50. Bölüm

VI

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi İbrâhîm (a.s.) rü'yâyı ta'bîrden gaflet etti. Böyle olun­ca, mevtın-ı rü'yâya onun hakkını vermedi. Ve bu sebep­ten dolayı rü'yâyı tasdîk eyledi. Nitekim Müsned sâhibi imâm olan Takıyy bin Mahled, gâfil oldu. İndinde sâbit olan haberde işitti ki: Tahkîkan Nebî (a.s.) buyurdu: Beni rü'yâ da gören kimse, yakazada beni gördü. Zîrâ şeytan benim sûretim üzerine mütemessil olmaz. İmdi Takıyy bin Mahled onu gördü. Ve Nebî (s.a.v.) o rü'yâda ona süt içirdi. Ve Takıyy bin Mahled rü'yâsını tasdîk etti. Binâenaleyh, isti­ka edip sütü kayy eyledi. Eğer rü'yâsını ta'bîr ede idi o süt, ona ilm-i kesîr olur idi. İmdi sütten içtiği kadar, Allah Teâlâ ona ilm-i kesîri harâm etti (21).

Ya'nî İbrâhîm (a.s.)ın rü'yâyı ta'bîrden gaflet (yorumlamayı ihmal) etmesi, sâhib-i Müs­ned bir imâm olan Takıyy bin Mahled'in senedleriyle (kuvvetli delil olabilecek sözleriyle) berâber indin­de (yanında) sâbit olan (bulunanların) işittiği bir habere binâen (dayanarak),  gördüğü rü'yâda "süt"ü ta'­bîr etmeyip (yorumlamayıp) zâhiri üzere (göründüğü gibi) almasına ve binâenaleyh (nitekim) ta'bîrden gaflet (yorumlamayı ihmal) et­mesine benzer. Zîrâ rü'yâsında gördüğü sütü yakazada (uyanıkken) dahi süte haml (bağladı, atf) etti. Çünkü hadîs-i şerîfte: "Beni rü'yâda gören yakazada (uyanıkken de) görür" buy­rulmuş idi. Bu hadîse binâen (dayanarak) rü'yâda içtiği sütü kayy etmek (kusmak) istedi ve kayy etti (kustu) . Fakat âlem-i hayalde "süt" sûretinde gördüğü "ilim"­den içtiği süt kadar, âlem-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) mahrûm oldu. İmdi gerek İbrâhîm (a.s) ve gerek Takıyy bin Mahled rü'yâlarını zâhiri üzerine (gördükleri gibi) aldılar. Fakat İbrâhîm (a.s.)’ın rü'yâsını Hak Teâlâ koç inzâliyle (indirmekle) ta'bîr buyu­rup (yorumlayıp) Hz. İshâk'ın zebhıne (kurban edilmesine) mahal kalmadı. Zîrâ/cenâb-ı İshâk'ın zâhir­de zebhı vâkı' (dış âlemde kurban edilmesi gerçekleşecek) olaydı, indallahda (Allah katında) zebhı (boğazlanması) lâzım gelen bir koç yerine âdemî-i ma'sûm (masum bir ademoğlu) olan bir nebiyy-i zî-şân (şerefli bir Peygamber) fevt olacak idi (kaybedilecekti). Bu da mahzûr-i azîm (büyük haram) idi. Halbuki Takıyy bin Mahled rü'yâsını hak (doğru) bir vech ile ta'­bîr buyurmadı (yorumlamadı) . Ve sütü zâhiri üzerine (dış görünüşüyle) alan Takıyy bin Mahled uya­nıklık hâlinde onu kayy etti (kustu). Ancak içtiği süt kadar kendisinden ilim fevt oldu (kaybedildi). Onûn ilminin fevti (kaybedilmesi) ise bir Nebiyy-i zî-şânın fetvine (şeref sahibi bir Peygamberin kaybedilmesine) benzemez.

Sen Resûl (a.s.)ı görmez misin ki, rü'yâda bir kadeh süt ve­rildi. Buyurdu ki: "Kanmaklık tırnaklarımdan çıkıncaya kadar onu içtim. Ba'dehû artığımı Ömer'e verdim." "Yâ Re­sûlallah onu ne ile te'vîl ettin?" denildi. "İlim" buyurdu. Ve mevtın-ı rü'yâya ve ta'bîrden iktizâ ettiği şeye âlim ol­duğu için, gördüğü sûret üzere onu süt olarak terk etmedi (22).

Zîrâ "süt" etfâl-i nâkısanın (gelişmemiş çoçukların) ebdânına (bedenlerine) gıdâ olduğu gibi, ilm-i nâfi’ (faydalı ilim) dahi nâkısların (gelişmemişlerin) ervâhına (ruhlarına) gıdâdır. İşte "süt" ile "ilm"in arasındaki münâ­sebet budur.

Ve muhakkak bilindi ki; Nebî (a.s.)ın, hissin müşâhede et­tiği sûreti Medîne'de medfûndur. Ve onu rûhunu ve latîfe­sini, bir kimse bir kimseden ve kendi nefsinden müşâhede etmedi. Ervâhın hepsi bu mesâbededir (23).

Ya'nî Nebî (a.s.)’ın çeşm-i his ile (gözler ile) müşâhede olunan (görülen) sûret-i unsuriy­yesi (bedeni) ve beşeriyyesi Medîne-i Münevvere'de medfûn (gömülmüş) olduğundan, bu zaman ehlinden (zamanımızda yaşayanlardan) onu kimsenin görmesi, mümkün değildir. Ve onun rûhunun sûretini ve latîfe-i insâniyyesini, ne hayât-ı şerîfelerinde (hayatta iken) cesed-i mübâreklerinden (mübarek cesetlerinden) ve ne de vefâtlarından sonra bir kimse mü­şâhede etmez (göremez). Ve mezâhirden tecerrüdü (bedeninden tecrid edilmiş, arınmış olması) hasebiyle bir kimse onu bir kimsenin mazharından (bedeninden) ve kendi mazharından (bedeninden) göremez. Ya'nî Resûl-i Ekrem hazretlerinin cesed-i unsurîleri (madde bedeni) var idi. ………………………… (Âl-i İmrân, 3/185) âyet-i kerîmesi hükmünce vefât-ı âlîleri vâki' olup (vefat ettiklerinde) bu cesed-i unsurî (madde beden) , Medîne-i Münevvere'de medfûn oldu (gömüldü) . Binâenaleyh (nitekim), o cesed-i unsurînin (madde olan cesedin) artık bu âlem-i kesâfette (madde aleminde, dünyada) yaşayan bir kimse tara­fından aynen görülmesi mümkün değildir. Ve o hazretin rûh-i mübârekinin sûretini (mübarek ruhunun sûretini) ve latîfe-i insâniyyesini, hayât-ı şerîflerinde (hayatta iken) cesed-i mübâreklerinden (mübarek cesedinden) hiçbir kimse göremediği gibi vefâtlarından, ya'nî cesed-i unsurîlerinden (madde bedeninden) ayrıldıktan, sonra da kezâlik (böylece) kimse göremez. Ve kezâ o rûh-i mübâreki ve latîfe-i insâniyyeyi ne başkasının maz­harından (madde bedeninden) ve ne de bir kimse kendi mahzarından (vücudundan) göremez. Zîrâ, her bir mazharın (bedenin) rûhu ve latîfe-i insâniyyesi ancak kendi mazharına (bedenine) mah­sûstur (aittir). Binâenaleyh (nitekim) ervâhın (ruhların) hepsi bu mesâbededir (derecededir). Gerek âlem-i menâmda (uykuda) ve gerek yakazada (uyanıkken) görülen sûret o hazretin sûret-i unsuriy­yesinin (madde suretinin) aynı değildir. Belki o sûrete müşâbih (o suretin benzeri) olan cism-i berzahîleridir (berzah aleminde olan sûretidir, bedenidir).

İmdi Hz. Şeyh (r.a.)ın bu îzâhâta şurû' buyurmaları (başlamaları) , Takıyy bin Mahled'in indinde (görüşlerinde) senedleriyle berâber sâbit olan ………………………….. hadîs-i şerîfini tefsîr maksadıyla vâkı' olmuştur (olagelmiştir).

İmdi Nebî (a.s.)’ın rûhu, vefât ettiği cesedi sûretinde olarak menâmda râî için mütecessid olur. Menâm, o cesedden bir şey tenkîs etmez. İmdi o, Muhammed (s.a.v.)’dir ki, medfûn olan sûrete müşâbih sûret-i cesediyyede, rûhu haysiyyetiy­le mer'îdir. Allah tarafından râî hakkında ismetten nâşî, şeytanın onun cesedi sûretinde mutasavver olması müm­kün değildir I (24).

Ya'nî (s.a.v.) Efendimiz, ne sûret-i cesediyye (madde beden) üzerine intikal buyur­muş (geçmiş, göçmüş) ise hazret-i menâm (rüya, uyku) , onun rûh-i mübârekini (mübarek ruhunu) o cesed sûretinde (şeklinde) tasvîr eder (şekillendirir) ve bu cesedi noksan (eksiklik) üzere  tasvîr etmez (şekillendirmez) . Binâenaleyh (nitekim) o mütecessid (ceset şekline gelmiş) olan ancak Muhammed (s.a.v.)’dir, başkası değildir. Ve Pey­gamber sûretinde görünüp halkı ıdlâl etmemesi (doğru yoldan çıkarmaması) için şeytan, onun sû­retinde temessül edemez (suretine giremez) . Allah râîyi (göreni) bundan hıfz eder (korur) . Hz. Şeyh (r.a.)’in bu kelâmı (sözleri) fehm-i zâhire (zahiri anlayışa) göredir. Eğer rü'yâyı gören kimse­nin Allah tarafından hıfz (muhafaza) ve sıyâneti (korunması) mevzû-i bahs olmasa bile, bi'l ­farz (diyelim ki) şeytanın cesed-i Peygamber sûretinde (Peygamberimizin bedeni şeklinde) tecessüdü (bedenlenmesi) hâlinde, râî (gören) yi­ne mahfûz (korunmuş) olur idi. Zîrâ (s.a.v.) Efendimizin sûret-i cesediyyesi (madde bedeni) ,  rah­met-i mahzanın (tam rahmetin) sûretidir. Eğer şeytanın o cesed sûretine girmesi müm­kün olsa, râîyi (görenin) dalâletten (doğru yoldan sapması) ve şeytanı dahi ıdlâlden (yanlış yola sapmaktan) muhâfaza etmiş olur idi. Çünkü o sûret-i mübâreke (mübarek suret) onu zarar îrâsından (vermesinden) men' eder (engeller).   Meselâ yılanı bi't-teshîr (eline alarak) koynuna koyan kimseler vardır. Yılan o kim­selerin yed-i teshîrlerinde (ellerinde zaptedilmiş) bulundukça, kimseye bir zarar îkâ' edemez (yapamaz).

Ve bunun için onu bu sûretle gören kimse, ona emrettiği veyâ ondan nehy eylediği veyâhut ona ihbâr kıldığı şeyin kâffesini ondan ahz eder. Nasıl ki hayât-ı dünyâda nass­tan veyâ zâhirden veyâ mücmelden veyâhut hangi şeyden vâkı' olursa olsun, ondan sâdır olan lafzın delâlet ettiği şey hasebi üzere ahkâmdan, Nebî (a.s.)dan ahz eder idi (25).

Ya'nî rü'yâda görülen Muhammed (s.a.v.) olduğu için, bir kimse onu zâhirde (dünyada) olan cesedinin sûretinde, (madde bedeninin şeklinde) rü'yâsında görüp, cenâb-ı Pey­gamber ona bir şey ile emretse; veyâhut onu bir şeyden nehy (yasak) eyle­se; veyâ ona bir şey ihbâr (haber) etse o kimse bunların cümlesini (hepsini) Nebî (a.s.)’dan (Peygamberden) ahz eder (alır). Meselâ râî (gören), zamân-ı  Peygamberî'de (Peygamberimizin yaşadığı zamanda) ber-hayât (hayatta) bu­lunsa ahkâm-ı şer'iyyeyi (şeriat kanunlarını) fem-i saâdetlerinden (saadetli ağızlarından) şeref sâdır olan (şerefle çıkan) lafzın (sözlerin) delâleti (işaret ettiği mana) üzere alır idi. O lafız (sözler),  ister nass (kat’î, açık manada) ve ister zâhir (dış görünüşü) nev'inden (cinsinden) ol­sun ve ister mücmel (öz, özet) veyâ usûl-i fıkh ıstılâhınca (fıkıh ilmine ait) vücûh-i kelâmdan (sözlerden) birisi olsun; behemehâl (mutlaka) o lafzın medlûlüne (manasını) i'tibâr (kabul) eder ve aslâ onu te'vîl etmez (başka bir mana vermez) idi. Binâenaleyh (nitekim), hayât-ı Peygamberîde (Peygamber hayattayken) bir kimse bu üs­lûb üzere ahkâm-ı şer'iyyeyi (şeriat hükümlerini) nasıl ahz ederse (alırsa) , aynıyla rü'yâda da (s.a.v.) Efendimiz'den dahi öylece ahz eder (alır) . Ve kezâ bir kimse vâris-i Nebevî (Peygamberin mirasçısı) olan bir mürşid-i kâmilin (tam, mükemmel bir yol göstericinin) terbiyesinde bulunup onun hâl-i ha­yâtında (hayattayken) ondan ahkâm-ı şerîat (şeriat hükümlerini) ve tarîkat ve ma'rifet ve hakîkati ahz ettiği (aldığı) gibi, o zât-ı şerîfin (şeref sahibi zatın) irtihâlinden (ölmesinden) sonra rü'yâsında görüp bir ta­kım nasâyıh (öğütler) ahz etse (alsa), aynıyla yine ondan almış olur. Velhâsıl, bir kimsenin (s.a.v.) Efendimiz'i rü'yâda müşâhede etmesi (görmesi) , âlem-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) müşâhede etmesi (görmesi) gibidir.

İmdi eğer ona bir şey verse, muhakkak bu, şey, kendisine ta'bîr dâhil olan şeydir. Böyle olunca eğer hayâlde olduğu gibi, histe çıkarsa o rü'yâ için ta'bîr yoktur (26).

Bu fassın mukaddimesinde (konunun başında) dahi beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, insanın mir'ât-ı hayâlinde (hayal aynasında) musavver (şekillenmiş) olan sûretler, eğer cihet-i ulvîden (yüksek taraftan) , ya'nî âlem-i "misâl-i mutlak"tan (kayıtsız, salt misal âleminden) nâil olmuş (ulaşmış) ise, ya ta'bîre muhtaç olur veyâhut olmaz. Ve ta'bîr için dahi "ilm-i ta'bîr" (tabir etme ilmini bilmek) lâzımdır. Ve bu ilim, taraf-ı İlâhî’den (Allah tarafından) mevhûb (bağışlanmış) bir ilimdir. Çünkü bir kâidesi ve kânûnu yoktur. Binâenaleyh (nitekim) tahsîl (gayret, çalışmak) ile elde etmek mümkün değildir. Muab­bir (rüyayı yorumlayan) , rü'yâyı gören kimsenin salâhına (iyiliğine) , fıskına (günahına),  san'atına ve zamânın ve mekânın îcâbâtına göre, o suver-i hayâliyyenin (hayali suretlerin) münâsibi (uygun) olan ma'­nâya intikâl edip (geçip) suver-i hissiyyesini (dünyadaki suretlerini) ta'yîn eder (belirler) . İmdi  eğer (S.a.v.) bir kimseye rü'yâda bir şey verse ve o kimse uyandıktan sonra o verdiği şeyin eserini nezdinde (yanında) bulmasa ta'bîre muhtaç olur. Fakat o verilen şeyin eserini nezdinde (yanında) bulursa, ya'nî suver-i hissiyye (hissedilen suretler, dünyadaki suretler) sû­ret-i hayâliyyeye (hayali suretlere) mutâbık (uygun) vâkı olursa (olagelirse) ,  ta'bîre muhtaç değildir. Me­selâ (s.a.v.) Efendimiz, bir kimseye rü'yâsında bir salkım üzüm verse ve o kimse uyandığı vakit o üzümü elinde durur görse, bu ta'bîr olun­maz. Bu rü'yâ cenâb-ı Peygamber'in hâl-i hayâtında, (hayattayken) ashâb-ı kirâ­mından (sahabeden) birisine bir salkım üzüm ihsân buyurması (vermesi) gibidir. Ve bu, ancak "keşf i mücerred"dir (mutlak hayal aleminden alınan saf, katıksız keşiftir).

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
04.02.2003
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail