VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve
İbrâhîm Halîl (a.s.) ile Takıyy bin Mahled, bu kadar ile ve
bu mikdâr üzerine i'timâd eyledi. Ve vaktâki rü'yâ iki
vech üzerine oldu ve makam-ı Nübüvvet edebi iktizâ ettiği
için, Allâh Teâla / İbrâhîm (a.s.)’a işlediği ve ona
dediği şeyde bize edebi ta'lîm etti. Biz delîl-i aklînin
reddettiği sûrette Hakk'ı müşâhedemizde, o sûreti ya râînin
hâli; veyâhut râînin onu gördüğü mekân; veyâ râî ile
berâber mekân hakkında, hakk-ı meşrû' ile ta'bîr etmemizi
bildik. Ve eğer o sûreti delîl-i aklî reddetmezse tıbkı âhirette
görüldüğü gibi, o gördüğümüz sûreti ibka ederiz.
(27).
Ya'nî
İbrâhîm (a.s.) rü'yâsında oğlunu boğazlar gördü; âlem-i
histe (dünyada, hissedilen âlemde) de öyle
yaptı; ve rü'yâsını ta'bîr etmedi. Ve kezâ Takıyy bin
Mahled dahi rü'yâsında süt içti. Uyanıp âlem-i histe (hissedilen
âlemde, dünyada) dahi onu süt zannetti. O da bu rü'yâyı
ta'bîr etmedi. İmdi mâdemki rü'yâda ta'bîr (yorum)
ve adem-i ta'bîr (yorumsuzluk)
vecihleri (yönleri)
vardır; ve makam-ı Nübüvvet (Peygamberlik
görevinin) edebi ve emr-i İlâhiye (Allah’ın emirlerine) imtisâl (icap
edeni yapması) ve inkıyâdı (boyun
eğmeyi, teslimiyeti) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
için, mâdemki Allah Teâlâ, İbrâhîm
(a.s.)’a rü'yâsında koçu oğlunun sûretinde gösterip onu
emr-i zebha (kurban
etme işine) mübtelâ (tutkun, düşkün) kılması ve
yine koçu oğluna fıdâ (fidye)
etmesi sûretiyle olan fiilinde ve "Yâ İbrâhîm
sen muhakkak rü'yâyı sâdık (doğru,
gerçek rüya) kıldın" (Saffât, 37/105) deyu
vâkı' (mevcût) olan kavlinde (sözlerinde),
bize
edebi ta'lîm etti (öğretti).
Bizler
dahi bu ta'lîm (öğretilme)
sâyesinde bildik ki, eğer Hakk'ı delîl-i aklînin
(aklın
düşünerek bulduğu delillerle) reddettiği ve onu
tenzîh (çirkinlik
ve noksanlıklardan beri) eylediği sûrette rü'yâda
veyâ yakazada (uyanıkken)
görsek, o sûreti, ya râînin (görenin)
hâline veyâ râînin (görenin)
onu gördüğü mekâna; veyâ râî (gören)
ile berâber mekâna göre, hakk-ı meşrû' ile
(şeriat hükümlerine uygun olarak) ta'bîr etmemiz
iktizâ eder (gerekir).
Mervîdir
(rivayet
olunur) ki, Hz. Şeyh (r.a.) zamânında sulahâdan (salihlerden)
bir kimse, Hakk'ı
rüyâsında kendi evinin dehlizinde (koridorunda)
gördü; ve Hak ona iltifât etmemekle berâber, yüzüne
de bir tokat vurdu. O kimse uyandığı vakit ıztırâba düştü.
Rü'yâsını Hz. Şeyh-i Ekber efendimize arz etti. Cenâb-ı
şeyh onun ıztırâbını gördükde
ona: "Hakk'ı ne mekânda gördün?" diye
sordu: O kimse "Satın aldığım evimde gördüm" cevâbını
verdi. Hz. Şeyh (r.a.) buyurdu ki: "O hâne mağzûbdur (gazab
edilmiştir). Hak
meşrû'un (şeriate
uygun olanın) hakkıdır. Satın aldığın vakit
tefahhus etmedin (soruşturmadın).
Binâenaleyh (nitekim)
onu tahkîk et!" Bunun üzerine o kimse tecessüs
ettikde (sorup araştırdığında) , o
hâne bir mescidin vakfından olup gasb edilerek (zorla
alınarak) satıldığını anladı; ve onu yine
mescidin vakfına reddedip (geri
verip) istiğfâr (tövbe)
eyledi.
