BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN:"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
İmdi
ulüvv-i mekân ………………………….. (Tâhâ,
20/5) gibidir. Ve o, emkinenin a'lâsıdır. Ve ulüvv-i mekânet,
…………………….. (gasas, 28/88)
…………………….. (Hûd, 11/123) ……………….
(Neml; 27/63) dir. Ve Hak Teâlâ ……………………..
(Meryem, 19/57) buyurdukda, "aliyyen" kavlini mekân
için na't kıldı. ……………………………….
(Bakara, 2/30) Bu, ulüvv-i mekânettir. Ve melâike hakkında
………………………………. (Sâd, 38/75) buyurdu.
Binâenaleyh, ulüvvü melâike için kıldı. Eğer melâike
olmalarından dolayı olaydı bu ulüvde
melâikenin cümlesi dâhil olurdu. Vaktâki hadd-i
melâikede iştirâkleriyle berâber âmm olmadı; biz bildik
ki, muhakkak bu, Allah indinde ulüvv-i mekânettir. Ve nâstan
hulefâ dahi böyledir. Eğer onların hilâfet ile ulüvvü,
ulüvv-i zâtî olaydı, her insan için olur idi. Vaktâki âmm
olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu ulüvv, mekânet içindir (4).
Ya'nî
ulüvv (yükseklik),
mekân (yer)
ve mekânet (rütbe,
mertebe) için sâbit (var)
olup ulüvv-i mekân (yer yüksekliği) Hak
Teâlâ'nın ……………………….. (Tâhâ, 20/5) ya'nî
"Rahmân arş üzerine istivâ eyledi" kavliyle (sözü
ile) müeyyeddir (desteklenmiştir)
. Zîrâ
âlem-i cismânînin (evrenin
madde yapısının) müntehâsı (en
uç noktası) Arş'tır. Ve Arş, cemî'-i âlem-i
cismânîyi (bütün
âlemin madde yapısını) muhîttir (kaplamış,
kuşatmıştır). Şu halde
Arş, mekânların (yerlerin)
en yükseğidir. Ve Hak Teâlâ, "Rahmân"
ismiyle Arş üzerine müstevî (kaplayan,
kuşatan) olunca, onun için ulüvv-i mekân (yer
yüksekliği) sâbit olmuş olur. Ulüvv-i mekânete
(mertebe
yüksekliğine) gelince
…………………………….. (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesi
Hak için bu ulüvv-i. mekâneti (rütbe
yüksekliğini) isbât eder. Zîrâ her bir şey hâliktir
(yaratılmıştır).
Ancak
onun "vech"i ve "zât"ı hâlik (yaratılmış)
değildir. Çünkü vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı
vücûtlar) Vücûd-ı Mutlak (kayıtsız,
tek, salt vücût sahibi olan Zât-i Hakk’ın vücûdu) ile
kâimdir (vardır).
Ve mukayyed (kayıtlı,
bağlı) olan vücûd, kayd-ı taayyünden (meydana gelmiş
kayıtlılığından, bağından) kurtulunca, ayn-ı
mutlak (mutlak,
tek hakikât) olur. Ve bu, Hakk'ın ulüvv-i mekânetidir
(rütbe
yüksekliğidir).
Ve kezâ ……………………. (Hûd, 11/23)
ya'nî "Emrin kâffesi (hepsi)
ona rücû' eder" (aittir)
ve "O'nunla berâber ilâh var mıdır?"
(Neml, 27/63) âyet-i kerîmeleri dahi, bu ulüvv-i mekâneti (mertebe
yüksekliğini) müsbittir (isbat
eder) .
Çünkü vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı
vücûd) helâk (yok) olup
kisve-i taayyünden (belirlenmiş
elbiseden) soyunduğu vakit, asl-ı vücûd (hakiki vücût) olan
Vücûd-i Mutlak’a (gerçek,
mutlak vücûda) mülhak (katılmış)
ve râci' (geri dönmüş) olur.
Binâenaleyh (nitekim),
gayr (başka)
için vücûd
olmayınca; Allah ile berâber ilâh olması mütesavver değildir
(düşünülemez).
Ve Hak Teâlâü, İdrîs (a.s.) hakkında
……………………….. (Meryem, 19/57) ya'nî "Onu
mekân-ı alîye (yüksek
yere, mekâna) ref ettik (yükselttik)
buyurdukda,
"aliyy" sıfat-ı hasenesini
(en iyi sıfatlarını) mekâna (yere,
mahale) na't kıldı (sıfat, nitelik
yaptı).
Ya'nî mekânı "aliyy" (en
yüksek yer) sıfat-ı hasenesiyle (iyi
sıfatları ile) tavsîf buyurdu (vasıflandırdı).
Şu halde ulüvv (yükseklik),
insanın
vasfı (sıfatı) değil,
mekânın (yerin)
vâsfı (sıfatı)
olur. Ve insan o mekân-ı âlîye (yüksek
yere) çıkmakla âlî (yüce) olur.
Ve Hak Teâlâ, Âdem (a.s.) ve evlâdı hakkında
………………………………………………………
(Bakara, 2/30)
ya'nî "Rabbin
melâikeye (meleklere)
hitâben (konuşarak) ben
yeryüzünde halîfe kılıcıyım, dediği vakit" buyurdukda,
bu kavl (söz) dahi
ulüvv-i mekâneti (rütbe,
derece yüksekliğini) gösterir. Zîrâ bu kavilde
(deyişte, cümlede)
ulüvv-i mekânet (yüksek
derece, mertebe);
rütbe-i hilâfete (halifelik rütbesine)
tahsis olunmuştur (ayrılmıştır).
Binâenaleyh
(nitekim) insan,
kendi nefsinde bilcümle (bütün)
merâtib-i İlâhiyye’yi câmi' (İlahi
mertebeleri kendi nefsinde toplamış) olarak rütbe-i
hilâfeti (halifelik
rütbesine) hâiz (sahip)
olmakla ulüvv-i mekânet (yüksek
mertebe, makam) sâhibi olur. Bu halde de ulüvv (yükseklik); insanın
vasfı (sıfatı) değil,
mertebenin vasfı (sıfatı)
olmuş olur.
Ve
kezâ Hak Teâlâ, İblîs’e (şeytanın
en büyüğüne) hitâben (konuşarak),
melâike (melekler)
hakkında: "Sen Âdem'e (İnsan’a)
secdeden istikbâr mı ettin? (secde
etmekten kibirlendin mi) Yoksa sen, melâike-i âlînden
misin?" (üstün,
yüce
meleklerden misin?) (Sâd, 38/75) buyurdu.
Ulüvvü (yüksekliği)
melâike-i âlîn (yüce
melekler) için sâbit kıldı (mevcut
yaptı).
Zîrâ melâike-i âlîn (yüce melekler),
melâikenin
(meleklerin) bir
sınıfıdır ki, Hak'ta şiddet-i heyemanlarından (şiddetli
aşklarından) ve halktan (yaratılmalarından)
kemâl-i gaybûbetlerinden (kayıp
olma, yok olmalarının kemalinden)
nâşî (dolayı),
Âdem (a.s.) a ve evlâdına secde ile me'mûr (vazifeli)
değildirler. Çünkü onlar neş'etlerinden (var
olduklarından) beri, Hak'ta müsteğrak (batmış, boğulmuş,
yok durumda) olup gayrin (başkanın)
ne olduğunu bilmezler. Hattâ kendi nefislerinden
dahi bî-haberdirler (haberleri
yoktur).
Binâenaleyh (nitekim),
onlardaki ulüvv (yükseklik),
kendilerinin ulüvv-i Zâtîleri (kendi
zâtlarından dolayı yücelik) değil, Hak'ta istiğraklerinden
(batmış,
boğulmuş, yok olmalarından) nâşî (dolayı)
ulüvv-i Hak'tır (Hakk’ın yüceliğidir)
. Eğer
bu ulüvv (yücelik),
mahzâ
(sadece)
melâike (melekler)
oldukları için kendilerine tahsîs kılınmış
(özel ayrılmış) olaydı, melâikenin kâffesi (meleklerin
hepsi) bu ulüvvde (yüceliğe)
dâhil olmak lâzım gelirdi. İmdi vaktâki (ne zaman ki)
, melâikenin
(meleklerin) ta'rîfinde
hepsinin vücûdu müşterek (ortak)
olmakla berâber, bu ulüvv (yücelik),
melâikenin (meleklerin)
cümlesine (bütün
hepsini) âmm (umumi
olarak, hepsini birden) ve şâmil (içine
almış) olmadı; binâberîn (bunun
üzerine),
biz bu adem-i ta'mîmden, (umumileştirmeksizin)
bu ulüvvün (yüceliğin)
indallah (Allah
katında) ulüvv-i mekânet (mertebe
yüksekliği) olduğunu, ya'nî Hakk'ın vücûdunda
istiğrâk (gömülmüşlüğün,
kaybolmuşluğun) ve heyemân (şiddetli
aşk) mertebesinin ulüvvü (yüksekliği)
bulunduğunu bildik. Ve nâstan (insanlardan)
hulefâ (halife
olanlar) dahi melâike-i âlîn (en
yüksek mertebedeki melekler) gibidir. Çünkü
hulefânın (halifelerin) ulüvvü
(yüceliği),
mahzâ (sadece)
insan oldukları için ulüvv-i zâtî (zâtları
bakımından yüce) olaydı, bu ulüvv (yücelik)
insanların cümlesine (hepsini)
şâmil olurdu (içine
alırdı).
Vaktâki (ne
zaman ki) bu hilâfet (halifelik),
efrâd-ı
insâniyyenin (insan
ırkının) kâffesine (hepsine)
âmm (umumi,
genel) olmadı; biz bu adem-i şümûlden (bütün
insanları içine almadığını) bildik ki, bu ulüvv
(yücelik) mertebe-i
hilâfeti (halifelik
mertebesini) ihrâz (elde)
edenlere mahsûstur. Ve ulüvv (yücelik)
dahi mekânet (derece,
rütbe) içindir.
Ve
"Aliyy" O'nun esmâ-i hüsnâsındandır. Kimin üzerine?
Halbuki vücûdda ancak O vardır. İmdi O; li-zâtihi "Aliyy"dir.
Yâhut ne şeyden? Halbuki o şey, ancak O'dur. Binâenaleyh
onun ulüvvü, kendi nefsi içindir. Ve O, vücûd haysiyyetiyle
mevcûdâtın "ayn"ıdır. Böyle olunca muhdesât
ile müsemmâ olan, li-zâtihâ "Alliyy"dir. Halbuki
muhdesât ancak O'dur. Şu halde Hak, ulüvv-i izâfi olmaksızın
"Aliyy"dir. Zîrâ kendileri için adem sâbit
olan a'yân ki, o ademde sâbittirler, vücûddan bir koku
istişmâm etmediler. İmdi mevcûdâtta taaddüd-i suver ile
berâber, onlar hâli üzeredir. Halbuki mecmû'da, mecmû'dan
zâhir olan "ayn" birdir. İmdi kesretin vücûdu
esmâdadır; o da nisebdir ve niseb umûr-i ademiyyedir ve
ancak "zât" olan "ayn" vardır. İmdi, o,
izâfetle değil, li-nefsihi "Aliyy"dir (5).
Ya'nî
"Aliyy" ismi, ahâdîs-i sahîhada (doğru
ve gerçek hadislerle) vârid olan (gelen
erişen) Hakk'ın doksan dokuz esmâsındân
birisidir. Ve Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
…………………… (Bakara, 2/255) buyurur. Hak Teâlâ
"Aliyy"dir, ya'nî mürtefi'dir (yücedir) ve
yüksektir. / Fakat kimin üzerine "Aliyy"dir? Ve
onun bu yüksekliği kimin üzerinedir? Halbuki vücûdda
O'ndan gayri (başka)
bir vücûd yoktur Mahlûkâtın vücûdu (yaratılmışların
vücûdu), vücûd-i
Hakk'a muzâf (bağlı,
alakalı) olan vücûdât-ı i'tibâriyyedir (gerçekte olmayıp
var sayılan vücutları bakımındandır) . Binâenaleyh
(nitekim),
Hakk'ın gayri (Hakk’tan
başka) yoktur ki, Hak ondan yüksek olsun. Böyle
olunca Hak, kendi zâtından nâşî (dolayı) "Aliyy"dir.
Ve O, öyle bir "Aliyy"dir ki, O'nun ulüvvü (yüksekliği) gayre
nisbetle (başkaya
göre) değildir. Yâhut Hak ne şeyden "Aliyy"dir?
Ya'nî hangi şeyden yüksektir? Halbuki o şey, ancak O'dur.
Ya'nî Hak şu şeyden "Aliyy"dir denilse, bu doğru
olmaz. Çünkü o şey, vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
mertebe-i letâfetten (şeffaf,
nur olan mertebeden) mertebe-i kesâfete (koyu
mertebeye) tenezzülünden (inişinden)
husûle gelen (meydana
gelen) bir vücûddur ki, esmâsından bir veyâ
müteaddid (birçok)
isimlerinin kemâlâtına mazhardır (kemallerinin
çıktığı, göründüğü yerdir) .
Binâenaleyh (nitekim),
onun "hüviyyet"i (Zâtı, hakikâti)
Hak'tır ve o şey Hakk'ın zâhiridir (dış
görünürüdür).
Şu halde, Hakk'ın ulüvvü (yüceliği) kendi
nefsi için vâkı' (mevcut)
olur. Zîrâ Hak "hakîkat"iyle gayriden (kendinden
başkasına) ganîdir (ihtiyacı yoktur,
zengindir).
Ve O, cemî'-i eşyânın (bütün
varlıkların) "ayn"ıdır. (hakikâtidir) Ve
Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığına göre,
Hak vücûd haysiyyetiyle (bakımından) mevcûdâtın
"ayn"ı (hakikâti)
olunca, muhdesât (sonradan
yaratılmış) denilen eşyâ (şeyler,
varlıklar) kendi zâtından dolayı "Aliyy"
olur. Fakat Hakk'ın mertebe-i kesîfe-i şehâdetteki (görülen,
seyredilen madde âlemindeki) ulüvvü (yüceliği) ile
mertebe-i Zât’taki (Zât
mertebesindeki) ulüvvü (yüceliği)
aralarında fark vardır. Zîrâ mertebe-i şehâdetteki
(içinde
bulunduğumuz âlemdeki, dünyadaki) ulüvvü (yüceliği),
kâffe-i eşyâ sûretlerinde (bütün
varlıkların suretlerinde) esmâsıyla zuhûru (meydana
çıkışı) ve bilcümle (bütün)
sûretleri muhît olmasıdır (kavraması,
kuşatmasıdır).
Ve mertebe-i Zât’taki ulüvvü (yüceliği)
ise, kesret-i esmâiyyeden (esmanın
çokluğundan olan) ulüvvüdür (yüceliğidir).
Ve vücûd haysiyyetiyle (bakımından)
muhdesât (sonradan
yaratılmış, hadis olanlar) ancak Hak'tır, Hakk'ın
gayri (Hak’tan
başka) değildir. Binâenaleyh (nitekim)
Hak, mevcûdâtın "ayn"ı (hakikâti)
olduğuna göre, o mekâna (yere)
ve mekânete (mertebeye,
dereceye) izâfeten (bağlı,
alakalı olarak) "Aliyy" değil, ulüvv-i
hakîkî (hakikâtinin
yüceliği) ile "Aliyy"dir. Zîrâ "a'yân-ı
sâbite" (ilmi
suretler, hakikâtler) vücûddan bir koku duymadılar.
Çünkü onlar için adem (yok,
yokluk) vardır. Ve onlar o hâl-i adem (yokluk
hali) içinde sâbittirler (mevcutturlar).
Hâl-i ademde (yokluk
halinde) sübûtun (var
olmanın) ne demek olduğu Fass-ı Uzeyrî'de misâl
ile îzâh olunur (anlatılır)
.
A'yân-ı sâbite (manâlar) ilm-i
İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) peydâ olan (meydana
çıkan) / esmânın sûretleri olduğundan, vücûd
sâhibi olmadıkları zâhirdir (meydandadır).
Zîrâ onların ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın
ilmindeki) sûretleri Hakk'ın vücûd-ı müteayyini
(görünen,
beliren vücudu) olduğu gibi, vücûd-i kevnîleri
(kevni vücûtları,
madde bedenleri) dahi a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) sûretlerinde müteayyin olan (beliren, görünen)
Hakk'ın vücûdudur.
Misâl:
Kendisinde
ressâmiyyet ve hattâtıyyet (yazma) sıfatları
bulunan bir şahıs, tersîm edeceği (çizeceği)
veyâ yazâcağı levhanın sûretini (şeklini)
hâriçte ızhârdan (dışarı çıkarmadan)
mukaddem (önce)
zihninde tasavvur (hayal)
eder. Zihninde peydâ olân (meydana
çıkan) o levhaların vücûd-i hakîkîleri (kendilerine
ait vücûtları) yoktur. Onların vücûd-i ilmî
ve zihnîleri ressâmın vücûdudur.
Ve onlar nisebden (sıfatlardan)
ibârettir ve niseb (sıfatlar)
ise umûri ademiyyedir (yok
olan hususlardan, meydana çıkmamış işlerdendir)
.
Vaktâki (ne
zaman ki) o şahıs levhaları hâriçte tasvîr (çizer)
veyâ tahrîr eder (yazar)
, onların
o şahsın ilmindeki sûretleri alâ-hâlihî (olduğu
gibi) bâkîdir (kalıcı,
daimidir) .
Hârice çıkan levhalar ancak onların zıllidir (gölgesidir)
. Binâenaleyh
(nitekim),
levhaların vücûdi ilmîleri (ilmi
vücûtları) vücûddan bir koku istişmâm etmemiş
(koklamamış) olurlar.
Zîrâ duvarlara ta'lîk olunan (asılan)
levhaların vücûdu, ressâmın ve hattâtın (yazı yazanın) ilminde
peydâ olan (meydana
çıkan) sûretlerin vücûdu olsa, levhalar hârice
çıkmakla ressâmın veyâ hattâtın (yazı
yazanın) ilminde onların sûretleri bâkî
kalmamak (kalıcı
olmaması) lâzım gelir idi. Halbuki iş böyle değildir.
Eğer o levhalar muhterik (yanmış)
olsa, ressâm ve hattât (yazı
yazan) ilmindeki sûretlere, yine vücûd-i hâricî
(vücut,
beden) iksâ edebilir (giydirebilir) ve
sûret-i ilmiyye (ilmi
sûretler) yine yerinde durur. İşte ilm-i İlâhî’deki
(Allah’ın
ilmindeki) suver-i esmâiyye (esma
sûretleri) de bunun gibidir. Binâenaleyh (nitekim),
mevcûdâtta sûretlerin taaddüdü (çoğalması)
ile berâber, a'yân-ı sâbite (manâlar,
hakikâtler) halleri üzere bâkîdir (daimidir)
.
Halbuki "ayn-ı vâhide", (tek
hakikât) ya'nî mevcûd-i vâhid-i hakîkî (mevcût
olan tek varlık) ,
kendisinin aksi (görüntüsü)
olan mevcûdâtın (yaratılmışların)
hey'et-i mecmûasından (tamamından)
zâhir (görünen) ve
"vücûd" haysiyyetinden (bakımından)
mecmû'-i mevcûdâtta (yaratılmışların
hepsinde) sâbittir (mevcuttur);
onlardan hâriç (dışarıda)
değildir.
Ve mevcûd-i hakîkî (hakiki varlık) cümle-i
mevcûdâtta (bütün
yaratılmışlarda) ancak vâhiddir (tektir).
Ve o "ayn-ı vâhide"dir (gerçek
olan tek hakikâttir) ki, suver-i ilmiyyeden (ilmi sûretlerden)
ibâret olan a'yân-ı ma'dûme hasebiyle
müteayyin (belli)
ve mevcûdâtın sûretleriyle
zâhir olup (meydana
çıkıp) müteaddid oldu (çoğaldı).
Binâenaleyh
(nitekim),
vücûd-i kesret (vücûtların
çokluğu) esmânın kesretinden (esmanın
çokluğundan) inbi'âs eyledi (doğdu).
Ve
esmâ dahi nisebden (sıfatlardan)
ibârettir ve niseb (sıfatlar)
dahi umûr-i ademiyyedir (açığa
çıkmamış, yok durumunda olan hususlardır, işlerdir)
.
Zîrâ nisebin (sıfatların)
vücûdu yoktur. O ancak sâhib-i niseb (sıfat sahibi) ile
kâimdir (varlık
bulur, mevcuttur) .
Böyle olunca "vücûd"da, "Zât”
olan "ayn-ı vâhide"den (kendi
tekliğinden, tek hakikâtten) başka bir şey
yoktur. / İmdi mevcûdâtın
sûretleri, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) âyinelerinde
(aynalarında)
ayn-ı
vâhide (tek
hakikât) olan Zât-ı vâhidenin (tek
Zât’ın) tecellîsinden (oluşumlarından,
belirmelerinden) müteayyin (meydana
gelmiş) ve zâhir (meydana çıkmış,
görünür) olunca, Hak cemî'-i suverde (bütün
sûretlerde) izâfet (bağ, ilişki) ile
değil, ulüvv-i Zâtî (Zât’ının
yüceliği) ile ve nefsinden dolayı "Aliyy"dir
(yücedir).
<devam
edecek>
10.09.2002
http://sufizmveinsan.com
|