VI
[KELİME-İ
İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi
sen, Rabb'in abdi ol; onun abdinin Rabb'i olma! Tâ ki ta'lîk
sebebiyle nâra ve erimeğe gidesin (50).
Bu
hitâb (sözler)
üç mertebe erbâbına da (sahibini
de) şâmildir (içine alır,
kaplar):
1-
Hilâfeti (halifelik
görevi) sebebiyle Rubûbiyyet (Rablık,
maliklik) ve tasarruf (idare
etmek, kullanmak) ile zâhir olan (açığa
çıkan, görülen) İnsân-ı Kâmil’edir. Bu sûrette,
"nâr"dan (ateşten)
murâd, nâr-ı aczdir (acizliğinin ateşidir).
Nitekim, bâlâda (yukarıda)
ubûdiyyet-i mazhasına (sadece
kulluğuna) nazar edip (bakıp) sıfat-ı
acz (aciz
sıfatlar) ile zuhûrunu (meydana
çıktığını) gördüğü vakit rubûbiyyetle (Rablıkla,
maliklikle) mutâleb (kendisinden
istenilen) olunca sıkılıp ağladığı zikredilmiş
(bahsedilmiş) idi.
Maahâzâ (bununla
beraber) bu ârif fenâ-i küllî (tamamen
yokluk) hükmüne nazaran (göre) ma'zûrdur
(özürlüdür)
.
Çünkü, ortada kendisi yoktur.
2-
İnsân-ı Kâmil’in mâ-dûnu (mertebe,
derece olarak aşağıda) olup tasarrufa (kullanmaya,
tasarruf etmeye) me'mûr (vazifeli)
olmadıkları halde, ba'zı sıfât-ı İlâhiyye (bazı
İlâhi sıfatlar) ile muttasıf (sıfatlanmış,
vasıflanmış) olduklarından, bakâyâ-yı
nefislerinin (nefislerindeki
kalıntıların) takâzâsı (arzuları)
hasebiyle, kendilerinden tasarruf (idare
etme, kullanma) ve Rubûbiyyete (Rablığa,
malikliğe) müteallık (bağlı)
ba'zı ef’âl (fiiller)
sâdır olan (çıkan)
zevâttır (kişilerdir).
Bu sûrette "nâr"dan (ateşten)
murâd, nâr-ı
mahrûmiyyettir (istediğini
elde edememenin ateşidir).
Zîrâ sâlik (Allah
yolunda yürüyen),
tasarruf kaydına (idare etme,
kullanma
şartına) mübtelâ (düşkün,
tutkun) oldukça cemâl-i vahdetten (tek
yüzden, tek cemalden) mahrûm (nasipsiz)
ve mahcûbdur (perdelidir)
. Onda
henüz zevk-ı isneyniyyet (ikilik
zevki) vardır.
3-
Bu sınıfın mâ-dûnunda (mertebe
olarak aşağısında) olan nefis ve ağrâz (maksat)
sâhibleridir ki, sıfâtı beşeriyyeden (insani
sıfatların) hiçbirisini terk etmemiş oldukları
halde Fir'avn gibi halk üzerinde tasarruf (idare etme,
kullanma) ve Rubûbiyyetle (Rablık,
maliklikle) zâhir olmağa (meydana
çıkmaya) kıyâm ederler (kalkarlar).
Beyt:
(Tercüme)
"Mel'ûn (lanetlenmiş) olan
nefis Fir'avn'dan kemter (daha
aşağı) değildir. Fakat bunun avni (destekçisi) vardır,
onun avni (destekçisi)
yoktur". Ya'nî Fir'avn mülk ile berâber dâvâ-yı
Rubûbiyyet (sahiblik, maliklik
iddia) etti. Nefis ise mülksüz da'vâ-yı Rubûbiyyet
(sahiblik,
maliklik iddia) eder.
Binâenaleyh
(nitekim)
bu gibi erbâb-ı nüfûs (nüfuz
sahipleri) hakkındaki "nâr"dan (ateşten)
murâd, dünyâda envâ'-ı azâb (çeşitli
eziyetler) ile, âhirette ma'lûm olan (bilinen)
azâb-ı âteştir (azap ateşidir)
.
Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur ki:
………………… Ya'nî "Azamet (büyüklük,
ululuk) benim izârım (belden
aşağı örten, peştamalım) ve Kibriyâ (azamet
ve kudret) ise ridâmdır (belden
yukarısını örten, hırkamdır) . Kim
ki benden bu ikisini nez' ederse (söküp
kaldırırsa), nâra idhâl ederim (ateşe
atarım). ……………
(Yûnus, 10/25)
İntihâ:
3 Eylül 332; 17
Zi'lka'de 334, Cumartesi gecesi, sâat 2,5.
M
e
s
n
e
v
î
Sivrisineğin
Süleyman (a.s.)’a mürâcaatla rüzgârdan şikâyet etmesi
üzerine, o Hazretin mütezallim (şikâyetçi)
olan sivrisineğe hasmını (düşmanını)
dîvân-ı hükme (yüksek
kurula) ihzâr etmesini (çağrılmasını)
emir buyurduğuna dâir olan Mesnevî-i
Şerîf in üçüncü cildinde vâkı' ebyât-ı şerîfedir.
Mesnevî:
(Tercüme
) "Süleyman (a.s) sivrisineğe dedi ki: Ey güzel sesli,
Hakk'ın emrini candan (içten, gönülden)
dinlemen lâzımdır. Hak bana buyurmuştur
ki; Ey âdil sen, diğer hasım (düşman taraf) olmaksızın
bir hasmı (düşman
tarafı) dinleme! Her iki hasım (düşman,
taraf) huzûra gelmedikçe hâkimin önünde hak (davada doğruluk) zuhûra
gelmez (açığa
çıkmaz) .
Hasım (düşman)
yalnız olduğu
halde, eğer yüz nefîr (yüz
topluluk, cemaat) getirse, sakın sakın hasımsızın
(düşmanını
getirmemişse) sözünü tutma! Ben onun emrinden yüz
çeviremem. Git, hasmını (düşmanını) benim
cânibime (yanıma)
getir!.
Mesnevî:
(Tercüme)
"Sivrisinek dedi: Senin sözün burhân-ı sahîhdir (doğru delildir).
Benim hasmım (düşmanım)
rüzgârdır; o da senin hükmündedir (emrindedir).
O
şâh
(Süleyman a.s.): (Ey
bâd-ı sabâ (doğudan
esen hafif rüzgâr), sivrisinek
senin zulmünden efgân eyledi, (ızdırap
ile bağırdı) gel! diye çağırdı. Âgâh (haberdar)
ol, hasmına mukâbil
(düşmanının karşısında) ol ve hasmına (düşmanına) cevap
verip adüvvü def'et (düşmanını
uzaklaştır)! Rüzgâr
Süleyman (a.s.)’ın emrini işitti. Çabuk çabuk geldi.
Sivrisinek o zaman firâr (kaçma)
yolunu tuttu. Sonra Süleyman dedi: Ey sivrisinek nerdesin?
Sabret, tâ ki ben her ikinizin üzerine kazâ süreyim (hüküm,
karar vereyim) . Sivrisinek,
Süleyman (a.s.)’a dedi: Ey şâh, benim ölümüm onun vücûdundandır.
Benim günümün karası onun dumanındandır. O gelince ben
nerede karar bulurum (dururum)
? Zîrâ
o benim tabîatimden helâk getirir
(beni öldürür).
Mesnevî:
(Tercüme)
"Dergâh-ı Hudâ'yı taleb
eden
(Hakk’ı isteyen) böyledir. Vaktâki (ne
vakit ki) Hudâ (Hakk)
gelir, tâlib (talep
eden) "lâ" (yok)
olur. "Ya'nî tâlib-i Hak olan
(Hakk’ı isteyen) sâliklerin (Hak
yolunda ilerleyenlerin) hâli de böyledir. Vaktâki (ne vakit ki) Hak
tecelliyât-ı esmâiyye ve sıfâtıyye ve zâtıyyesi ile sâlike
(Allah yolunda yürüyene)
tecellî buyura, (meydana
gelse, oluşsa) artık o sâlikin (Allah
yolunda yürüyenin) sıfât-ı beşeriyyesi (sonradan
kazanılmış, insanlık sıfatları) fânî (ölür) ve
yok olur. Onun yerine sıfât-ı İlâhiyye (İlâhi
sıfatlar) kâim (mevcut)
bulunur.
Mesnevî:
(Tercüme)
"Gerçi o vuslat (kavuşmak) bakâ
(bakilik, devamlılık)
içinde bakâdır (bakiliktir)
.
Velâkin (fakat),
ibtidâdan (önceden)
o bakâ (bakilik, devamlılık)
fenâ (yokluk)
içindedir. "Ya'nî sâlikin (Allah
yolunda yürüyenin) muktezâ-yı taayyünü (meydana
gelişinin gereği) olarak birtakım sıfât-ı beşeriyyesi
(sonradan kazanılmış
sıfatları) vardır. Ve bu taayyünü (vücudu,
oluşumu) hasebiyle Hakk'ın gayridir. (Hakk’tan başkadır)
Vaktâki (ne
zaman ki) bu taayyünün muktezâsı (meydana
gelişinin gereği) bulunan o sıfât fânî (yok)
olur, o sâlikin (Allah
yolunda yürüyenin) hakîkati olan Hak, onda kendi sıfâtıyla
zâhir olur (ortaya
çıkar).
Ve bu, ittisâlsiz (bitişmesiz,
kavuşmasız) ve infisâlsiz (ayrılıksız)
bir vuslattır (kavuşmaktır)
ki, bakâ (bakilik,
devamlılık) içinde bakâdır (bakiliktir).
Velâkin o bakâ (bakilik)
abdin (kulun)
sıfâtından fânî (yok)
olması hâlinin içindedir.
Mesnevî:
(Tercüme
) "Tâlib-i nûr olan (nuru
taleb eden, isteyen) sâyeler (gölgeler)
,
onun nûru zuhûr ettikde (ortaya çıktığında)
yok olur".
Bu
beyt-i şerîf (meşhur
beyt) hem vücûd-i kevnîyi (madde
varlığı) ve hem de fenâyı (yokluğu)
müş’irdir (bildirir)
. Şöyle
ki, gölgeler nûrun tâlibidir (nuru
ister).
Zîrâ (çünkü)
nûr-i âfitâb (güneş
ışığı) olmasa, gölge zâhir olmaz (meydana gelmez).
Zîrâ zulmet (karanlık),
sâyenin
(gölgenin)
zuhûrunu (meydana gelmesine)
mâni'dir (engeldir).
Binâenaleyh (nitekim),
vücûdât-ı kevniyye (madde varlıklar) zuhûrda
(meydana
çıkmakta) nûr-i vücud-i Hakk'a (Hakk’ın
vücudunun nuruna) muhtaçtır. Fakat, yere düşen
bir cismin sâyesi (gölgesi)
üzerine nûr-i âfitâb (güneş
ışığı) vâki' olsa, (düşse)
sâyenin (gölgenin) vücûdu
kalmaz. Bunun gibi abdin (kulun)
vücûd-i müteayyininden (meydana
gelen vücudundan) zâhir olan (meydana
çıkan) bir takım sıfât, şems-i zâtın (güneşin
kendisinin ) tecellîsiyle (belirmesi
ile) mahv olur. Ve artık mevcûd olan onun nûrudur.
Abdin (kulun)
âsârı (eserleri)
ise fânîdir (gelip geçici, ölümlüdür).
Mesnevî:
Tercüme:
"O sâlik (Allah yolunda yürüyen)
baş verici olunca; akıl ne vakit kalır?"
Vech-i Hakk'ın gayri (Hakk’ın yüzünden
başka) her bir şey hâliktir" (yok
olucudur). (Kasas, 27/88)
Ya'nî
sâlik (Allah
yolunda ilerleyen),
başı makâmında (derecesinde) olan
varlığını, vücûd-i Hak (Hakk’ın
vücudu) muvâcehesinde (karşısında)
fânî kılınca (yok ederse) hiç
akıl kalır mı? Zîrâ Hakk'ın zâtının gayrı (Hakk’ın
Zât’ından başka) her şey helâk olur (yok
olur).
Ve akıl ise eşyâdan (şeylerden)
bir şeydir. Binâenaleyh
(nitekim),
o da hâlikîn zümresine (yok
olanlar grubuna) dâhildir. Bizim varlık dediğimiz
şey, bu müteayyin olan (belirlilik
kazanan) vücûdumuzdur. Halbuki onlar, esmâ-i İlâhiyye’nin
sûretleri olan a'yân-ı sâbitenin (manaların, ilmi
suretlerin) sûretleridir. Ve bizim sûretlerimiz ile
müteayyin olan (meydana
çıkan) ancak vücûd-i Hak'tır. (Hakk’ın
vücududur) Böyle olunca, bizim vücûdumuzun
istiklâli (bağımsızlığı)
yoktur. Belki vücûd-i Hakk'a muzâf (ait)
olan bir vücûd-i i'tibârîdir (gerçekte
olmayıp var kabul edilen bir vücuttur). Bu
izâfi (bir şeye göre) olan
vücûdlar ise, buz gibi eriyip dâimâ helâk (yok)
olmada ve Hakk'ın zâtı bâkî (devamlılık
üzere) kalmadadır. Ve emr-i helâkte (ölümde),
sûrî (bedensel)
ve ma'nevî olan mevcûdât (mevcut
varlıklar) müsâvîdir (eşittir)
. Binâenaleyh
(nitekim),
akıl dediğimiz vücûd-i ma'nevî (manevi
varlık) dahi helâk (yok)
olur.
Mesnevî:
Tercüme:
"Onun Zât’ı indinde (katında),
hâlik (helâk,
yok olucu), mevcûd
ve ma'dûm gelir (yok
olur).
Yokluk içinde varlık ise acîbdir.
(şaşılacak şeydir)"
Ya'nî
hâlik (yok
olucu, ölümlü) olan bu suver-i kevniyye (maddi
varlıklar), Hakk'ın
vech-i bâkîsi (devamlılık
üzere olan Zât’ı) huzûrunda, hem mevcûd ve
hem de ma'dûm (yok)
olur. Taayyünâtın (meydana
çıkmışların) mevcûd oluşu, vücûd-i Hakk'ın
tenezzülâtından (inişlerinden)
dolayı, esmâsının birer libâsı kesîfe (kalın
örtüye) bürünüp, yine vücûd-i Hak'la (Hakk’ın
vücuduyla) zâhir olmasıdır (görünmesidir)
ki, ism-i Zâhir'in muktezâsıdır (zahir
esmasının gereğidir) . Ma'dûm
(yok) oluşu
dahi, bu taayyünâtın (şeklin)
bozulup mahv (ortadan
kalkması) ve müstehlek (bitmiş,
tükenmiş) bulunmasıdır. Bu tenezzülâttan (inişlerden)
dolayı Hakk'ın Zât’ına aslâ tağayyür ârız
değildir
(Zât’ı asla başkalaşmaz, değişikliğe uğramaz).
Meselâ, buhar tekâsüf edince (yoğunlaşınca)
su olur ve su tekâsüf edince (yoğunlaşınca)
buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur.
Buz eriyince su ve su tebahhur edince (buharlaşınca)
buhâr olur. Binâenaleyh (nitekim),
buzun şânı helâktir (yok
olmaktır).
Halbuki hâlik (yok)
olan buz, buhârın indinde hem mevcûd ve hem de
ma'dûm gelmiştir
(yok olmuştur). Ve onun
şânı, yokluk içinde varlıktır. Maahâza (bununla
beraber),
bu nüzûl (inme,
alçalma) ve urûcda (yükselmede)
buhârın zâtı müteğayyir (başka,
farklı) değildir.
Mesnevî:
Tercüme:
"Bu mazharda (görüntü
yerinde) akıllar elden gitti; kalem buraya gelince kırıldı."
Ya'nî
bu ittisâlsiz (bitişmesiz,
yapışmasız) ve infisâlsiz (ayrılmasız)
vuslattan (kavuşmaktan) ibâret
olan bakâ (bakilik,
devamlılık) içinde bakâ (bakilik)
keyfiyeti (husûsu) ve
o bakânın (devamlılığın)
fenâ (yokluk)
içinde olması akıl erecek bir şey değildir. Zîrâ
bu meşhedde (müşahede
yerinde, seyredilen yerde) akıllar elden gitti. Binâenaleyh
(nitekim),
burada erbâb-ı ukûl (akıl
sahipleri) dem-bestedir (soluğu
kesilmiş, susmuştur). Ve
ilm-i zâhire sığabilecek (dışarıdan
alınan ilimle bilinebilecek) bir şey değildir
ki, kalemle yazmak mümkün olsun. Bu ancak hâl bahsidir (o
hali yaşama konusudur) ;
tatmayan bilmez.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
11.03.2003
http://gulizk.com
|