52. Bölüm

VI

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Uyûna tecellî ettiği vakit ukul, üzerine müdâvim bulundu­ğu burhân ile redd eder (31).

Ya'nî Hak, misâlî (hayali) ve cismânî olan sûretlerde gözlere göründüğü vakit, akıllar müdâvemet (devam) ettiği delâil-i akliyye (akıl yürütme yolu) ile, Hakk'ın o sûretlerde tecellîsini (oluşmasını) reddeder (kabullenmez) . Halbuki ukûlün (akılların) Hakk'ı suver-i cismâ­niyyeden (cismi suretlerden) tenzîh etmesi (ayrı tutması, beridir demesi),  onu mücerredâta (çıplak, tecrid edilmiş, soyut mefhumlara) teşbîh etmesidir (benzetmesidir).Ve Hak ise, zâtı cihetinden (bakımından) tenzîhden (yaratılmışlardan ayrı tutulması, beri kılınması) ve teşbîhden (yaratılmışlara benzetilmesinden) münezzehdir (arıdır, beridir) .  Ve Hakk'ın tenzîh (ayrı tutmak, beri kılmak) ve teşbîh (benzetmek) ile mevsûfiyyeti (sıfatlanması), ancak esmâ ve sıfât mertebelerin­de olur. Esmâ ve sıfât ise niseb-i İlâhiyye’dir. (İlâhi sıfatlardır) Halbuki Hak, gınâ-yı zâtîsi cihetiyle (Zât’ının zenginliği bakımından) kâffe-i nisebden (sıfatların hepsinden) ganîdir (zengindir, ihtiyacı yoktur). Binâenaleyh (nitekim), Hakk'ı suver-i misâliyye (hayali suretlerden) ve cismâniyyeden tenzîh eden (ayrı tutan, beri kılan) ukûl-i mahcûbe ashâbıdır (aklıyla perdelenmiş kimselerdir) . Zîrâ, onların i'tikâd-ı mahsûsu (kendilerine özgü inançları) vardır. Bu i'tikâdlarına (inandıklarına) muğâyir (aykırı) gör­dükleri tecelliyât-ı Hakk'ı (Hakk’ın oluşumlarını) inkâr ederler. Fakat akaid-i mahsûsa sâ­hibi (kendine has inançları) olmayan erbâb-ı ıtlak (serbest, kayıtsız, hür kişiler) , Hakk'ı her bir mevtında (mertebede),  o mevtının (mertebenin) muktezâsına (gereklerine) göre müşâhede ederler (seyrederler).

Ve halbuki sahîh-i nevâzır, meclâ-yı ukulde ve "hayâl" tesmiye olunan şeyde kabûl eder (32).

Ya'nî delâil-i akliyye hicâbiyle (akli delil perdeleriyle) örtülmüş olan akıllar, suver-i cis­mâniyyede (cismi suretlerde) mütecellî olan (tecelli eden) Hakk'ı, dâimâ tatbîk edegeldiği (benzettiği) berâhîn-i akliyye (aklî deliller) ile o suver-i cismâniyyeden (cisim suretten) bi't-tenzîh (tenzih etmek, ayrı tutmak suretiyle) reddeder.  Halbuki şuhûd-i sahîh ashâbı (gerçeği gören kişiler) olan uyûn-i nevâzır, ya'nî perdesiz olan nazar­lar (bakışlar),  meclâ-yı ukûlde (ayna olan akıllarda) Hakk'ın tecellîsini, ya'nî suver-i akliyye-i (akli suretleri) gayr­i mahsüsede (beş duyunun hissettiklerinden başka) vâkı' olan (olagelen) tecellî-i ma'nevîyi (manevi tecellileri, oluşumları) ve âlem-i hayâlde (rüyada, hayal âleminde) zâhir olan (meydana çıkan) tecellî-i sûrîyi (oluşmuş suretleri) kabûl edip müşâhede eyler (görür, seyreder). Velhâsıl, keşf-i sahîh (doğru keşif) uyûn-i nevâzırın (perdesiz görüşlerin) şuhûdudur (görüşüdür).Zîrâ, her bir mevtındaki (mertebelerdeki) suver-i tecelli­yâtta (meydana gelmiş suretlerde) Hakk'a nâzırdır (bakandır) ve Hakk'ı o sûretlerde hasr etmez (sınırlamaz).

