VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Hakk'ı
sığdıran kimse halktan dar olmadı. Böyle olunca emr nasıl
olur, ey sâmi? (39).
Ya'nî
bâlâda (yukarıda)
zikr olunan (adı geçen)…………
hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince)
kalbine, cemî'-i taayyünâtta (bütün
varlıklarda) zuhûru (meydana
çıkmaları) i'tibâriyle (bakımından),
kendi vücûdu ile cemî'-i mahlûkatı câmi' (bütün
varlıkları kendinde toplamış) olan Hakk'ı sığdıran
kimse, hiç mahlûkata karşı darlık eseri gösterir mi? Ey bu
kelâm-ı câmii (toplu olarak bu sözleri)
işiten kimse, böyle bir kalbin şânı nasıl
olduğunu gör! Gerçi bâlâdaki (yukarıdaki)
beyt-i şerîfte (meşhur
beytte) beyân olunduğu (bildirildiği)
üzere, kalb-i kâmilin (kâmil
kalbin) Hakk'a teveccühü (dönük
oluşu) ve Hakk'ın tecellîsinde istiğrâkı
(gömülü
oluşu) hasebiyle, suver-i halkıyye (yaratılan
suretler) ona lâyıh (aşikâr)
olmaz ise de, bu hal nefs-i Hak'ta (Hakk’ın
nefsinde) mahlûk olan suver-i halkıyyenin (yaratılan
suretlerin) onda mevcûd olmamasını îcâb etmez.
Hak, kâmilin kalbine sığınca, bi't-tabi' (tabii olarak) nefsinde
mahlûk olan eşyâ (manâlar)
ile berâber sığar. Fakat kalb-i kâmil (kemale
ermiş kalb) Hakk'ın tecellîsinde müstağrak (gark
olmuş, batmış, boğulmuş) olduğundan onları duymaz.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda),
beyt-i evvelde (ilk
beytte): "Ey eşyâyı (manâları)
kendi nefsinde halk eden" (yaratan)
buyurmuş idi. Şimdi de nesren (vezinsiz,
manzum olarak söylemeden) misâl îrâd (örnek
vererek) buyururlar. Şöyle ki:
Her
bir insan, kuvve-i hayâlinde, vücûdu olmayan ve yalnız
kuvve-i hayâlinde vücûdu bulunan şeyi vehm ile halk eder. Ve
ârif, himmeti ile mahall-i himmetten hâriç olarak vücûdu hâsıl
olan / şeyi halk eder. Velâkin, ârifin himmeti onu hıfz
etmekten zâil olmaz. Ve onun hıfzı, ya'nî mahlûk olan şeyin
hıfzı, himmete ağır gelmez. İmdi ârife, halk ettiği şeyin
hıfzından ne zaman bir gaflet târî olsa o mahlûk ma'dûm
olur. Meğer ki ârif cemî'-i hazarâtı zabt etmiş ola. Ve o
ârif, mutlaka gâfil olmaz. Belki ona müşâhedesinde bulunduğu
bir hazret lâ-büddür (40).
Ya'nî
Hak eşyâyı (manâları,
varlıkları) kendi nefsinde halk ettiği (yarattığı) gibi,
her bir insan dahi, hâriçte vücûdu (madde
bedeni) olmayan şeyi vehmiyle halk (meydana
getirir),
ya'nî takdîr (değerlendirir)
ve
tasvîr eder (şekillendirir).
Ve bu tasvîr ettiği (şekillendirdiği)
şeyin vücûdu, ancak kendi nefsinde olan, kuvve-i
hayâlinde (hayal
gücünde) bulunur. Ve bu vehimde halk etmek (yaratmak)
keyfiyeti (niteliği) umûmî
(herkes
için geçerli) bir şeydir. Ârif ve gayr-i ârif (arif olmayanlar) tarafından
vâkı' olur (husûle
gelir).
Meselâ bir kimse bir meyyit (ölü) ile
yalnız başına bir odada yatsa, vehminde o meyyitin (ölünün)
kalkıp şöyle böyle yapabileceğini tasvîr eder (hayal
eder, şekillendirir).
Gözüne uyku girmez olur. Halbuki hâriçte (dışarıda,
görünürde) böyle bir şey olduğu yoktur. O ancak
vehminin halk (yarattığı)
ve takdîr ettiği (değerlendirdiği)
sûrettir. Fakat, ârifin halkı (yaratması)
gayr-i ârifin (arif olmayanın) halkına
(yaratmasına)
muğâyirdir (benzemez).
O
himmetiyle halk eder (kendi
istemesi ile yaratır). Ve
onun halk ettiği (yarattığı)
şeyin hâriçte de vücûdu (dışarıda
da bedeni) olur. Ve ârif o halk ettiği (yarattığı)
şeyi, himmeti (isteği)
ile hıfz etmekten (korumaktan)
zâil (
…
)
olmaz. Ve
onun hıfzı, himmetine ağır gelmez. Ve ârif o mevcûd-i hissîye
(hissedilenleri) "hazret-i
misâl"de (hayal
aleminde) veyâ "hazret-i şehâdet"te (içinde bulunduğumuz
âlemde) teveccühden (o
yöne dönük olmaktan) fâriğ olmadıkça
(vazgeçmedikçe)
o mevcûd (varlık),
"hazret-i şehâdet"te (içinde
bulunduğumuz mertebede) bâkî (daimi,
kalıcı) olur. Ve onun teveccühü (dönük
olduğu yönden) münkatı' (ayrılmış)
olur olmaz
o mevcûd (varlık)
dahi ma'dûm (yok)
olur. Zîrâ o mahlûkun rûhu, ârifin himmetidir (kalbi
isteğidir, gayretidir). Fakat
ârif cemî'-i hazarâtı (bütün
mertebeleri) zabtetmiş (tutmuş,
kaplamış) ise, ya'nî onun kalbi ıtlâk (kayıtsızlık) üzere
olup "hazarât-ı hamse"nin (beş
mertebenin) kâffesini (hepsini) ihâta
etmiş (kavramış,
kuşatmış) ise, o mahlûk olan şeye hazret-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz
âlemde) teveccühden (yönelmiş
olmaktan) münkatı' (ayrılmış,
kopmuş) olsa bile, o ârif mutlaka diğer bir
"hazret"in (mertebenin) müşâhedesinde
(seyrinde)
olacağından, teveccühün inkıtâ'ıyla (o
yöne yönelişin bitmesi ile) hazret-i şehâdette
(dünyada)
ma'dûm (yok)
olan o mahlûk, ârifin müşâhede ettiği (gördüğü,
seyrettiği) "hazret"e (mertebeye)
intikal eyler (geçer).
Zîrâ böyle bir ârifin kalbi cemî'-i hazarâtı câmi'dir
(bütün
mertebeleri toplamıştır). Ve onun himmeti (kalbi
isteği, gayreti) ile halk ettiği (yarattığı)
şeyin sûreti, cemî'-i hazarâtta (bütün
mertebelerde) zâhir olur (meydana
çıkar, görülür). Halbuki
onun, hazarâtın kâffesinden (bütün
mertebelerin hepsinden) gafleti (dalgın
oluşu) mümkün değildir. Bir hazretten (mertebeden)
gâfil olsa, mutlaka diğer bir hazretin (mertebenin)
müşâhedesinde (seyrinde) olur.
Binâenaleyh (nitekim),
o mahlûkun, müşâhede ettiği (gördüğü) hazretteki
(mertebedeki)
ve ondan evvelki hazarâttaki (mertebelerdeki)
sûretlerini hıfz eder (korur).
Meselâ
ârif bir kuş halk (meydana
getirmek, yaratmak) ve tasvîr etmek (şekillendirmek)
murâd (arzu)
etse, himmeti (kalbi
gayreti, istemesi) ile hâriçte (dünyada),
ya'nî âlem-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz
âlemde) ona vücûd verir. Ve herkes o kuşu görür.
Eğer o ârif, âlem-i şehâdetin (dünyadaki)
müşâhedesinden (görüntüsünden)
gafletle (dalgınlıkla,
ihmalle) âlem-i misâle (mutlak
hayal âlemine) müteveccih (dönük)
olsa, o kuş âlem-i şehâdette (dünyada)
ma'dûm (yok) olup
âlem-i misâle (hayal
âlemine) intikâl eyler (geçer).
Ve
onun sûreti, âlem-i misâlde (hayal
âleminde) mahfûz (gizlenmiş)
olduğu gibi, ondan evvelki âlemlerde, ya'nî âlem-i
ervâhta (esma mertebesinde)
ve a'yân-ı sâbite (manâlar)
âleminde dahi mahfûz (gizli)
olur. Ve "himmet"in ma'nâsı budur ki ârif
huzûr-i kalb (tam
bir gönül rahatlığı) ile hâtırını (zihnini)
ve kuvâsını (meleki güçlerini)
toplayıp, vehmiyle ve fikri ile kendi nefesini, halk
(yaratacağı)
ve takdîr edeceği (değerlendireceği)
şeyin îcâdına musallat kılar (vücuda getirme işinin
peşini bırakmaz). Ve
o şey dahi mahall-i himmet (bir
şeyin olması için gösterilen gayret, kuvvetli isteğin
bulunduğu yer) olan kalbin hâricinde (dışında)
gölge gibi mevcûd olur. Ve bu keyfiyet-i halk (yaratma niteliği),
ârifte kuvve-i kudsiyye (kudsi
kuvveler, güçler) ve nisbet-i İlâhiyye (İlâhi vasıflar)
bulunduğu içindir. Ârifin gayri olan (arif
olmayan) avâm, (insanların)
kalblerinde tahayyül (hayal
ederek) ve vehm ile bir şey ihdâs etseler (meydana
getirseler) bile, ruhlarında kuvvet-i kudsiyye (kudsi
güçler) olmadığından o suver-i muhayyeleye (hayal edilmiş
suretlere) vücûd-i hissî (hissedilen,
görülen
bir vücut, beden) verip hâriçte (içinde
bulunduğumuz âlemde, dünyada) ızhâr etmeğe (açığa çıkarmaya)
muktedir değildirler.
Nitekim
Hz. Mevlânâ (r.a) efendimizi ramâzân-ı şerîfte kırk kişi
ayrı ayrı iftara da'vet ederler. Hazret dahi cümlesine (hepsine)
teşrîflerini (geleceklerine)
va'd buyurur (söz verir). Ba'de'l-iftâr
(iftardan sonra) pabuçlarının
bir teki bizde kalmıştır diye hâne-i saâdetlerine kırk
pabuç teki getirirler. Evliyâ-i kümmelînin (büyük
Evliya’nın) bu gibi menâkıbı (övülecek
vasıfları) pek çoktur.
Şeyh-i
Ekber (r.a) hazretlerinin Fütûhât-ı
Mekkiyye'lerinde:
"Ârifte himmet (bir şeyin olması
için kalbden gelen gayret, arzu) olmaz"
buyurduklarının ma'nâsına gelince: Ubeydullâh Ahrâr (r.a.)
bu ma'nâyı böyle îzâh buyururlar (açıklarlar): "Mümkinin
(yaratılmış
varlığın, ilmî suretlerin) kendi hakîkat-i zâtına
nazaran (zatının
hakikâtine bakılırsa) hiçbir şeyi yoktur. Ve
onda evsâf-ı kemâlden (kemal
sıfatlarından) ilim, kudret ve irâde gibi ne kadar
vasıf (sıfat)
var ise hepsi âriyettir (ödünçtür).
Ve
bu evsâf (sıfatlar)
Hak Teâlâ hazretlerinindir. Binâenaleyh (nitekim),
ârif, hâlini bilip dâimâ fakr-ı hakîkî (hakiki
fakirlik, acizlik) makamında durur. Ve âriyet (ödünç)
olan o evsâf (sıfatlar)
ile zâhir olmaz (açığa
çıkmaz, görülmez). Fakat, kemâl-i inâyet-i İlâhî
(İlâhi
lûtfun kemali) ve mahz-ı mevhibe-i nâmütenâhî (Allah’ın sonsuz
ihsanları) ile, hevâcis-i nefsânî (nefsin
arzularından) ve vesâvis-i şeytânîden (şeytanın
vesveselerinden) kurtulmuş olan zevâtın (kişilerin) kendi
bâtınlarını (ruhlarını)
Hak Teâlâ Hazretlerinin irâdesine ve meşiyyetine
(isteklerine) tâbi'
kılmaları (uymaları)
lâzım gelir. Binâenaleyh (nitekim),
mesâlih-ı ibâdın (yapılan
ibadetlerin) ıslâhı (iyileştirilmesi)
için, bir şeye taslît-ı himmet etmeleri (tasarruf
etmeleri) îcâb ettiği kendilerine ilhâm olunduğu
vakit, o şeyin vücûduna (var
olmasına) hüsn-i himmetlerini (iyi,
güzel gayretlerini, isteklerini) sarf etmek (harcamak)
iktizâ eyler (gerektirir). Eğer böyle
olmasa idi, Nûh ve Hud (aleyhime'sselâm) gibi ümmetlerini,
taslît-ı kuvvet-i kâhire ile
(kahredici güce tasarruf ederek) alt üst eden Enbiyâya
(Peygamberlere) bu
ma'nâyı nisbet etmek (bağlamak)
müşkil (zor)
olur idi. Maahâzâ (bununla
beraber),
ârif öyle bir fenâ ile (yok
olmakla) müşerref olmuştur ki, kendisinin cümle
evsâfı (bütün
sıfatları) adem-âbâda (yokluk ülkesine) gidip,
kendiliğinin nâm ve nişânı
kalmamıştır. Artık ondan her ne sâdır olursa (çıkarsa),
ona
mensûb (ait)
değildir. Nitekim, âyet-i kerîmede buyurulur:
……………………………………… (Enfâl, 8/17) ve
(Enfâl 8/17).
İmdi
vaktâki ârif, halk ettiği şeyi himmetiyle halk etse ve
halbuki ona bu ihâta hâsıl olsa, o mahlûk, sûreti
ile her bir hazrette zâhir olur. Ve suverin ba’zısını
ba’zısıyla hıfz eder. İmdi vaktâki ârif hazarâttan
bir hazreti şâhid olup, o hazrette, onun mahlûku sûretinden
hâsıl olan şeyi hıfz edici olduğu halde, bir hazretten veyâ
hazretlerden gâfil olsa, gâfil olmadığı hazrette, o sûret-i
vâhideyi hıfzı sebebiyle suverin cümlesi münhafız olur.
Zîrâ gaflet, ne umûmda ve ne de husûsta aslâ âmm değildir
(41).
Ya'nî
erbâb-ı ıtlâktan (Rab’lerinden
kurtulmuş) olan ârif-i kâmil, âlem-i şehâdeti (içinde
bulunduğumuz alemi) ve âlem-i misâli (misal âlemini) ve
âlem-i ervâhı (esma,
ruhlar âlemini) ve a'yân-ı sâbite (manâlar)
âlemini muhît olduğu (kuşatması,
ihata etmesi) cihetle (yönünden),
herhangi
bir şeyi himmeti (kendi
arzusu) ile halk etse (yaratsa),
o mahlûk, sûreti ile bu zikrolunan (adı
geçen) âlemlerin her birisinde zâhir olur (ortaya
çıkar).
Ve bu îcad ettiği (yarattığı) şeyi,
umûmiyet üzere (genel
olarak),
her mevtındaki (mertebelerdeki)
sûretinde hıfz etmek (korumak)
mümkin değildir. Belki ba'zı mevtındaki (mertebelerdeki)
sûreti hıfz eder (korur).
Ve o mevtındaki (mertebedeki)
sûreti hıfz etmekle (korumakla)
diğer mevtınlarda (mertebelerde) bulunan
sûretler dahi mahfûz (muhafaza
edilmiş, korunmuş) olur. Ve ârif, bir âlemde hâzır
ve o halk ettiği (yarattığı)
şeyin sûretini o âlemde hâfız olduğu (koruduğu)
halde, bir âlemden veyâ âlemlerden gaflet (dalgınlık)
üzere olsa, hâzır olduğu âlemdeki o bir sûreti
hıfz ettiği (koruduğu)
için, diğer âlemlerdeki sûretlerin de cümlesi (hepsi)
mahfûz (korunmuş)
olur. Zîrâ ârifin gafleti (dalgınlığı),
gerek âlemlerin umûmunda (genelinde) ve
gerek husûsunda, ya'nî ba'zısında, aslâ umûmî (hepsiyle
ilgili, genel) değildir. Çünkü, bir âlemden gâfîl
(dalgın)
olmakla âlemlerin hepsinden gâfil olması lâzım
gelmez. Ve kezâ (böylece)
bir âlem-i mahsûstan (özellikle
bir âlemden) gaflet (dalgınlık)
üzere olsa bile, diğer bir vech (taraf)
ile ondan
gâfil (dalgın) olmaz.
Ve
ben muhakkak burada bir sır îzâh eyledim ki, Ehlullah, bunun
gibi bir sırrın zuhûrundan dâimâ "gayret" üzeredirler.
Onda onlar Hak'tır, diye da'vâları için red vardır. Zîrâ
Hak, gâfîl değildir. Halbuki abdin bir şeyden gâfîl olması
ve bir şeyden olmaması lâ-büddür. İmdi, halk ettiği şeyin
hıfzı haysiyyetinden onun için "Ben Hakk'ım" demek
vardır. Velâkin, o şeyin sûretini onun hıfzı, Hakk'ın hıfzı
gibi değildir. Ve el-hak biz farklı beyân ettik. Ve her hângi
bir sûretten ve onun hazretinden gafleti haysiyyetiyle abd,
muhakkak Hak'tan ayrıldı. Ve halbuki cemî'-i sûretler için,
bakâ-i hıfz ile berâber, gâfîl olmadığı hazrette, cemî'-i
hazretlerden bir sûreti hıfz etmek sebesiyle, abdin temeyyüzü
lâ-büddür. İşte bu
hıfz, tazammun iledir. Ve Hakk'ın,
yarattığı
şeyi hıfzı ise böyle değildir. Belki her sûret için onun
hıfzı ale't-ta'yîndir (42).
Ya'nî
ben bu halk-ı ârif (yaratmayı
bilme) bahsinde, büyük, bir sır îzâh eyledim (açıkladım) ki,
Ehlullah (Allah’a
yakın Veliler) böyle bir sırrın meydana çıkmasını
dâimâ kıskanırlar ve setrederler (örterler).
Çünkü kurb-i nevâfil sâhibi (nafilelerle
Allah’a yakın) olan bu nevi' (çeşit)
Ehlullah (Veliler),
vücûdlarında bakıyye (kalıntılar)
var iken, sıfât-ı İlâhiyye (Allah’ın
sıfatları) ile ittisâfları cihetiyle (sıfatlanmaları
bakımından) âlemde tasarruf ederler.
Ve onların "Bizim vücûdumuzda hakîkatten gayri (başka) bir
şey yoktur ve bizim tasarrufumuz Hakk'ın tasarrufudur"
diye da'vâ (iddia) ettiklerinde,
onların bu da'vâları (iddiaları)
için red vardır. Zîrâ tasarruf-i Hak (Hakk’ın
tasarrufu) ile onların tasarrufları arasında fark
vardır. Çünkü Hak, yarattığı eşyânın hiçbirisinden
aslâ gâfil (dalgın,
ihtiyatsız) değildir. Halbuki abd (kul) bir
şeyden gâfil (dikkâtsiz,
dalgın) olmasa, diğer şeyden gâfil (dalgın)
olur. Ve abdin (kulun) halk
ettiği (yarattığı)
şeyi hıfz etmesi (koruması)
cihetinden (bakımından)
"Ene'l-Hak" (ben
Hakk’ım) demesi var ise de halk ettiği (yarattığı)
şeyin sûretini abdin (kulun)
hıfz etmesi (koruması),
Hakk'ın hıfz etmesi (koruması)
gibi değildir. Binâenaleyh (nitekim),
abdin (kulun)
kendi mahlûkunu (yarattığını)
hıfz etmesi (koruması)
cihetinden (bakımından) "Ene'l-Hak"
(ben
Hakk’ım) demesi mutlak (serbest)
değildir. Mutlakan
(kayıtsız şartsız)
"Ene'l-Hak"
(ben
Hakk’ım) demek
Hakk'a ve Hakk'ın halkını (yarattığını)
hıfzı (koruması)
ile
abdin halkını (kulun
yarattığını) hıfzı (koruması)
aralarındaki farkı, beyân ettik. (açıkladık)
Ma'lûm
olsun ki, "halk" (yaratma)
dört nevi' (çeşit)
üzerinedir:
Birincisi:
Sarf-ı
vehmîdir (vehmi
tasarruftur). Vehim
ile kuvve-i hayâliyyede (hayalde)
tasvîr olunan (şekillenen)
sûretin hâriçte (dünyada)
vücûdu yoktur.
İkincisi:
Taslît-ı
himmet (kalben
isteği, gayret ettiği şeye hakimiyeti, tasarrufu) ile
tasvîr olunan (şekillenen)
sûrettir ki, bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere,
hâriçte (dışarıda,
dünyada) mevcûd olur. Fakat himmet (istek)
sâhibi ondan gâfil (dalgın, onun farkına
varmamış) olsa ma'dum (yok)
olur.
Üçüncüsü:
Hazarât-ı hamseyi (beş
mertebeyi) muhît olan
(kuşatan, ihata eden) ârif-i kâmilin (kâmil
velilerin) himmetiyle (kalbi
isteği) halk ettiği (yarattığı)
şeydir ki, onun sûreti hâriçte (dışarıda,
dünyada) mevcûd olur. Ve o ârif, o mahlûkun
bulunduğu hâzretten (mertebeden)
gâfil (dalgın) olsa
bile, müşâhede ettiği (gördüğü)
hazretteki (mertebedeki)
sûretini hıfzı (koruması)
sebebiyle, gâfil (dalgın)
bulunduğu hazretteki (mertebedeki)
sûret dahi mahfûz (muhafaza
edilmiş) olur.
Dördüncüsü:
Hakk-ı
Mutlak’ın (Mutlak
Hakk’ın) halk ettiği (yarattığı) halk-ı
hakîkîdir (hakiki
yaratılmışlardır).Ve Hakk'ın mâhlûku olan (yarattığı) şey,
ale'd-devâm (devamlılık
üzere) Hakk'ın mahfûzudur (muhafazasındadır).
Mahlûkunu hıfz etmekte (korumakta)
aslâ Hakk'a gaflet (dalgınlık,
ihmal) târî olmaz (görülmez). Nitekim
Kur'ânı Kerîm'de buyrulur:
…………………………………. (Bakara, 2/254).
Velhâsıl,
abdin hıfzı (kulun
koruması) tazammun (içerme,
içine alma) iledir. Ya'nî abd (kul),
müşâhede ettiği (gördüğü)
hazrette (mertebede)
vâkı' olan (olagelen)
sûreti hıfz etmekle (korumakla),
onun zımnında (dolayısıyla),
gâfîl (dalgın)
olduğu hazretlerdeki (mertebelerdeki)
sûretleri dahi hıfz eder (muhafaza
eder). Fakat
Hakk'ın halk ettiği (yarattığı)
şeyi her bir hazrette (mertebede)
hıfz etmesi (koruması),
böyle tazammun (içerme, içine
alma) ile değil, belki ale'tta'yîndir (görevlendirerektir). Çünkü
bir hazretin (mertebenin)
müşâhedesiyle (seyriyle),
diğer hazretlerden (mertebelerden) gâfil
(dalgın)
değildir. Onun ilmi, eşyânın kâffesi (varlıkların
hepsi) hakkında ale's-seviyyedir (eşittir).
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
18.02.2003
http://gulizk.com
|