Cenab-ı
Şeyh (r.a.) bu ibârede (cümlede)
"delîl-i aklînin (aklın
düşünerek bulduğu delille) reddettiği" (kabullenmediğinin)
kaydını (ehemmiyetini)
zikretti (bildirdi) . Zîrâ delîl-i aklî
indinde (akılla
elde edilen delillere göre) mûcib-i noksan ( ……
) olan şer'in
(şeriatin)
beyân ettiği (açıkladığı) sûret-i kemâliyye
(kemal
bulmuş, mükemmel suret) reddolunur (kabul
edilmez).
Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki:
……………………………………… ya'nî "Hak
Teâlâ, yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) sûret-i noksân (noksan
şekil, suret) ile tecellî eder (oluşur)
.
Böyle olunca, ona inkâr ederler. Ba'dehû (daha
sonra) sûret-i kemâl (kemal bulmuş, tam, mükemmel surete) ve
azamete (büyüklüğe)
tehavvül eder (değişir,
döner) . Onu kabûl edip o sûrete secde
ederler." Burada "delîl-i aklî"den murâd, şer'an
(şeriate)
mu'teber (uygun,
güvenilir) olan delîl-i istidlâlîdir (delile dayanarak bir netice çıkarmaktır).
Ehl-i
felsefenin (felsefecilerin),
evhâm
ile karışık olan delîl-i aklîleri (akla
dayalı delilleri) değildir. Fakat ârif (Hakk’ı bilen) , Hakk'ı
her sûrette müşâhede ettiği (seyrettiği)
için, onu hiçbir sûretten tenzîh etmez (ayrı
tutmaz) . Ve eğer
Hak Teâlâ'yı menâmda (uykuda)
delîl-i aklînin reddetmeyeceği sûrette, ya'nî ay
ve güneş gibi olan suver-i nûriyyeden (nur suretlerinden) bir sûrette görür
isek, o gördüğümüz sûreti hâli üzerine ibkâ ederiz (bırakırız) . Nitekim
biz âhirette Hakk'ı, "bedir" (dolunay)
gibi sûret-i nûriyyede (nurlu surette) görüp, o sûreti
alâ-hâlihî (olduğu
gibi) ibkâ ederiz (bırakırız)
ve onu te'vîl (başka bir manâ ile tefsir) etmeyiz.
Binâenaleyh (nitekim)
gerek dünyâda ve gerek âhirette Hakk'ı böyle bir
sûrette görüş müsâvîdir (eşittir)
.
Her iki rü'yet (görüş)
arasında fark yoktur. Çünkü tecellî
(oluşumlar),
tecellî olunan kimsenin isti'dâdının sûreti üzerinedir.
Ve isti'dâdımızın sûreti ise ayn-ı sâbitemizin (ilmi
suretimizin) sûreti ve ayn-ı sâbitemizin (ilmi
suretimizin) sûreti dahi ism-i İlâhi’nin (İlâhi
ismin) sûretidir. Ve ism-i İlâhi (İlâhi
isim) teğayyür etmeyince (değişmeyince)
, elbette
onun sûreti olan ayn-ı sâbite (ilmi
suret) ve isti'dâd dahi tağayyür etmez (değişmez). Binâenaleyh (nitekim) âhirette olan rü'yet (görmek),
dünyâda hâsıl olan isti'dâda mütevakkıftır (bağlıdır,
ancak onunla olur) . Ve
isti'dâd-ı gayr-i mec'ûlün (açığa
çıkmamış gizli kalmış istidadın),
ya'nî ism-i İlâhi’nin (İlâhi ismin, esmanın) isti'dâdı-nın
inkişâfı (meydana
çıkması) isti'dâd-ı mec'ûlün (açığa
çıkmamış potansiyel olarak bulunan istidadın) inkişâfına
vâbestedir (açılmasına,
gelişmesine bağlıdır).Meselâ cins-i insanın (insan ırkının) okuyup yazmak
isti'dâdı, bir isti'dâd-ı gayr-i mec'ûldür (açığa
çıkmamış, gizli kalmış istidattır) . Ancak
sa'y (çalışma, gayret etme) ile' ânen-fe-ânen
(git
gide) husûle gelen (oluşan)
isti'dâd-ı mec'ûlün (açığa çıkmamış, gizli kalmış istidadın)
inkişâfıyla (meydana
çıkmasıyla) zâhir olur (açığa
çıkar, görülür). Ve hayvânâtta bu kitâbet (yazma)
ve kırâet (okuma)
isti'dâd-ı gayr-i mec'ûlü (istidadında
potansiyel olarak mevcut) olmadığından onlara ta'lîm
(öğretmek)
abestir (boşunadır).
