[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC
"HİKMETİ
ALİYYE"NİN BEYÂNINDA
OLAN
FASTIR]
Ve
her marzî mahbûbdur ve mahbûbun her işlediği şey mahbûbdur.
Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda,
onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izâfe
olunmaktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin
ef’âlinden onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu.
Bu ef’âl marzıyyedir. Zîrâ, her bir fâil ve sâni' kendi
fiilinden ve sanatından râzıdır. Çünkü her fâil ve sâni';
kendi fiilini ve san'atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin
hâkkını kâmil kıldı. ………………………….. (Tâhâ,
20/50) Ya'nî "Hak Teâlâ her şeye halkını
verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak her şeye halkını
verdi. Binâenaleyh, noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez (7).
Ya'nî
her bir marzî olan (kendisinden
razı olunan) kimse, terbiyesi altında bulunduğu
ism-i İlâhî’nin mahbûbudur (sevgilisidir).
Ve o kimse mahbûb (sevilen)
olunca, o ismin îcâbâtından (gereğinden)
olarak kendisinden sâdır olan (çıkan)
ef’âl (fiiller,
işler) ve ahlâk ve kelâm (sözler)
ve sâire (diğer
şeyler) hep Rabb'inin (kendi terkibinin) mahbûbudur
(sevdikleridir).
Zîrâ ayn-ı mevcûdenin (mevcut
olan varlığın) belli başlı fıili yoktur. Çünkü
meşhûdumuz olan (şahit
olduğumuz, gördüğümüz) o "ayn"ın (kişinin)
bir vücûd-ı müstakılli (kendine
ait bağımsız bir vücudu) yoktur. Onun vücudu
Rabb'i olan
(kendisini terbiye eden) ismin sûretidir ve o isim,
o sûretin bâtını ve rûhudur. Binâenaleyh (nitekim)
o "ayn"da (kişide)
zâhir olan (meydana çıkan) fiil,
"ayn"ın (kişinin)
Rabb'i (terbiye edeni) olan
ism-i İlâhî’nindir (İlahî
isme aittir) .
Bu sûrette her bir "ayn", (kişi)
kendisinden sâdır olan (çıkan)
ef’âlin (fiillerin,
işlerin) kendine izâfet olunmayacağından (bağlanamayacağından)
mutmaindir (emindir)
.
Bu hakîkat bilinince, nazar-ı hakîkâtle (hakikât
görüşüyle) bakıldığı vakit; hiçbir ferdin (kişinin)
ef’âline (fiillerine) i'tirâz
muvâfık olmaz (karşı
çıkmak uygun değildir).
Fakat nazar-ı şerîatle (şeriat görüşüyle)
bakıldığı vakit, ism-i Hâdî (hidayete
erdiren, doğru yolu gösteren isim) ism-i Mudill'in (delalete
düşüren, yoldan saptıran ismin) ef’âline (fiillerine,
işlerine) i'tirâz eder (karşı
çıkar). Zîrâ
müteşerri' (şeriate
tabi) olan kimse, ism-i Hâdî'nin (hidayete
erdiren ismin) ve kâfir ve fâcir (günahkâr)
olan kimse dahi ism-i Mudill'in (delalete
düşüren ismin) terbiyesi altındadır. Birinin îcâbâtı
(gerektirdikleri),
diğerinin îcâbâtına (gerektirdiklerine)
zıttır. Ve sırât-ı müstakîmleri (doğru
yolları) ve bu sıratların (yolların)
müntehâları (en
son noktaları) başka başkadır. Birinin müntehâ-yı
sırâtı (yolunun
son ucu) neş'et-i uhreviyyede (ölümünden
sonraki hayatı) cennet ve diğerininki
cehennemdir.
İmdi
her bir "ayn" (kişi), kendi vücûdunda,
mürebbîsi (terbiye
edeni) olan Rabb-i hâstan (öz
Rabbinden, terkibindeki güçlü isimden) zâhir olan
(meydana
gelen, görülen) şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden (terkibinden çıkan
fiillerden) râzîdir. Bu ef’âl (fiiller)
marzıyyedir (beğenilendir).
Zîrâ,
her bir fâil (fiili
işleyen) ve sâni' (yapan,
meydana getiren) kendi fıilinden ve san'atından râzıdır.