Ebû Yezîd el-Bistâmî bu makamda der ki: "Eğer Arş ve Arş'ın hâvî olduğu şey, yüz bin kere bin olduğu halde, âri­fin kalbinin köşelerinden bir köşede olsaydı onu duymaz­dı." Ve bu, Ebû Yezîd'in âlem-i ecsâmda vüs'atidir (33).

Ya'nî Bâyezîd Bistâmî (r.a) bu keşf-i tâm (tam keşif)  ve şuhûd-i âmm (geneli görüş, her şeyi görüş) makâmını beyân (açıklamak) için der ki: Eğer Arş'ın ve onun hâvî (ihtiva ettiği, kaplamış) olduğu semâ­vât (gökler) ve arazînin (yerin) ve onda olan bi'l-cümle (bütün) mevcûdâtın yüz bin kere bin, ya'nî yüz milyon misli, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşesinde vâkı' (olmuş) olsa idi, o ârif bu genişliği hasebiyle, onun kalbi bunları duymaz idi. Zîrâ Arş (gökler) ve onun muhteviyâtı (içindekiler) âlem-i ecsâmdan (madde âleminden) olduğu için mütenâ­hîdir (sonu vardır) .  Ve ârifin kalbi ise genişlikte nâmütenâhîdir (sonsuzdur) . Çünkü, ıtlâkı (bağımsız, hür, kayıtlı olmayışı) hasebiyle, gayr-i mütenâhî (sonsuz) olan ıtlâk-ı Hakk'a (Hakk’ın kayıtsızlığına, sınırsızlığına) mukâbildir (karşılıktır) . Ve müte­nâhînin (sonu olanın) gayr-i mütenâhîye (sonsuz olana) nisbeten (göre) mikdâr-ı mahsüsü (belli ölçüsü) yoktur. Ve cenâb-ı Bâyezîd'in bu zikrolunan (adı geçen) kavli (sözü),  âlem-i ecsâmdâ (madde âleminde) kendi kalbi­nin genişliğini tasvîrdir (yazarak tarif etmesidir) . Ve Hz. Bâyezîd'in kalbinin genişliği hakkındaki misâli (verdiği örnek),  âlem-i maânîden (manâ âleminden) îrâd etmeyip (getirmeyip) âlem-i ecsâmdan (madde âleminden) ge­tirmesi, ekvân (varlıklar, dünya) ile mahcûbe (perdeli) olan kimselerin kalbine nisbetledir (göredir).  Bu­nun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.), cenâb-ı Bâyezîd'in kavlinden (sözlerinden) daha yüksek bir ma'nâya irtikâ edip (yükselip) buyururlar ki:

Ben derim ki: Vücûdu mütenâhî olmayan şeyin vücûdunun intihâsı farz olunup, o şey onu mûcide olan ayn ile berâ­ber ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede hâsıl olsa idi, onu ilminde ihsâs edemez idi (34).

Ya'nî taayyünât-ı kevniyyenin (meydana gelen kevni varlıkların, ilmi suretlerin) vücûdu nâmütenâhîdir (sonsuzdur) .  Zîrâ, şuûnât-ı İlâhiyye (İlahi filler, işler) ve tecelliyât-ı Rabbâniyyedir (Rabbani tecelliler, oluşumlardır). Ve şuûnât (fiiller, işler) ile tecelliyât-ı İlâhiyye (İlahi tecelliler, oluşumlar) ise nâmütenâhîdir (sonsuzdur) . Eğer vücûdu mütenâhî (nihayeti, sonu) olmayan taayyünât-ı kevniyyenin (meydana gelen kevni varlıkların, açığa çıkan ilmi suretlerin) vücûduna bir intihâ (son) farz (farz edilse) ve takdîr olunup (ve öyle değerlendirip) bu taayyünâ­tın (meydana gelenlerin) kâffesinin (hepsinin) mûcidi (yaratanı) olan ve taayyün-i evvel (Vahdet mertebesi) ile müteayyin bulunan (zahir olan, meydana çıkan) ayn-ı vâhide (tek hakikât) ile berâber, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede hâ­sıl olsa (husûle gelse) idi, ârifin kalbi Hak'ta fânî (yok olsa) ve ıtlâkı (serbestliği, kayıtsızlığı) hasebiyle, gayr-i müte­nâhî (sonsuz) olan ıtlâk-ı Hakk'a (hür, serbest kayıtsız Hakk’a) mukâbil  (karşılık) olduğu için, vücûden ve ilmen bir şeyin o kalbde duyulması mümkün  olmaz idi. Zîrâ ıtlâk (serbestlik, kayıtsızlık) üzere olan böyle bir kalbde, Hakk-ı Mutlak’ın vechinden gayri (yüzünden başka) bir şey rû-nümâ olmaz (meydana çıkmaz) . …………………………. (Kasas, 28/88) hükmünce taayyünât-ı il­miyye (meydana çıkan ilim) ve vücûdiyyenin cümlesi (bütün varlıkların hepsi), o kalbde müstehlektir (helâk olmuş, yok olmuştur).

Zîrâ sâbit oldu ki, muhakkak kalb Hakk'a vâsi'dir. Bununla berâber, kanmak ile muttasıf olmadı. Eğer dolsa idi, kanar idi. Ve elhak Ebû Yezîd bunu böyle dedi. Biz dahi kavli­miz ile muhakkak bu makama tenbîh ettik (35).

Ya'nî kalbin, Hakk'ı sığdırdığı …………………………………. "Ben yerime ve göğüme sığmadım. Fakat mü'min olan ku­lumun kalbine sığdım" hadîs-i kudsîsi ile sâbit oldu. Ve Hak, kalbe sığmakla berâber, o kalb kanmakla muttasıf (vasıflanmış) olmadı. Ve eğer kalb, Hakk’ın tecellîsi ile dolsa idi kanar idi. Ve cenâb-ı Ebû Yezîd Bistâ­mî dahi bunu böyle dedi. Yahyâ ibn Muâz (k.s.) Bâyezîd Bistâmî (kad­desallûhu rûhahu) hazretlerine bir mektup yazıp bunda ……………………………………………… ya'nî "Ben Hakk'ın şarâb-ı muhabbetinden içtiğim şeyin çokluğundan sarhoş oldum" dedi. Hz. Bâyezîd dahi ona cevâben:

Tercüme: "Şarâb-ı muhabbeti kâse kâse içtim; şarâb bitmedi, ben de kanmadım."

Diye yazıp gönderdi. İşte cenâb-ı Şeyh (r.a.) "Ebû Yezîd bunu böy­le dedi" kavliyle (sözleriyle) buna işâret buyurdu. Veyâhut Hz. Bâyezîd'in bâlâ­da (yukarıda) murûr eden (geçen) …………………………………. kavline (sözlerine) işâret bûyurur. Zîrâ, bu kelâm dahi kanmamak ma'nâsını mutazammındır (içine almaktadır) . Ma'lûm olsun ki, kalb-i ârif (arifin kalbi) üç nevi' (çeşit) üzeredir:

Birincisi: Ma'rifet-i nefs (nefsini bilme) makâmında olan ârifin kalbidir. Bu kalbe Hakk'ın tecellîsi, tecellî-i cüz'îdir (tecellilerden bir parçadır). Ve onun kalbine ancak o tecel­lî (kalbe gelen ilham) ile ma'rûf olan (bilinen) Hak sığıp, ondan  gayri (başka) suver-i mevcûdâttan (mevcut olan suretlerden) bir şey sığmaz. Fakat bu kâlb, gayr-i müntehî (sonsuz) olan ârifin kalbi oldu­ğundan, diğer tecelliyât sûretlerine râğıbdır (arzu duyar).

İkincisi: Veleh (şaşkınlık) ve heyemân (şiddetli aşk) sâhibi olan âşıkın kalbidir. Bu kalbe dahi Hakk'ın tecellîsi sığıp  Hak'tan başka bir şey sığmaz iken, vâ­rid olan (içe doğan, ilham olunan) tecelliyât-ı İlâhiyye’nin füyûzâtına (feyzlerine) kanmaz. Ve kemâl-i ha­râretinden nâşî (dolayı) diğer tecelliyâtın füyûzâtına (İlahi sırların feyzlerin gelmesini) intizâr eder (bekler).

Üçüncüsü: Kâmil-i muhakkıkın (eşyanın hakikâtleri kendisine  açılmış (mükeşif) olan kâmil kişilerin) kalbidir. Bu kalb, ıtlâk (kayıtsızlık) üzere olup gayr-i mütenâhî  (sonsuz) olan ıtlâk-ı Hakk'a (mutlak, kayıtsız Hakk’a) mukâbildir (karşılıktır).

Binâenaleyh (nitekim), Bâyezîd Bistâmî hazretlerinin, Hakk'ı sığdırıp fakat kanmadığını zikreylediği (söylediği) kalb birinci ve ikinci nevi'den (cinsten) olan kalb­dir. Ve kalb-i kâmilin hükmü ise bunların hükmünden başkadır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in beyân buyurduğu (açıkladığı) kalb ise İnsân-ı Kâmil’in kal­bidir. Nitekim kendileri dahi: "Biz, kavlimiz (sözlerimiz) ile bu makâma tenbîh eyledik" (uyardık, hatırlattık) buyururlar.

Şiir:

Ey eşyâyı kendi nefsinde halk eden! Sen halk ettiğin şeyi câmi'sin (36).

Ya'nî ey eşyâyı (varlıkları, ilmi suretleri) kendi ilminde tasvîr edip (şekillendirip) vücûd-i Mutlak’ının (Zât’ının) tenez­zülâtıyla (inişleriyle) o suver-i ilmiyyeye, (ilmi suretlere) âlem-i kevnde (evrende) vücûd vermek sûretiyle halk eden! (yaratan) Binâenaleyh (nitekim) bu halk ettiğin (yarattığın) eşyâyı, (varlıkları, ilmi suretleri) gerek "ilim" ve gerek "ayn" (mana) mertebelerinde, sen kendi nefsinde câmi'sin (toplayansın).