İşte her insanın isti'dâd-ı gayri mec'ûlü (istidadında
potansiyel olarak bulunduğu) nisbetinde (ölçüde)
maârif-i İlâhiyye (İlâhi
bilgileri) tahsîli (öğrenmesi)
ile esrâr-ı Rabbâniyye’ye (Rabbani
sırlara) vukuf peydâ edebilmesi (anlayışının,
idrakinin açılması) ve bi'n-netîce (sonuç olarak) suver-i kesîrede (çokluk
suretlerinde) vech-i vâhidi (tek
yüzü) müşâhedesi, (görmesi) ancak bu âlemde (dünyada)
sülûküne (tuttuğu
yola) ve sa'y (çalışmasına)
ve mücâhedesine (uğraşmasına)
mütevakkıftır (bağlıdır) . Ve tahsîl-i maârif (bilim
tahsil etmesi, öğrenmesi) ise, isti'dâd-ı mec'ûlün
(istidadında potansiyel olarak bulunup da açığa
çıkmamışların) yevmenfe-yevmen (günden
güne) tezâyüdüyle (artmasıyle) mütezâyid olur. (çoğalır)
Binâenaleyh (nitekim)
………………………………………………………….
(İsrâ, 17/72) Ya'nî "Burada a'mâ olan âhirette de a'mâdır"
âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
herkesin müşâhedesi (görüşü)
bu âlemdeki (dünyadaki)
müşâhedesi (görüşü)
kadardır ve bu da i'tikâdât (inançlar)
hasebiyledir. Zîrâ Hak hakkında bir i'tikâd (inanç)
ile mukayyed (kayıtlı) olan kimseye Hak, o
i'tikâdının (inancının)
hilâfı (zıddı)
olarak tecellî etse, inkâr eder. Hak, ancak
kendisinin i'tikâdına (inancına)
göre tecellî ettiği vakit ikrâr (tasdik)
eder. Velâkin, Hakk'ı bir i'tikâd (inanç)
ile tahdîd (sınırlamayan)
ve takyîd etmeyen (kayıtlamayan)
erbâb-ı ıtlak (kayıtsız, serbest, hür kişiler),
dünyâda ve âhirette Hak hangi sûretle mütecelli (tecelli
etmiş, oluşmuş) olursa olsun ve o sûreti delîl-i
aklî ister reddetsin ister etmesin, kabûl ile ikrâr (tasdik)
eder. Nitekim Gülşen-i
Râz sâhibi buyurur:
Tercüme:
Eğer
kâfir olaydı bütden âgâh
Olur
muydu aceb dîninde gümrâh
İmdi
Vâhid-i Rahmân için, her bir mevtında; sûretten hafî ve zâhir
olan şey vardır (28).
Hz.
Şeyh (r.a) bâlâda (yukarıda)
Hakk'ın şer'an (şeriate
uygun, şeraite göre) ve aklen (akla
uygun, akla göre) suver-i makbûle (beğenilen
hoş görülen suretler) ve gayr-i makbûlede (beğenilmeyen suretlerde) mütecellî
olduğunu (oluştuğunu,
tecelli ettiğini) zikretti (bildirdi).
Şimdi de şerîki (ortağı) olmayan Vâhid-i Rahmân'ın
(tek
Rahman’ın) a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ve gayb (bilinmeyen
âlem) ve şehâdet (görülen, şahit olunan) mertebelerinde,
bu mertebelerin muktezâsına (gerektirdiklerine)
göre, vücûd-i Sübhânî'si (sübhan
olan Hakk’ın vücudu) ile müteayyin (meydana
çıktığını) ve mütecellî olduğunu
(oluştuğunu, tecelli ettiğini) beyân buyurur (bildirir).
Binâenaleyh (nitekim),
eğer mevtın (mertebeler),
ilim ve ervâh (ruhlar)
ve misâl-i mutlak (kayıtsız,
salt hayal âlemi) ve misâl-i mukayyed (insanda bulunan hayal) mevtını (mertebeleri)
gibi hafi (gizlenmiş)
ise, vücûd-i Rahmân (Rahman’ın
vücudu) için ilmî ve
rûhânî ve misâlî ve hayâlî sûretler hâsıl
olur (meydana
gelir) . Ve eğer mevtın (mertebeler), mertebe-i
şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlem) gibi zâhir (meydanda,
görülür) ise vücûd-i Rahmân için de zâhirî (görülebilen)
ve hissî (hissedilebilen)
sûretler peydâ olur. Ve bu zuhûr (meydana
çıkış) ile hafâ (gizlilik)
nisbîdir (birbirine
göredir). Meselâ
âlem-i ervâha (ruhlar
âlemine, esma âlemine) göre onun mâ-fevkı (üstünde) olan âlem-i a'yân-ı sâbite
(hakikatler,
manalar, ilmi suretler âlemi) ve âlem-i misâle (hayal âlemine) göre âlem-i ervâh;
(ruhlar
âlemi, esma âlemi) ve âlemi şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme) göre de âlem-i misâl (hayal
âlemi) hafîdir (gizlidir).
Ve
kezâ (böylece) âlem-i ervâh (esma
âlemi, ruhlar âlemi) a'yân-ı sâbite (manalar,
ilmi suretler) âlemine göre ve âlem-i misâl (hayal
âlemi) âlem-i ervâha (esma
âlemine, ruhlar âlemine) göre ve şimdi içinde
bulunduğumuz bu âlem-i şehâdet âlem-i misâle (hayal âlemine) göre zâhirdir (açıktır,
görülür) .
Binâ-be-rîn (bundan
dolayı) her mevtında (mertebede)
gerek suver-i hafiyyede (gizli
kalmış, gizlenmiş suretlerde) ve gerek suver-i zâhirede
(meydana
çıkmış suretlerde) mevcûd olan vücûd-ı Râhmânîdir
(Rahman
olan Hakk’ın vücududur) .
Ve vücûd-i Rahmânî’nin sereyânı (yayılması,
sârî olması) ale's-seviyyedir (eşit
bir şekildedir). Fakat, merâtibin (mertebelerin)
ihtilâfıyle (farklı
olmasıyla) muhtelif sûretlerde (çeşitli
şekillerde) zâhir olmuştur (meydana
çıkmıştır, görülmüştür).
Meselâ havâ, mertebe-i letâfette (şeffaf
mertebede) mahsüs (hissedilebilir)
ise de meşhûd değildir (görülmez)
. Bulut,
su ve buz mertebelerine tenezzül edince (inince),
her bir mertebenin iktizâsına (gereğine)
göre bir sûret bağlar (şekle
girer) ve o sûretlerle meşhûd olur (görülür). Ve bu suver-i muhtelife (çeşitli
suretler) merâtibin ihtilâfına mebnîdir
(mertebelerin farklı oluşundan dolayıdır) .
Yoksa her mertebede görünen havânın gayrı (havadan
başka) değildir. Böyle olunca biz, herhangi mevtında
(mertebede)
olursak olalım, suver-i muhtelifede (çeşitli
suretlerde) meşhûdumuz (görünenimiz)
ve ma'rûfumuz (bilinenimiz)
olan hep Rahmân'ın vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim) Hak, mevtın-ı dünyâda (dünya
mertebesinde) müşâhede olunduğu (göründüğü)
gibi mevtın-ı âhirette; (ahiret
mertebesinde) ve kezâ (böylece)
mevtın-ı âhirette (ahiret mertebesinde) müşâhede
olunduğu (göründüğü)
gibi de mevtın-ı dünyâda (dünya
mertebesinde) müşâhede olunur
(görülür).
Eğer
sen, bu Hak'tır dersen sözün doğrudur. Ve eğer başka
emrdir dersen sen ubûr edicisin (29).
Ya'nî
eğer sen, her bir mevtının (mertebenin)
îcâbına göre zâhir olan (meydana
çıkan, görülen) vücûd-i Vâhid-i Rahmânî'nin (Rahman
olan tek vücudun) sûretlerini görüp, bu suver (suretler) Hak'tır, dersen doğru söylemiş
olursun. Zîrâ mevâtın (mertebeler)
âyîne (ayna) gibidir ve onlarda görünen
sûretler dahi, âyînede müntabi' olan (aynada
görülen) sûretlere benzer. Ve âyîneye bakıldığı
vakit, zâhir olan (görülen)
sûrettir, âyîne (ayna)
değildir. Âyîne, bâtın (ayna gizlenmiş) ve sûret zâhir (meydana
çıkmış) olur. Ve hadd-i zâtında (aslında)
mevâtın (mertebeler)
emr-i i'tibârîdir (göreye
göredir, görünüştedir); şânı
ademiyyetten (yokluktan)
ibârettir. Ve görülen sûretlerin vücûdu izâfidir
(göreye
göre, bir şeye göre olmuştur).
Ve eğer merâtibte (mertebelerde) görünen sûretlere,
başka şeydir, ya'nî halktır (yaratılmıştır)
dersen zât-ı müteayyin olan (zatıyla
meydana çıkan) Hak'tan halka (yaratılmışa),
taayyünâta (görülen
şekil) ubûr etmiş
(tarafına
geçmiş) olursun. Meselâ Zeyd-i kâimin etrâfında
beş âyîne (ayna)
olsa, onların cümlesine (hepsine)
onun sûreti mün'akis (aksetmiş) olur. Bu sûretlere Zeyd
dersen, sözünde sâdıksın (doğru
söylersin). Değildir, başka şeydir dersen,
Zeyd'den âyînedeki (aynadaki)
taayyüne (belirmiş şekle) ve hayâle geçmiş
olursun. Ve bu halde Zeyd bâtın (gizli)
ve hayâl-i müteayyen (aynada belirmiş hayal, görüntü) zâhir
(açığa
çıkmış)
olur.
Ve
onun hükmü bir mevtında olup diğer mevtında olmamak değildir.
Velâkin o, Hak ile halkta sâfir ve sâirdir / (30).
Ya'nî
vücûd-i Vâhid-i Rahmân'ın (tek
Rahman olan vücudun) bir mevtında (mertebesinde) olan hükmü ve tecellîsi
(oluşumları),
diğer mevtında (mertebesinde)
olan hükmünden ve tecellîsinden (oluşumlarından)
başka değildir. Çünkü vücûd-i Rahmân'ın
her mevtında (mertebede)
sereyânı (yayılması, sârî olması) ale's
seviyyedir (eşit
surettedir). Meselâ
cemî'-i hurûfun (bütün
harflerin) menşei (çıkış
yeri) nefes-i insânîdir (insan
nefesidir). Fakat
sîn, şîn, ayn, kâf gibi hurûfâtın (harflerin)
sadâlarındaki (seslerindeki)
ihtilâf (farklılık) , onların mahreclerindeki (ağızdan
çıkış yerlerindeki) ihtilâf (farklılık)
sebebiyledir. Soluğun sereyânı (yayılması),
hepsi için müsâvîdir (eşittir). Binâenaleyh (nitekim) vücûd-i Rahmânî (Rahman’ın
vücûdu) dahi bunun gibi her bir mevtında (mertebesinde),
o mevtının (mertebenin)
îcâbına göre zâhir olur (açığa
çıkar). Ve
arş-ı vücûda müstevî
(evrenin her tarafında bir) olan Vâhid-i Rahmân (tek Rahman) Hak ile halkta (yaratılmışlarda)
zâhir olmuştur (meydana
çıkmıştır).
Ve bu beyt-i şerîfteki (meşhur beytteki) "sâfir",
"zâhir" ma'nâsına alınmayıp da "kâşif"
(keşfeden) ma'nâsına alınır
ise, ma'nâ-yı beyt (beytteki
anlam) böyle olur: "Vücûd-i Vâhid-i Rahmân'ın
(tek
Rahman olan vücûdun) hükmü bir mevtında (mertebede)
başka ve diğer mevtında (mertebede)
başka değildir. Velâkin, nefes-i Rahmânî (Rahman’ın
nefesi) suver-i ilmiyye (ilmî
suretler) olan a'yân-ı sâbite (manalar)
üzerine tecellî ettikde, onların sûretleri olan
halkın (yaratılmışların)
vechini kâşiftir"
(keşfedendir)
.
Zîrâ suver-i halkıyyenin (yaratılan
suretlerin) vücûhu
(yüzleri)
gayb (gizlilik)
perdesi altındadır. Hak nefes-i Rahmânîsi (Rahman
olan nefesi) ve vücûd-i Hakkânîsi
ile onlara mütesâviyen (eşdeğerde)
tecellî ettiği için, gayb perdesi kalkmış ve
onların yüzleri açılmıştır.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
11.02.2003
http://sufizmveinsan.com
|