57. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİN BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ve her marzî mahbûbdur ve mahbûbun her işlediği şey mahbûbdur. Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izâfe olun­maktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin ef’âlin­den onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu. Bu ef’âl marzıyyedir. Zîrâ, her bir fâil ve sâni' kendi fiilinden ve sanatından râzıdır. Çünkü her fâil ve sâni'; kendi fiilini ve san'­atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin hâkkını kâmil kıl­dı. ………………………….. (Tâhâ, 20/50) Ya'nî "Hak Teâ­lâ her şeye halkını verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak her şeye halkını verdi. Binâenaleyh, noksan ve ziyâdeyi kabûl et­mez (7).

Ya'nî her bir marzî olan (kendisinden razı olunan) kimse, terbiyesi altında bulunduğu ism-i İlâhî’nin mahbûbudur (sevgilisidir). Ve o kimse mahbûb (sevilen) olunca, o ismin îcâbâtın­dan (gereğinden) olarak kendisinden sâdır olan (çıkan) ef’âl (fiiller, işler) ve ahlâk ve kelâm (sözler) ve sâire (diğer şeyler) hep Rabb'inin (kendi terkibinin) mahbûbudur (sevdikleridir). Zîrâ ayn-ı mevcûdenin (mevcut olan varlığın) belli başlı fıili yoktur. Çünkü meşhûdumuz olan (şahit olduğumuz, gördüğümüz) o "ayn"ın (kişinin) bir vücûd-ı müstakılli (kendine ait bağımsız bir vücudu) yoktur. Onun vücudu Rabb'i olan (kendisini terbiye eden) ismin sûretidir ve o isim, o sûre­tin bâtını ve rûhudur. Binâenaleyh (nitekim) o "ayn"da (kişide) zâhir olan (meydana çıkan) fiil, "ayn"­ın (kişinin) Rabb'i (terbiye edeni) olan ism-i İlâhî’nindir (İlahî isme aittir) . Bu sûrette her bir "ayn", (kişi) kendisin­den sâdır olan (çıkan) ef’âlin (fiillerin, işlerin) kendine izâfet olunmayacağından (bağlanamayacağından) mutmaindir (emindir) . Bu hakîkat bilinince, nazar-ı hakîkâtle (hakikât görüşüyle) bakıldığı vakit; hiçbir ferdin (kişinin) ef’âline (fiillerine) i'tirâz muvâfık olmaz (karşı çıkmak uygun değildir). Fakat nazar-ı şerîatle (şeriat görüşüyle) bakıldığı vakit, ism-i Hâdî (hidayete erdiren, doğru yolu gösteren isim) ism-i Mudill'in (delalete düşüren, yoldan saptıran ismin) ef’âline (fiillerine, işlerine) i'tirâz eder (karşı çıkar).  Zîrâ müteşerri' (şeriate tabi) olan kimse, ism-i Hâdî'nin (hidayete erdiren ismin) ve kâfir ve fâcir (günahkâr) olan kimse dahi ism-i Mu­dill'in (delalete düşüren ismin) terbiyesi altındadır. Birinin îcâbâtı (gerektirdikleri), diğerinin îcâbâtına (gerektirdiklerine) zıttır. Ve sırât-ı müstakîmleri (doğru yolları) ve bu sıratların (yolların) müntehâları (en son noktaları) başka başka­dır. Birinin müntehâ-yı sırâtı (yolunun son ucu) neş'et-i uhreviyyede (ölümünden sonraki hayatı) cennet ve diğeri­ninki cehennemdir.