Ma'lûmdur ki, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât mertebesinde) Zât-ı Mutlak’ın (Zât’ın) aynı olan bil­cümle sıfât ve esmâ (bütün esma ve sıfatlar) , zuhûr talebinde (açığa çıkma isteğinde) bulundular. Âlemlerden ganî olan (zengin, ihtiyacı olmayan) Zât, Rahmeten -li'l-esmâ, (isimlere rahmet olarak) kendi Zât’ıyle, kendi Zât’ında, kendi Zâ­t’ına tecellî edip o esmânın sûretleri ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) peydâ oldu. Ve kemâl-i zuhûr (kemaliyle meydana çıkmak) için, onların mertebe-i ilimden (akl-ı evvel mertebesinden) mertebe-i ayna (manâ mertebesine) gelme­leri îcâb etti. Ve mertebe-i ayn (manâ mertebesi) ise, mertebe-i kesâfet (çokluk mertebesi) olup maddenin vücûduna muhtac idi. Halbuki Vücûd-i Mutlak’tan (Mutlak Vücut sahibi olan Hakk’ın vücudundan) başka bir vücûd yoktur. Binâenaleyh (nitekim), Vücûd-i Mutlak (Zât) mertebe mertebe / tenezzül bu­yurup (inip, (yoğunluk kazanıp) bu suver-i ilmiyyeye (manalara, ilmi suretlere), âlem-i ervâh (ruhlar âlemi, esma mertebesi) , âlem-i misâl (hayali suretlerin bulunduğu mertebe) ve âlem-i şe­hâdet (içinde bulunduğumuz âlem) mertebelerinde, o mertebelerin iktizâsına (gerektirdiklerine) göre, yine kendi vü­cûdundan birer sûret libâsı (elbisesi) giydirdi. Böyle olunca cemî'-i taayyünâtta (meydana gelmişlerin bütün hepsinde) zuhûr eden (meydana çıkan, görünen) Hak oldu. Çünkü o vücûdun hâricinde (dışında) başka bir vü­cûd yoktur. Bu sûrette (şekilde) Hak, eşyâyı (varlıkları, ilmi suretleri) kendi nefsinde halk etti (yarattı). Ve halk ettiği (yarattığı) eşyânın (varlıkların, ilmi suretlerin) kâffesini (hepsini) câmi' oldu. (kendinde topladı)

Vûcûdu mütenâhî, olmayan şeyi sen, vücûdunda halk eder­sin. İmdi sen dayyıksın ve vâsi'sin (37).

Ya'nî sen, "ilim ve "ayn" (mana) mertebelerinde taayyünün (meydana gelişin) hasebiyle, vü­cûdu mütenâhî (vücudu sonlu) olmayan şeyi, kendi vücûdunda halk edersin (yaratırsın). Binâe­naleyh (nitekim) sen suver-i halkıyyede (yaratılmış suretlerde) takayyüdün (bağlı, kayıtlı oluşun) hasebiyle darsın (darlıktasın, sıkıntıdasın) . Ve su­verin kâffesinde (bütün suretlerin hepsinde) zuhûrun (meydana çıkışın) ve ilm ile şumûlün (ihata etmen, kaplaman) ve zâtınla ihâtan (kavraman, kuşatman) hase­biyle de vâsi'sin (genişsin, açıksın).

Eğer Allah Teâlâ’nın halk ettiği şey benim kalbimde ola idi, o şeyin fecr-i sâtı'ı lâyıh olmaz idi (38).

Ya'nî benim öyle bir vâsi' (geniş) kalbim vardır ki, suver-i halkıyyeden (yaratılmış suretlerden) müberrâdır (temizlenmiş, aklanmıştır) . Eğer Allah Teâlâ  hazretlerinin kendi vücûdunda halk ettiği (yarattığı) nâ-mütenâhî (sonsuz) şey benim kalbimde olsa idi, o mahlûkâtın kâffesinde (hepsinde) yükselen nûr-i vücûdun lem'ası (vücut nurunun pırıltısı) kalbime lâyıh olmaz (kalbimde parlamaz) idi. Zî­râ nûr-i vücûd (vücudun nuru,) müfâz (bereketli, bol) olan taayyünâtın (meydana gelmiş varlıkların) sıfatına ve rengine boyan­mıştır. Benim kalbim ise cemî'-i taayyünâttan (bütün meydana gelmişlerden) hâlî (boş, tenha) olup ıtlâk (hür, kayıtsızlık) üzeredir. Binâenaleyh (nitekim), kalbim Hakk'a müteveccih (dönük) olup Hakk'ın tecellîsin­den (oluşumlarından) müstağrak (gark olmuş, batmış, boğulmuş) olunca suver-i halkıyye (yaratılmış suretler) onda lâyıh (aşikâr) olmaz ve kalbim onları duymaz. Zîrâ Hakk'ın envâr-ı tecellîsi (teceli nurları) suver-i halkıyyeyi (yaratılan suretleri) mahv eder.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
18
.02.2003
http://gulizk.com 


Üst Ana sayfa e-mail