Eğer râzı olmasa onu yapmaz idi. Ve her fâil (işi
işleyen) ve sâni' (yapan,
meydana getiren) kendi fiilini ve san'atını, o
fiilin ve san'atın mâhiyyeti (aslı,
iç yüzü) neyi iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa)
hakkını vermek sûretiyle, mükemmel bir hâle
getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de:
…………………………………………. (Tâhâ,
20/50) buyurdu. Ma'nâ-yı şerîfi budur ki: "Hak Teâlâ
her şeye halkını, ya'nî isti'dâdının iktizâsı (gereği) olan
hakkını verdi. Ondan sonra da her şeye halkını verdiğini
beyân etti. (bildirdi) "
Binâenaleyh (nitekim),
her şey, kendi isti'dâdıyla neyi taleb etmiş (istemiş)
ise, ondan noksan ve ziyâdeyi (fazlasını)
kabûl etmez.
İmdi
İsmaîl (a.s.), bizim zikr ettiğimiz şeye usûru sebebiyle
Rabb'i indinde, mârzîdir. Ve kezâlik her bir mevcûd Rabb'i
indinde marzîdir. Ve her bir mevcûd, beyân ettiğimiz üzere,
Rabb'i indinde marzî oldukda, diğer abdin Rabb'i indinde
marzî olmak lâzım gelmez. Zîrâ Rubûbiyyeti, ancak külden
aldı; vâhidden almadı. Binâenaleyh, ona külden, ancak ona
münâsib olan şey müteayyen oldu. O da onun Rabb'idir (8).
Ya'nî
İsmâil (a.s) fiil, "ayn" (kişi) için
sâbit (mevcut)
olmayıp, ancak aynda (kendisinde,
özünde) mütecellî (tecelli
eden, beliren) ve zâhir olan (görülen)
Rabb-i hâs (terkibindeki
güçlü, has isim) için sâbit (mevcut)
olduğuna ve o ayn (kişi) dahi
ancak kendisinden zâhir olan (açığa
çıkan) şeyi kâbiliyyet ve isti'dâdı ile
Rabb'inden (kendi
terkibinden) taleb eylediğine (istediğini)
ıttılâı (bilmek
ve öğrenmek) sebebiyle, Rabb'i hâs indinde (kendisindeki
güçlü isim tarafından) marzîdir (beğenilendir)
ve beğenilmiştir. Zîrâ rabb-i hâssı (Rabbindeki
güçlü isim) o mevcûdun üzerine Rubûbiyyeti (Rablığı) ibkâ
etti (devam
ettirdi) ve onun isti'dâdı hasebiyle (dolayısıyla),
ona tecellî edip (onda oluşup) ef’âlini
(fiillerini)
onda ızhâr eyledi (gösterdi,
açığa çıkardı) . Maahâza
(bununla
beraber) her mevcûd, Rabb-i hâssının (asıl
isminin) indinde (katında) marzî
(beğenilmiş) olmakla
yine o mevcûd, diğer abdin (kulun)
Rabb'i indinde (katında)
marzî (hoşnut)
olmak ve beğenilmek
lâzım gelmez. Zîrâ mevcûdun her birisi Rubûbiyyet’i, (Rablığını,
esmasını) ancak küll-i bi'l-esmâdan (bütün
esmanın küll olarak bulunduğu esma mertebesinden, Rububiyet
mertebesinden) aldı; vâhid-i muayyenden (belli
Tek’ten) almadı. Ve külden (bütünden)
onun için müteayyen (kararlaştırılmış)
olan şey dahi, ancak kendisine münâsib (uygun) olan
şeydir. Ve kendisinin münâsibi (uygunu)
olan şey de onun isti'dâdıdır. Ve o mevcûd için
kendisine münâsib (uygun)
olarak külden (bütünden)
müteayyen (belirlenmiş)
olan şey, onun Rabb'idir (terbiyecisidir).
Bu bahsi biraz îzâh edelim (açıklayalım)
:
Ma'lûm
olsun ki “Ulûhiyet”, ya'nî mertebe-i "Vahdet", (aklı evvel) kendisinde
isim ve resim olmayan mertebe-i "Ahadiyyet" (Zât
mertebesi) ile, mertebe-i esmâ ve sıfât (esma
ve sıfat mertebesi) olan "Vâhidiyyet"
arasında bir mertebe-i mutavassıtadır(ara
mertebedir). Ve bu mertebe-i Ulûhiyet (aklı evvel
mertebesi) Rubûbiyyet-i Mutlaka’yı (esma
mertebesini) îcâb eder (gerektirir).