İmdi her bir "ayn" (kişi), kendi vücûdunda, mürebbîsi (terbiye edeni) olan Rabb-i hâs­tan (öz Rabbinden, terkibindeki güçlü isimden) zâhir olan (meydana gelen, görülen) şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden (terkibinden çıkan fiillerden) râzîdir. Bu ef’âl (fiiller) marzıy­yedir (beğenilendir).  Zîrâ, her bir fâil (fiili işleyen) ve sâni' (yapan, meydana getiren) kendi fıilinden ve san'atından râzı­dır. Eğer râzı olmasa onu yapmaz idi. Ve her fâil (işi işleyen) ve sâni' (yapan, meydana getiren) kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın mâhiyyeti (aslı, iç yüzü) neyi iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa) hakkını vermek sûretiyle, mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: …………………………………………. (Tâhâ, 20/50) buyurdu. Ma'nâ-yı şerîfi budur ki: "Hak Teâlâ her şe­ye halkını, ya'nî isti'dâdının iktizâsı (gereği) olan hakkını verdi. Ondan son­ra da her şeye halkını verdiğini beyân etti. (bildirdi)  " Binâenaleyh (nitekim), her şey, kendi isti'dâdıyla neyi taleb etmiş (istemiş) ise, ondan noksan ve ziyâdeyi (fazlasını) ka­bûl etmez.

İmdi İsmaîl (a.s.), bizim zikr ettiğimiz şeye usûru sebebiyle Rabb'i indinde, mârzîdir. Ve kezâlik her bir mevcûd Rabb'i indinde marzîdir. Ve her bir mevcûd, beyân ettiğimiz üze­re, Rabb'i indinde marzî oldukda, diğer abdin Rabb'i in­dinde marzî olmak lâzım gelmez. Zîrâ Rubûbiyyeti, ancak külden aldı; vâhidden almadı. Binâenaleyh, ona külden, an­cak ona münâsib olan şey müteayyen oldu. O da onun Rabb'idir (8).

Ya'nî İsmâil (a.s) fiil, "ayn" (kişi) için sâbit (mevcut) olmayıp, ancak aynda (kendisinde, özünde) mü­tecellî (tecelli eden, beliren) ve zâhir olan (görülen) Rabb-i hâs (terkibindeki güçlü, has isim) için sâbit (mevcut) olduğuna ve o ayn (kişi) dahi ancak kendisinden zâhir olan (açığa çıkan) şeyi kâbiliyyet ve isti'dâdı ile Rabb'inden (kendi terkibinden) taleb eylediğine (istediğini) ıttılâı (bilmek ve öğrenmek) sebebiyle, Rabb'i hâs indinde (kendisindeki güçlü isim tarafından) marzîdir (beğenilendir) ve beğenilmiştir. Zîrâ rabb-i hâssı (Rabbindeki güçlü isim) o mevcûdun üzerine Rubûbiyyeti (Rablığı) ibkâ etti (devam ettirdi) ve onun isti'dâdı hasebiyle (dolayısıyla), ona tecellî edip (onda oluşup) ef’âlini (fiillerini) onda ızhâr eyledi (gösterdi, açığa çıkardı) .  Maahâza (bununla beraber) her mevcûd, Rabb-i hâssının (asıl isminin) indinde (katında) marzî (beğenilmiş) ol­makla yine o mevcûd, diğer abdin (kulun) Rabb'i indinde (katında) marzî (hoşnut) olmak ve beğenilmek lâzım gelmez. Zîrâ mevcûdun her birisi Rubûbiyyet’i, (Rablığını, esmasını) ancak küll-i bi'l-esmâdan (bütün esmanın küll olarak bulunduğu esma mertebesinden, Rububiyet mertebesinden) aldı; vâhid-i muayyenden (belli Tek’ten) almadı. Ve külden (bütünden) onun için müteayyen (kararlaştırılmış) olan şey dahi, ancak kendisine münâsib (uygun) olan şeydir. Ve kendisinin münâsibi (uygunu) olan şey de onun isti'dâdıdır. Ve o mevcûd için kendisine münâsib (uygun) olarak külden (bütünden) müteayyen (belirlenmiş) olan şey, onun Rabb'idir (terbiyecisidir). Bu bahsi biraz îzâh edelim (açıklayalım) :

Ma'lûm olsun ki “Ulûhiyet”, ya'nî mertebe-i "Vahdet", (aklı evvel) kendisinde isim ve resim olmayan mertebe-i "Ahadiyyet" (Zât mertebesi) ile, mertebe-i esmâ ve sıfât (esma ve sıfat mertebesi) olan "Vâhidiyyet" arasında bir mertebe-i mutavassıtadır(ara mertebedir). Ve bu mertebe-i Ulûhiyet (aklı evvel mertebesi) Rubûbiyyet-i Mutlaka’yı (esma mertebesini) îcâb eder (gerektirir).  Zîrâ me'lûh (kul, mahluk) ol­mayınca "İlâh" kimi terbiye edecektir? Halbuki âlemlerin kâffesi (hepsi) me'­lûhdur (kuldur, mahluktur). Binâenaleyh (nitekim) Allah, Rabbü'l-âlemindir (âlemlerin Rabbi’dir). O'nun âlemler üzerin­deki Rubûbiyyeti (Rablığı, malikliği) Rubûbiyyet-i Mutlaka (Mutlak, salt, kayıtsız esma, esma mertebesi) ve âmmedir (bütün varlıklardır, her şeydir).  Ve her mevcû­dun bu "Ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak ken­disinin Rabb-i hâssı (öz Rabbi, hakikâti) olan bir isimdir. Ve bu ismin Rubûbiyyeti (Rablığı) Rubûbiyyet-i hâssa (kendinde bulunan esma) ve mukayyededir (bağlı, kayıtlıdır). Binâenaleyh (nitekim), her bir mevcûd Ru­bûbiyyetini (sahip olduğu esmayı) külden (bütünden), ya'nî kâfffe-i esmâyı câmi' (esmanın hepsini kendinde toplamış) olan mertebe-i Ulûhiy­yet'ten (Allah’tan) almış olur. Ve bu, aldığı Rubûbiyyet-i hâssa (kendindeki esma) dahi onun kâ­biliyyet ve isti'dâdına muvâfık (uygun) olup, mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i hâssa (hakikâti olan isme) mahsûs (ait) bulunur. İşte o mevcûdun ef’âlinden (fiillerinden, işlerinden) râzı olan ve ondan sudûr eden (çıkan) şeyleri beğenen, ancak bu ism-i hâstır(kendi hakikâti olan isimdir).

Meselâ mühtedînin (hidayete erişenin) Rabb'i (terbiyecisi) olan Hâdî ism-i hâssı (kendisindeki hidayete erdiren güçlü isim), ona hidâyetle mü­tecellîdir (belirir) ve mühtedîden (hidayet bulandan) sâdır olan (çıkan) ef'âl (fiillerden) ve ahlâktan râzıdır. Ve ke­zâ dâll (doğru yoldan sapmış) olan kimsenin Rabb'i (terbiye edicisi) dahi, o dâlle (sapmış, şaşırmış olana) dalâletle (doğru yoldan saptırmakla) mütecellîdir (belirir, tecelli eder). O Rab (terbiye edicisi) dahi Mudill ism-i hâssıdır. (“delalete düşüren” kendisindeki güçlü isimdir) Ve kezâ müntefi'in (faydalananın) Rabb'i Nâfi'; (Nafi ismi, “fayda ve menfaat veren”) ve mutazarrırın (zarar görenin) Rabbi Dârr (Darr ismi, “elem ve zarar veren”) ve intikam olunan kimsenin Rabb'i Münta­kım (Müntakim ismi, “intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten”) ve merhûmun (rahmet edilmiş olanın) Rabb'i Rahmân'dır (Rahman ismi, “merhametli, pek çok rahmet sahibi”) . Ve sâirleri (diğerleri) de bunlara kıyâs olunur. Birinin indinde marzî (beğenilen) olan kimse diğerinin indinde marzî ol­maz (beğenilmez) . Ve kezâ bir isme nazaran (göre) saîd (cennetlik) olan, diğer isme göre saîd (cennetlik) ol­maz Çünkü a'yân-ı mevcûde (mevcut olanlar) Rubûbiyyetlerini (Rablığını, terkibinde bulunan isimleri) kül (bütün) olan Ulûhiyetten (Allah’tan) ayrı ayrı ism-i hâslar (değişik özel isimler) ile  aldı; yoksa bir ism-i muayyenden (belli, aynı isimden) almadı. Eğer bir ism-i muayyenden  (belli bir isimden) alaydı, mevcûdât (bütün varlıklar) Rubûbiyyette (esmada) müşte­rek olur ve cümlesinin ef’âli (fiilleri),  o ism-i muayyen indinde (o bellirlenmiş isim katında) marzî olmak­la (beğenilmekle), hepsi müsâvî sûrette (eşit şekilde) saîd (cennetlik) olurdu. Fakat her bir mevcûdun hisse­sini ve nasîbini bir ism-i hâssın (özel ismin) tavassutuyla (aracılığı ile) külden (bütünden) alması, mevcû­dâtın rızâ ve saâdette yekdîğerine (biri diğerine) müsâvî (eşit) olamamalarını intâc eder (neticelendirir). Binâenaleyh (nitekim) bir ism-i hâssa (has isme, hakikâtindeki güçlü isme) göre saîd (cennetlik) olan, diğer ism-i hâssa (has isme hakikâtindeki güçlü isme) göre şakî (cehennemlik) olur.

Ve hiçbir kimse Rubûbiyyeti, Hakk'ın Ahadiyyeti haysiyye­tiyle ahz etmez ve bunun için Ehlullah, Ahadiyyette tecellîyi men' eyledi (9).

Ya'nî Zât-ı Ahadiyyet (Ahad olan Zât’ı) mütecezzî olmadığı (parçalanamaz, bölünemez oluşu) cihetle, (bakımından), falan cüz'ünü (parçasını) fa­lan şey ve falan cüz'ünü (parçasını da) de falan şey ahz' eyledi (aldı, elde etti) demek mümkün olmadığından ve binâenaleyh (nitekim), onda ne isim ne de resim bulunmadığından, hiçbir kimse "Rubûbiyyet"i Hakk'ın "Ahadiyyet"i haysiyye­tiyle (bakımından) ahz etmez (almaz). Zîrâ "Rubûbiyyet" bir sıfattır ve Zât-ı Ahadiyyet (Ahad olan Zât) ise esmâ ve sıfâttan müberrâdır (münezzehtir, temizdir, paktır). İşte bu sebebden nâşî (dolayı), Ehlullah (Evliya), mertebe-i Ahadiyyette (Zât mertebesinde) tecellî (zuhur, belirme, oluşum) yoktur, derler. Zîrâ tecellî (oluşum, zuhur) için, bir tecellî olunan (meydana çıkacak, oluşacak) şey lâzımdır. Halbuki cemî'-i niseb (bütün sıfatlar) ve izâfât (iki şey arasındaki bağ, ilgi) Zât-ı Ahadiyyet’te (Zât’ın Ahadlığında) mahv ve müstehlektir (helak olmuş, yok olmuştur).

İmdi sen O'nunla O'na nazar edersen, O kendi nefsine nâ­zırdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzır olmaktan zâil olmadı (10).

Ya'nî ey ârif, sen makâm-ı fenâda, (yokluk makamında) Hakk'a nefsin ile değil, yine Hak ile nazar edersen, (bakarsan) O'na nâzır olan (bakan) sen olmazsın; O kendi nefsine nâzır olur (bakar). O ise evvel ve âhir bulunduğu halden zâil (yok) olmadı ve dâimâ kendi nefsine, kendi nefsiyle nâzırdır (bakandır, görendir) ve hiçbir şeye "Ahadiyyet" ile tecellîsi (zuhuru, oluşması) yoktur. Zîrâ tecellî, (belirme, zuhur) gayr (diğerleri) için inkişâfdan (aşikâr olmak açığa çıkmaktan) ibâ­rettir. Halbuki burada ne ağyâr (Hak’tan başka, masiva) ve ne de gayr (ayrı, başka) yoktur. Ve bu, merte­be, butûn (batın, gizlilik) mertebesidir; zuhûr (meydana çıkma) mertebesi değildir. Tecellî (belirme, oluşma) ise butûn (batın, gizlilik) değil, zuhûrdur (açığa çıkmaktır).

Ve eğer sen O'na senin ile nazar edersen, "Ahadiyyet" zâil olur. Ve eğer sen O'na O'nunla ve seninle nazar edersen, yine "Ahadiyyet" zâil olur. Zîrâ "nazarte-hû"daki "tâ" za­mîri, manzûrun "ayn"ı değildir. İmdi "nâzır" ve "manzûr" olan iki emrin iktizâ eylediği nisbetin vücûdu lâ-büddür. Böyle olunca "Ahadiyyet" zâil olur (11).

Ya'nî sen Hakk'a nefsin (terkibin), vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı, izafi varlığın) ile nazar edersen, (bakarsan) o vakit bu nefsin (terkibin) sebebiyle "Ahadiyyet" zâil (yok) olur ve bu sûrette Hak sıfâtı ve esmâsıyla sana tecellî eder (sende oluşur, belirir) ; ya'nî Ahadiyyetle değil, "vâhi­diyyet"le (manalarıyla) tecellî eyler. Ve eğer sen Hakk'a, vücûd-ı Hak'la (Hakk’ın vücuduyla) ve senin vücûdun ile nazar edersen (bakarsan), sen nefsinde nüzûl-i Rabbânî (Rabb’ın nazil olması, inmesi) ile tahak­kuk etmiş (gerçekleşmiş) olursun. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulmuştur: …………………………. Ya'nî: "Rabbimiz her gece semâ-i dünyâya nâzil olur (iner)  " Ve bu nazar (bakış), mukarrebîn-i İlâhî (Allah’a yakın olanlar) ve vâris-i Huhammedî (Hz. Muhammed’in mirasçıları) olan zevât-ı saâdet-simâtın (cennetlik olan kişilerin) nazarıdır (bakışıdır). Ve buna "fark-ı sânî" (ikinci fark) derler. Zîrâ bu saâ­detlinin (cennetliğin, said yaratılmışın) nazarında (görüşünde) Hakk'ın vücûdu, halkın (yaratılmışın) vücûduna ve halkın (yaratılmışın) vü­cûdu dahi Hakk'ın vücûduna hicâb (perde) olmaz. Ve bu nazar (bakış) ile dahi "Ahadiyyet" zâil (yok) olur. Zîrâ  “nazarte-hû" (sen ona baktın) daki "tâ-i (t harfindeki) hitâb", "manzûr" olan (kendisine bakılan) Hakk'ın aynı değildir, gayrıdır (başkadır). Çünkü "sen" dediğimiz vakit­te, senin vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı, izafi varlığın) ve "O" dediğimiz vakit de Hakk'ın vücûdu sâbit (mevcut) olur ve bundan dahi ikilik zuhûr eder (ortaya çıkar). Ve "nâzır" (bakan) ile "manzûr"dan (kendisine bakılandan) ibâret bulunan iki şeyin iktizâ eylediği (gerektirdiği) nisbetin (vasıfların) vücû­du lâzım gelir ve "nâzır" (bakan) ile "manzûr" (bakılan) arasında muğâyeret (gayrılık, başkalık) sâbit (mevcut) olunca, Ahadiyyet dahi zâil (yok) olur; çünkü Ahadiyyet’te nisebin (sıfatların) kâffesi (hepsi) muzmâhildir (yıkılmış, çökmüş, yok olmuştur).

Ve eğerçi Hak kendi nefsiyle, kendi nefsinin gayrını gör­medi; halbuki bu vasıfta nâzır ve manzûrun Hak olduğu ma'lûmdur (12).

Bâlâda, (yukarıda) senin Hakk'a seninle olan nazarın (bakışın) ile, senin O'na O'nunla ve seninle olan nazarın (bakışın) zikredilmiş (anlatılmış) idi. Bu iki türlü olan nazarda (bakışta) dahi Hak, kendi nefsiyle, kendi nefsinden gayrisini (başkasını) görmez. Halbuki Hak bu vasıfta, ya'nî senin vücûdun ile ve kendi vücûdu ile nâzır oldukda (baktığında) hem nâzır (bakan) ve hem de manzûrdur (bakılandır). Velâkin nâzıriyyet (görmeklik) ve man­zûriyyet (görünmeklik) nisbetiyle (vasıflarıyle) Ahadiyyet zâil (yok) olur. Ve nâzıriyyet (görmeklik) ve manzûriy­yetle (görünmeklikle) tecellîde (belirmede, oluşmada) ise nisebin (sıfatların) vücûdu lâzımdır.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
25
.03.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail