VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Uyûna
tecellî ettiği vakit ukul, üzerine müdâvim bulunduğu
burhân ile redd eder (31).
Ya'nî
Hak, misâlî (hayali) ve
cismânî olan sûretlerde gözlere göründüğü vakit, akıllar
müdâvemet (devam)
ettiği delâil-i akliyye (akıl
yürütme yolu) ile, Hakk'ın o sûretlerde tecellîsini
(oluşmasını)
reddeder (kabullenmez)
. Halbuki
ukûlün (akılların) Hakk'ı
suver-i cismâniyyeden (cismi
suretlerden) tenzîh etmesi (ayrı
tutması, beridir demesi), onu
mücerredâta (çıplak,
tecrid edilmiş, soyut mefhumlara) teşbîh etmesidir
(benzetmesidir).Ve
Hak ise, zâtı cihetinden (bakımından)
tenzîhden (yaratılmışlardan
ayrı tutulması, beri kılınması) ve teşbîhden (yaratılmışlara
benzetilmesinden) münezzehdir (arıdır,
beridir) . Ve
Hakk'ın tenzîh (ayrı
tutmak, beri kılmak) ve teşbîh (benzetmek)
ile mevsûfiyyeti (sıfatlanması), ancak
esmâ ve sıfât mertebelerinde olur. Esmâ ve sıfât ise
niseb-i İlâhiyye’dir. (İlâhi sıfatlardır)
Halbuki Hak, gınâ-yı zâtîsi cihetiyle (Zât’ının
zenginliği bakımından) kâffe-i nisebden (sıfatların
hepsinden) ganîdir (zengindir,
ihtiyacı yoktur). Binâenaleyh
(nitekim),
Hakk'ı suver-i misâliyye (hayali
suretlerden) ve cismâniyyeden tenzîh eden (ayrı
tutan, beri kılan) ukûl-i mahcûbe ashâbıdır
(aklıyla perdelenmiş kimselerdir) . Zîrâ, onların
i'tikâd-ı mahsûsu (kendilerine
özgü inançları) vardır. Bu i'tikâdlarına (inandıklarına)
muğâyir (aykırı)
gördükleri tecelliyât-ı Hakk'ı (Hakk’ın
oluşumlarını) inkâr ederler. Fakat akaid-i mahsûsa
sâhibi (kendine
has inançları) olmayan erbâb-ı ıtlak (serbest,
kayıtsız, hür kişiler) ,
Hakk'ı her bir mevtında (mertebede),
o
mevtının (mertebenin)
muktezâsına (gereklerine)
göre müşâhede ederler (seyrederler).
Ve
halbuki sahîh-i nevâzır, meclâ-yı ukulde ve "hayâl"
tesmiye olunan şeyde kabûl eder (32).
Ya'nî
delâil-i akliyye hicâbiyle (akli delil
perdeleriyle) örtülmüş olan akıllar, suver-i cismâniyyede
(cismi
suretlerde) mütecellî olan (tecelli
eden) Hakk'ı, dâimâ tatbîk edegeldiği (benzettiği)
berâhîn-i akliyye (aklî
deliller) ile o suver-i cismâniyyeden (cisim
suretten) bi't-tenzîh (tenzih etmek, ayrı
tutmak suretiyle) reddeder.
Halbuki şuhûd-i sahîh ashâbı (gerçeği
gören kişiler) olan uyûn-i nevâzır, ya'nî
perdesiz olan nazarlar (bakışlar),
meclâ-yı
ukûlde (ayna
olan akıllarda) Hakk'ın tecellîsini, ya'nî
suver-i akliyye-i (akli
suretleri) gayri mahsüsede (beş
duyunun hissettiklerinden başka) vâkı' olan (olagelen) tecellî-i
ma'nevîyi (manevi
tecellileri, oluşumları) ve âlem-i hayâlde (rüyada,
hayal âleminde) zâhir olan (meydana
çıkan) tecellî-i sûrîyi (oluşmuş
suretleri) kabûl edip müşâhede eyler (görür, seyreder).
