[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC
"HİKMETİ
ALİYYE"NİN BEYÂNINDA
OLAN
FASTIR]
Şu
halde sen Rabb'in cennetine girdiğin vakit, "nefs"ine
dâhil olursun (18).
Ya'nî
birer Rab (terbiye
eden) olan esmâ-i İlâhiyye’den birisi, nâsıyesinden
(alnından)
tutup çektiği bendesine (kölesine)
……………………… (Fecr, 89/29) kavliyle
nidâ (sözleri
ile seslenerek) ve cennetine duhûl ile (gir diye) emr
etse, o bende-i ârif (arif
olan kul) kendi nefsine dâhil olur. Çünkü, ârif
Rabb-i hâssı (terkibindeki güçlü
isim) olan o ismin cenneti kendi "nefs"i
olduğunu ve kendisi o Rabb'in (öz
isminin, terbiye edicinin) mazharı (göründüğü
yer) ve meclâsı (aynası) ve
arş-ı müsevvâsı (tesviye
edilmiş arş olarak) bulunduğunu bilir. Bu sûrette
Rab, abdini (kulunu)
ve abd (kul) dahi
Rabb'ini sever. Biri râzî, (razı
olan) diğeri de marzîdir (razı
olunandır).
Rabb'ini
tanıdığın hînde, Rabb'ine ma'rifetin sebebiyle, kendi
nefsini bildiğin ma'rifetin gayrı olarak, diğer bir ma'rifet
ile tanırsın. Bu sûrette sen iki ma'rifet sâhibi olursun.
Birisi, senin nefsin haysiyyetiyle Rabb'in ma'rifetidir; diğeri,
nefsin haysiyyetiyle değil, Rabb'in haysiyyetiyle, Rabb'in
ma'rifeti sebebiyle, nefsin ma'rifetidir (19).
Ya'nî
Rabb'in cennetine girdiğin vakit, nefsine ve zâtına dâhil
olur ve Hakk'ın envârından (nurlarından)
ve zâtından, o nefsinde olan şeyi ve esrârı (sırları) müşâhede
edersin (görürsün).
Ve bu sûrette nefsini ikinci bir tanıyış ile tanırsın
ki, bu ma'rifet (biliş,
ilim) nefsini tanıdığın ma'rifetin (bilmenin)
gayrıdır. Ya'nî bundan evvel nefsini bilmiş ve
bu bilme sebebiyle Rabb'ini tanımış idin. Bu def’a Rabb'in
cennete girip kendi nefsine dâhil olmakla, nefsin hakkında
ikinci bir ma'rifet (biliş)
hâsıl olur ki, bu da evvelki ma'rifetten (bilişten)
başkadır. Ve bu ikinci ma'rifetin (bilişin)
husûlü hîninde (hasıl
olması sırasında),
Rabb'ine ma'rifetin (Rabb’ini bilmen)
sebebiyle nefsini tanımış olursun ve bi'n-netîce (netice
olarak) sende iki ma'rifet (biliş)
husûle gelir. Çünkü, evvelce nefsini bilmiş ve
ondan sonra Rabb'ini tanımış idin. Ve bu ma'rifette (bilişle)
sen kendinin âciz, fakîr, menba’-ı nakâis (noksanlıklar
kaynağı) ve şürûr (kötülükler)
olup, sendeki kemâlâtın âriyet (iğreti,
ödünç) olduğunu ve Rabb'inin Kâdir (kudret
güç sahibi), Ganî,
(hiçbir eksiği ve
noksanı olmayan) ma'den-i kemâlât (kemalat
kaynağı) ve hayrât (hayırlar)
olup, kemâlât-ı zâtiyye sâhibi bulunduğunu
anlamış idin. Velâkin, Rabb'ini ve mezâhirde (görüntü
mahallerinde, birimlerde) onun zuhûrâtını (meydana
çıkışlarını) bildiğin vakit, bu biliş ile
tekrâr nefsinin ma'rifetine rücû' (hususiyetine
geri döner) ve teveccüh edersen (yönelirsen),
sende ikinci bir ma'rifet (biliş) daha
peydâ olur ki,
bu ma'rifet (vakıf olma, biliş)
evvelkinden etemm (kusursuz,
tam) ve ekmeldir (kâmil,
mükemmeldir).
