55. Bölüm

VI

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi sen, Rabb'in abdi ol; onun abdinin Rabb'i olma! Tâ ki ta'lîk sebebiyle nâra ve erimeğe gidesin (50).

Bu hitâb (sözler) üç mertebe erbâbına da (sahibini de) şâmildir (içine alır, kaplar):

1-    Hilâfeti (halifelik görevi) sebebiyle Rubûbiyyet (Rablık, maliklik) ve tasarruf (idare etmek, kullanmak) ile zâhir olan (açığa çıkan, görülen) İnsân-ı Kâmil’edir. Bu sûrette, "nâr"dan (ateşten) murâd, nâr-ı aczdir (acizliğinin ateşidir). Nitekim, bâlâda (yukarıda) ubûdiyyet-i mazhasına (sadece kulluğuna) nazar edip (bakıp) sıfat-ı acz (aciz sıfatlar) ile zuhûrunu (meydana çıktığını) gördüğü vakit rubûbiyyetle (Rablıkla, maliklikle) mutâleb (kendisinden istenilen) olunca sıkılıp ağladığı zikredilmiş (bahsedilmiş) idi. Maahâzâ (bununla beraber) bu ârif fenâ-i küllî (tamamen yokluk) hükmüne nazaran (göre) ma'zûrdur (özürlüdür) . Çünkü, ortada kendisi yoktur.

2-    İnsân-ı Kâmil’in mâ-dûnu (mertebe, derece olarak aşağıda) olup tasarrufa (kullanmaya, tasarruf etmeye) me'mûr (vazifeli) olmadıkları halde, ba'zı sıfât-ı İlâhiyye (bazı İlâhi sıfatlar) ile muttasıf (sıfatlanmış, vasıflanmış) olduklarından, bakâyâ-yı nefisleri­nin (nefislerindeki kalıntıların) takâzâsı (arzuları) hasebiyle, kendilerinden tasarruf (idare etme, kullanma) ve Rubûbiyyete (Rablığa, malikliğe) mü­teallık (bağlı) ba'zı ef’âl (fiiller) sâdır olan (çıkan) zevâttır (kişilerdir). Bu sûrette "nâr"dan (ateşten) murâd,  nâr-ı mahrûmiyyettir (istediğini elde edememenin ateşidir). Zîrâ sâlik (Allah yolunda yürüyen), tasarruf kaydına (idare etme, kullanma  şartına) mübtelâ (düşkün, tutkun) olduk­ça cemâl-i vahdetten (tek yüzden, tek cemalden) mahrûm (nasipsiz) ve mahcûbdur (perdelidir) . Onda henüz zevk-ı isneyniyyet (ikilik zevki) vardır.

3-    Bu sınıfın mâ-dûnunda (mertebe olarak aşağısında) olan nefis ve ağrâz (maksat) sâhibleridir ki, sıfât­ı beşeriyyeden (insani sıfatların) hiçbirisini terk etmemiş oldukları halde Fir'avn gibi halk üzerinde tasarruf (idare etme, kullanma) ve Rubûbiyyetle (Rablık, maliklikle) zâhir olmağa (meydana çıkmaya) kıyâm ederler (kalkarlar).

Beyt:

(Tercüme) "Mel'ûn (lanetlenmiş) olan nefis Fir'avn'dan kemter (daha aşağı) değildir. Fakat bu­nun avni (destekçisi) vardır, onun avni (destekçisi) yoktur". Ya'nî Fir'avn mülk ile berâber dâvâ-yı Rubûbiyyet (sahiblik, maliklik iddia) etti. Nefis ise mülksüz da'vâ-yı Rubûbiyyet (sahiblik, maliklik iddia) eder.

Binâenaleyh (nitekim) bu gibi erbâb-ı nüfûs (nüfuz sahipleri) hakkındaki "nâr"dan (ateşten) murâd, dün­yâda envâ'-ı azâb (çeşitli eziyetler) ile, âhirette ma'lûm olan (bilinen) azâb-ı âteştir (azap ateşidir) . Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki: ………………… Ya'nî "Azamet (büyüklük, ululuk) benim izârım (belden aşağı örten, peştamalım) ve Kibriyâ (azamet ve kudret) ise ridâmdır (belden yukarısını örten, hırkamdır) .  Kim ki benden bu ikisini nez' ederse (söküp kaldırırsa), nâra idhâl ederim (ateşe atarım). ……………   (Yûnus, 10/25)

İntihâ: 3 Eylül 332; 17  Zi'lka'de 334, Cumartesi gecesi, sâat 2,5.

M  e  s  n  e  v  î

Sivrisineğin Süleyman (a.s.)’a mürâcaatla rüzgârdan şikâyet etmesi üzerine, o Hazretin mütezallim (şikâyetçi) olan sivrisineğe hasmını (düşmanını) dîvân-ı hük­me (yüksek kurula) ihzâr etmesini (çağrılmasını) emir buyurduğuna dâir olan Mesnevî-i Şerîf in üçüncü cildinde vâkı' ebyât-ı şerîfedir.

Mesnevî:

(Tercüme ) "Süleyman (a.s) sivrisineğe dedi ki: Ey güzel sesli, Hakk'ın emrini candan (içten, gönülden)  dinlemen lâzımdır. Hak bana buyurmuştur ki; Ey âdil sen, diğer hasım (düşman taraf) olmaksızın bir hasmı (düşman tarafı) dinleme! Her iki hasım (düşman, taraf) huzû­ra gelmedikçe hâkimin önünde hak (davada doğruluk) zuhûra gelmez (açığa çıkmaz) . Hasım (düşman) yalnız  ol­duğu halde, eğer yüz nefîr (yüz topluluk, cemaat) getirse, sakın sakın hasımsızın (düşmanını getirmemişse) sözünü tut­ma! Ben onun emrinden yüz çeviremem. Git, hasmını (düşmanını) benim cânibime (yanıma) getir!.

Mesnevî:

(Tercüme) "Sivrisinek dedi: Senin sözün burhân-ı sahîhdir (doğru delildir). Benim hasmım (düşmanım) rüzgârdır; o da senin hükmündedir (emrindedir).  O şâh (Süleyman a.s.): (Ey bâd-ı sabâ (doğudan esen hafif rüzgâr),  sivrisinek senin zulmünden efgân eyledi, (ızdırap ile bağırdı) gel! diye çağırdı. Âgâh (haberdar) ol, hasmına mukâbil (düşmanının karşısında) ol ve hasmına (düşmanına) cevap verip adüvvü def'et (düşmanını uzaklaştır)!  Rüz­gâr Süleyman (a.s.)’ın emrini işitti. Çabuk çabuk geldi. Sivrisinek o zaman firâr (kaçma) yolunu tuttu. Sonra Süleyman dedi: Ey sivrisinek ner­desin? Sabret, tâ ki ben her ikinizin üzerine kazâ süreyim (hüküm, karar vereyim) . Sivrisinek, Süleyman (a.s.)’a dedi: Ey şâh, benim ölümüm onun vücûdundandır. Benim günümün karası onun dumanındandır. O gelince ben nerede karar bulurum (dururum) ?  Zîrâ o benim tabîatimden helâk getirir (beni öldürür).

Mesnevî:

(Tercüme) "Dergâh-ı Hudâ'yı taleb eden (Hakk’ı isteyen) böyledir. Vaktâki (ne vakit ki) Hudâ (Hakk) gelir, tâlib (talep eden) "lâ" (yok) olur. "Ya'nî tâlib-i Hak olan (Hakk’ı isteyen) sâliklerin (Hak yolunda ilerleyenlerin) hâli de böyledir. Vaktâki (ne vakit ki) Hak tecelliyât-ı esmâiyye ve sıfâtıyye ve zâtıyyesi ile sâlike (Allah yolunda yürüyene) tecellî buyura, (meydana gelse, oluşsa) artık o sâlikin (Allah yolunda yürüyenin) sıfât-ı beşeriyyesi (sonradan kazanılmış, insanlık sıfatları) fânî (ölür) ve yok olur. Onun yerine sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi sıfatlar) kâim (mevcut) bulunur.

Mesnevî:

(Tercüme) "Gerçi o vuslat (kavuşmak) bakâ (bakilik, devamlılık) içinde bakâdır (bakiliktir) . Velâkin (fakat), ibtidâdan (önceden) o bakâ (bakilik, devamlılık) fenâ (yokluk) içindedir. "Ya'nî sâlikin (Allah yolunda yürüyenin) muktezâ-yı taayyünü (meydana gelişinin gereği) olarak birtakım sıfât-ı beşeriyyesi (sonradan kazanılmış sıfatları) vardır. Ve bu taayyünü (vücudu, oluşumu) hasebiyle Hakk'ın gayridir. (Hakk’tan başkadır) Vaktâki (ne zaman ki) bu taayyünün muktezâsı (meydana gelişinin gereği) bulunan o sıfât fânî (yok) olur, o sâlikin (Allah yolunda yürüyenin) hakîkati olan Hak, onda kendi sıfâtıyla zâhir olur (ortaya çıkar). Ve bu, ittisâlsiz (bitişmesiz, kavuşmasız) ve infisâlsiz (ayrılıksız) bir vuslattır (kavuşmaktır) ki, bakâ (bakilik, devamlılık) içinde bakâdır (bakiliktir). Velâkin o bakâ (bakilik) abdin (kulun) sıfâtından fânî (yok) olması hâlinin içindedir.

Mesnevî:

(Tercüme ) "Tâlib-i nûr olan (nuru taleb eden, isteyen) sâyeler (gölgeler) , onun nûru zuhûr ettikde (ortaya çıktığında) yok olur".

Bu beyt-i şerîf (meşhur beyt) hem vücûd-i kevnîyi (madde varlığı) ve hem de fenâyı (yokluğu) müş’irdir (bildirir) .  Şöyle ki, gölgeler nûrun tâlibidir (nuru ister). Zîrâ (çünkü) nûr-i âfitâb (güneş ışığı) olmasa, gölge zâ­hir olmaz (meydana gelmez). Zîrâ zulmet (karanlık), sâyenin  (gölgenin) zuhûrunu (meydana gelmesine) mâni'dir (engeldir). Binâenaleyh (nitekim), vücûdât-ı kevniyye (madde varlıklar) zuhûrda (meydana çıkmakta) nûr-i vücud-i Hakk'a (Hakk’ın vücudunun nuruna) muhtaçtır. Fakat, yere düşen bir cismin sâyesi (gölgesi) üzerine nûr-i âfitâb (güneş ışığı) vâki' olsa, (düşse) sâyenin (gölgenin) vücûdu kalmaz. Bunun gibi abdin (kulun) vücûd-i müteayyininden (meydana gelen vücudundan) zâhir olan (meydana çıkan) bir takım sıfât, şems-i zâtın (güneşin kendisinin ) tecellîsiyle (belirmesi ile) mahv olur. Ve artık mevcûd olan onun nûrudur. Abdin (kulun) âsârı (eserleri) ise fânîdir (gelip geçici, ölümlüdür).

Mesnevî:

Tercüme: "O sâlik (Allah yolunda yürüyen) baş verici olunca; akıl ne vakit kalır?" Vech-i Hakk'ın gayri (Hakk’ın yüzünden başka) her bir şey hâliktir" (yok olucudur). (Kasas, 27/88)

Ya'nî sâlik (Allah yolunda ilerleyen), başı makâmında (derecesinde) olan varlığını, vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) muvâce­hesinde (karşısında) fânî kılınca (yok ederse) hiç akıl kalır mı? Zîrâ Hakk'ın zâtının gayrı (Hakk’ın Zât’ından başka) her şey helâk olur (yok olur). Ve akıl ise eşyâdan (şeylerden)  bir şeydir. Binâenaleyh (nitekim), o da hâlikîn zümresine (yok olanlar grubuna) dâhildir. Bizim varlık dediğimiz şey, bu müte­ayyin olan (belirlilik kazanan) vücûdumuzdur. Halbuki onlar, esmâ-i İlâhiyye’nin sûret­leri olan a'yân-ı sâbitenin (manaların, ilmi suretlerin) sûretleridir. Ve bizim sûretlerimiz ile mü­teayyin olan (meydana çıkan) ancak vücûd-i Hak'tır. (Hakk’ın vücududur) Böyle olunca, bizim vücûdumu­zun istiklâli (bağımsızlığı) yoktur. Belki vücûd-i Hakk'a muzâf (ait) olan bir vücûd-i i'tibârîdir (gerçekte olmayıp var kabul edilen bir vücuttur).  Bu izâfi (bir şeye göre) olan vücûdlar ise, buz gibi eriyip dâimâ helâk (yok) ol­mada ve Hakk'ın zâtı bâkî (devamlılık üzere) kalmadadır. Ve emr-i helâkte (ölümde), sûrî (bedensel) ve ma'nevî olan mevcûdât (mevcut varlıklar) müsâvîdir (eşittir) .  Binâenaleyh (nitekim), akıl dediğimiz vücûd-i ma'nevî (manevi varlık) dahi helâk (yok) olur.

Mesnevî:

Tercüme: "Onun Zât’ı indinde (katında), hâlik (helâk, yok olucu), mevcûd ve ma'dûm gelir (yok olur). Yok­luk içinde varlık ise acîbdir. (şaşılacak şeydir)"

Ya'nî hâlik (yok olucu, ölümlü) olan bu suver-i kevniyye (maddi varlıklar), Hakk'ın vech-i bâkîsi (devamlılık üzere olan Zât’ı) huzû­runda, hem mevcûd ve hem de ma'dûm (yok) olur. Taayyünâtın (meydana çıkmışların) mevcûd oluşu, vücûd-i Hakk'ın tenezzülâtından (inişlerinden) dolayı, esmâsının birer libâs­ı kesîfe (kalın örtüye) bürünüp, yine vücûd-i Hak'la (Hakk’ın vücuduyla) zâhir olmasıdır (görünmesidir) ki, ism-i Zâhir'­in muktezâsıdır (zahir esmasının gereğidir) . Ma'dûm (yok) oluşu dahi, bu taayyünâtın (şeklin) bozulup mahv (ortadan kalkması) ve müstehlek (bitmiş, tükenmiş) bulunmasıdır. Bu tenezzülâttan (inişlerden) dolayı Hakk'ın Zât’ına aslâ tağayyür ârız değildir (Zât’ı asla başkalaşmaz, değişikliğe uğramaz). Meselâ, buhar tekâsüf edince (yoğunlaşınca) su olur ve su tekâsüf edince (yoğunlaşınca) buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdu­dur. Buz eriyince su ve su tebahhur edince (buharlaşınca) buhâr olur. Binâenaleyh (nitekim), buzun şânı helâktir (yok olmaktır). Halbuki hâlik (yok) olan buz, buhârın indinde hem mevcûd ve hem de ma'dûm gelmiştir (yok olmuştur). Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Maahâza (bununla beraber), bu nüzûl (inme, alçalma) ve urûcda (yükselmede) buhârın zâtı müteğayyir (başka, farklı) de­ğildir.

Mesnevî:

Tercüme: "Bu mazharda (görüntü yerinde) akıllar elden gitti; kalem buraya gelince kırıldı."

Ya'nî bu ittisâlsiz (bitişmesiz, yapışmasız) ve infisâlsiz (ayrılmasız) vuslattan (kavuşmaktan) ibâret olan bakâ (bakilik, devamlılık) içinde bakâ (bakilik) keyfiyeti (husûsu) ve o bakânın (devamlılığın) fenâ (yokluk) içinde olması akıl erecek bir şey değildir. Zîrâ bu meşhedde (müşahede yerinde, seyredilen yerde) akıllar elden gitti. Binâenaleyh (nitekim), burada erbâb-ı ukûl (akıl sahipleri) dem-bestedir (soluğu kesilmiş, susmuştur). Ve ilm-i zâhire sığabilecek (dışarıdan alınan ilimle bilinebilecek) bir şey değil­dir ki, kalemle yazmak mümkün olsun. Bu ancak hâl bahsidir (o hali yaşama konusudur) ;  tatmayan bilmez.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
11
.03.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail