[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC
"HİKMETİ
ALİYYE"NİN
BEYÂNINDA
OLAN
FASTIR]
İmdi
marzînin mutlaka marzî olması sahîh olmaz. Ancak onda,
onunla zâhir olan
her şey, râzînin
fiilinden olduğu vakit, marzînin mutlaka marzî olması sahîh
olur (13).
Bu
cümle bâlâda (yukarıda) tezbîr
olunan (yazılan)
"Her bir mevcûd Rubûbiyyeti (esması,
Rablığını) ancak külden (bütünden,
esma mertebesinden) aldı, vâhidden (Tek’ten,
Allah’tan) almadı; binâenaleyh (nitekim)
ona külden (bütünden,
esma mertebesinden) ancak ona münâsib (uygun) olan
şey müteayyen (belirlenmiş)
oldu" cümlesinin mâba'didir (sonudur)
ve o cümleye merbûttur (bağlanmıştır).
Ve bu iki cümle arasındaki beyânât (açıklama),
Ahadiyyet’te tecellî (belirme, oluşma) olmadığını
îzâh (anlatmak)
için îrâd buyrulmuştur (söylenmiştir).
İmdi
her bir mevcûd, mâdemki Rubûbiyyeti (Rablığını,
esmasını) bir vâhid-i muayyenden (belli
Tek’ten, taayyün-i evvel mertebesinden) almayıp,
Rubûbiyyet-i Hâssa’dan (Rububiyet’in
özelliğinden) kendisine münâsib (uygun)
şeyi külden (bütünden), ya'nî
Rubûbiyyet-i Mutlaka'dan (Mutlak,salt,kayıtsız
esmadan, esma mertebesinden) aldı ve ta'bîr-i dîğerle,
her mevcûd, mâdemki Rubûbiyyeti (Rablığını)
isti'dâdına göre "Allah" ism-i câmi'i
(isimleri
cem eden, toplayanın) tahtında (altında,
aşağısında) bulunan esmânın birinden aldı; şu
halde ancak taht-ı terbiyesinde (terbiyesi
altında) bulunduğu isim indinde (yanında)
marzî (kendisinden
razı olunan, beğenilen) olur; yoksa mutlakâ marzî
(beğenilen, razı
olunan) olmaz. Çünkü diğer bir isim indinde (katında)
marzî (beğenilen) değildir
ve her bir ismin mazharı (göründüğü
mahal, yer) diğerini beğenmez. Nitekim Şeyh Sa'dî
(k.s) buyurur.
Beyt:
(Tercüme)
"Bir Yahûdi ile Müslüman nizâ' (münakaşa)
ediyorlardı. Öyle ki, onların sözlerinden bana gülme
geldi. Müslüman hiddetle dedi ki: “Eğer bu hüccetim (delilim)
doğru değilse, İlâhî, cehûd (Yahudi)
olarak öleyim.” Cehûd (Yahudi)
dedi: “Tevrât'a yemin ediyorum, eğer hilâfım (yalanım)
varsa, senin gibi Müslüman olayım."
Ve'l-hâsıl
Rabb-i hâssı (terkibindeki
ağırlıklı esma) olan isim indinde (yanında,
katında) marzî olan
(beğenilen) kimse, mutlakâ marzî (beğenilen)
değildir. Ancak marzîde (beğenide),
marzînin (beğenilenin)
vücûdu ile zâhir olan (meydana
çıkan) kâffe-i ef’âl (fiillerin
hepsi) ve ahvâl (durumlar,
haller), râzînin
(razı olanın) fiili
olursa, ya'nî marzî olan (beğenilen)
abdin (kulun)
fiili olmazsa, o vakit o abd (kul),
mutlakâ marzî olur (beğenilir).
Zîrâ râzînin (razı
olanın) fiili, kemâliyle İnsân-ı Kâmil’de zâhir
olur. Çünkü İnsân-ı Kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin
mazharı (göründüğü, çıktığı
yer) olduğundan bu isim tahtında (altında)
müctemi' (cem
olmuş, toplanmış) olan kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’nin
(İlahi
isimlerin hepsinin) mazharı (çıktığı
yer) olmuş olur. Ve onun Rabb'i, Rabb-i mutlak (salt,
kayıtsız Rabb, âlemlerin
Rabb’ı) ve Rabbü'l-erbâb (Rablerin
Rabbi) olan "Allah" ism-i câmi'i (isimleri cem eden,
kendinde toplayan Allah) olur. Nitekim âyet-i kerîmede:
…………………………………. (Yûsuf, 12/39) Ya'nî
"Erbâb-ı müteferrika (ayrı
ayrı Rabler) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr
(
tek kahhar) olan "Allah" mı hayırlıdır?"
buyrulur.
"İnsân-ı
Kâmil" Rubûbiyyeti (Rablığı)
Rabb-i Mutlak (Tek, Mutlak Rab) olan
Allah'dan ahz ettiğinden (aldığından),
onun mazharında (vücudunda)
zâhir olan (meydana
çıkan) kâffe-i ef’âl (fiillerin hepsi) ve
ahvâl (haller,
durumlar),
mutlakâ marzî (beğenilen) olur.
Nitekim Hızır (a.s.) sefîneyi (kayığı)
deldi ve gulâmı (delikanlıyı)
katleyledi (öldürdü). Ve
bunlar sûret-i zâhirede (görüldüğü
şekliyle) münkerâttan (şeriatçe
yapılması yasak olan şeyler) olmakla, Mûsâ
(a.s.)’ın inkârına cevâben: ………………….. (Kehf,
18/82) Ya'nî: "Ben o işleri kendi nefsimin emriyle işlemedim"
buyurdu. Zîrâ: …………………………. (Yûsuf, 12/53)
âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
"Nefis sû' (kötülük) ile
emreder." Fakat Hak emrinde hakîmdir. Binâenaleyh (nitekim)
İnsân-ı Kâmil’den sudûr eden (çıkan)
ef’âl (fiiller),
sûret-i zâhirede (göründüğü
şekliyle) çirkin bile olsa, râzînin (razı olanın) fiili
olduğundan mutlakâ marzî (beğenilen)
olur.
İmdi
Hak Teâlâ onu Rabb'i indinde marzî olmasıyla vasf etmekle,
İsmâîl (a.s.) a'yândan kendisinin gayrı üzerine fâzıl
oldu. Ve "Ey nefis, Rabb'ine rücû' eyle!" (Fecr,
89/27-28) denilen her nefs-î mutmainne de bunun gibidir. /
(14).
Ya'nî
İsmâîl (a.s.) Rab'leri indinde marzî olan (beğenilen)
ne kadar a'yân (açığa çıkmışlar)
var ise, onların cümlesinden (bütün
hepsinden) efdal (âla,
üstün) oldu. Çünkü Hak Teâlâ onu: ……………………………….
(Meryem, 19/55) âyet-i kerîmesinde marzî (beğenilen)
olmakla vasfeyledi (vasıflandırdı). Ve İsmâîl
(a.s.), Hak Teâlâ Hazretlerinin her şeye halkını, ya'nî
isti'dâdıyla taleb ettiği (istediği)
hakkını, i'tâ eylediğine (verdiğine)
muttali' (vakıf)
oldu. Bu ıttılâ' (bilme, haberdar
olma) ise kazâ ve kader sırrına ilimdir. Ve kazâ
ve kader sırrına ıttılâ' (bilme) dahi,
İnsân-ı Kâmil’in hâlidir. Ve İnsân-ı Kâmil, Rabb-i
Mutlak’ın (Mutlak
Rabb’in, Allah’ın) terbiyesi tahtındadır (altındadır)
ve ism-i zâtın mazharıdır (zat
isminin göründüğü, çıktığı mahaldir). Nitekim
İsmâîl (a.s.) dahi: ……………………….. (Meryem,
19/50) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere ism-i zât
(Zât’ın
ismi) olan ism-i Aliyy'in mazharıdır (Aliyy
isminin görüntü mahalidir). Binâenaleyh
(nitekim),
o mutlaka marzîdir (beğenilendir)
ve sâir a'yân (diğer
açığa çıkmışlar) ise Rabb-i
hâsları (terkibindeki öz
isim) indinde marzîdir (beğenilendir).
Bu sûrette İsmâîl (a.s.) kendisinin gayrı (başka)
olan a'yân
üzerine
(açığa çıkmışlardan dolayı) fâzıl (faziletli,
üstün) olur. Ve
……………………………………………………………
(Fecr, 89/27-30) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği)
vech ile, her bir nefs-i mutmainne (mutmain
olmuş nefs) dahi, İsmâîl (a.s.) gibi marzîdir (beğenilendir).
Çünkü "emmâre" (emir
alan nefs) değildir ki, ef’âli (fiillerini)
kendisine isnâd (dayandırmak,
maletmek) ile da'vâya kıyâm etsin (iddiaya kalkışsın)
ve "levvâme" (zemmeden,
çekiştiren, paylayan nefs) değildir ki, kezâlik (böylece)
ef’âli (fiilleri)
kendine muzâf kılarak (bağlayarak) kendini
levm etsin? (kızıp
paylasın) O mevt-i ihtiyârî (ölmeden
evvel ölmek) ile cemî'-i ef’âlinden (bütün
fiillerinden, işlerinden) fânî (geçmiş,
yok) olmuş ve
kendisinde ef’âl (fiillerini,
işlerini) isnâd edecek (dayandıracak)
bir vücûd görememiştir. Onun için o nefse
gerek mevt-i ihtiyârî (kendi
isteği ile ölmekle) ve gerek mevt-i ıztırârî (mecburi
ölüm) indinde "Rabb'ine rücû' eyle!" (geri dön) hitâbi
vârid oldu
(geldi).
Zîrâ bir kimse nefsinden rücû' edince (vaz
geçince),
Hak zuhûr eder (meydana çıkar). Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur: ……………………….. (İsrâ,
17/81) Ya'ni "Hak geldi, bâtıl (boş, abes
olanlar) gitti."
Şurası
da hafi (gizli)
kalmasın ki, her nefs-i mutmainnenin (mutmain
olmuş nefsin) marzıyye (beğenilir)
olması, Rabb-i hâsı indinde
(terkibindeki güçlü isme göre) marzıyye (beğenilir)
olmasıdır. Hattâ İsmâîl (a.s.) dahi, Rabb-i hâsı
indinde (Rabb’ının
güçlü ismi tarafından) marzî (beğenilir)
olmakla bir vech ile (yönden)
marzî-i mukayyeddir (kayıtlı,
izafi beğenilendir) ve ikinci vech (yön)
ile marzî-i mutlaktır. (mutlak
beğenilendir)
Birinci
vecih budur ki, İsmâîl (a.s.), İnsân-ı Kâmil olduğundan
Rubûbiyyet-i Mutlaka’yı (Mutlak
Rububiyet’i, bütün, kayıtsız salt esmayı) mutazammın
(içine alan,
muhtevi) olan cemî'-i
Rubûbiyyât’ın (bütün
Rububiyet’in, bütün esmanın) mazhariyyetindedir (çıktığı mahal
olarak
şereflenmiştir).
Ve Rubûbiyyet-i Mutlaka (Mutlak Rububiyet,
kayıtsız salt bütün esma) onunla mütehakkık olmuştur
(tahakkuk
etmiştir, gerçekleşmiştir).
İkinci
vecih budur ki, ubûdiyyet-i mahza (sadece,
yalnız kulluk) ile muttasıf (vasıflanmış)
olduğundan ondân zâhir olan (açığa
çıkan) kâffe-i ef’âl (işlerin,
fiillerin hepsi), Hakk-ı
râzînın ef'âlidir
(razı olan Hakk’ın işleri,
fiilleridir).
İmdi
Hak Teâlâ nefs-i mutmainneye, ancak onu da'vet eden Rabb'ine rücû'
etmek ile emr eyledi. Böyle olunca nefis dahi, "râzıyye"
olduğu halde, Rabb'ini külden ârif oldu. İmdi sen "Ey
nefis", bu makam, onların mülkü olması haysiyyetiyle,
"Benim ibâdım zümresine gir!" Şu halde burada
zikrolunan "ibâd", Rabb'ini bilen ve onun üzerine
iktisâr eden ve ondan gayrı Rabb'e nazar etmeyen her abddir
(15).
Ya'nî
Hak, nefs-i mutmainneye (mutmain olmuş,
emin olmuş nefs), kendisini çağıran Rabb-i hâssına
(terkibindeki
güçlü isme) rücû (geri
dönmek) ile emretti. O da bu Rabb-i hâssını (öz
esmasını),
sâir erbâb-ı hassadan (diğer esmadan), ya'nî
esmâdan temyîz edip (ayırıp)
O'nun da'vetinden râzı olduğu halde ârif oldu ve
O'nun da'vetine icâbet eyledi (kabul
etti).
Ve Hak, rücû' (geri
dönmek) ile berâber bu makâm-ı rızâ (rıza mertebesi)
onların mülkü olması hasebiyle, nefs-i
mutmainne (emin
olmuş mutmain olmuş nefs) sâhibleri olan ibâdının
(kullarının) zümresine
(topluluğuna) duhûlünü (girmesini)
de emr eyledi; ve …………………… 89/29) âyet-i
kerîmesindeki ibâd (kul), hangi
ismin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi
altında) olduğunu bilip onun üzere iktisâr ederek
(sözü
kısa keserek), onun
gayri (ondan başka) olan
erbâb-ı hâssaya (esma
özelliklerine) bakmayan her bir abddir (kuldur).
Ve
"Ey nefs-i mutmainne, benim cennetime gir" ki, benim
setrim onun iledir. Halbuki benim cennetim senden gayri değildir.
Zîrâ sen, Zât’ın ile beni setr edersin (16).
Cennet,
lügatte "Eşcâr-ı kesîresinin (birçok
ağacın) zılleriyle (gölgeleriyle) örtülmüş
olan arz"a (yere)
derler. "Setr" (örtme)
ma'nâsına olan "cenn"den me'hûzdur (alınmıştır).
Ve ulemâ-i zâhirin (zahir
âlimlerin) ıstılâhında (görüşlerinde)
"Dâr-ı âhiretin (cennet
yurdunun) makâmât-ı nüzhetinden (ferahlık,
rahatlık makamından) ve mevâtın-ı mahbûbesinden
(sevilen
mertebeden, yerden) ibâretdir" ki, onlar da
"cennet-i a'mâl (amel
cenneti) ve ef’âl"dir (fiillerdir).
Fakat,
ârifîn indinde bunlardan gayrı cennetler de vardır ki, onlar
"cennâtü's-sıfât" (sıfat
cennetleri) ve "cennâtü'z-Zât"tır (Zât
cennetleridir). Cennât-ı
sıfât, (sıfat
cenneti) erbâb-ı kemâlin (kemale
ermiş kişilerin) sıfâtıyla ittisâf (vasıflanması)
ve ahlâk-ı İlâhiyye (Allah’ın
ahlakı) ile tahalluktur (ahlaklanmadır)
. Ve bunun
da birtakım merâtibi (mertebeleri)
vardır. Cennât-ı Zât, (Zât
cennetleri) ârifinden Rabb'in zuhûru (meydana çıkışı)
ve onların üzerinde bürûzu (aşikâr
olması) ve Rab'leri indinde onların istitârıdır
(örtünmeleridir).
Abd (kul)
için olan bu cennetlere mukâbil (karşılık),
Hak için de cennetler vardır. Buna binâen (bundan
dolayı) Hak Teâlâ: ………………… (Fecr;'
89/30): Ya'nî: "Cennetime gir!" buyurur ve cenneti, Zât-ı
ecell (yüce
Zât’ına) ve a'lâsına (en üstüne) izâfe
eder (katar).
Cennât-ı
İlâhiyye’den (İlahi
cennetlerden) birincisi; "a'yân-ı sâbite (mana) cennetleri"dir.
Zîrâ Hak onunla örtünür ve a'yân-ı sâbite (manalar)
örtülerinin arkasından Zât’ını Zât’ı ile
müşâhede eder (seyreder).
İkincisi;
ne melek-i mukarrebin (Allah’a
yakın olan meleklerin),
ne de gayrilerinin (başkalarının)
muttali' olamayacağı (bilemeyeceği)
haysiyyetle (bakımından) ervâhda
(ruhlarda)
istitârıdır (örtünmesidir).
Üçüncüsü;
ağyârın (Hakk’tan
başkasının) vâkıf olamayacağı (bilemeyeceği)
haysiyyetle (bakımından) perde
arkasından âlemlerini müşâhede etmek (görmek,
seyretmek) için, âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde) ekvân (varlıklar)
ile istitârıdır (örtünmesidir).İmdi
huzûzât-ı nefsâniyyesinden (nefsinin
hazlarından, isteklerinden) fânî (geçmiş)
olan ârife "Benim cennetime gir!"
denilince o ârif bu sözden, "zâtına ve "ayn"ına
(kendi
manana) ve hakîkatınâ gir ki, onda Ben'i bulasın
ve onunla Ben'i müşâhede edesin" (göresin)
ma'nâsını anlar. Zîrâ onun matlûbu (arzu
ettiği) cemâl-i Hak'tır (Hakk’ın
yüzüdür). Ârif
olmayan kimse ise bu hitâbdan yenilip içilecek ve hûrîlerle
zevk edilecek, ve'l hâsıl bu gibi huzûzât-ı nefsâniyye (nefsin
arzuları) ile iştigâl (oyalanacak,
meşgul) olunacak mahalle duhûlü (bir
yere girileceğini) anlar. Nitekim Şeyh (r.a.) Hak cânibinden
(tarafından)
tercümân olarak "Benim cennetim senden gayri
değildir; zîrâ sen zâtınla beni örtersin" buyurur.
Ya'nî sen zâtınla ve sıfâtınla ve ef’âlin (fiillerin)
ile zâtıma, sıfâtıma ve ef’âlime (fiillerime)
vikâye, ya'nî siper olursun demektir. Ve abdin (kulun)
nefsini Rabb'ine siper etmesi hakkındaki izâhât (açıklama)
Fass-ı İbrahimî'de
mezkûrdür (geçmektedir);
oraya mürâcaat buyrulsun.
İmdi
Ben bilinmem, illâ senin ile; nitekim tahkîkan sen mevcûd
olmazsın, illâ Ben'im ile. Böyle olunca seni bilen kimse,
Ben'i bildi. Halbuki Ben bilinmem, sen de bilinmezsin (17).
Ya'nî
ekvânda (dünyada)
Ben'im zuhûrum (açığa
çıkmam), ancak
senin iledir. Zîrâ sen Ben'im Zât’ımın mir'âtı (aynası) ve
sıfâtımın meclâsı (göründüğü
yer) ve tasarrufâtımın (tasarruf
ettiğim, kullandığım) mahallisin. Nitekim sen
dahi, ancak Ben'im ile mevcûdsun. Zîrâ senin senliğin
ademden (yokluktan)
başka bir şey değildir. Belki Ben kendi vücûdumdan
sana bir izâfi (kayıtlı)
vücûd verdim de, senin senliğin bu sâyede zâhir
oldu (meydana
geldi). Böyle
olunca, hakkıyla seni bilen kimse Ben'i bildi; çünkü senin
hakîkatin Ben'im. Halbuki benim hakîkatimi ve zâtımın künhünü
(bütününü)
hiçbir kimsenin bilmesi mümkün değildir. Binâenaleyh
(nitekim)
sen dahi hakîkatinle ma'rûf (bilinen)
olamazsın. Bu hitâb, "insân-ı kâmil"
olan Şeyh (r.a)in bâtınından (özünden,
ruhundan) zâhirinedir. (dışarıya
açığa çıkışıdır) Zîrâ İnsân-ı Kâmil’in
vücûdu
Hakk'ın vücûduna mazhar-ı küldür (tam olarak göründüğü
yerdir) ve Hak, suyun buzda ihtifâsı (gizlenmesi)
gibi, onda muhtefîdir (gizlenmiştir).
Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ:
(Tercüme)
"Ey Hoten'e mensûb
(ait) olan
nigâr (sevgili)
!
Ben seninle öyleyim ki, acabâ ben sen miyim, yoksa
sen ben misin? diye galat (yanılgı)
içindeyim. Ben ben değilim, sen de sen değilsin.
Sen, ben de değilsin. Hem ben benim; ve hem sen sensin; hem de
sen bensin."
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
01.04.2003
http://gulizk.com
|