Velhâsıl, keşf-i sahîh (doğru
keşif) uyûn-i nevâzırın (perdesiz
görüşlerin) şuhûdudur (görüşüdür).Zîrâ,
her bir mevtındaki (mertebelerdeki)
suver-i tecelliyâtta (meydana
gelmiş suretlerde) Hakk'a nâzırdır (bakandır)
ve Hakk'ı o sûretlerde hasr etmez (sınırlamaz).
Ebû
Yezîd el-Bistâmî bu makamda der ki: "Eğer Arş ve Arş'ın
hâvî olduğu şey, yüz bin kere bin olduğu halde, ârifin
kalbinin köşelerinden bir köşede olsaydı onu duymazdı."
Ve bu, Ebû Yezîd'in âlem-i ecsâmda vüs'atidir (33).
Ya'nî
Bâyezîd Bistâmî (r.a) bu keşf-i tâm (tam
keşif)
ve şuhûd-i âmm (geneli
görüş,
her şeyi görüş)
makâmını beyân (açıklamak) için
der ki: Eğer Arş'ın ve onun hâvî (ihtiva
ettiği, kaplamış) olduğu semâvât (gökler) ve
arazînin (yerin)
ve onda olan bi'l-cümle (bütün)
mevcûdâtın yüz bin kere bin, ya'nî yüz milyon
misli, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşesinde vâkı' (olmuş)
olsa idi, o ârif bu genişliği hasebiyle, onun
kalbi bunları duymaz idi. Zîrâ Arş (gökler)
ve onun muhteviyâtı (içindekiler)
âlem-i ecsâmdan (madde
âleminden) olduğu için mütenâhîdir (sonu
vardır) . Ve
ârifin kalbi ise genişlikte nâmütenâhîdir (sonsuzdur)
.
Çünkü, ıtlâkı (bağımsız,
hür, kayıtlı olmayışı) hasebiyle, gayr-i mütenâhî
(sonsuz)
olan ıtlâk-ı Hakk'a (Hakk’ın
kayıtsızlığına, sınırsızlığına) mukâbildir
(karşılıktır)
. Ve mütenâhînin
(sonu
olanın) gayr-i mütenâhîye (sonsuz
olana) nisbeten (göre)
mikdâr-ı mahsüsü (belli ölçüsü) yoktur.
Ve cenâb-ı Bâyezîd'in bu zikrolunan (adı
geçen) kavli (sözü),
âlem-i
ecsâmdâ (madde
âleminde) kendi kalbinin genişliğini tasvîrdir (yazarak tarif
etmesidir) .
Ve Hz. Bâyezîd'in kalbinin genişliği hakkındaki
misâli (verdiği örnek),
âlem-i
maânîden (manâ
âleminden) îrâd etmeyip (getirmeyip)
âlem-i ecsâmdan (madde
âleminden) getirmesi, ekvân (varlıklar,
dünya) ile mahcûbe (perdeli)
olan kimselerin kalbine nisbetledir (göredir).
Bunun
için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.), cenâb-ı Bâyezîd'in kavlinden
(sözlerinden) daha
yüksek bir ma'nâya irtikâ edip (yükselip)
buyururlar ki:
Ben
derim ki: Vücûdu mütenâhî olmayan şeyin vücûdunun intihâsı
farz olunup, o şey onu mûcide olan ayn ile berâber ârifin
kalbinin köşelerinden bir köşede hâsıl olsa idi, onu
ilminde ihsâs edemez idi (34).
Ya'nî
taayyünât-ı kevniyyenin (meydana gelen
kevni varlıkların, ilmi suretlerin) vücûdu nâmütenâhîdir
(sonsuzdur)
. Zîrâ,
şuûnât-ı İlâhiyye (İlahi
filler, işler) ve tecelliyât-ı Rabbâniyyedir (Rabbani
tecelliler, oluşumlardır).
Ve şuûnât (fiiller,
işler) ile tecelliyât-ı İlâhiyye (İlahi
tecelliler, oluşumlar) ise nâmütenâhîdir (sonsuzdur)
.
Eğer vücûdu mütenâhî (nihayeti, sonu) olmayan
taayyünât-ı kevniyyenin (meydana
gelen kevni varlıkların, açığa çıkan ilmi suretlerin) vücûduna
bir intihâ (son)
farz (farz
edilse) ve takdîr olunup (ve
öyle değerlendirip) bu taayyünâtın (meydana
gelenlerin) kâffesinin (hepsinin)
mûcidi (yaratanı)
olan ve taayyün-i evvel (Vahdet
mertebesi) ile müteayyin bulunan (zahir
olan, meydana çıkan) ayn-ı vâhide (tek
hakikât) ile berâber, ârifin kalbinin köşelerinden
bir köşede hâsıl olsa (husûle
gelse) idi, ârifin kalbi Hak'ta fânî (yok
olsa) ve ıtlâkı (serbestliği,
kayıtsızlığı) hasebiyle, gayr-i mütenâhî (sonsuz) olan
ıtlâk-ı Hakk'a (hür,
serbest kayıtsız Hakk’a) mukâbil
(karşılık)
olduğu için, vücûden ve ilmen bir şeyin o kalbde
duyulması mümkün
olmaz idi. Zîrâ ıtlâk (serbestlik, kayıtsızlık)
üzere olan böyle bir kalbde, Hakk-ı Mutlak’ın
vechinden gayri (yüzünden başka)
bir şey rû-nümâ olmaz (meydana
çıkmaz) .
…………………………. (Kasas, 28/88) hükmünce
taayyünât-ı ilmiyye (meydana
çıkan ilim) ve vücûdiyyenin cümlesi (bütün varlıkların
hepsi),
o kalbde müstehlektir (helâk olmuş, yok olmuştur).
Zîrâ
sâbit oldu ki, muhakkak kalb Hakk'a vâsi'dir. Bununla berâber,
kanmak ile muttasıf olmadı. Eğer dolsa idi, kanar idi. Ve
elhak Ebû Yezîd bunu böyle dedi. Biz dahi kavlimiz ile
muhakkak bu makama tenbîh ettik (35).
Ya'nî
kalbin, Hakk'ı sığdırdığı
…………………………………. "Ben
yerime ve göğüme sığmadım. Fakat mü'min olan kulumun
kalbine sığdım" hadîs-i kudsîsi ile sâbit oldu.
Ve Hak, kalbe sığmakla berâber, o kalb kanmakla muttasıf (vasıflanmış)
olmadı. Ve eğer kalb, Hakk’ın tecellîsi ile
dolsa idi kanar idi. Ve cenâb-ı Ebû Yezîd Bistâmî dahi
bunu böyle dedi. Yahyâ ibn Muâz (k.s.) Bâyezîd Bistâmî
(kaddesallûhu rûhahu) hazretlerine bir mektup yazıp bunda
……………………………………………… ya'nî
"Ben Hakk'ın şarâb-ı muhabbetinden içtiğim şeyin çokluğundan
sarhoş oldum" dedi. Hz. Bâyezîd dahi ona cevâben:
Tercüme:
"Şarâb-ı muhabbeti kâse kâse içtim; şarâb bitmedi,
ben de kanmadım."
Diye
yazıp gönderdi. İşte cenâb-ı Şeyh (r.a.) "Ebû Yezîd
bunu böyle dedi" kavliyle (sözleriyle) buna
işâret buyurdu. Veyâhut Hz. Bâyezîd'in bâlâda (yukarıda)
murûr eden (geçen) ………………………………….
kavline (sözlerine)
işâret bûyurur. Zîrâ, bu kelâm dahi kanmamak
ma'nâsını mutazammındır (içine
almaktadır) .
Ma'lûm olsun ki, kalb-i ârif (arifin
kalbi) üç nevi' (çeşit) üzeredir:
Birincisi:
Ma'rifet-i nefs (nefsini
bilme)
makâmında olan ârifin kalbidir. Bu kalbe Hakk'ın
tecellîsi, tecellî-i cüz'îdir (tecellilerden
bir parçadır). Ve onun
kalbine ancak o tecellî (kalbe
gelen ilham) ile ma'rûf olan (bilinen)
Hak sığıp, ondan
gayri (başka)
suver-i mevcûdâttan (mevcut
olan suretlerden) bir şey sığmaz. Fakat bu kâlb,
gayr-i müntehî (sonsuz)
olan ârifin kalbi olduğundan, diğer tecelliyât
sûretlerine râğıbdır (arzu
duyar).
İkincisi:
Veleh (şaşkınlık) ve
heyemân (şiddetli
aşk) sâhibi olan âşıkın kalbidir. Bu kalbe dahi
Hakk'ın tecellîsi sığıp Hak'tan
başka bir şey sığmaz iken, vârid olan (içe
doğan, ilham olunan) tecelliyât-ı İlâhiyye’nin
füyûzâtına (feyzlerine)
kanmaz. Ve kemâl-i harâretinden nâşî (dolayı)
diğer tecelliyâtın füyûzâtına
(İlahi sırların
feyzlerin gelmesini) intizâr eder (bekler).
Üçüncüsü:
Kâmil-i muhakkıkın (eşyanın
hakikâtleri kendisine
açılmış (mükeşif) olan kâmil kişilerin) kalbidir.
Bu kalb, ıtlâk (kayıtsızlık) üzere
olup gayr-i mütenâhî
(sonsuz) olan
ıtlâk-ı Hakk'a (mutlak,
kayıtsız Hakk’a) mukâbildir (karşılıktır).
Binâenaleyh
(nitekim),
Bâyezîd Bistâmî hazretlerinin, Hakk'ı sığdırıp
fakat kanmadığını zikreylediği (söylediği)
kalb birinci ve ikinci nevi'den (cinsten)
olan kalbdir. Ve kalb-i kâmilin hükmü ise bunların
hükmünden başkadır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in beyân
buyurduğu (açıkladığı)
kalb ise İnsân-ı Kâmil’in kalbidir. Nitekim
kendileri dahi: "Biz, kavlimiz (sözlerimiz)
ile bu makâma tenbîh eyledik" (uyardık,
hatırlattık) buyururlar.
Şiir:
Ey
eşyâyı kendi nefsinde halk eden! Sen halk ettiğin şeyi câmi'sin
(36).
Ya'nî
ey eşyâyı (varlıkları, ilmi
suretleri) kendi ilminde tasvîr edip (şekillendirip)
vücûd-i Mutlak’ının (Zât’ının)
tenezzülâtıyla (inişleriyle)
o suver-i ilmiyyeye, (ilmi
suretlere) âlem-i kevnde (evrende)
vücûd vermek sûretiyle halk eden! (yaratan)
Binâenaleyh (nitekim) bu
halk ettiğin (yarattığın)
eşyâyı, (varlıkları,
ilmi suretleri) gerek "ilim" ve gerek
"ayn" (mana)
mertebelerinde, sen kendi nefsinde câmi'sin (toplayansın).
Ma'lûmdur
ki, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât
mertebesinde) Zât-ı Mutlak’ın (Zât’ın)
aynı olan bilcümle sıfât ve esmâ (bütün esma ve sıfatlar)
,
zuhûr talebinde (açığa
çıkma isteğinde) bulundular. Âlemlerden ganî
olan
(zengin, ihtiyacı olmayan) Zât, Rahmeten -li'l-esmâ,
(isimlere rahmet
olarak) kendi Zât’ıyle, kendi Zât’ında, kendi
Zât’ına tecellî edip o esmânın sûretleri ilm-i ilâhîde
(Allah’ın
ilminde) peydâ oldu. Ve kemâl-i zuhûr (kemaliyle
meydana çıkmak) için, onların mertebe-i ilimden (akl-ı
evvel mertebesinden) mertebe-i ayna (manâ mertebesine)
gelmeleri îcâb etti. Ve mertebe-i ayn (manâ
mertebesi) ise,
mertebe-i kesâfet (çokluk mertebesi)
olup maddenin vücûduna muhtac idi. Halbuki Vücûd-i
Mutlak’tan (Mutlak Vücut
sahibi olan Hakk’ın vücudundan) başka bir vücûd
yoktur. Binâenaleyh (nitekim),
Vücûd-i Mutlak (Zât)
mertebe mertebe / tenezzül buyurup (inip,
(yoğunluk kazanıp) bu suver-i ilmiyyeye (manalara,
ilmi suretlere), âlem-i ervâh (ruhlar
âlemi, esma mertebesi) ,
âlem-i misâl (hayali
suretlerin bulunduğu mertebe)
ve âlem-i şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlem) mertebelerinde, o mertebelerin
iktizâsına (gerektirdiklerine)
göre, yine kendi vücûdundan birer sûret libâsı
(elbisesi)
giydirdi. Böyle olunca cemî'-i taayyünâtta (meydana
gelmişlerin bütün hepsinde) zuhûr eden (meydana çıkan, görünen)
Hak oldu. Çünkü o vücûdun hâricinde (dışında)
başka bir vücûd yoktur. Bu sûrette (şekilde)
Hak, eşyâyı (varlıkları,
ilmi suretleri) kendi nefsinde halk etti (yarattı). Ve halk
ettiği (yarattığı) eşyânın
(varlıkların,
ilmi suretlerin) kâffesini (hepsini)
câmi' oldu. (kendinde
topladı)
Vûcûdu
mütenâhî, olmayan şeyi sen, vücûdunda halk edersin. İmdi
sen dayyıksın ve vâsi'sin (37).
Ya'nî
sen, "ilim ve "ayn" (mana)
mertebelerinde taayyünün (meydana
gelişin) hasebiyle, vücûdu mütenâhî (vücudu
sonlu) olmayan şeyi, kendi vücûdunda halk edersin (yaratırsın).
Binâenaleyh (nitekim)
sen suver-i halkıyyede (yaratılmış
suretlerde) takayyüdün (bağlı,
kayıtlı oluşun) hasebiyle darsın (darlıktasın,
sıkıntıdasın) . Ve suverin
kâffesinde (bütün
suretlerin hepsinde) zuhûrun (meydana
çıkışın) ve ilm ile şumûlün (ihata
etmen, kaplaman) ve zâtınla ihâtan (kavraman,
kuşatman) hasebiyle de vâsi'sin (genişsin,
açıksın).
Eğer
Allah Teâlâ’nın halk ettiği şey benim kalbimde ola idi, o
şeyin fecr-i sâtı'ı lâyıh olmaz idi (38).
Ya'nî
benim öyle bir vâsi' (geniş)
kalbim vardır ki, suver-i halkıyyeden (yaratılmış
suretlerden) müberrâdır (temizlenmiş,
aklanmıştır) .
Eğer Allah Teâlâ
hazretlerinin kendi vücûdunda halk ettiği (yarattığı) nâ-mütenâhî
(sonsuz)
şey benim kalbimde olsa idi, o mahlûkâtın kâffesinde
(hepsinde) yükselen
nûr-i vücûdun lem'ası (vücut
nurunun pırıltısı) kalbime lâyıh olmaz (kalbimde parlamaz)
idi. Zîrâ nûr-i vücûd (vücudun
nuru,)
müfâz (bereketli,
bol) olan taayyünâtın (meydana
gelmiş varlıkların) sıfatına ve rengine boyanmıştır.
Benim kalbim ise cemî'-i taayyünâttan (bütün meydana
gelmişlerden) hâlî (boş,
tenha) olup ıtlâk (hür,
kayıtsızlık) üzeredir. Binâenaleyh (nitekim),
kalbim Hakk'a müteveccih (dönük)
olup Hakk'ın tecellîsinden (oluşumlarından) müstağrak
(gark
olmuş, batmış, boğulmuş) olunca suver-i halkıyye
(yaratılmış
suretler) onda lâyıh (aşikâr)
olmaz ve kalbim onları duymaz. Zîrâ Hakk'ın envâr-ı
tecellîsi (teceli nurları) suver-i
halkıyyeyi (yaratılan
suretleri) mahv eder.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
18.02.2003
http://gulizk.com
|