58. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİN

BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

İmdi marzînin mutlaka marzî olması sahîh olmaz. Ancak onda, onunla zâhir  olan her şey, râzînin fiilinden olduğu vakit, marzînin mutlaka marzî olması sahîh olur (13).

Bu cümle bâlâda (yukarıda) tezbîr olunan (yazılan) "Her bir mevcûd Rubûbiyyeti (esması, Rablığını) ancak külden (bütünden, esma mertebesinden) aldı, vâhidden (Tek’ten, Allah’tan) almadı; binâenaleyh (nitekim) ona külden (bütünden, esma mertebesinden) ancak ona münâsib (uygun) olan şey müteayyen (belirlenmiş) oldu" cümlesinin mâba'didir (sonudur) ve o cüm­leye merbûttur (bağlanmıştır). Ve bu iki cümle arasındaki beyânât (açıklama), Ahadiyyet’te te­cellî (belirme, oluşma) olmadığını îzâh (anlatmak) için îrâd buyrulmuştur (söylenmiştir).  İmdi her bir mevcûd, mâdemki Rubûbiyyeti (Rablığını, esmasını) bir vâhid-i muayyenden (belli Tek’ten, taayyün-i evvel mertebesinden) almayıp, Rubûbiyyet-i Hâssa’dan (Rububiyet’in özelliğinden) kendisine münâsib (uygun) şeyi külden (bütünden), ya'nî Rubûbiyyet-i Mutla­ka'dan (Mutlak,salt,kayıtsız esmadan, esma mertebesinden) aldı ve ta'bîr-i dîğerle, her mevcûd, mâdemki Rubûbiyyeti (Rablığını) is­ti'dâdına göre "Allah" ism-i câmi'i (isimleri cem eden, toplayanın) tahtında (altında, aşağısında) bulunan esmânın birinden aldı; şu halde ancak taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunduğu isim indinde (yanında) marzî (kendisinden razı olunan, beğenilen) olur; yoksa mutlakâ marzî (beğenilen, razı olunan) olmaz. Çünkü diğer bir isim in­dinde (katında) marzî (beğenilen) değildir ve her bir ismin mazharı (göründüğü mahal, yer) diğerini beğenmez. Nitekim Şeyh Sa'dî (k.s) buyurur.

Beyt:

(Tercüme) "Bir Yahûdi ile Müslüman nizâ' (münakaşa) ediyorlardı. Öyle ki, onların sözlerinden bana gülme geldi. Müslüman hiddetle dedi ki: “Eğer bu hüccetim (delilim) doğru değilse, İlâhî, cehûd (Yahudi) olarak öleyim.” Cehûd (Yahudi) dedi: “Tevrât'a yemin ediyorum, eğer hilâfım (yalanım) varsa, senin gibi Müslüman olayım."

Ve'l-hâsıl Rabb-i hâssı (terkibindeki ağırlıklı esma) olan isim indinde (yanında, katında) marzî olan (beğenilen) kimse, mutla­kâ marzî (beğenilen) değildir. Ancak marzîde (beğenide), marzînin (beğenilenin) vücûdu ile zâhir olan (meydana çıkan) kâffe-i ef’âl (fiillerin hepsi) ve ahvâl (durumlar, haller), râzînin (razı olanın) fiili olursa, ya'nî marzî olan (beğenilen) abdin (kulun) fiili olmazsa, o vakit o abd (kul), mutlakâ marzî olur (beğenilir). Zîrâ râzînin (razı olanın) fiili, kemâ­liyle İnsân-ı Kâmil’de zâhir olur. Çünkü İnsân-ı Kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (göründüğü, çıktığı yer) olduğundan bu isim tahtında (altında) müctemi' (cem olmuş, toplanmış) olan kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’nin (İlahi isimlerin hepsinin) mazharı (çıktığı yer) olmuş olur. Ve onun Rabb'i, Rabb-i mutlak (salt, kayıtsız Rabb, âlemlerin  Rabb’ı) ve Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabbi) olan "Allah" ism-i câmi'i (isimleri cem eden, kendinde toplayan Allah) olur. Nitekim âyet-i kerîmede: …………………………………. (Yûsuf, 12/39) Ya'nî "Erbâb-ı müteferrika (ayrı ayrı Rabler) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr ( tek kahhar) olan "Allah" mı hayırlıdır?" buyrulur.

"İnsân-ı Kâmil" Rubûbiyyeti (Rablığı) Rabb-i Mutlak (Tek, Mutlak Rab) olan Allah'dan ahz et­tiğinden (aldığından), onun mazharında (vücudunda) zâhir olan (meydana çıkan) kâffe-i ef’âl (fiillerin hepsi) ve ahvâl (haller, durumlar), mutla­kâ marzî (beğenilen) olur. Nitekim Hızır (a.s.) sefîneyi (kayığı) deldi ve gulâmı (delikanlıyı) katley­ledi (öldürdü). Ve bunlar sûret-i zâhirede (görüldüğü şekliyle) münkerâttan (şeriatçe yapılması yasak olan şeyler) olmakla, Mûsâ (a.s.)’ın inkârına cevâben: ………………….. (Kehf, 18/82) Ya'nî: "Ben o işleri kendi nefsimin emriyle işlemedim" buyurdu. Zîrâ: …………………………. (Yûsuf, 12/53) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) "Nefis sû' (kötülük) ile emre­der." Fakat Hak emrinde hakîmdir. Binâenaleyh (nitekim) İnsân-ı Kâmil’den sudûr eden (çıkan) ef’âl (fiiller), sûret-i zâhirede (göründüğü şekliyle) çirkin bile olsa, râzînin (razı olanın) fiili oldu­ğundan mutlakâ marzî (beğenilen) olur.

İmdi Hak Teâlâ onu Rabb'i indinde marzî olmasıyla vasf etmekle, İsmâîl (a.s.) a'yândan kendisinin gayrı üzerine fâ­zıl oldu. Ve "Ey nefis, Rabb'ine rücû' eyle!" (Fecr, 89/27-28) denilen her nefs-î mutmainne de bunun gibidir. / (14).

Ya'nî İsmâîl (a.s.) Rab'leri indinde marzî olan (beğenilen) ne kadar a'yân (açığa çıkmışlar) var ise, onların cümlesinden (bütün hepsinden) efdal (âla, üstün) oldu. Çünkü Hak Teâlâ onu: ………………………………. (Meryem, 19/55) âyet-i kerîmesinde marzî (beğenilen) olmakla vasfeyledi (vasıflandırdı). Ve İsmâîl (a.s.), Hak Teâlâ Hazretlerinin her şeye halkı­nı, ya'nî isti'dâdıyla taleb ettiği (istediği) hakkını, i'tâ eylediğine (verdiğine) muttali' (vakıf) ol­du. Bu ıttılâ' (bilme, haberdar olma) ise kazâ ve kader sırrına ilimdir. Ve kazâ ve kader sırrına ıttılâ' (bilme) dahi, İnsân-ı Kâmil’in hâlidir. Ve İnsân-ı Kâmil, Rabb-i Mutlak’ın (Mutlak Rabb’in, Allah’ın) terbiyesi tahtındadır (altındadır) ve ism-i zâtın mazharıdır (zat isminin göründüğü, çıktığı mahaldir).  Nitekim İsmâîl (a.s.) dahi: ……………………….. (Meryem, 19/50) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere ism-i zât (Zât’ın ismi) olan ism-i Aliyy'in mazharıdır (Aliyy isminin görüntü mahalidir).  Binâenaleyh (nitekim), o mutlaka marzîdir (beğenilendir) ve sâir a'yân (diğer açığa çıkmışlar) ise Rabb-i        hâsları (terkibindeki öz isim) indinde marzîdir (beğenilendir). Bu sûrette İsmâîl (a.s.) kendisinin gayrı (başka) olan a'yân  üzerine (açığa çıkmışlardan dolayı) fâzıl (faziletli, üstün) olur. Ve …………………………………………………………… (Fecr, 89/27-30) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği) vech ile, her bir nefs-i mutmainne (mutmain olmuş nefs) dahi, İsmâîl (a.s.) gibi marzîdir (beğenilendir). Çünkü "emmâre" (emir alan nefs) değildir ki, ef’âli (fiillerini) kendisine isnâd (dayandırmak, maletmek) ile da'­vâya kıyâm etsin (iddiaya kalkışsın) ve "levvâme" (zemmeden, çekiştiren, paylayan nefs) değildir ki, kezâlik (böylece) ef’âli (fiilleri) kendine muzâf kılarak (bağlayarak) kendini levm etsin? (kızıp paylasın) O mevt-i ihtiyârî (ölmeden evvel ölmek) ile cemî'-i ef’â­linden (bütün fiillerinden, işlerinden) fânî (geçmiş, yok) olmuş  ve kendisinde ef’âl (fiillerini, işlerini) isnâd edecek (dayandıracak) bir vücûd göre­memiştir. Onun için o nefse gerek mevt-i ihtiyârî (kendi isteği ile ölmekle) ve gerek mevt-i ıztırârî (mecburi ölüm) indinde "Rabb'ine rücû' eyle!" (geri dön) hitâbi vârid oldu (geldi). Zîrâ bir kimse nefsinden rücû' edince (vaz geçince), Hak zuhûr eder (meydana çıkar). Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: ……………………….. (İsrâ, 17/81) Ya'ni "Hak geldi, bâtıl (boş, abes olanlar) git­ti."

Şurası da hafi (gizli) kalmasın ki, her nefs-i mutmainnenin (mutmain olmuş nefsin) marzıyye (beğenilir) ol­ması, Rabb-i hâsı indinde (terkibindeki güçlü isme göre) marzıyye (beğenilir) olmasıdır. Hattâ İsmâîl (a.s.) da­hi, Rabb-i hâsı indinde (Rabb’ının güçlü ismi tarafından) marzî (beğenilir) olmakla bir vech ile (yönden) marzî-i mukay­yeddir (kayıtlı, izafi beğenilendir) ve ikinci vech (yön) ile marzî-i mutlaktır. (mutlak beğenilendir)

Birinci vecih budur ki, İsmâîl (a.s.), İnsân-ı Kâmil olduğundan Rubûbiyyet-i Mutlaka’yı (Mutlak Rububiyet’i, bütün, kayıtsız salt esmayı) mutazammın (içine alan, muhtevi) olan  cemî'-i Rubûbiyyât’ın (bütün Rububiyet’in, bütün esmanın) mazhariyyetindedir (çıktığı mahal olarak  şereflenmiştir). Ve Rubûbiyyet-i Mutlaka (Mutlak Rububiyet, kayıtsız salt bütün esma) onunla mütehakkık ol­muştur (tahakkuk etmiştir, gerçekleşmiştir).

İkinci vecih budur ki, ubûdiyyet-i mahza (sadece, yalnız kulluk) ile muttasıf (vasıflanmış) olduğundan ondân zâhir olan (açığa çıkan) kâffe-i ef’âl (işlerin, fiillerin hepsi), Hakk-ı râzînın ef'âlidir (razı olan Hakk’ın işleri,  fiilleridir).

İmdi Hak Teâlâ nefs-i mutmainneye, ancak onu da'vet eden Rabb'ine rücû' etmek ile emr eyledi. Böyle olunca nefis da­hi, "râzıyye" olduğu halde, Rabb'ini külden ârif oldu. İm­di sen "Ey nefis", bu makam, onların mülkü olması hay­siyyetiyle, "Benim ibâdım zümresine gir!" Şu halde bura­da zikrolunan "ibâd", Rabb'ini bilen ve onun üzerine ikti­sâr eden ve ondan gayrı Rabb'e nazar etmeyen her abd­dir (15).

Ya'nî Hak, nefs-i mutmainneye (mutmain olmuş, emin olmuş nefs), kendisini çağıran Rabb-i hâssına (terkibindeki güçlü isme) rücû (geri dönmek) ile emretti. O da bu Rabb-i hâssını (öz esmasını), sâir erbâb-ı hassadan (diğer esmadan), ya'­nî esmâdan temyîz edip (ayırıp) O'nun da'vetinden râzı olduğu halde ârif oldu ve O'nun da'vetine icâbet eyledi (kabul etti). Ve Hak, rücû' (geri dönmek) ile berâber bu makâm-ı rızâ (rıza mertebesi)  onların mülkü olması hasebiyle, nefs-i mutmainne (emin olmuş mutmain olmuş nefs) sâ­hibleri olan ibâdının (kullarının) zümresine  (topluluğuna) duhûlünü (girmesini) de emr eyledi; ve …………………… 89/29) âyet-i kerîmesindeki ibâd (kul), hangi ismin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) olduğunu bilip onun üzere iktisâr  ederek (sözü kısa keserek),  onun gayri (ondan başka) olan erbâb-ı hâssaya (esma özelliklerine) bakmayan her bir abddir (kuldur).

Ve "Ey nefs-i mutmainne, benim cennetime gir" ki, benim setrim onun iledir. Halbuki benim cennetim senden gayri değildir. Zîrâ sen, Zât’ın ile beni setr edersin (16).

Cennet, lügatte "Eşcâr-ı kesîresinin (birçok ağacın) zılleriyle (gölgeleriyle) örtülmüş olan arz"a (yere) derler. "Setr" (örtme) ma'nâsına olan "cenn"den me'hûzdur (alınmıştır). Ve ulemâ-i zâ­hirin (zahir âlimlerin) ıstılâhında (görüşlerinde) "Dâr-ı âhiretin (cennet yurdunun) makâmât-ı nüzhetinden (ferahlık, rahatlık makamından) ve mevâtın-ı mahbûbesinden (sevilen mertebeden, yerden) ibâretdir" ki, onlar da "cennet-i a'mâl (amel cenneti) ve ef’âl"dir (fiillerdir).  Fakat, ârifîn indinde bunlardan gayrı cennetler de vardır ki, onlar "cennâtü's-sıfât" (sıfat cennetleri) ve "cennâtü'z-Zât"tır (Zât cennetleridir).  Cennât-ı sıfât, (sıfat cenneti) erbâb-ı kemâlin (kemale ermiş kişilerin) sıfâtıyla ittisâf (vasıflanması) ve ahlâk-ı İlâhiyye (Allah’ın ahlakı) ile tahalluktur (ahlaklanmadır) . Ve bu­nun da birtakım merâtibi (mertebeleri) vardır. Cennât-ı Zât, (Zât cennetleri) ârifinden Rabb'in zuhûru (meydana çıkışı) ve onların üzerinde bürûzu (aşikâr olması) ve Rab'leri indinde onların isti­târıdır (örtünmeleridir). Abd (kul) için olan bu cennetlere mukâbil (karşılık), Hak için de cennet­ler vardır. Buna binâen (bundan dolayı) Hak Teâlâ: ………………… (Fecr;' 89/30): Ya'nî: "Cennetime gir!" buyurur ve cenneti, Zât-ı ecell (yüce Zât’ına) ve a'lâsına (en üstüne) izâ­fe eder (katar).

Cennât-ı İlâhiyye’den (İlahi cennetlerden) birincisi; "a'yân-ı sâbite (mana) cennetleri"dir. Zîrâ Hak onunla örtünür ve a'yân-ı sâbite (manalar) örtülerinin arkasından Zât’ını Zât’ı ile müşâhede eder (seyreder).

İkincisi; ne melek-i mukarrebin (Allah’a yakın olan meleklerin), ne de gayrilerinin (başkalarının) muttali' olama­yacağı (bilemeyeceği) haysiyyetle (bakımından) ervâhda (ruhlarda) istitârıdır (örtünmesidir).

Üçüncüsü; ağyârın (Hakk’tan başkasının) vâkıf olamayacağı (bilemeyeceği) haysiyyetle (bakımından) perde arkasından âlemlerini müşâhede etmek (görmek, seyretmek) için, âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) ekvân (varlıklar) ile istitârıdır (örtünmesidir).İmdi huzûzât-ı nefsâniyyesinden (nefsinin hazlarından, isteklerinden) fânî (geçmiş) olan ârife "Benim cennetime gir!" denilince o ârif bu sözden, "zâtına ve "ayn"ına  (kendi manana) ve hakîkatınâ gir ki, onda Ben'i bulasın ve onunla Ben'i müşâhede edesin" (göresin) ma'­nâsını anlar. Zîrâ onun matlûbu (arzu ettiği) cemâl-i Hak'tır (Hakk’ın yüzüdür). Ârif olmayan kim­se ise bu hitâbdan yenilip içilecek ve hûrîlerle zevk edilecek, ve'l ­hâsıl bu gibi huzûzât-ı nefsâniyye (nefsin arzuları) ile iştigâl (oyalanacak, meşgul) olunacak mahalle duhû­lü (bir yere girileceğini) anlar. Nitekim Şeyh (r.a.) Hak cânibinden (tarafından) tercümân olarak "Benim cennetim senden gayri değildir; zîrâ sen zâtınla beni örtersin" buyurur. Ya'nî sen zâtınla ve sıfâtınla ve ef’âlin (fiillerin) ile zâtıma, sıfâtıma ve ef’âlime (fiillerime) vikâye, ya'nî siper olursun demektir. Ve abdin (kulun) nefsini Rabb'ine siper etmesi hakkındaki izâhât (açıklama) Fass-ı İbrahimî'de mezkûrdür (geçmektedir); oraya mürâcaat buyrulsun.

İmdi Ben bilinmem, illâ senin ile; nitekim tahkîkan sen mev­cûd olmazsın, illâ Ben'im ile. Böyle olunca seni bilen kim­se, Ben'i bildi. Halbuki Ben bilinmem, sen de bilinmezsin (17).

Ya'nî ekvânda (dünyada) Ben'im zuhûrum (açığa çıkmam),  ancak senin iledir. Zîrâ sen Ben'im Zât’ımın mir'âtı (aynası) ve sıfâtımın meclâsı (göründüğü yer) ve tasarrufâtımın (tasarruf ettiğim, kullandığım) mahalli­sin. Nitekim sen dahi, ancak Ben'im ile mevcûdsun. Zîrâ senin sen­liğin ademden (yokluktan) başka bir şey değildir. Belki Ben kendi vücûdumdan sana bir izâfi (kayıtlı) vücûd verdim de, senin senliğin bu sâyede zâhir oldu (meydana geldi).  Böyle olunca, hakkıyla seni bilen kimse Ben'i bildi; çünkü senin ha­kîkatin Ben'im. Halbuki benim hakîkatimi ve zâtımın künhünü (bütününü) hiç­bir kimsenin bilmesi mümkün değildir. Binâenaleyh (nitekim) sen dahi hakî­katinle ma'rûf (bilinen) olamazsın. Bu hitâb, "insân-ı kâmil" olan Şeyh (r.a)in bâtınından (özünden, ruhundan) zâhirinedir. (dışarıya açığa çıkışıdır) Zîrâ İnsân-ı Kâmil’in  vücûdu Hakk'ın vücû­duna mazhar-ı küldür (tam olarak göründüğü yerdir) ve Hak, suyun buzda ihtifâsı (gizlenmesi) gibi, onda muhtefîdir (gizlenmiştir). Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ:

(Tercüme) "Ey Hoten'e  mensûb (ait) olan nigâr (sevgili) ! Ben seninle öyleyim ki, acabâ ben sen miyim, yoksa sen ben misin? diye galat (yanılgı) içindeyim. Ben ben değilim, sen de sen değilsin. Sen, ben de değilsin. Hem ben benim; ve hem sen sensin; hem de sen bensin."

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
01
.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail