30. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN:"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi ulüvv-i mekân ………………………….. (Tâhâ, 20/5) gibi­dir. Ve o, emkinenin a'lâsıdır. Ve ulüvv-i mekânet, …………………….. (gasas, 28/88) 
…………………….. (Hûd, 11/123) ………………. (Neml; 27/63) dir. Ve Hak Teâlâ …………………….. (Meryem, 19/57) buyurdukda, "aliyyen" kavlini mekân için na't kıldı. ………………………………. (Bakara, 2/30) Bu, ulüvv-i mekânettir. Ve melâike hakkında ………………………………. (Sâd, 38/75) buyurdu. Binâenaleyh, ulüv­vü melâike için kıldı. Eğer melâike olmalarından dolayı olaydı bu ulüvde  melâikenin cümlesi dâhil olurdu. Vaktâ­ki hadd-i melâikede iştirâkleriyle berâber âmm olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu, Allah indinde ulüvv-i mekânettir. Ve nâstan hulefâ dahi böyledir. Eğer onların hilâfet ile ulüvvü, ulüvv-i zâtî olaydı, her insan için olur idi. Vaktâki âmm olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu ulüvv, mekânet içindir
(4).

Ya'nî ulüvv (yükseklik), mekân (yer) ve mekânet (rütbe, mertebe) için sâbit (var) olup ulüvv-i mekân (yer yüksekliği) Hak Teâlâ'nın ……………………….. (Tâhâ, 20/5) ya'nî "Rahmân arş üzerine istivâ eyledi" kavliyle (sözü ile) müeyyeddir (desteklenmiştir) . Zîrâ âlem-i cismânînin (evrenin madde yapısının) müntehâsı (en uç noktası) Arş'tır. Ve Arş, cemî'-i âlem-i cismânîyi (bütün âlemin madde yapısını) muhîttir (kaplamış, kuşatmıştır). Şu hal­de Arş, mekânların (yerlerin) en yükseğidir. Ve Hak Teâlâ, "Rahmân" ismiyle Arş üzerine müstevî (kaplayan, kuşatan) olunca, onun için ulüvv-i mekân (yer yüksekliği) sâbit olmuş olur. Ulüvv-i mekânete (mertebe yüksekliğine) gelince …………………………….. (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesi Hak için bu ulüvv-i. mekâneti (rütbe yüksekliğini) isbât eder. Zîrâ her bir şey hâliktir (yaratılmıştır).  Ancak onun "vech"i ve "zât"ı hâlik (yaratılmış) değildir. Çün­kü vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı vücûtlar) Vücûd-ı Mutlak (kayıtsız, tek, salt vücût sahibi olan Zât-i Hakk’ın vücûdu) ile kâimdir (vardır). Ve mukayyed (kayıtlı, bağlı) olan vücûd, kayd-ı taayyünden (meydana gelmiş kayıtlılığından, bağından) kurtulunca, ayn-ı mutlak (mutlak, tek hakikât) olur. Ve bu, Hakk'ın ulüvv-i mekânetidir (rütbe yüksekliğidir). Ve kezâ ……………………. (Hûd, 11/23) ya'nî "Emrin kâffesi (hepsi) ona rücû' eder" (aittir) ve "O'nunla berâber ilâh var mıdır?" (Neml, 27/63) âyet-i kerîmeleri dahi, bu ulüvv-i mekâneti (mertebe yüksekliğini) müs­bittir (isbat eder) . Çünkü vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı vücûd) helâk (yok) olup kisve-i taayyünden (belirlenmiş elbiseden) soyunduğu vakit, asl-ı vücûd (hakiki vücût) olan Vücûd-i Mutlak’a (gerçek, mutlak vücûda) mülhak (katılmış) ve râci' (geri dönmüş) olur. Binâenaleyh (nitekim), gayr (başka) için  vücûd olmayınca; Allah ile berâber ilâh olma­sı mütesavver değildir (düşünülemez). Ve Hak Teâlâü, İdrîs (a.s.) hakkında ……………………….. (Meryem, 19/57) ya'nî "Onu mekân-ı alîye (yüksek yere, mekâna) ref ettik (yükselttik)  buyurdukda, "aliyy" sıfat-ı hasenesini (en iyi sıfatlarını) mekâna (yere, mahale) na't kıldı (sıfat, nitelik yaptı). Ya'nî mekânı "aliyy" (en yüksek yer) sıfat-ı hasenesiyle (iyi sıfatları ile) tavsîf buyurdu (vasıflandırdı). Şu halde ulüvv (yükseklik),  insanın vasfı (sıfatı) değil, mekânın (yerin) vâsfı (sıfatı) olur. Ve insan o mekân-ı âlîye (yüksek yere) çıkmakla âlî (yüce) olur. Ve Hak Teâlâ, Âdem (a.s.) ve evlâdı hakkında ……………………………………………………… (Bakara, 2/30)  ya'nî "Rabbin  melâi­keye (meleklere) hitâben (konuşarak) ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım, dediği vakit" buyur­dukda, bu kavl (söz) dahi ulüvv-i mekâneti (rütbe, derece yüksekliğini) gösterir. Zîrâ bu kavilde (deyişte, cümlede) ulüvv-i mekânet (yüksek derece, mertebe); rütbe-i hilâfete (halifelik rütbesine) tahsis olunmuştur (ayrılmıştır).  Binâenaleyh (nitekim) insan, kendi nefsinde bilcümle (bütün) merâtib-i İlâhiyye’yi câmi' (İlahi mertebeleri kendi nefsinde toplamış) olarak  rütbe-i hilâfeti (halifelik rütbesine) hâiz (sahip) olmakla ulüvv-i mekânet (yüksek mertebe, makam) sâhibi olur. Bu halde de ulüvv (yükseklik); insa­nın vasfı (sıfatı) değil, mertebenin vasfı (sıfatı) olmuş olur.

Ve kezâ Hak Teâlâ, İblîs’e (şeytanın en büyüğüne) hitâben (konuşarak), melâike (melekler) hakkında: "Sen Âdem'e (İnsan’a) secdeden istikbâr mı ettin? (secde etmekten kibirlendin mi) Yoksa sen, melâike-i âlînden misin?" (üstün, yüce  meleklerden misin?) (Sâd, 38/75) buyurdu. Ulüvvü (yüksekliği) melâike-i âlîn (yüce melekler) için sâbit kıldı (mevcut yaptı). Zîrâ melâi­ke-i âlîn (yüce melekler),  melâikenin (meleklerin) bir sınıfıdır ki, Hak'ta şiddet-i heyemanların­dan (şiddetli aşklarından) ve halktan (yaratılmalarından) kemâl-i gaybûbetlerinden (kayıp olma, yok olmalarının kemalinden)  nâşî (dolayı), Âdem (a.s.) a ve ev­lâdına secde ile me'mûr (vazifeli) değildirler. Çünkü onlar neş'etlerinden (var olduklarından) beri, Hak'ta müsteğrak (batmış, boğulmuş, yok durumda) olup gayrin (başkanın) ne olduğunu bilmezler. Hattâ kendi nefislerinden dahi bî-haberdirler (haberleri yoktur). Binâenaleyh (nitekim), onlardaki ulüvv (yükseklik), ken­dilerinin ulüvv-i Zâtîleri (kendi zâtlarından dolayı yücelik) değil, Hak'ta istiğraklerinden (batmış, boğulmuş, yok olmalarından) nâşî (dolayı) ulüvv-i Hak'tır (Hakk’ın yüceliğidir) .  Eğer bu ulüvv (yücelik),  mahzâ (sadece) melâike (melekler) oldukları için kendilerine tahsîs kılınmış (özel ayrılmış) olaydı, melâikenin kâffesi (meleklerin hepsi) bu ulüvvde (yüceliğe) dâhil olmak lâzım ge­lirdi. İmdi vaktâki (ne zaman ki) , melâikenin (meleklerin) ta'rîfinde hepsinin vücûdu müşterek (ortak) olmakla berâber, bu ulüvv (yücelik), melâikenin (meleklerin) cümlesine (bütün hepsini) âmm (umumi olarak, hepsini birden) ve şâmil (içine almış) ol­madı; binâberîn (bunun üzerine), biz bu adem-i ta'mîmden, (umumileştirmeksizin) bu ulüvvün (yüceliğin) indallah (Allah katında) ulüvv-i mekânet (mertebe yüksekliği) olduğunu, ya'nî Hakk'ın vücûdunda istiğrâk (gömülmüşlüğün, kaybolmuşluğun) ve heyemân (şiddetli aşk) mertebesinin ulüvvü (yüksekliği) bulunduğunu bildik. Ve nâstan (insanlardan) hulefâ (halife olanlar) dahi melâike-i âlîn (en yüksek mertebedeki melekler) gibidir. Çünkü hulefânın (halifelerin) ulüvvü (yüceliği), mahzâ (sadece) insan olduk­ları için ulüvv-i zâtî (zâtları bakımından yüce) olaydı, bu ulüvv (yücelik) insanların cümlesine (hepsini) şâmil olur­du (içine alırdı). Vaktâki (ne zaman ki) bu hilâfet (halifelik),  efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) kâffesine (hepsine) âmm (umumi, genel) olmadı; biz bu adem-i şümûlden (bütün insanları içine almadığını) bildik ki, bu ulüvv (yücelik) mertebe-i hilâfeti (halifelik mertebesini) ihrâz (elde) edenlere mahsûstur. Ve ulüvv (yücelik) dahi mekânet (derece, rütbe) içindir.

Ve "Aliyy" O'nun esmâ-i hüsnâsındandır. Kimin üzerine? Halbuki vücûdda ancak O vardır. İmdi O; li-zâtihi "Aliyy"­dir. Yâhut ne şeyden? Halbuki o şey, ancak O'dur. Binâe­naleyh onun ulüvvü, kendi nefsi içindir. Ve O, vücûd hay­siyyetiyle mevcûdâtın "ayn"ıdır. Böyle olunca muhdesât ile müsemmâ olan, li-zâtihâ "Alliyy"dir. Halbuki muhdesât an­cak O'dur. Şu halde Hak, ulüvv-i izâfi olmaksızın "Aliyy"­dir. Zîrâ kendileri için adem sâbit olan a'yân ki, o ademde sâbittirler, vücûddan bir koku istişmâm etmediler. İmdi mevcûdâtta taaddüd-i suver ile berâber, onlar hâli üzeredir. Halbuki mecmû'da, mecmû'dan zâhir olan "ayn" bir­dir. İmdi kesretin vücûdu esmâdadır; o da nisebdir ve ni­seb umûr-i ademiyyedir ve ancak "zât" olan "ayn" vardır. İmdi, o, izâfetle değil, li-nefsihi "Aliyy"dir (5).

Ya'nî "Aliyy" ismi, ahâdîs-i sahîhada (doğru ve gerçek hadislerle) vârid olan (gelen erişen) Hakk'ın doksan do­kuz esmâsındân birisidir. Ve Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de …………………… (Bakara, 2/255) buyurur. Hak Teâlâ "Aliyy"dir, ya'nî mürtefi'­dir (yücedir) ve yüksektir. / Fakat kimin üzerine "Aliyy"dir? Ve onun bu yüksek­liği kimin üzerinedir? Halbuki vücûdda O'ndan gayri (başka) bir vücûd yoktur Mahlûkâtın vücûdu (yaratılmışların vücûdu),  vücûd-i Hakk'a muzâf (bağlı, alakalı) olan vücûdât-ı i'tibâriy­yedir (gerçekte olmayıp var sayılan vücutları bakımındandır) .  Binâenaleyh (nitekim), Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka) yoktur ki, Hak ondan yüksek olsun. Böyle olunca Hak, kendi zâtından nâşî (dolayı) "Aliyy"dir. Ve O, öyle bir "Aliyy"dir ki, O'nun ulüvvü (yüksekliği) gayre nisbetle (başkaya göre) değildir. Yâhut Hak ne şeyden "Aliyy"dir? Ya'nî hangi şeyden yüksektir? Halbuki o şey, ancak O'dur. Ya'nî Hak şu şeyden "Aliyy"dir denilse, bu doğru ol­maz. Çünkü o şey, vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın mertebe-i letâfetten (şeffaf, nur olan mertebeden) mertebe-i kesâfete (koyu mertebeye) tenezzülünden (inişinden) husûle gelen (meydana gelen) bir vücûddur ki, es­mâsından bir veyâ müteaddid (birçok) isimlerinin kemâlâtına mazhardır (kemallerinin çıktığı, göründüğü yerdir) . Binâenaleyh (nitekim), onun "hüviyyet"i (Zâtı, hakikâti) Hak'tır ve o şey Hakk'ın zâhiridir (dış görünürüdür). Şu halde, Hakk'ın ulüvvü (yüceliği) kendi nefsi için vâkı' (mevcut) olur. Zîrâ Hak "hakîkat"iyle gayriden (kendinden başkasına) ganîdir (ihtiyacı yoktur, zengindir). Ve O, cemî'-i eşyânın (bütün varlıkların) "ayn"ıdır. (hakikâtidir) Ve Hakk'­ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığına göre, Hak vücûd haysiy­yetiyle (bakımından) mevcûdâtın "ayn"ı (hakikâti) olunca, muhdesât (sonradan yaratılmış) denilen eşyâ (şeyler, varlıklar) kendi zâ­tından dolayı "Aliyy" olur. Fakat Hakk'ın mertebe-i kesîfe-i şehâ­detteki (görülen, seyredilen madde âlemindeki) ulüvvü (yüceliği) ile mertebe-i Zât’taki (Zât mertebesindeki) ulüvvü (yüceliği) aralarında fark vardır. Zîrâ mertebe-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz âlemdeki, dünyadaki) ulüvvü (yüceliği), kâffe-i eşyâ sûretlerinde (bütün varlıkların suretlerinde) esmâsıy­la zuhûru (meydana çıkışı) ve bilcümle (bütün) sûretleri muhît olmasıdır (kavraması, kuşatmasıdır). Ve mertebe-i Zât’ta­ki ulüvvü (yüceliği) ise, kesret-i esmâiyyeden (esmanın çokluğundan olan) ulüvvüdür (yüceliğidir). Ve vücûd haysiyye­tiyle (bakımından) muhdesât (sonradan yaratılmış, hadis olanlar) ancak Hak'tır, Hakk'ın gayri (Hak’tan başka) değildir. Binâenaleyh (nitekim) Hak, mevcûdâtın "ayn"ı (hakikâti) olduğuna göre, o mekâna (yere) ve mekânete (mertebeye, dereceye) izâ­feten (bağlı, alakalı olarak) "Aliyy" değil, ulüvv-i hakîkî (hakikâtinin yüceliği) ile "Aliyy"dir. Zîrâ "a'yân-ı sâbite" (ilmi suretler, hakikâtler) vücûddan bir koku duymadılar. Çünkü onlar için adem (yok, yokluk) vardır. Ve onlar o hâl-i adem (yokluk hali) içinde sâbittirler (mevcutturlar). Hâl-i ademde (yokluk halinde) sübûtun (var olmanın) ne de­mek olduğu Fass-ı Uzeyrî'de misâl ile îzâh olunur (anlatılır) . A'yân-ı sâbite (manâlar) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olan (meydana çıkan) / esmânın sûretleri olduğundan, vücûd sâhi­bi olmadıkları zâhirdir (meydandadır). Zîrâ onların ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) sûretleri Hakk'­ın vücûd-ı müteayyini (görünen, beliren vücudu) olduğu gibi, vücûd-i kevnîleri (kevni vücûtları, madde bedenleri) dahi a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) sûretlerinde müteayyin olan (beliren, görünen) Hakk'ın vücûdudur.

Misâl: Kendisinde ressâmiyyet ve hattâtıyyet (yazma) sıfatları bulunan bir şahıs, tersîm edeceği (çizeceği) veyâ yazâcağı levhanın sûretini (şeklini) hâriçte ızhâr­dan (dışarı çıkarmadan) mukaddem (önce) zihninde tasavvur (hayal) eder. Zihninde peydâ olân (meydana çıkan) o lev­haların vücûd-i hakîkîleri (kendilerine ait vücûtları) yoktur. Onların vücûd-i ilmî ve zihnîleri ressâmın vücûdudur.
Ve onlar nisebden (sıfatlardan) ibârettir ve niseb (sıfatlar) ise umûr­i ademiyyedir (yok olan hususlardan, meydana çıkmamış işlerdendir) . Vaktâki (ne zaman ki) o şahıs levhaları hâriçte tasvîr (çizer) veyâ tahrîr eder (yazar) ,  onların o şahsın ilmindeki sûretleri alâ-hâlihî (olduğu gibi) bâkîdir (kalıcı, daimidir) .  Hârice çıkan levhalar ancak onların zıllidir (gölgesidir) .  Binâenaleyh (nitekim), levhaların vücûd­i ilmîleri (ilmi vücûtları) vücûddan bir koku istişmâm etmemiş (koklamamış) olurlar. Zîrâ duvar­lara ta'lîk olunan (asılan) levhaların vücûdu, ressâmın ve hattâtın (yazı yazanın) ilminde peydâ olan (meydana çıkan) sûretlerin vücûdu olsa, levhalar hârice çıkmakla ressâ­mın veyâ hattâtın (yazı yazanın) ilminde onların sûretleri bâkî kalmamak (kalıcı olmaması) lâzım gelir idi. Halbuki iş böyle değildir. Eğer o levhalar muhterik (yanmış) olsa, ressâm ve hattât (yazı yazan) ilmindeki sûretlere, yine vücûd-i hâricî (vücut, beden) iksâ edebi­lir (giydirebilir) ve sûret-i ilmiyye (ilmi sûretler) yine yerinde durur. İşte ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) suver-i esmâiyye (esma sûretleri) de bunun gibidir. Binâenaleyh (nitekim), mevcûdâtta sûretlerin taaddüdü (çoğalması) ile berâber, a'yân-ı sâbite (manâlar, hakikâtler) halleri üzere bâkîdir (daimidir) .  Halbuki "ayn-ı vâhide", (tek hakikât) ya'nî mevcûd-i vâhid-i hakîkî (mevcût olan tek varlık) ,  kendisinin aksi (görüntüsü) olan mevcûdâtın (yaratılmışların) hey'et-i mecmûasından (tamamından) zâhir (görünen) ve "vücûd" haysiyyetinden (bakımından) mecmû'-i mevcûdâtta (yaratılmışların hepsinde) sâbittir (mevcuttur); onlardan hâriç (dışarıda) değil­dir.
Ve mevcûd-i hakîkî (hakiki varlık) cümle-i mevcûdâtta (bütün yaratılmışlarda) ancak vâhiddir (tektir). Ve o "ayn-ı vâhide"dir (gerçek olan tek hakikâttir) ki, suver-i ilmiyyeden (ilmi sûretlerden) ibâret olan a'yân-ı ma'dûme  hasebiyle müteayyin (belli) ve mevcûdâtın sûretleriyle zâhir olup (meydana çıkıp) mütead­did oldu (çoğaldı).

Binâenaleyh (nitekim), vücûd-i kesret (vücûtların çokluğu) esmânın kesretinden (esmanın çokluğundan) inbi'âs eyledi (doğdu).

Ve esmâ dahi nisebden (sıfatlardan) ibârettir ve niseb (sıfatlar) dahi umûr-i ademiy­yedir (açığa çıkmamış, yok durumunda olan hususlardır, işlerdir) . Zîrâ nisebin (sıfatların) vücûdu yoktur. O ancak sâhib-i niseb (sıfat sahibi) ile kâ­imdir (varlık bulur, mevcuttur) . Böyle olunca "vücûd"da, "Zât” olan "ayn-ı vâhide"den (kendi tekliğinden, tek hakikâtten) başka bir şey yoktur. / İmdi mevcûdâtın sûretleri, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) âyinele­rinde (aynalarında) ayn-ı  vâhide (tek hakikât) olan Zât-ı vâhidenin (tek Zât’ın) tecellîsinden (oluşumlarından, belirmelerinden) müteayyin (meydana gelmiş) ve zâhir (meydana çıkmış, görünür) olunca, Hak cemî'-i suverde (bütün sûretlerde) izâfet (bağ, ilişki) ile değil, ulüvv-i Zâtî (Zât’ının yüceliği) ile ve nefsinden dolayı "Aliyy"dir (yücedir).

<devam edecek>

10.09.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail