[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC
"HİKMETİ
ALİYYE"NİN BEYÂNINDA
OLAN
FASTIR]
"Hikmet-i
aliyye"nin (aliyy’deki
hikmetin) Kelime-i İsmâîliyye'ye (İsmail
kelimesine) müstenid (dayalı) olmasının se
bebi budur ki, Hak Teâlâ İsmâil (a.s)ı ism-i
"Aliyy”e (Aliyy
esmasının) mazhar (göründüğü yer) kıldı. Onun için
himmeti âlî olup, Hakk'a karşı uhûd-ı sâbıka (önceden
olmuş, geçmiş sözleşmesine, yeminine) ve lâhikasında
(sonradan)
va'dine (verdiği
sözü) vefâ ederek (yerine
getirerek),
ibrâz-ı sadâkat eyledi (içten bağlılığını, doğruluğunu gösterdi).
Nitekim, Hak Teâ
lâ onun hakkında
………………………………………….(Meryem,
19/50) buyurmuştur. Ve bu ulüvv-i (yüksek)
mertebesinden dolayı Rabb'i indinde (katında)
marzî (kendisinden
razı) oldu. Yâhut İsmâîl (a.s.) zât-ı câmianın
(bütün İlâhi isim ve sıfatları kendinde
toplamış olan zatın) mazharı (göründüğü
mahal) olan ve Ulüvv-i Zât (yüce
Zât) sâhibi bulunan Nebî'miz (Peygamberimiz)
(s.a.v.) Efendimiz'in rûhâniyyetini hâmil (taşıyan) oldu
ğu için, "hikmet-i aliyye" bu kelimeye mukârin
(bitişik)
kılındı. Ve "Aliyy"
esmâ-i Zât’tan (Zat’a
ait isimlerinden) bir isim olduğundan, Cenâb-ı
Şeyh (r.a) onların hikmetinde, Zât hasebiyle, (Zât’ı
bakımından) o ismin Ahadiyyetini (bölünmez,
parçalanmaz sonsuz tekliğini) ve esmâ ve sıfât
hasebiyle de külliyyetini (bütünlüğünü)
beyâna şurû' buyurdu (açıklamaya
girişti).
Ve ism-i Aliyy (aliyy
ismi) İsmâil (a.s)ın Rabb-i hâssı (öz rabbı, terkibindeki ağırlıklı isim) olup,
ondan râzı olduğu gibi, mevcudâttan her bir mevcûdu
terbiye eden esmâ-i ilâhiyyeden (İlâhi
esmalardan) her birisinin dahi kendi merbûb (kulu) ve mazharlarından (görüntü
mahallerinden) râzı bulunduğunu bu fass-ı münîfde
(kıymetli
eserinde) beyân eyledi (açıkladı).
Ma'lûm
olsun ki, muhakkak müsemmâ-yı Allâh, Zât ile Ahadî,
esmâ ile küldür (1).
Ya'nî
"Allah" tesmiye olunan (denilen,
isimlendirilen) "vücûd"un (varlığın)
zâtında hiç bir vech ile (yüzüyle,
tarafıyla) kesret (çokluk) yoktur. Belki o vücûd, Zât ile Ahaddır (bölünmez,
parçalanmaz sonsuz Tek’tir).
Ve Zât-ı Ahadiyyet (Zât’ın Ahadiyeti, Tekliği) tecellîden
(zuhurdan,
belirmeden) müberrâdır (beridir,
temizdir); çünkü âlemlerden ganîdir (zengindir,
âlemlere ihtiyacı yoktur).
Ve bu Zât için vücûh-ı gayr-ı mütenâhiyye (sonsuz
imkânlar) vardır ki, esmâ ve sıfâtı muktezî
olan (gerektiren,
icap ettiren) "Ulûhiyyet" o vücûhu (olmuş,
olacak bütün imkânları) cem' eder (toplar). İmdi hazret-i İlâhiyye (İlâhi
mertebe) kâffe-i sıfât ve esmâ
(sıfatların ve esmanın bütün hepsi) ile berâber
"Zât"tan ibâret olduğundan, esmâ ve sıfâta
nazaran (göre)
küll mecmû'udur (bir araya toplanmış, hepsi bir bütün olmuştur).
Misâl:
"Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında
aslâ kesret (çokluk)
yoktur; zât ile ahadîdir (bölünmez,
parçalara ayrılmaz, sonsuz sınırsız tektir)."Akıl"
olabilmek için, nefs-i emirde, (gerçekte)
âsârda (eserlerde) mütecellî olmasına (görünmesine) lüzûm yoktur. Âsârda
(eserlerde)
zâhir (görülmüş)
olsa da olmasa da, zâtında yine akıldır. Binâenaleyh
(nitekim), âsârdan
(eserlerden)
müstağnîdir (zengin,
gönlü doygundur).
Fakat onun şuûnât-ı nâmütenâhiyyesi (sonu
gelmeyen işleri, fiilleri) vardır ki, onları zâtında
cem' etmiştir (toplamıştır).
Devri Âdem'den bu âna kadar zuhûr etmiş (meydana
çıkmış) ve bundan sonra da zuhûr edecek (meydana
gelecek) olan âsâr-ı muhtelifesi (çeşitli
eserleri) i'tibâriyle (bakımından)
o ma'nâ küldür (bir
bütündür).
Her
bir mevcûd için, Allâh'dan, hâssaten onun Rabb'inin
gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur (2).
Ya'nî
her bir mevcûdun, "Ulûhiyyet" mertebesinden aldığı
hisse (pay)
ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı (öz Rabbi) olan
bir "isim"dir ve o mevcûdun Allah'a irtibâtı (bağlantısı),
o isim vâsıtasıyladır ve o ismin
"eser"i, o mevcûd olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir
(görünen
suretidir) .
Ve o "isim", o mevcûdun bâtınıdır (ruhudur)
ve hakîkatidir. Vâkıa (gerçi)
her bir mevcûd, âlemlerin Rabb'i olan Allâh'ın
mazharıdır (göründüğü
mahaldir). Fakat bu mazhariyyet (nail
olma, şereflenme) mevcûdâttan her birinin Rubûbiyyet-i
Mutlaka’dan (Mutlak
Rububiyet mertebesinden, esma mertebesinden) mazhar
(görüntü mahalli) olduğu ism-i
hâssın (öz esmasının) Rubûbiyyet-i hâssası
(Rububiyetin
hususiyeti, özelliği) haysiyyetiyledir
(değeriyledir,
değeri kadardır); yoksa
mertebe-i Ulûhiyyet’in (Uluhiyet
mertebesinin) mutazammın (içine
aldığı, muhtevi) olduğu esmânın küllîsine (bütününe) mazhariyyet (nail
olmak) her bir mevcûd için müstahîldir (imkânsızdır).
Bu
mazhariyyet (buna nail olma)
ancak "İnsân-ı Kâmil"e mahsûstur (aittir). Zîrâ İnsân-ı Kâmil, kâffe-i
esmâ-i İlâhiyye’yi (bütün
İlâhi isimlerin hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) "Allâh"
isminin mazharıdır (göründüğü
mahaldir) ve İnsân-ı Kâmil’den gayrı (başka)
hiçbir mevcûdun bu mazhariyyete (buna
nail olmaya)
isti'dâdı yoktur.
Misal:
Kendisinde
mi'mârlık, hattâtlık (yazıcılık),
ressâmlık ve marangozluk vesâire gibi
(bunun gibi) birtakım sıfât olan kimse, bu sıfatlarının
icâbâtı olan (gerektirdikleri) isimler ile zâhir
olmak (açığa
çıkmak) murâd etse ve meselâ kendisinin ressâm
olduğunun bilinmesini istese, bir levha tersîm edip (çizip)
ortaya atar. Bu levha, onun "ressâm"
isminin mazharı (çıktığı
mahal) olur. Zîrâ "ressâm" isminin
taht-ı terbiyesindedir (terbiyesi
altındadır). Ve bu şahsın mütaaddid (birçok)
isimlerinden levhanın nasîbi (aldığı
hisse, pay),
hassâten
(sadece)
"ressâm" ismidir. Maahâza (bununla
beraber) o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası
tahtında
(mutlaka hangi şartta olursa olsun terbiyesi altında,
tasarrufu altında) olmaktan
da vâreste (kurtulmuş) değildir. Çünkü bu
şahıs, o levhaya ilmiyle, irâdesiyle, kudretiyle ve sâir (diğer) sıfâtıyla da mütecellîdir
(tecelli
eder, oluşturur).
Şu kadar ki, bu Rubûbiyet-i Mutlaka’ya (Mutlak
Rububiyet’ten, esmadan) o levhanın mazhariyyeti,
(elde ettiği, nail olduğu) ressâm
ism-i hâssının, (ressam
isminin hususiyeti) rubûbiyyet-i hâssası (kendinde bulunan esmaların güçlü
ismi olması) cihetiyle (yönüyle)
vâkı' olmuştur (gerçekleşmiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
levhanın mi'mâr, hattât (yazı yazan) ve marangoz ve sâir (diğer)
isimlerin mazharı (göründüğü
yer) olması müstahîldir (imkânsızdır).
Zîrâ
o levha bu isimlerin mahall-i tecellîsi (göründüğü
yer) olmak isti'dâdını hâiz (sahip)
değildir. Fakat bu kimse kâffe-i esmâsının (bütün
esmanın hepsinin) zuhûruna (meydana
çıkmasına) müstaid (istidadlı,
müsait) olmak üzere, meselâ bir câmi' binâ etse,
bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar
yazsa hattâtlığı ve resimler yapsa ressamlığı ve kürsüler
i'mâr etse marangozluğu meşhûd (görülmüş) olur. Ve câmi' o
kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin (hepsinin)
mazharı (çıktığı, göründüğü yer) olduğundan,
resim levhasına nisbetle (göre),
bir
mazhar-ı kâmil (bütün
isimlerin açığa çıktığı, kâmil görüntü mahalli) olur.
Velâkin
Ahadiyyet-i İlâhiyyede kimse için kadem yoktur. Zîrâ
biri için ondan bir şey vardır ve diğeri için de ondan
bir şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz kabul etmez. İmdi
O'nun Ahadiyyeti bi'l-kuvve olan cemî'-i esmânın mecmû'udur
(3).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a), balâda (yukarıda)
"Allâh" ismi ile müsemmâ olan (isimlenen) vücûdun (varlığın)
, zât
ile Ahadî (bölünmez sonsuz sınırsız tek oluşu) ve
esmâ ile kül (bütün)
olduğunu beyan buyurmuş (açıklamış)
idi. Şimdi de Ahadiyye-i İlâhiyye-i Zâtiyyede (Ahad
olan İlâhi Zât’ta) kimse için kıdem (ebedilik
ve ezeli olmak), ya'nî vücûd (varlık) ve sübût (sabitlik)
olmadığını ve meselâ falan sûret için falan şey ve falan
sûret için dahi falan şey sâbit (mevcut)
olmuştur denilemeyeceğini ve çünkü
Ahadiyyet’in teb'îz kabûl etmeyeceğini
(bölünüp, parçalanamayacağını, kısımlara ayrılamayacağını)
beyân buyururlar (bildirirler).
Ma'lûm
olsun ki, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât
mertebesinde) ne isim ve ne de resim yoktur. Bu
mertebeye verilen "Vücûd-ı Mutlak" ismi, efhâma
anlatmak (anlamak,
idrak etmek) için vaz' olunan (konulan)
bir ıstılâh-ı mahsûstan (husûsi,
özel terimden) ibarettir. Binâenaleyh (nitekim)
bu mertebede fiilen sâbit (mevcut)
olmuş bir vücûd yoktur. Ne kadar kesret-i nisebiyye
(çokluk
ile ilgili vasıflar) ve vücûdiyye (varlıklar) varsa, cümlesi O'nda mücmelen
(hulâsa,
toplu olarak) kuvvededir (potansiyel
güç olarak vardır) ve
esmâ-i İlâhiyye yekdîğerinden (bir
diğerinden) mütemeyyiz (farklı,
başka) bir halde değildir ve hepsi O'nun aynıdır.
Ve Zât-i Ahadiyyet (Ahad
olan Zâtı) mütecezzî (parçalanır, cüzlere ayrılır) olmadığından,
bir cüz'ü (parçası)
falan ve bir cüz'ü de
(parçası da) falan şey içindir denemez. Binâenaleyh
(nitekim),
"Allah" ismi ile müsemmâ olan (isimlenen)
Zât’ın Ahadiyyet’i (bölünmez
sonsuz tekliği),
O'nda kuvvede (güç,
potansiyel olarak) bulunan kâffe-i esmânın (esmanın
hepsinin) mecmû'udur (toplamıdır)
.
Zîrâ bâlâda (yukarıda)
beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere esmâ ile
küldür (bir
bütündür).
Misâl:
Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle,
meyveleriyle berâber bir ağaç vardır. Fakat bu ağaç
kuvvededir (potansiyel
güç olarak mevcuttur),
henüz fiile çıkmamıştır ve icmâldedir (hulâsadır,
özettir, toplanmış haldedir),
henüz tafsîle gelmemiştir (açılıp yayılmamıştır).Ve çekirdek
içinde mündemic (yerleşmiş)
olan bu ağaç, o çekirdeğin aynıdır. Ve onun
dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden
mümtâz (ayrılmış)
değildir. Çekirdeğin zâtı ahadiyyet (bölünmezlik,
teklik) üzeredir; fakat kendisinde bilkuvve (güç, potansiyel olarak) mündemic (içine
yerleşmiş) olan ağacın ve teferruâtının (ayrıntılarının)
ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden müteselsilen
(peş
peşe, ardı sıra gelecek olan) ilâ-mâ-lâ-nihâye
(sonsuz,
nihayetsiz) zuhûr edecek (meydana
çıkacak) olan ağaçların ve onların teferruâtının
(ayrıntılarının)
kâffesinin mecmû'udur (hepsinin
toplamıdır).
İmdi
Cenâb-ı Şeyh (r.a) bâlâda (yukarıda) her bir mevcûdun bir
Rabb-i hâssı (öz
Rabbi, terkibinin güçlü ismi)
olup, o mevcûdun (birimin)
Rubûbiyyet-i Mutlaka’dan (mutlak,
kayıtsız esmadan, esma mertebesinden) nasîbi
(payı),
ancak
o ism-i hâs (öz
ismi) olduğunu beyân eylemiş (bildirmiş)
idi. Şimdi de mevcûda"ttan her birisinin,
kendi Rabb-i hâssı (terkibindeki
güçlü isim) olan isme göre saîd (mutlu,
cennetlik) olduğunu ve her bir mevcûddan (var
olanlardan) Rabbi hâssı (öz
Rabbi, terkibindeki güçlü ismin) râzî bulunduğunu
(razı olduğunu) beyân buyururlar (açıklarlar).
Ve
mevcûdâtın, kendi Rabb-i hâslarının (öz
Rablerinin, terkiplerindeki ağırlıklı ismin) sırât-ı
müstakîmi (doğru
yolları) üzerinde
nasıl yürüdükleri, Fass-ı
Hûdî'de tafsîl olunmuştur (geniş
olarak anlatılmıştır).
Ve
saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki hazreti vücûdiyyede,
Rabb'i indinde marzî olmayan kimse yoktur. Zîrâ o Rab,
onun üzerine Rubûbiyyetini ibkâ eder. Böyle olunca o
kimse, Rabb'i indinde marzîdir. Marzî ise saîddir (4).
Ya'nî
saîd (cennetlik)
kendisini terbiye eden ism-i hâs (asıl
öz ismi) indinde (yanında) marzî olan
(kendisinden razı olunan) kimsedir. Zîrâ o
ism-i hâs (hakikâti, öz ismi) onun nâsiyesinden
(alnından)
tutup, kendi sırât-ı müstakîmi (doğru
yolu) üzerinde yürütür. Ve merbûbun (kulun)
bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir (zorunludur).
Binâenaleyh (nitekim),Rab
(terbiyecisi)
olan o ism-i hâs (güçlü
isim, öz ismi) merbûbundan (kulundan)
râzıdır. Ve mevcudâttan her birisi, böylece
kendi Rab'leri (terbiyecisi)
olan esmâ-i hâssanın indinde (kendi
öz isimleri katında) marzîdirler (kendisinden
razı olunandır). Zîrâ o
Rab (terbiye
eden) merbûbunun (kulunun)
üzerinde ale'd-devâm (devamlı
olarak) Rubûbiyyeti (malikliği,
sahipliği) ile kâim (mevcut)
ve bâkîdir (devamlıdır). Eğer merbûbdan (kulundan)
râzı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim
ve kâim (mevcut)
kılmaz idi. Ve merbûb (kul)
olan kimse, mâdemki Rabb-i hâssının (kendindeki
güçlü ismin) Rubûbiyyetini (Rablığını,
malikliğini) kâbiliyyeti ile kabûl etmiştir,
elbette onun indinde (katında)
marzîdir (razı
olunandır) ve marzî olan (razı
olunan) kimse ise saîd (cennetlik,
bahtiyar) olur. Maahâza (bununla
beraber) diğer isme nazaran (göre)
şakî olması (cehennemlik,
bahtsız), başka bir mes'eledir. Ve âyet-i
kerîmede ……………………………… (Zümer, 39/7)
Ya'nî "Hak Teâlâ ibâdının (kullarının)
küfrüne râzı olmaz" buyrulması bu hakîkata
münâfi (aykırı) değildir. Çünkü Rabbü'l-erbâb
(Rabların
Rabbı) olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri erbâb-ı
hâssanın cümlesinin
(Rabbi hasların hepsinden, her birimde tasarruf eden güçlü
ismin) îcâbâtından (icab
ettirdiklerinden) râzî değildir. Velâkin o
isimlerin zuhûr-i îcâbâtı (gerektirdiklerinin
açığa çıkması) zâtının muktezâsındandır
(gereğindendir).
Ve
bunun için Sehl dedi: ……………………………
Her bir
"ayn"a hitâb eder. ……………………. ve
…… üzerine
…….. idhâl
etti ve harf-i imtinâ'dır, imtinâ' içindir. Halbuki o sır
zâil olmaz. Binâenaleyh, Rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5)
Ya'nî
her bir ism-i hâssın (kendi
öz isminin) Rubûbiyyeti, (malikliği,
sahipliği, Rablığı) merbûbu (kulu)
üzerinde bâkî (devamlı) olduğu için Sehl b.
Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki: "Muhakkak Rubûbiyyet
için bir sır vardır ve o sır dahi sensin ve eğer o sır zâil
(yok) olaydı Rubûbiyyet bâtıl (geçersiz,
abes) olur idi." Hz. Sehl "ente" (sen)
kavli (sözü)
ile her bir ayn-ı mevcûdeye (mevcut
olan manaya) hitâb eder. "Zahara",
"zâle", ya'nî "zâil (yok)
oldu" ma'nâsına gelir. Ya'nî Hakk'ın
"Rubûbiyyet" sıfatıyla ittisâfı (sıfatlanması)
merbûbun (kulun)
vücûdûna mütevakkıftır (bağlıdır)
.
Binâenaleyh (nitekim)
merbûb (kul)
mevcûd ve bâkî (daimi)
oldukça, Rubûbiyyet dahi mevcûd ve bâkî (daimi)
olur. Merbûb (kul) zâil (yok) oldukda Rubûbiyyet dahi zâil (yok)
olur. Şu halde Rubûbiyyet için olan sır, senin
vücûdundur. Eğer senin ayn-ı mevcûdun (kendi
vücudun) olan o sırr-ı Rûbubiyyet (Rububiyet
sırrı) zâil (yok) olacak olsa, Rubûbiyyet bâtıl
(geçersiz,
abes) olurdu. Halbuki Hak merbûb (kul)
üzerinde Rubûbiyyetini ibkâ etmekle (devam
ettirmekle) o sır zâil (yok)
olmaz. Ve bi'n-netîce (sonuç
olarak) Rubûbiyyet de bâtıl (abes)
olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî
hazretleri
"Lev
zahara" deyip "zahara" kelimesine harf-i imtinâ'
(imkânsızlık bildiren harf) olan
"lev"i idhâl (dahil)
etti; ve bununla sırr-ı Rubûbiyyet (Rububiyyet
sırrı) olan ayn-ı mevcûdun (kendi
vücudunun) zâil (yok)
olması mümteni' (düşünülemez) olduğunu murâd
eyledi.
Zîrâ
"ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'i iledir;
"ayn" ise dâimâ mevcuttur. Binâenaleyh, Rubûbiyyet
de dâimâ bâtıl olmaz (6).