Zîrâ
me'lûh (kul,
mahluk) olmayınca "İlâh" kimi terbiye
edecektir? Halbuki âlemlerin kâffesi (hepsi)
me'lûhdur (kuldur,
mahluktur). Binâenaleyh
(nitekim) Allah,
Rabbü'l-âlemindir (âlemlerin
Rabbi’dir).
O'nun âlemler üzerindeki Rubûbiyyeti (Rablığı,
malikliği) Rubûbiyyet-i Mutlaka (Mutlak,
salt, kayıtsız esma, esma mertebesi) ve âmmedir (bütün varlıklardır,
her şeydir). Ve
her mevcûdun bu "Ulûhiyyet" mertebesinden aldığı
hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı (öz
Rabbi, hakikâti) olan bir isimdir. Ve bu ismin Rubûbiyyeti
(Rablığı) Rubûbiyyet-i
hâssa (kendinde
bulunan esma) ve mukayyededir (bağlı,
kayıtlıdır). Binâenaleyh
(nitekim), her
bir mevcûd Rubûbiyyetini (sahip
olduğu esmayı) külden (bütünden),
ya'nî kâfffe-i esmâyı câmi' (esmanın hepsini
kendinde toplamış) olan mertebe-i Ulûhiyyet'ten (Allah’tan)
almış olur. Ve bu, aldığı Rubûbiyyet-i hâssa (kendindeki
esma) dahi onun kâbiliyyet ve isti'dâdına muvâfık
(uygun)
olup, mazhar (görüntü
yeri) olduğu ism-i hâssa (hakikâti
olan isme) mahsûs (ait) bulunur.
İşte o mevcûdun ef’âlinden (fiillerinden,
işlerinden) râzı olan ve ondan sudûr eden (çıkan) şeyleri
beğenen, ancak bu ism-i hâstır(kendi
hakikâti olan isimdir).
Meselâ
mühtedînin (hidayete
erişenin) Rabb'i (terbiyecisi)
olan Hâdî ism-i hâssı (kendisindeki
hidayete erdiren güçlü isim),
ona hidâyetle mütecellîdir (belirir) ve
mühtedîden (hidayet
bulandan) sâdır olan (çıkan)
ef'âl (fiillerden)
ve ahlâktan râzıdır. Ve kezâ dâll (doğru
yoldan sapmış) olan kimsenin Rabb'i (terbiye
edicisi) dahi, o dâlle (sapmış,
şaşırmış olana) dalâletle (doğru
yoldan saptırmakla) mütecellîdir (belirir,
tecelli eder).
O Rab (terbiye
edicisi) dahi Mudill ism-i hâssıdır. (“delalete düşüren”
kendisindeki güçlü isimdir) Ve kezâ müntefi'in (faydalananın)
Rabb'i Nâfi'; (Nafi ismi,
“fayda ve menfaat veren”) ve mutazarrırın (zarar
görenin) Rabbi Dârr (Darr
ismi, “elem ve zarar veren”) ve intikam olunan
kimsenin Rabb'i Müntakım (Müntakim
ismi, “intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten”) ve
merhûmun (rahmet
edilmiş olanın) Rabb'i Rahmân'dır (Rahman
ismi, “merhametli, pek çok rahmet sahibi”) .
Ve sâirleri (diğerleri)
de bunlara kıyâs olunur. Birinin indinde marzî (beğenilen)
olan kimse diğerinin indinde marzî olmaz (beğenilmez)
. Ve kezâ
bir isme nazaran (göre)
saîd (cennetlik)
olan, diğer isme göre saîd (cennetlik)
olmaz Çünkü a'yân-ı mevcûde (mevcut
olanlar) Rubûbiyyetlerini (Rablığını,
terkibinde bulunan isimleri) kül (bütün)
olan Ulûhiyetten (Allah’tan) ayrı
ayrı ism-i hâslar (değişik
özel isimler) ile
aldı; yoksa bir ism-i muayyenden (belli,
aynı isimden) almadı. Eğer bir ism-i muayyenden (belli bir isimden)
alaydı, mevcûdât (bütün
varlıklar) Rubûbiyyette (esmada)
müşterek olur ve cümlesinin ef’âli (fiilleri),
o
ism-i muayyen indinde (o
bellirlenmiş isim katında) marzî olmakla (beğenilmekle),
hepsi müsâvî sûrette (eşit şekilde) saîd
(cennetlik)
olurdu. Fakat her bir mevcûdun
hissesini ve nasîbini bir ism-i hâssın (özel
ismin) tavassutuyla (aracılığı
ile) külden (bütünden)
alması, mevcûdâtın rızâ ve saâdette yekdîğerine
(biri
diğerine) müsâvî (eşit) olamamalarını
intâc eder (neticelendirir).
Binâenaleyh (nitekim)
bir ism-i hâssa (has
isme, hakikâtindeki güçlü isme) göre saîd (cennetlik) olan,
diğer ism-i hâssa (has
isme hakikâtindeki güçlü isme) göre şakî (cehennemlik)
olur.
Ve
hiçbir kimse Rubûbiyyeti, Hakk'ın Ahadiyyeti haysiyyetiyle
ahz etmez ve bunun için Ehlullah, Ahadiyyette tecellîyi men'
eyledi (9).
Ya'nî
Zât-ı Ahadiyyet (Ahad
olan Zât’ı) mütecezzî olmadığı (parçalanamaz,
bölünemez oluşu) cihetle, (bakımından),
falan cüz'ünü (parçasını) falan
şey ve falan cüz'ünü (parçasını
da) de falan şey ahz' eyledi (aldı,
elde etti) demek mümkün olmadığından ve binâenaleyh
(nitekim),
onda ne isim ne de resim bulunmadığından, hiçbir
kimse "Rubûbiyyet"i Hakk'ın "Ahadiyyet"i
haysiyyetiyle (bakımından)
ahz etmez
(almaz).
Zîrâ "Rubûbiyyet" bir sıfattır ve Zât-ı
Ahadiyyet (Ahad olan Zât) ise
esmâ ve sıfâttan müberrâdır (münezzehtir,
temizdir, paktır).
İşte bu sebebden nâşî (dolayı), Ehlullah
(Evliya),
mertebe-i Ahadiyyette (Zât
mertebesinde) tecellî (zuhur,
belirme, oluşum) yoktur, derler. Zîrâ tecellî (oluşum,
zuhur) için, bir tecellî olunan (meydana
çıkacak, oluşacak) şey lâzımdır. Halbuki cemî'-i
niseb (bütün
sıfatlar) ve izâfât (iki
şey arasındaki bağ, ilgi) Zât-ı Ahadiyyet’te (Zât’ın
Ahadlığında) mahv ve müstehlektir (helak
olmuş, yok olmuştur).
İmdi
sen O'nunla O'na nazar edersen, O kendi nefsine nâzırdır. Böyle
olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzır olmaktan zâil
olmadı (10).
Ya'nî
ey ârif, sen makâm-ı fenâda, (yokluk
makamında) Hakk'a nefsin ile değil, yine Hak ile
nazar edersen, (bakarsan)
O'na nâzır olan (bakan) sen
olmazsın; O kendi nefsine nâzır olur (bakar).
O ise evvel ve âhir bulunduğu halden zâil (yok)
olmadı ve dâimâ kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzırdır
(bakandır, görendir)
ve hiçbir şeye "Ahadiyyet" ile tecellîsi
(zuhuru,
oluşması) yoktur. Zîrâ tecellî, (belirme,
zuhur) gayr (diğerleri)
için inkişâfdan (aşikâr
olmak açığa çıkmaktan) ibârettir. Halbuki
burada ne ağyâr (Hak’tan
başka, masiva) ve ne de gayr (ayrı,
başka) yoktur. Ve bu, mertebe, butûn (batın,
gizlilik) mertebesidir; zuhûr (meydana
çıkma) mertebesi değildir. Tecellî (belirme, oluşma) ise
butûn (batın,
gizlilik) değil, zuhûrdur (açığa
çıkmaktır).
Ve
eğer sen O'na senin ile nazar edersen, "Ahadiyyet" zâil
olur. Ve eğer sen O'na O'nunla ve seninle nazar edersen, yine
"Ahadiyyet" zâil olur. Zîrâ "nazarte-hû"daki
"tâ" zamîri, manzûrun "ayn"ı değildir.
İmdi "nâzır" ve "manzûr" olan iki emrin
iktizâ eylediği nisbetin vücûdu lâ-büddür. Böyle olunca
"Ahadiyyet" zâil olur (11).
Ya'nî
sen Hakk'a nefsin (terkibin),
vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı, izafi
varlığın) ile nazar edersen, (bakarsan)
o vakit bu nefsin (terkibin)
sebebiyle "Ahadiyyet" zâil (yok)
olur ve bu sûrette Hak sıfâtı ve esmâsıyla sana
tecellî eder (sende oluşur,
belirir) ;
ya'nî Ahadiyyetle değil, "vâhidiyyet"le
(manalarıyla)
tecellî eyler. Ve eğer sen Hakk'a, vücûd-ı
Hak'la (Hakk’ın
vücuduyla) ve senin vücûdun ile nazar edersen (bakarsan), sen
nefsinde nüzûl-i Rabbânî (Rabb’ın
nazil olması, inmesi) ile tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) olursun.
Nitekim hadîs-i şerifde buyrulmuştur:
…………………………. Ya'nî: "Rabbimiz her gece
semâ-i dünyâya nâzil olur (iner)
"
Ve bu nazar (bakış),
mukarrebîn-i İlâhî (Allah’a
yakın olanlar) ve vâris-i Huhammedî (Hz. Muhammed’in
mirasçıları) olan zevât-ı saâdet-simâtın (cennetlik
olan kişilerin) nazarıdır (bakışıdır).
Ve buna "fark-ı sânî" (ikinci
fark) derler. Zîrâ bu saâdetlinin (cennetliğin,
said yaratılmışın) nazarında (görüşünde)
Hakk'ın vücûdu, halkın (yaratılmışın)
vücûduna ve halkın (yaratılmışın)
vücûdu dahi Hakk'ın vücûduna hicâb (perde) olmaz.
Ve bu nazar (bakış)
ile dahi "Ahadiyyet" zâil (yok)
olur. Zîrâ
“nazarte-hû" (sen
ona baktın) daki "tâ-i (t
harfindeki)
hitâb", "manzûr" olan (kendisine
bakılan) Hakk'ın aynı değildir, gayrıdır (başkadır).
Çünkü "sen" dediğimiz vakitte, senin
vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı,
izafi varlığın) ve "O" dediğimiz vakit
de Hakk'ın vücûdu sâbit (mevcut)
olur ve bundan dahi ikilik zuhûr eder (ortaya
çıkar).
Ve "nâzır" (bakan)
ile "manzûr"dan (kendisine bakılandan)
ibâret bulunan iki şeyin iktizâ eylediği (gerektirdiği)
nisbetin (vasıfların) vücûdu
lâzım gelir ve "nâzır" (bakan)
ile "manzûr" (bakılan) arasında
muğâyeret (gayrılık,
başkalık) sâbit (mevcut)
olunca, Ahadiyyet dahi zâil (yok)
olur; çünkü Ahadiyyet’te nisebin (sıfatların)
kâffesi (hepsi)
muzmâhildir (yıkılmış,
çökmüş, yok olmuştur).
Ve
eğerçi Hak kendi nefsiyle, kendi nefsinin gayrını görmedi;
halbuki bu vasıfta nâzır ve manzûrun Hak olduğu ma'lûmdur
(12).
Bâlâda,
(yukarıda) senin
Hakk'a seninle olan nazarın (bakışın)
ile, senin O'na O'nunla ve seninle olan nazarın (bakışın) zikredilmiş
(anlatılmış)
idi. Bu iki türlü olan nazarda (bakışta)
dahi Hak, kendi nefsiyle, kendi nefsinden gayrisini (başkasını)
görmez. Halbuki Hak bu vasıfta, ya'nî senin vücûdun
ile ve kendi vücûdu ile nâzır oldukda (baktığında) hem
nâzır (bakan)
ve hem de manzûrdur (bakılandır).
Velâkin nâzıriyyet (görmeklik)
ve manzûriyyet (görünmeklik)
nisbetiyle (vasıflarıyle) Ahadiyyet
zâil (yok)
olur. Ve nâzıriyyet (görmeklik)
ve manzûriyyetle (görünmeklikle)
tecellîde (belirmede, oluşmada)
ise nisebin (sıfatların)
vücûdu lâzımdır.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
25.03.2003
http://gulizk.com
|