûl (a.s.)ı görmez misin ki, rü'yâda bir kadeh süt verildi.
Buyurdu ki: "Kanmaklık tırnaklarımdan çıkıncaya kadar
onu içtim. Ba'dehû artığımı Ömer'e verdim." "Yâ
Resûlallah onu ne ile te'vîl ettin?" denildi. "İlim"
buyurdu. Ve mevtın-ı rü'yâya ve ta'bîrden iktizâ ettiği
şeye âlim olduğu için, gördüğü sûret üzere onu süt
olarak terk etmedi (22).
Zîrâ
"süt" etfâl-i nâkısanın (gelişmemiş
çoçukların) ebdânına (bedenlerine)
gıdâ olduğu gibi, ilm-i nâfi’ (faydalı
ilim) dahi nâkısların (gelişmemişlerin)
ervâhına (ruhlarına)
gıdâdır. İşte "süt" ile
"ilm"in arasındaki münâsebet budur.
Ve
muhakkak bilindi ki; Nebî (a.s.)ın, hissin müşâhede ettiği
sûreti Medîne'de medfûndur. Ve onu rûhunu ve latîfesini,
bir kimse bir kimseden ve kendi nefsinden müşâhede etmedi.
Ervâhın hepsi bu mesâbededir (23).
Ya'nî
Nebî (a.s.)’ın çeşm-i his ile
(gözler ile) müşâhede olunan (görülen)
sûret-i unsuriyyesi (bedeni)
ve beşeriyyesi Medîne-i Münevvere'de medfûn (gömülmüş) olduğundan,
bu zaman ehlinden (zamanımızda
yaşayanlardan) onu kimsenin görmesi, mümkün değildir.
Ve onun rûhunun sûretini ve latîfe-i insâniyyesini, ne hayât-ı
şerîfelerinde (hayatta
iken) cesed-i mübâreklerinden (mübarek
cesetlerinden) ve ne de vefâtlarından sonra bir
kimse müşâhede etmez (göremez).
Ve mezâhirden tecerrüdü (bedeninden
tecrid edilmiş, arınmış olması) hasebiyle bir
kimse onu bir kimsenin mazharından (bedeninden)
ve kendi mazharından (bedeninden)
göremez. Ya'nî Resûl-i Ekrem hazretlerinin cesed-i
unsurîleri (madde bedeni) var
idi. …………………………
(Âl-i İmrân, 3/185) âyet-i kerîmesi hükmünce vefât-ı
âlîleri vâki' olup (vefat
ettiklerinde) bu cesed-i unsurî (madde
beden) ,
Medîne-i Münevvere'de medfûn oldu (gömüldü)
.
Binâenaleyh (nitekim),
o cesed-i unsurînin (madde
olan cesedin) artık bu âlem-i kesâfette (madde
aleminde, dünyada) yaşayan bir kimse tarafından
aynen görülmesi mümkün değildir. Ve o hazretin rûh-i mübârekinin
sûretini (mübarek
ruhunun sûretini) ve latîfe-i insâniyyesini, hayât-ı
şerîflerinde (hayatta
iken) cesed-i mübâreklerinden (mübarek
cesedinden) hiçbir kimse göremediği gibi vefâtlarından,
ya'nî cesed-i unsurîlerinden (madde
bedeninden) ayrıldıktan, sonra da kezâlik (böylece)
kimse göremez. Ve kezâ o rûh-i mübâreki ve latîfe-i
insâniyyeyi ne başkasının mazharından (madde
bedeninden) ve ne de bir kimse kendi mahzarından (vücudundan)
göremez. Zîrâ, her bir mazharın (bedenin)
rûhu ve latîfe-i insâniyyesi ancak kendi mazharına
(bedenine)
mahsûstur (aittir).
Binâenaleyh (nitekim)
ervâhın (ruhların) hepsi
bu mesâbededir (derecededir).
Gerek âlem-i menâmda (uykuda)
ve gerek yakazada (uyanıkken)
görülen sûret o hazretin sûret-i unsuriyyesinin
(madde
suretinin) aynı değildir. Belki o sûrete müşâbih
(o
suretin benzeri) olan cism-i berzahîleridir (berzah
aleminde olan sûretidir, bedenidir).
İmdi
Hz. Şeyh (r.a.)ın bu îzâhâta şurû' buyurmaları (başlamaları)
,
Takıyy bin Mahled'in indinde (görüşlerinde) senedleriyle
berâber sâbit olan ………………………….. hadîs-i
şerîfini tefsîr maksadıyla vâkı' olmuştur (olagelmiştir).
İmdi
Nebî (a.s.)’ın rûhu, vefât ettiği cesedi sûretinde
olarak menâmda râî için mütecessid olur. Menâm, o cesedden
bir şey tenkîs etmez. İmdi o, Muhammed (s.a.v.)’dir ki,
medfûn olan sûrete müşâbih sûret-i cesediyyede, rûhu
haysiyyetiyle mer'îdir. Allah tarafından râî hakkında
ismetten nâşî, şeytanın onun cesedi sûretinde mutasavver
olması mümkün değildir I
(24).
Ya'nî
(s.a.v.) Efendimiz, ne sûret-i cesediyye (madde
beden) üzerine intikal buyurmuş (geçmiş, göçmüş)
ise hazret-i menâm (rüya,
uyku) ,
onun rûh-i mübârekini (mübarek
ruhunu) o cesed sûretinde (şeklinde)
tasvîr eder (şekillendirir)
ve bu cesedi noksan (eksiklik)
üzere tasvîr
etmez (şekillendirmez)
.
Binâenaleyh (nitekim)
o mütecessid (ceset
şekline gelmiş) olan ancak Muhammed (s.a.v.)’dir,
başkası değildir. Ve Peygamber sûretinde görünüp halkı
ıdlâl etmemesi (doğru yoldan çıkarmaması)
için şeytan, onun sûretinde temessül edemez (suretine
giremez) . Allah râîyi
(göreni) bundan
hıfz eder (korur)
.
Hz. Şeyh (r.a.)’in bu kelâmı (sözleri)
fehm-i zâhire (zahiri anlayışa)
göredir. Eğer rü'yâyı gören kimsenin Allah
tarafından hıfz (muhafaza) ve
sıyâneti (korunması)
mevzû-i bahs olmasa bile, bi'l farz (diyelim
ki) şeytanın cesed-i Peygamber sûretinde (Peygamberimizin
bedeni şeklinde) tecessüdü (bedenlenmesi)
hâlinde, râî (gören) yine
mahfûz (korunmuş)
olur idi. Zîrâ (s.a.v.) Efendimizin sûret-i
cesediyyesi (madde bedeni)
, rahmet-i
mahzanın (tam
rahmetin) sûretidir. Eğer şeytanın o cesed sûretine
girmesi mümkün olsa, râîyi (görenin)
dalâletten (doğru yoldan
sapması) ve şeytanı dahi ıdlâlden (yanlış
yola sapmaktan) muhâfaza etmiş olur idi. Çünkü o
sûret-i mübâreke (mübarek
suret) onu zarar îrâsından (vermesinden)
men' eder
(engeller).
Meselâ
yılanı bi't-teshîr (eline
alarak) koynuna koyan kimseler vardır. Yılan o kimselerin
yed-i teshîrlerinde (ellerinde
zaptedilmiş) bulundukça, kimseye bir zarar îkâ'
edemez (yapamaz).
Ve
bunun için onu bu sûretle gören kimse, ona emrettiği veyâ
ondan nehy eylediği veyâhut ona ihbâr kıldığı şeyin kâffesini
ondan ahz eder. Nasıl ki hayât-ı dünyâda nasstan veyâ zâhirden
veyâ mücmelden veyâhut hangi şeyden vâkı' olursa olsun,
ondan sâdır olan lafzın delâlet ettiği şey hasebi üzere
ahkâmdan, Nebî (a.s.)dan ahz eder idi (25).
Ya'nî
rü'yâda görülen Muhammed (s.a.v.) olduğu için, bir kimse
onu zâhirde (dünyada)
olan cesedinin sûretinde, (madde
bedeninin şeklinde) rü'yâsında görüp, cenâb-ı
Peygamber ona bir şey ile emretse; veyâhut onu bir şeyden
nehy (yasak)
eylese; veyâ ona bir şey ihbâr (haber)
etse o kimse bunların cümlesini (hepsini)
Nebî (a.s.)’dan (Peygamberden) ahz
eder (alır).
Meselâ râî (gören),
zamân-ı
Peygamberî'de (Peygamberimizin
yaşadığı zamanda) ber-hayât (hayatta)
bulunsa ahkâm-ı şer'iyyeyi (şeriat
kanunlarını) fem-i saâdetlerinden (saadetli
ağızlarından) şeref sâdır olan (şerefle
çıkan) lafzın (sözlerin) delâleti
(işaret
ettiği mana) üzere alır idi. O lafız (sözler),
ister
nass (kat’î,
açık manada) ve ister zâhir (dış
görünüşü) nev'inden (cinsinden) olsun
ve ister mücmel (öz,
özet) veyâ usûl-i fıkh ıstılâhınca (fıkıh
ilmine ait) vücûh-i kelâmdan (sözlerden)
birisi olsun; behemehâl (mutlaka)
o lafzın medlûlüne (manasını)
i'tibâr (kabul) eder
ve aslâ onu te'vîl etmez (başka
bir mana vermez) idi. Binâenaleyh (nitekim),
hayât-ı Peygamberîde (Peygamber
hayattayken) bir kimse bu üslûb üzere ahkâm-ı
şer'iyyeyi (şeriat
hükümlerini) nasıl ahz ederse (alırsa)
,
aynıyla rü'yâda da (s.a.v.) Efendimiz'den dahi öylece
ahz eder (alır)
.
Ve kezâ bir kimse vâris-i Nebevî (Peygamberin
mirasçısı) olan bir mürşid-i kâmilin (tam,
mükemmel bir yol göstericinin) terbiyesinde bulunup
onun hâl-i hayâtında (hayattayken)
ondan ahkâm-ı şerîat (şeriat
hükümlerini) ve tarîkat ve ma'rifet ve hakîkati
ahz ettiği (aldığı)
gibi, o zât-ı şerîfin (şeref
sahibi zatın) irtihâlinden (ölmesinden)
sonra rü'yâsında görüp bir takım nasâyıh (öğütler)
ahz etse (alsa),
aynıyla yine ondan almış olur. Velhâsıl, bir
kimsenin (s.a.v.) Efendimiz'i rü'yâda müşâhede etmesi (görmesi)
, âlem-i
histe (hissedilen âlemde,
dünyada) müşâhede etmesi (görmesi)
gibidir.
İmdi
eğer ona bir şey verse, muhakkak bu, şey, kendisine ta'bîr dâhil
olan şeydir. Böyle olunca eğer hayâlde olduğu gibi, histe
çıkarsa o rü'yâ için ta'bîr yoktur (26).
Bu
fassın mukaddimesinde (konunun
başında) dahi beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, insanın mir'ât-ı hayâlinde (hayal
aynasında) musavver (şekillenmiş) olan
sûretler, eğer cihet-i ulvîden (yüksek
taraftan) ,
ya'nî âlem-i "misâl-i mutlak"tan (kayıtsız,
salt misal âleminden) nâil olmuş (ulaşmış)
ise, ya ta'bîre muhtaç olur veyâhut olmaz. Ve ta'bîr
için dahi "ilm-i ta'bîr" (tabir etme ilmini
bilmek) lâzımdır. Ve bu ilim, taraf-ı İlâhî’den
(Allah
tarafından) mevhûb (bağışlanmış) bir
ilimdir. Çünkü bir kâidesi ve kânûnu yoktur. Binâenaleyh (nitekim)
tahsîl (gayret, çalışmak)
ile elde etmek mümkün değildir. Muabbir (rüyayı
yorumlayan) , rü'yâyı
gören kimsenin salâhına (iyiliğine)
,
fıskına (günahına),
san'atına
ve zamânın ve mekânın îcâbâtına göre, o suver-i hayâliyyenin
(hayali
suretlerin) münâsibi (uygun) olan
ma'nâya intikâl edip (geçip)
suver-i hissiyyesini (dünyadaki
suretlerini) ta'yîn eder (belirler)
.
İmdi
eğer (S.a.v.) bir kimseye rü'yâda bir şey verse ve o
kimse uyandıktan sonra o verdiği şeyin eserini nezdinde (yanında)
bulmasa ta'bîre muhtaç olur. Fakat o verilen şeyin
eserini nezdinde (yanında)
bulursa, ya'nî suver-i hissiyye (hissedilen
suretler, dünyadaki suretler) sûret-i hayâliyyeye
(hayali suretlere) mutâbık
(uygun)
vâkı olursa (olagelirse)
, ta'bîre
muhtaç değildir. Meselâ (s.a.v.) Efendimiz, bir kimseye rü'yâsında
bir salkım üzüm verse ve o kimse uyandığı vakit o üzümü
elinde durur görse, bu ta'bîr olunmaz. Bu rü'yâ cenâb-ı
Peygamber'in hâl-i hayâtında, (hayattayken)
ashâb-ı kirâmından (sahabeden)
birisine bir salkım üzüm ihsân buyurması (vermesi)
gibidir. Ve bu, ancak "keşf i mücerred"dir
(mutlak
hayal aleminden alınan saf, katıksız keşiftir).
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
04.02.2003
http://sufizmveinsan.com
|