Çünkü bu def’a, nefsinin mezâhir-i (nefsinin
göründüğü yer, bedenin) Hak'tan bir mazhar (görüntü
yeri) olduğunu bilmiş olursun. Nitekim (s.a.v.)
Efendimiz'e "Rabb'ini ne ile bildin!" diye suâl olundukda
"Eşyâyı (varlıkları)
Allah ile bildim" buyurdular.
İmdi
sende husûle gelen iki ma'rifetten (husustan,
bilişten) birisi, nefsin cihetinden (tarafından)
Rabb'ini ve nefsini bilmektir ve diğeri, nefsin
cihetinden (tarafından) değil,
Rabb'in cihetinden, (tarafından)
Rabb'ini ve nefsini bilmektir. (Şerh-i
Dâvûd-ı Kayserî).
Beyt:
Sen abdsin ve sen Rab'sin; o kimse için ki, onun için onda sen
abdsin (20).
Ya'nî
ey iki ma'rifet sâhibi olan ârif! Birinci ma'rifetin (bilişin) cihetinden
sen abdsin (kulsun);
zîrâ o ma'rifet (biliş)
sebebiyle nefs-i vehmîni (var
sandığın nefsini) bilip, ba'dehû (daha
sonra) Rabbi muhakkakını (gerçek
Rabb’ini) anladın ve eseri bildin, müessiri (eser
sahibini) tanıdın. Ve kezâ sen, ikinci ma'rifetin (bilişin)
cihetinden Rab'sin. Zîrâ bu ma'rifet (biliş) sebebiyle
nefsinin hakîkâtini bildin ve senin üzerindeki Kayyûm'u (baki
ve ebedi olanı) tanıdın ve Hakk'ı anladın. Bu
halde sen, rüsûmun (resmin,
şeklin) ile abdsin (kulsun) ve
rüsûmsuz (şekilsiz)
Rabsin. Ve sen, seninle abdsin; (kulsun)
ve sensiz Rab'sin. Ve sen onun vücûdunda mâhiyyet-i
ma'dûmen (asli
yokluğun) ile zâhirsin (görünürsün)
ve bu vücûdunda zâhir olduğun (göründüğün)
Rabb-i hâssın (terkibindeki
güçlü ismin, öz Rabbin) için abdsin (kulsun);
zîrâ senin üzerinde o ism-i hâssın (güçlü
olan öz ismin) saltanatı (hükümdarlığı)
zâhirdir (görülür).
Ve sen abdi (kulu)
olduğun bu ism-i hâs (sendeki
güçlü isim) için Rab'sin. Zîrâ O'nun vücûdunda
o ismin ahkâmını (hükümlerini,
emirlerini) kabûl ve ızhâr edersin (açığa çıkarırsın)
ve bu sûretle onun üzerinde de senin saltanatın (hükümdarlığın)
zâhir olur (görülür).
Bu
ifâdâtın (ifadelerin) muhtasaran
(kısaca)
îzâhı budur ki: Sen, senin üzerine hâkim olan
Rabb-i hâs (öz Rabb’in) için
abdsin (kulsun).
Ve onun ahkâmının (hükümlerinin)
ve ef’âlinin (fiillerinin)
cereyânı (oluşu) husûsunda
sen, o Rabb-i hâssın (terkibiyetindeki
güçlü ismin) taht-ı hüküm (hükmü
altında) ve saltanatında (hükümdarlığında)
musahharsın (emre
âmadesin, emri altındasın);
işte birinci ma'rifetin (bilişin) iktizâsı
(gereği)
budur. Ve sen hükmünde bulunman ile abdi (kulu)
olduğun Rabb-i hâssın (öz Rabbin) için
Rab'sin. Çünkü sen, isti'dâdın ile onun üzerine hâkimsin
ve onun senin üzerine olan hükmü ve fiili, ancak lisân-ı
isti'dâdın ile
(istidadından gelen bir şekilde) vâki' olan (olagelen)
talebine (isteklerine)
müsteniddir (dayanmaktadır).
Bu da ikinci ma'rifetin (bilişin)
netîcesidir. Ve'l-hâsıl (kısaca) Allah
Teâlâ Zâhir (aşikâr)
ve
Bâtın'dır (gizlidir) ve
ism-i Zâhir ile ism-i Bâtın için Rubûbiyyet (terbiye
edicilik, Rablık) sâbittir (mevcuttur).
Zâhir Bâtın'ı ve Bâtın dahi Zâhir'i terbiye
eder. Bâtın'ın Zâhir'i terbiye etmesi, Zâhir üzerinde
ahkâm-ı esmâyı (esmanın
hükümlerini) ızhâr eylemesidir (açığa
çıkarmasıdır).
Ve Zâhir'in Bâtın'ı terbiye etmesi de, ahkâm-ı
esmâyı (esmanın hükümlerini)
kabûl edip, onun zuhûruna (meydana
çıkmasına) mazhar (görüntü
yeri ) olmasıdır.
İmdi
Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte abd (kul)
ile Rabb-i hâs (terkibindeki güçlü
isim, öz Rabb) arasındaki nisbeti (ilişkiyi,
bağlantıyı) beyân buyurmuştur (açıklamıştır).
Ve
beyt-i âtîde (aşağıdaki
beyitte) ise, abd (kul)
ile Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabb’i)
arasındaki nisbet (ilişki,
bağlantı) beyân olunur (açıklanır).
Ve
sen Rab'sin ve sen, hitâbda onun için ahid sâbit olan Rab için
abdsin (21).
Ya'nî
sen, sende zâhir (aşikâr)
olan "Hüviyyet" (z
Zât’ın) i'tibâriyle Rab'sin. Ve sen
…..……………………… (A'râf, 7/172) hitâbında
kendisi için ahid (yemin)
sâbit (mevcut)
olan Rabb'in için, taayyünün (vücudun)
ve takayyüdün (bağlı, kayıtlı
oluşun) i'tibâriyle
(bakımından) abdsin
(kulsun).
Ve
abd (kul) ile
Rab arasındaki ahd-i küllî (kul
ile Rab arasındaki yemindir) ve cüz'î-i sâbıkı (esmadan
her biri ile kulları arasında geçen ahdi)
bilmek lâzımdır. "Ahd-i
küllî" budur
ki, ism-i
câmi'-i İlâhî (bütün isimleri
kendinde toplayan) ile ibâd (kul)
arasında vâki'dir. Ve"ahd-i cüz'î" ise
esmâdan her biriyle abdleri (kulları)
arasındaki ahiddir. (sözleşme,
yemindir) İmdi herkes Allâh'ın kuludur; fakat
her bir abd (kul)
esmâ-i hâkime (muayyen
esma) cihetinden (bakımından)
Hakk'a tapar.
İmdi
her bir akîde ki, bir şahıs onun üzerine sâbittir, o
akidenin gayrı akdi olan kimse, o akîdeyi halleder (22).
Ya'nî
herkesin bir i'tikâdı (inancı)
vardır. Başka birisinde, kendi i'tikâdının
gayrı (inancından
başka) olan bir i'tikâd (inanç)
gördükde (gördüğünde),
onu ibtâl eder
(bozar, geçersiz kılar).
Zîrâ her bir şahıs esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin
mazharıdır (göründüğü
mahaldir).
Binâenaleyh (nitekim),
o ismin hükmü îcâbınca bir itikâd-ı mahsûs (kendine
özel inanç) sâhibidir. Ve bu sebeble diğer akâid
erbâbından (inanç
sahiplerinden) mütemeyyizdir (farklıdır).
Ve bu itikâd (inanç),
o kimse ile Rabb-i hâssı (öz ismi) arasındaki
ahdidir (yeminidir).
Bundan nâşî (dolayı)
esmâ-i muhtelifenin (çeşitli
esmanın) taht-ı te'sîrinde (tesiri
altında) olarak yekdîğerine (birbirlerine)
i'tikâdları muhâlif (karşı
inançta) olan kimselerden her biri, diğerini red (kabul
etmez) ve ibtâl eyler (hükümsüz
bırakır).
Böyle
olunca, Allah abîdinden râzî oldu. Onlar da marzîlerdir ve
onların kâffesi O'ndan râzî oldular. Binâenaleyh O da marzîdir
(23).
Allah,
abîdinden (kullarından) râzî
oldu; çünkü o abîd (kullar)
Allâh'ın esmâsının muktezâlarını (gerektirdiklerini)
ve ahkâmını (hükümlerini)
ızhâr ettiler (açığa
çıkardılar).
Meselâ kimi muhîtine (etrafına) zarar
îkâ' etti (yaptı),
Dârr (elem
ve zarar veren) isminin iktizâsını (gereğini)
meydâna koydu ve kimi halka nef’ îrâs eyledi (fayda
verdi),
Nâfi' (fayda
ve hayır veren) isminin ahkâmını (hükümlerini)
ızhâr ettî (açığa
çıkardı).Ve Allah ismi kâffe-i esmâyı (esmanın hepsini) câmi'
olduğundan (topladığından),
bu isimlerin her birerlerinin abîdinden (kullarından)
râzî oldu. Ve bi'n-netîce de
(sonuç olarak da) bu abîdin kâffesi (kulların
hepsi) Allah indinde (katında,
yanında) marzî (kendisinden razı
olunan, beğenilen) oldular. Diğer taraftan onlara,
taleb ettikleri (istedikleri)
vücûd-i aynîyi (kendi vücutlarını)
verdiği ve bu ketm-i ademde (bütün
mahlukların ilki olan cevher, aklı evvelde)
mahfi
(gizli)
olan onların kemâlâtını eydî-i esmâdan (esmanın
eliyle) ızhâr eylediği (açığa
çıkardığı) için, abîd (kullar)
dahi Allah'dan râzı oldular. Ve bu sebeble de Allah
onların indinde marzî (beğenilen,
razı olunan) oldu.
Suâl:
Cenâb-ı Hak Kur'ân- Kerim'de: …….……………………
(Zümer, 39/7) buyurmuştur. Halbuki ibâdın (kulların) ba'zıları
kâfirdir. Şu halde Hak onların küfürlerinden râzî olmak lâzım
gelir ki, bu da muhâlif-i nass (insanlara
aykırı, ters)
görünür.
Cevâb:
Hakk'ın emri ahvâl-i mükellefin hakkında
(bir şeyi yapmakla görevli olanın durumu) iki vech
(şekil) üzeredir:
Birisi "emr-î teklîfî" (teklif
edilen, yapması istenilen şeyler), diğeri
"emr-i irâdî"dir (ilmî
suretlerinin istidadır). Eğer
Hak mükellefe bir şeyle emreder ve o şeyin vukû'una (olmasına) ilm-i
İlâhîsi (İlâhi
ilim) bulunduğundan, irâdesi (dilemesi)
de taalluk eyler (gerçekleşir)
ve o mükellef-i me'mûrun (kendisine
emrolunanın, işi yapmakla görevli olanın) ayn-ı
sâbitesi (hakikâti, ilmi
sureti) dahi onu iktizâ eder (gerektirir)
ise, bu "emr-i irâdî"dir (ilmi suretlerinin
istidadıdır).
Ve eğer Hak, mükellefe (işi
yapması istenilen kimseye),
vukû'una (olmasına)
irâdesi taalluk etmediği (olmasını
istemediği) ve me'mûrun (görevlinin)
ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) de iktizâ eylemediği (gerektirmediği)
bir şeyle emrederse; bu da "emr-i
teklîfi"dir (önerilen,
teklif edilen emirler, hususlardır). İmdi
bir abd (kul),
Hakk'ın
gönderdiği Peygamber’in getirdiği evâmire (emirlere)
mutî' olmayıp (itaat etmeyip)
küfretse
ve onun bu küfrü de ayn-ı sâbitesinin isti'dâdı (kendi hakikâtinin,
ilmi suretlerinin istidadı) olsa, Hak "emr-i
teklîfi"si (teklif ettiği
hususlar, işler) cihetinden (yönünden)
onun bu küfründen râzî değildir. Fakat ezelde (önceden)
onun isti'dâdıyla taleb
ettiği (istediği) küfrün
vukûunu (olmasını)
irâde ettiği (dilediği)
için, "emr-i irâdî" (ilmi
suretlerinin istidadı olması) cihetinden (bakımından)
Hak ondan râzîdır. Çünkü onun fiili irâde-i ilâhîye
(Allah’ın dileğine)
muvâfıktır (uygundur)
. Bu
bahsin tafsîli (geniş
açıklaması) Fass-ı
Ya'kübî ile Fass-ı Uzeyrî'de geçmiştir. Oraya mürâcaat olunsun.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
08.04.2003
http://gulizk.com
|