VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve
bu bir mes'eledir ki, ben ihbâr olundum. Onu ne ben ve ne de
benim gayrim hiçbir kimse, hiçbir kitapta yazmadı; ancak
bu kitaptadır. Böyle olunca vaktin dürr-i yegânesi ve
ferîdesidir. İmdi sakın ki, ondan gâfil olmayasın! Zîrâ
senin için kendisinde bir sûret ile berâber huzûr ibka
eden hazretin misli, Hak Teâlâ'nın, hakkında:
………………………… (En`âm, 6/38) buyurduğu kitâbın
mislidir. İmdi o kitap, vâkı'ı ve gayr-i vâkı'ı câmi'dir
(43).
Ya'nî
Hakk'ın mahlûku (yarattıkları)
ile abdin (kulun) mahlûku
(yaratıkları) ve
Hakk'ın mahlûkunu (yarattıklarını)
hıfz etmesi (koruması)
ile abdin (kulun)
kendi mahlûkunu (yarattığını) hıfz
etmesi (koruması)
arasındaki fark ile abdin (kulun)
Hak'tan mütemeyyiz (farklı)
olması mes'elesi bir mes'eledir ki, cânib-i
Hak'tan (Hak
tarafından) ben ihbâr olundum (bildirildim).Bu
mes'eleyi bu kitaptan evvelki kitaplarımda ne ben yazdım,
ne de benden başkası kitaplarında yazdı. Ben ancak onu bu Fusûsu'l-Hikem'de
yazdım. Binâenaleyh (nitekim)
bu mes'ele vaktin dürr-i yetîmidir (tek büyük
incisidir) ve yegânesidir (biriciğidir).
Ey ârif, sakın bu mes'eleden gâfil (dalgın,
ihmalkâr) olma! Zîrâ şu hazret (mertebe)
ki,
sen onda bir sûret ile huzûr üzeresin ve o hazrette (mertebede),
o sûreti müşâhede edip (seyredip)
onu hıfz etmekle (korumakla),
mahlûkun olan (yaratmış
olduğun) şeyin sûretlerini hazretlerin (mertebelerin)
cümlesinde (hepsinde)
hıfz (muhafaza)
edersin. İşte o hazretin (mertebenin)
misli (benzeri),
Hak Teâlâ Hazretlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de
……….. (En'am, 6/38) ya'nî "Ben Kitap'ta bir şeyi
terk etmedim" buyurduğu kitâbın, ya'nî levh-i mahfûzun,
misli (benzeri)
gibidir. Ve o kitap, ezelden (başlangıcı
olmayan geçmiş zamandan) vâkı' olan (olagelen)
şeyi ve el-ân (şimdi,
hâlâ) gayı-ı vâkı' olan (olmamış),
ebede (sonsuza)
kadar vâkı' olacak (vuku bulacak) şeyi
câmi'dir (toplamıştır).
Binâenaleyh
(nitekim),
hazarât-t hamseyi (beş
mertebeyi) muhît (kuşatmış,
ihata etmiş) olan ârif, kendi mahlûkunun (yarattığının)
bir hazrette (mertebede)
olan sûretini o hazreti (mertebeyi)
müşâhede etmesi (görmesi,
seyretmesi) sebebiyle hıfz etmekle (korumakla), o
mahlûkun (yarattığının)
cemî'-i hazretlerde (bütün
mertebelerde) olan sûretlerini hıfz eylemesi (koruması)
ve sûretlerin cümlesi (hepsi),
ârifin
müşâhede ettiği (gördüğü) hazretteki
(mertebedeki)
sûretin zımnında (dolayısıyla)
olması husûsunda, o müşâhede olunan (görülen,
seyredilen) bir hazret (mertebe),
kâffe-i eşyâyı (bütün
varlıkları) câmi' olân (toplayan)
"Kitâb-ı Mübîn" (Kuran-ı
Kerim) gibidir. Ve bir sûret ondan hâriç (onun
dışında) değildir.
Ve
bizim dediğimiz şeyi, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan
kimse bilir. Zîrâ, Allah'tan ittikâ eden için, Allah Teâlâ
furkan kılar. Ve o da, onun sebebiyle abdin Rabb'inden mütemeyyiz
olduğu şeyde, bu mes'elede bizim zikrettiğimiz furkân
gibidir. Ve bu furkan dahi furkanın erfa'ıdır (44).
Ma'lûm
olsun ki, taayyün-i evvel (akl-ı
evvel mertebesi) ve taayyün-i sânî (manâ
mertebesi) ve âlem-i ervâh (esma
mertebesi) ve âlem-i misâl (mutlak
hayal mertebesi) ve âlem-i şehâdet (içinde bulunduğumuz
alem) şerîki (ortağı)
ve nazîri (bakanı,
göreni) olmayan bir vücûd-i mutlakın (Hakk’ın vücudunun)
tenezzülünden (inişlerinden)
husûle gelmiş olan (çıkan,
türeyen) merâtib-i i'tibâriyyedir (mertebeleri bakımındandır).
Ve
bu tenezzül (iniş)
dahi celâ (tecelli,
ortaya çıkma) ve isticlâda (Zât’ı,
Hakk’ın kendi Zât’ı için taayyününde zuhurunda) kemâl
içindir. Halbuki kemâl-i celâ (tecelli)
ve isticlâ (Hakk’ın
birimlerde açığa çıkması) bu mertebe-i şehâdette
(içinde
bulunduğumuz âlemde) zuhûr eden (meydana
çıkan) İnsân- Kâmil’in vücûdu ile bi-tamâmihâ
(tamamıyla)
husûl-pezîr olmuştur (husûl
bulmuştur). Binâenaleyh
(nitekim),
"İnsân- Kâmil" mertebesi, Vücûd-i
Mutlak’ın (Hakk’ın
Zât’ının) merâtib-i tenezzülâtının (mertebelere
inişinin) altıncı mertebesi olduğundan, İnsân-
Kâmil, kendi nefsinde kâffe-i hazarâtı (bütün
mertebeleri) câmi' olmuş (toplamış)
olur. İşte böyle, hazarât-ı İlâhiyye (İlâhi
mertebeleri) ve kevniyyenin (varlıkların)
cümlesini (hepsini)
muhît olup (kuşatıp, ihata
edip) sûret-i İlâhiyye’yi (İlâhi
suretleri) ve sûret-i halkıyyeyi (yaratılan
suretleri) cem' etmiş (toplamış)
olan İnsân- Kâmil, kendi nefsinde Kur'ân olan
kimsedir. Ve kâffe-i eşyâyı (hakikâtlerin
hepsini) nefsinde cem' etmiştir (toplamıştır)
.
Ve eşyâ onun vücûdunda biribirine merbûttur (rabtolunmuş,
bitişmiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
bir hazretin (mertebenin)
kâffe-i hazretleri (mertebelerin
hepsini) câmi' olması (toplaması)
ve o bir hazretten (mertebeden)
ve o hazretteki (mertebedeki)
sûretten gâfil (dalgın) olmayan
bir ârif-i kâmilin (kâmil
bir velinin),
hazretlerin (mertebelerin)
hepsini ve o hazretlerdeki (mertebelerdeki)
sûretleri hıfz etmesi (koruması)
keyfiyyetini (husûsunu)
zevkan (manevi
haz yoluyla) bilip müşâhede eden (gören)
kimse, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir.
Ammâ müttakînin (haramdan
çekinen, Allah’tan korkanların) hâline gelince
Allah Teâlâ böyle bir ârif-i müttakî (Allah’tan korkan
arif) için furkân (fark)
kılar; ya'nî onun kalbine Hak ile bâtıl (gerçek
dışı) beynini (arasını) tefrîk
edecek (ayıracak,
seçecek) bir nûr ilkâ eder (bırakır).
Ve o nûr ile …………………………….
(İsrâ; 17/81) hükmünce halkı (yaratılmışları)
Hak'tan ayırır. Halbuki "ittikâ" (sakınma, takva) dediğimiz
şey ayn-ı farktır (farkın
aynısıdır):
Çünkü muttakî olan (Allah’tan
korkan) kimse, mahlûkun (yaratılmışların)
sıfâtını Hakk'a isnâd etmekten (dayandırmaktan)
hazer ettiğinden (kaçındığından)
Hak'la halk (yaratılan)
arasını tefrîk eder (ayırır)
;
ya'nî halk (yaratılmış)
ve Hak için ayrı ayrı birer vücûd isbât eder (olduğunu söyler)
.
İmdi takvânın (dinin
yasak ettiği şeylere sıkı sıkı bağlı kalanların) üç
mertebesi vardır:
Birincisi:
Avâmın
(arif
olmayanların) takvâsıdır ki, Hakk'ın nehy (yasak)
ettiği şeylerden ittikâ (sakınmak)
ve ictinâbdır (çekinmektir).
İkincisi: Havâssın
(seçkinlerin,
ariflerin) takvâsıdır ki, kemâlâtı kendi
nefsine ve mezâmmı (ayıpları)
Hakk'a isnâd etmekten (dayandırmaktan)
ittikâdır (kaçınmaktır,
sakınmaktır).
Üçüncüsü:
Ehassu'l-havâssın
(seçkinlerin
en seçkinin) takvâsıdır ki; zâten ve sıfaten ve
fiilen Hakk'ın vücûdundan gayri (başka)
bir vücûd isbâtından (var
olduğunu söylemekten) çekinmektir
Ve
takvânın bu üç mertebesi makâm-ı cem'a (cem makamına) vusûlden
(ulaşmazdan)
evveldir. Ya'nî Seyr-i Fillâh’tadır, (Allah’ta
seyirdir) Ve takvânın bir mertebesi daha vardır
ki, bu da "fenâdân sonra bakâ" vaktinde, ya'nî makâm-ı
cem'a vâsıl olup (ulaşıp)
"fark"a geldikten sonra olan takvâdır. Ve
takvânın her mertebesinde bir furkân, (fark)
ya'nî Hakk'ı halktan (yaratılmıştan) temyîz
etmek (ayırmak)
vardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur.
………………………………… (Enfâl, 8/29). Velâkin
kâffe-i merâtibin (bütün
mertebelerin) hakkını îfâ eden (yerine
getiren) vâris-i kâmilin (kâmil
mirasçıların) furkânı (farkı)
sâirlerin (diğerlerinin) furkânından
(farkından)
erfa'dır, ya'nî yüksektir. Zîrâ bu mertebede
Hak, cem'iyyet-i İlâhiyyesi (İlâhi
toplayıcılığı) ile abdde (kulda)
zâhir (açığa
çıkar, görülür) ve abd (kul) dahi
o cem'iyyete (toplayıcılığa)
mazhar (çıkış
mahalli, birim) olduğu halde, Hakk'ın vücûb-i zâtîsi
(vacip, gerekli
olan zatın vücudu) ,
abdin (kulun)
fakr-ı zâtîsi (zati
fakirliği) ile tefrîk olunur (ayrılır)
. Ve
kendi nefsinde Kur'ân sâhibi olân kâmilin bu furkânı (farkı) da,
abdin (kulun)
Rabb'inden temeyyüzü (farklı
oluşu) husûsunda bu mes'elede zikrolunan (adı geçen) furkân
(fark)
gibidir. Velhâsıl, ârif "cem"'
mertebesinde Hak'tan mütemeyyiz (seçkin,
farklı) değildir. Meselâ demir, ateşte kıpkırmızı
olur ve ateş sıfatıyla muttasıf (vasıflanmış)
olur. Bu hal demirin ateş ile cem’
mertebesidir. Bu mertebede demirle ateşi ayırmak mümkin
değildir. Velâkin ârif bu "cem"' makâmından
"fark" makâmına tenezzül ettikde (indiğinde)
Hak'la halk (yaratılmış)
arasındaki farkı isbât etmek (kanıtlamak)
için sıfât-ı halkıyyeden (yaratılmış
sıfatlardan) bir sıfatla, meselâ vücûdda (varlıkta)
ve taayyünde (meydana
çıkmada, şekillenmede) Hakk'a "iftikâr"
(fakirlik)
sıfatı ile muttasıf olup (sıfatlanıp)
makâm-ı ubûdiyyette (kulluk
makamında) sâbit-kadem
(devamlılık
üzere) olur.
Şiir:
İmdi
bir vakitte abd, bilâ-şek Rab olur. Ve bir vakitte de abd, bilâ-iftirâ
abd olur' (45).
Ya'nî
makâm-ı ubûdiyyette (kulluk
makamında) sâbit-kadem (devamlı)
olan İnsân- Kâmil, sıfâtı İlâhiyye’nin (İlâhi
sıfatların) ve niseb-i Rubûbiyye’nin (Rububiyet
sıfatlarının) kâffesine (hepsine)
mazhar (göründüğü
mahal, yer) olmak i'tibâriyle (bakımından)
âlemler üzerinde alâ-tarîkı'l-hilâfe (hilafet
yoluyla) icrâ-yı rubûbiyyet eder (Rububiyet
görevini yürütür, yerine getirir) .
Ve İnsân- Kâmil esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi
esmanın) mazharı (göründüğü,
çıktığı yer, mahal) olmak hasebiyle sûret-i İlâhiyye
üzeredir. Nitekim ……………………………….
buyrulmuştur. Ve halîfe, müstahlifin (halife
tayin edenin) sûreti üzeredir.
Ve
kezâ vakt (zaman) olur
ki abd, (kul)
bilâ-iftirâ (iftirasız,
yalansız) abd (kul)
olur. Çünkü İnsân- Kâmil vücûdda
(varlığında)
Hakk'a muhtaçtır. Zîrâ vücûd-i Hak (Hakk’ın
vücudu) olmasa idi, İnsân- Kâmil'in taayyünü (vücudu)
mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh (nitekim),
onun vücûdunda mutasarrıf olan (kullanan,
tasarruf eden) ancak Hak'tır ve onun mazharından (görüntü
yerinden, bedeninden) mutasarrıf olan (tasarruf
eden, kullanan) Hak'tır. İnsân- Kâmil ise abd-i
mahz (sadece,
yalnız kul) olup onun Rubûbiyyeti (Rablığı)
ârızî (sonradan kazanılmış,
gelip geçici olup) ;
ve taayyünü (vücudu)
hasebiyle ubûdiyyeti (kulluğu)
zâtîdir (Zâtı ile
ilgilidir).
Meselâ
demir ateşte kızınca onun ateşliği ârızî (sonradan
kazanılmış, gelip geçici) ve demirliği zâtîdir
(zâtı ile
ilgilidir) .
Yoksa demir demir; ve ateş dahi ateştir. Ne ateş
demir olur; ve ne de demir ateş olur.
İmdi
abd olursa, Hak'la vâsi' olur. Ve Rab olursa, ıyş-ı dıykta
olur (46).
Ya'nî
İnsân- Kâmil, kâh abd (kul)
ve kâh Rab olur.
Abd (kul) olduğu
vakit, Hak ile geniş olur. Zîrâ onun kalbine Hak sığmıştır.
Ve bu vakitte sıfât-ı İlâhiyye ile muttasıf (vasıflanmış,
sıfatlanmış) bulunmuştur; ve Hakk'ı istihlâf
eylemiştir (Hakk’ın
yerine geçirilmiştir, halife atanmıştır). Kendisi
ubûdiyyet-i mahza (sadece
kulluk) merkezinde kâim (mevcut)
olup onun
mazharından (bedeninden)
zâhir olan
(açığa
çıkan, görünen) tasarruf
(kullanma,
idare etme) ,
hep Hakk'ın tasarrufudur. Ve İnsân- Kâmil, taayyünü
(vücudu)
ile âlem-i kevnde (dünyada,
evrende) ancak Hakk'ın bir âletidir. Binâenaleyh
(nitekim)
bu halde, onda vüs'at (genişlik)
olacağı zâhirdir. (açıktır) Fakat
Rab
olduğu vakitte yaşayışı dar olur. Çünkü rubûbiyyet
(rablık) sıfatıyla
zâhir olunca, (meydana
çıkınca) ibâdın (kulların)
rızıklarını vermekle mutâleb (kendisinden
istekte bulunulan) olur. Binâenaleyh (nitekim) bâzı
vakitlerde ityân-ı rızıktan (rızık
temin etmekten) âciz kalmakla yaşayışındâ darlık
olur ve sıkıntı çeker. Zîrâ abdin (kulun)
kudreti arazîdir (kendinden
olmayıp, Hakk’tandır);
Hakk'ın kudreti ile kâimdir (mevcuttur)
.
Vücûd, gınâ (zenginlik),
fiil, te'sîr (etki)
ve ifâza (feyizlendirme) Hak
için zâtî (Hakk’ın
zatına ait) şeyler olduğu gibi, bunların mukâbili
(karşılığında)
bulunan adem (yokluk),
iftikâr (muhtaç
olma),
infiâl (bir
fiili kabullenme, edilgi, pasiflik), teessür
(etkilenme)
ve kabûl dahi abd
için zâtîdir (kulun
zatıyla ilgilidir) .
Binâenaleyh (nitekim),
İnsân- Kâmil’de iftikârı (fakirliği)
zâtî (zâtı
ile ilgili)
ile kudret-i arazî (kendine
ait bağımsız
bir
kudretin olmayıp, kendindeki kudretin Hakk’ın kudreti ile
mevcutluğu)
ictimâ' edince (bir
araya gelip toplanınca) kudret-i Zâtiyyenin (Zât’ın
kudretinin) şânından olan ityân-ı rızk (rızık
temin etmek) ile mutâleb oldukda (kendisinden
istekte bulunulan olunduğunda),
iftikâr-ı zâtînin galebesi (kendindeki, zâtındaki
muhtaçlığın, fakirliğin üstün gelmesi) hasebiyle
bundan âciz olup (bunu yapamadığından)
sıkıntı çeker.
İmdi
abd oluşundan dolayı, kendi nefsinin "ayn"ını görür.
Ve emeller bilâ-şek ondan müttesi' olur (47).
Ya'nî
İnsân- Kâmil, sıfât-ı ubûdiyyet (kulluk
sıfatları) ile muttasıf (vasıflanmış)
olup abd-i
mahz (sadece kul) oluşundan
dolayı kendi nefsinin "ayn"ını görür. Ya'nî
kendi nefsinin acz (muhtaçlığını)
ve iftikârını (fakirliğini)
ve belki yokluğunu görür. Ve kendi nefsini böyle
vasf-ı aslîsi üzerine (asıl,
gerçek sıfatlarıyle) görünce, onun birtakım
emelleri bulunmasından nâşî (dolayı)
şüphesiz Hak'tan talebi müttesi' (genişleme
isteği) olur. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz
………………………………………………………….
ya'nî "EY benim Allâhım, cüzzâm ve baras (vücutta
beyaz lekeler meydana getiren hastalık) ve cünûndan
(delilik) ve
kötü illetlerden sana sığınırım" diyerek sıhhat
taleb buyururlar (isterler) idi.
Bu duâ şüphesiz ümmet-i merhûmelerine (Allah’ın
rahmete kavuşmuş ümmetine) ta'lîm olmakla (öğretmekle)
berâber ubûdiyyet-i mahza (yalnız
kulluk) makâmında bulundukları haysiyyetle (bakımından)
taayyün-i şerîfleri (şerefli
vücutları) için dahi bir tatleb (istek)
idi.
Ve
Rab oluşundan dolayı, hazret-i mülk ve melekûttan halkın
kâffesini, onu mutâlebe ettiklerini görür (48).
Ya'nî
İnsân- Kâmil, Hakk'ın halîfesi olduğundan, Rubûbiyet ve
tasarruf ile zâhir (meydana
çıkmış) olmakla, gerek âlem-i şehâdetin (içinde
bulunduğumuz âlemin) ve gerek âlem-i melekûtun (melekler
âleminin) bütün halkı, kendisinden sûrî (bedensel, suret
ile ilgili) ve ma'nevî erzâk (rızıklar)
taleb ederler (isterler).
Ve onların istihkâk (hak ettiklerine) ve
isti'dâdlarına göre onların erzâk-ı hissiyye (yiyecekleri
rızıkları) ve ma'neviyyelerini (ruhlarına
ait rızıklarını) vermek, bu halîfe üzerine vâcib
(zaruri)
olur.
Halbuki
onların istedikleri şeyden zâtı ile âcizdir. İşte bundan
dolayı âriflerin ba'zısını bu sebeple, ağlar görürsün
(49).
Ya'nî
Rubûbiyyet (Rablık)
ve tasarruf (kullanma,
idare etme) ile zâhir olan (açığa
çıkan, görülen) İnsân-ı Kâmil’den halkın
taleb ettikleri (istedikleri)
sûrî (bedensel,
beden ile ilgili) ve ma'nevî (ruha
ait) erzâkı (rızıkları), o İnsân-ı
Kâmil, iftikârı zâtîsi (kendisinin
muhtaçlığı) hasebiyle ityândan (yerine
getirmekten) âciz olduğu için, dar (sıkıntılı)
bir zindegânîye (yaşantıya)
düştükleri sebep ile, o âriflerin ba'zısını
ağlar bir halde görürsün. Zîrâ İnsân- Kâmil, ubûdiyyet-i
mahzasına (ancak, sadece
kulluğuna) nazar edip (bakıp)
sıfat-ı
acz (aciz sıfatlar) ile
zuhûrunu (açığa
çıktığını) gördüğü vakit, Rubûbiyyetle (Rablıkla)
mutâleb (kendisinden
istekte bulunulan) olunca sıkılır. Yoksa cemî'-i
umûru (bütün
işleri, husûsları) şakk'a (zahmetleri,
göçlükleri) tefvîz (her
şeyi Allah’tan bekleyip, Allah’a sipariş) edip kendisinde
fenâ-i küllî (tamamen
yokluk) hükmü zâhir olduğu (açığa
çıktığı, görüldüğü) vakit, âciz değildir.
Çünkü bu vakitte ortada kendisi yoktur. Ve onun mazharından
(vücudundan)
tasarruf eden (kullanan, idare
eden) Hak'tır ve Hak'ta ise acz yoktur.
Cenâb-ı.Şeyh-i
Ekber (r.a) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin yirmi ikinci bâbında (bölümünde)
"Ubûdiyyet (kulluk)
ile ittisâfın (vasıflanmanın) lezzetini,
ancak Rubûbiyyetle (Rablıkla)
muttasıf (vasıflanmış)
olup, halkın ona muhtaç olmasından dolayı, âlâm
(keder,
acı) duyan kimse bilir" buyurup, bu hususta Süleyman
(a.s.)ın kıssasını (hikâyesini)
beyân ederler (açıklarlar).
Zîrâ,
Süleyman (a.s.), mahlûkata erzâk i'tâsı (yiyecek,
rızk verme) husûsunda vâkı' olan (olagelen)
kemâl-i muzâyakasından (oluşmuş
sıkıntısından) nâşî (dolayı)
,
bu emri (işi,
husûsu),
Rezzâk-ı hakîkîye (hakiki rızk
sahibine) tefvîz (havale
edip) ve teslîm edip, kendisi nefsinde bir halâvet (zevk)
ve râhat buldu ki, hiçbir halâvet (tatlılık,
zevk) ona tekâbül edemez.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
04.03.2003
http://gulizk.com
|