59. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİN BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Şu halde sen Rabb'in cennetine girdiğin vakit, "nefs"ine dâhil olursun (18).

Ya'nî birer Rab (terbiye eden) olan esmâ-i İlâhiyye’den birisi, nâsıyesinden (alnından) tutup çektiği bendesine (kölesine) ……………………… (Fecr, 89/29) kavliyle nidâ (sözleri ile seslenerek) ve cen­netine duhûl ile (gir diye) emr etse, o bende-i ârif (arif olan kul) kendi nefsine dâhil olur. Çünkü, ârif Rabb-i hâssı (terkibindeki güçlü isim) olan o ismin cenneti kendi "nefs"i olduğu­nu ve kendisi o Rabb'in (öz isminin, terbiye edicinin) mazharı (göründüğü yer) ve meclâsı (aynası) ve arş-ı müsevvâsı  (tesviye edilmiş arş olarak) bu­lunduğunu bilir. Bu sûrette Rab, abdini (kulunu) ve abd (kul) dahi Rabb'ini sever. Biri râzî, (razı olan) diğeri de marzîdir (razı olunandır).

Rabb'ini tanıdığın hînde, Rabb'ine ma'rifetin sebebiyle, ken­di nefsini bildiğin ma'rifetin gayrı olarak, diğer bir ma'ri­fet ile tanırsın. Bu sûrette sen iki ma'rifet sâhibi olursun. Birisi, senin nefsin haysiyyetiyle Rabb'in ma'rifetidir; di­ğeri, nefsin haysiyyetiyle değil, Rabb'in haysiyyetiyle, Rabb'in ma'rifeti sebebiyle, nefsin ma'rifetidir (19).

Ya'nî Rabb'in cennetine girdiğin vakit, nefsine ve zâtına dâhil olur ve Hakk'ın envârından (nurlarından) ve zâtından, o nefsinde olan şeyi ve esrârı (sırları) müşâhede edersin (görürsün). Ve bu sûrette nefsini ikinci bir tanıyış ile tanır­sın ki, bu ma'rifet (biliş, ilim) nefsini tanıdığın ma'rifetin (bilmenin) gayrıdır. Ya'nî bun­dan evvel nefsini bilmiş ve bu bilme sebebiyle Rabb'ini tanımış idin. Bu def’a Rabb'in cennete girip kendi nefsine dâhil olmakla, nefsin hakkında ikinci bir ma'rifet (biliş) hâsıl olur ki, bu da evvelki ma'rifetten (bilişten) başkadır. Ve bu ikinci ma'rifetin (bilişin) husûlü hîninde (hasıl olması sırasında), Rabb'ine ma'rife­tin (Rabb’ini bilmen) sebebiyle nefsini tanımış olursun ve bi'n-netîce (netice olarak) sende iki ma'ri­fet (biliş) husûle gelir. Çünkü, evvelce nefsini bilmiş ve ondan sonra Rabb'­ini tanımış idin. Ve bu ma'rifette (bilişle) sen kendinin âciz, fakîr, menba’-ı nakâis (noksanlıklar kaynağı) ve şürûr (kötülükler) olup, sendeki kemâlâtın âriyet (iğreti, ödünç) olduğunu ve Rabb'­inin Kâdir (kudret güç sahibi),  Ganî, (hiçbir eksiği ve noksanı olmayan) ma'den-i kemâlât (kemalat kaynağı) ve hayrât (hayırlar) olup, kemâlât-ı zâtiy­ye sâhibi bulunduğunu anlamış idin. Velâkin, Rabb'ini ve mezâhirde (görüntü mahallerinde, birimlerde) onun zuhûrâtını (meydana çıkışlarını) bildiğin vakit, bu biliş ile tekrâr nefsinin ma'rifeti­ne rücû' (hususiyetine geri döner) ve teveccüh edersen (yönelirsen), sende ikinci bir ma'rifet (biliş) daha peydâ olur ki,  bu ma'rifet (vakıf olma, biliş) evvelkinden etemm (kusursuz,  tam) ve ekmeldir (kâmil, mükemmeldir). Çünkü bu def’a, nefsinin mezâhir-i (nefsinin göründüğü yer, bedenin) Hak'tan bir mazhar (görüntü yeri) olduğunu bilmiş olursun. Ni­tekim (s.a.v.) Efendimiz'e "Rabb'ini ne ile bildin!" diye suâl olun­dukda "Eşyâyı (varlıkları) Allah ile bildim" buyurdular.

İmdi sende husûle gelen iki ma'rifetten (husustan, bilişten) birisi, nefsin cihetinden (tarafından) Rabb'ini ve nefsini bilmektir ve diğeri, nefsin cihetinden (tarafından) değil, Rabb'in cihetinden, (tarafından) Rabb'ini ve nefsini bilmektir. (Şerh-i Dâvûd-ı Kayserî).

Beyt:
Sen abdsin ve sen Rab'sin; o kimse için ki, onun için onda sen abdsin (20).

Ya'nî ey iki ma'rifet sâhibi olan ârif! Birinci ma'rifetin (bilişin) cihetinden sen abdsin (kulsun); zîrâ o ma'rifet (biliş) sebebiyle nefs-i vehmîni (var sandığın nefsini) bilip, ba'dehû (daha sonra) Rabb­i muhakkakını (gerçek Rabb’ini) anladın ve eseri bildin, müessiri (eser sahibini) tanıdın. Ve kezâ sen, ikinci ma'rifetin (bilişin) cihetinden Rab'sin. Zîrâ bu ma'rifet (biliş) sebebiyle nefsinin hakîkâtini bildin ve senin üzerindeki Kayyûm'u (baki ve ebedi olanı) tanıdın ve Hakk'ı anladın. Bu halde sen, rüsûmun (resmin, şeklin) ile abdsin (kulsun) ve rüsûmsuz (şekilsiz) Rab­sin. Ve sen, seninle abdsin; (kulsun) ve sensiz Rab'sin. Ve sen onun vücûdun­da mâhiyyet-i ma'dûmen (asli yokluğun) ile zâhirsin (görünürsün) ve bu vücûdunda zâhir oldu­ğun (göründüğün) Rabb-i hâssın (terkibindeki güçlü ismin, öz Rabbin) için abdsin (kulsun); zîrâ senin üzerinde o ism-i hâssın (güçlü olan öz ismin) saltanatı (hükümdarlığı) zâhirdir (görülür). Ve sen abdi (kulu) olduğun bu ism-i hâs (sendeki güçlü isim) için Rab'sin. Zîrâ O'nun vücûdunda o ismin ahkâmını (hükümlerini, emirlerini) kabûl ve ızhâr edersin (açığa çıkarırsın) ve bu sûretle onun üzerinde de senin saltanatın (hükümdarlığın) zâhir olur (görülür).

Bu ifâdâtın (ifadelerin) muhtasaran (kısaca) îzâhı budur ki: Sen, senin üzerine hâkim olan Rabb-i hâs (öz Rabb’in) için abdsin (kulsun). Ve onun ahkâmının (hükümlerinin) ve ef’âlinin (fiillerinin) cereyâ­nı (oluşu) husûsunda sen, o Rabb-i hâssın (terkibiyetindeki güçlü ismin) taht-ı hüküm (hükmü altında) ve saltanatında (hükümdarlığında) mu­sahharsın (emre âmadesin, emri altındasın); işte birinci ma'rifetin (bilişin) iktizâsı (gereği) budur. Ve sen hükmünde bulunman ile abdi (kulu) olduğun Rabb-i hâssın (öz Rabbin) için Rab'sin. Çünkü sen, isti'dâdın ile onun üzerine hâkimsin ve onun senin üzerine olan hük­mü ve fiili, ancak lisân-ı isti'dâdın ile (istidadından gelen bir şekilde) vâki' olan (olagelen) talebine (isteklerine) müstenid­dir (dayanmaktadır). Bu da ikinci ma'rifetin (bilişin) netîcesidir. Ve'l-hâsıl (kısaca) Allah Teâlâ Zâhir (aşikâr)  ve Bâtın'dır (gizlidir) ve ism-i Zâhir ile ism-i Bâtın için Rubûbiyyet (terbiye edicilik, Rablık) sâbittir (mevcuttur). Zâhir Bâtın'ı ve Bâtın dahi Zâhir'i terbiye eder. Bâtın'ın Zâhir'i ter­biye etmesi, Zâhir üzerinde ahkâm-ı esmâyı (esmanın hükümlerini) ızhâr eylemesidir (açığa çıkarmasıdır). Ve Zâhir'in Bâtın'ı terbiye etmesi de, ahkâm-ı esmâyı (esmanın hükümlerini) kabûl edip, onun zuhûruna (meydana çıkmasına) mazhar (görüntü yeri ) olmasıdır.

İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte abd (kul) ile Rabb-i hâs (terkibindeki güçlü isim, öz Rabb) arasındaki nisbeti (ilişkiyi, bağlantıyı) beyân buyurmuştur (açıklamıştır).  Ve beyt-i âtîde (aşağıdaki beyitte) ise, abd (kul) ile Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabb’i) arasındaki nisbet (ilişki, bağlantı) beyân olunur (açıklanır).

Ve sen Rab'sin ve sen, hitâbda onun için ahid sâbit olan Rab için abdsin (21).

Ya'nî sen, sende zâhir (aşikâr) olan "Hüviyyet" (z  Zât’ın) i'tibâriyle Rab'sin. Ve sen …..……………………… (A'râf, 7/172) hitâbında kendisi için ahid (yemin) sâbit (mevcut) olan Rabb'in için, taayyünün (vücudun) ve takayyüdün (bağlı, kayıtlı oluşun)  i'tibâriyle (bakımından) abdsin (kulsun).  Ve abd (kul) ile     Rab arasındaki ahd-i küllî (kul ile Rab arasındaki yemindir) ve cüz'î-i sâbıkı (esmadan her biri ile kulları arasında geçen ahdi) bilmek lâzımdır. "Ahd-i     küllî"  budur ki,  ism-i câmi'-i İlâhî (bütün isimleri kendinde toplayan) ile ibâd (kul) arasında vâki'dir. Ve"ahd-i cüz'î" ise esmâdan her biriyle abdleri (kulları) arasındaki ahiddir. (sözleşme, yemindir) İm­di herkes Allâh'ın kuludur; fakat her bir abd (kul) esmâ-i hâkime (muayyen esma) cihetin­den (bakımından) Hakk'a tapar.

İmdi her bir akîde ki, bir şahıs onun üzerine sâbittir, o akidenin gayrı akdi olan kimse, o akîdeyi halleder (22).

Ya'nî herkesin bir i'tikâdı (inancı) vardır. Başka birisinde, kendi i'tikâ­dının gayrı (inancından başka) olan bir i'tikâd (inanç) gördükde (gördüğünde), onu ibtâl eder (bozar, geçersiz kılar).  Zîrâ her bir şahıs esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin mazharıdır (göründüğü mahaldir). Binâenaleyh (nitekim), o ismin hükmü îcâbınca bir itikâd-ı mahsûs (kendine özel inanç) sâhibidir. Ve bu sebeble diğer akâid erbâbından (inanç sahiplerinden) mütemeyyizdir (farklıdır). Ve bu itikâd (inanç), o kimse ile Rabb-i hâssı (öz ismi) arasındaki ahdidir (yeminidir). Bundan nâşî (dolayı) esmâ-i muhtelifenin (çeşitli esmanın) taht-ı te'­sîrinde (tesiri altında) olarak yekdîğerine (birbirlerine) i'tikâdları muhâlif (karşı inançta) olan kimselerden her biri, diğerini red (kabul etmez) ve ibtâl eyler (hükümsüz bırakır).

Böyle olunca, Allah abîdinden râzî oldu. Onlar da marzîlerdir ve onların kâffesi O'ndan râzî oldular. Binâenaleyh O da marzîdir (23).

Allah, abîdinden (kullarından) râzî oldu; çünkü o abîd (kullar) Allâh'ın esmâsının mukte­zâlarını (gerektirdiklerini) ve ahkâmını (hükümlerini) ızhâr ettiler (açığa çıkardılar). Meselâ kimi muhîtine (etrafına) zarar îkâ' etti (yaptı), Dârr (elem ve zarar veren) isminin iktizâsını (gereğini) meydâna koydu ve kimi halka nef’ îrâs eyledi (fayda verdi), Nâfi' (fayda ve hayır veren) isminin ahkâmını (hükümlerini) ızhâr ettî (açığa çıkardı).Ve Allah ismi kâffe-i es­mâyı (esmanın hepsini) câmi' olduğundan (topladığından), bu isimlerin her birerlerinin abîdinden (kullarından) râzî oldu. Ve bi'n-netîce de (sonuç olarak da) bu abîdin kâffesi (kulların hepsi) Allah indinde (katında, yanında) marzî (kendisinden razı olunan, beğenilen) oldular. Diğer taraftan onlara, taleb ettikleri (istedikleri) vücûd-i aynîyi (kendi vücutlarını) verdiği ve bu ketm-i ademde (bütün mahlukların ilki olan cevher, aklı evvelde)  mahfi (gizli) olan onların kemâlâtını eydî-i esmâdan (esmanın eliyle) ızhâr eylediği (açığa çıkardığı) için, abîd (kullar) dahi Allah'dan râzı oldular. Ve bu sebeble de Allah onların indinde marzî (beğenilen, razı olunan) oldu.

Suâl: Cenâb-ı Hak Kur'ân- Kerim'de: …….…………………… (Zümer, 39/7) buyurmuştur. Halbuki ibâdın (kulların) ba'zıları kâfirdir. Şu halde Hak onların küfürlerinden râzî olmak lâzım gelir ki, bu da muhâlif-i nass (insanlara aykırı, ters) görünür.

Cevâb: Hakk'ın emri ahvâl-i mükellefin hakkında (bir şeyi yapmakla görevli olanın durumu) iki vech (şekil) üzeredir: Birisi "emr-î teklîfî" (teklif edilen, yapması istenilen şeyler), diğeri "emr-i irâdî"dir (ilmî suretlerinin istidadır).  Eğer Hak mükelle­fe bir şeyle emreder ve o şeyin vukû'una (olmasına) ilm-i İlâhîsi (İlâhi ilim) bulunduğundan, irâdesi (dilemesi) de taalluk eyler (gerçekleşir) ve o mükellef-i me'mûrun (kendisine emrolunanın, işi yapmakla görevli olanın) ayn-ı sâbite­si (hakikâti, ilmi sureti) dahi onu iktizâ eder (gerektirir) ise, bu "emr-i irâdî"dir (ilmi suretlerinin istidadıdır). Ve eğer Hak, mükel­lefe (işi yapması istenilen kimseye), vukû'una (olmasına) irâdesi taalluk etmediği (olmasını istemediği) ve me'mûrun (görevlinin) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) de iktizâ eylemediği (gerektirmediği) bir şeyle emrederse; bu da  "emr-i teklî­fi"dir (önerilen, teklif edilen emirler, hususlardır).  İmdi bir abd (kul),  Hakk'ın gönderdiği Peygamber’in getirdiği evâ­mire (emirlere) mutî' olmayıp (itaat etmeyip)  küfretse ve onun bu küfrü de ayn-ı sâbitesinin isti'dâdı (kendi hakikâtinin, ilmi suretlerinin istidadı) olsa, Hak "emr-i teklîfi"si (teklif ettiği hususlar, işler) cihetinden (yönünden) onun bu küfründen râzî değildir. Fakat ezelde (önceden) onun isti'dâdıyla taleb ettiği (istediği) küfrün vukûunu (olmasını) irâde ettiği (dilediği) için, "emr-i irâdî" (ilmi suretlerinin istidadı olması) cihetinden (bakımından) Hak ondan râzîdır. Çünkü onun fiili irâde-i ilâhîye (Allah’ın dileğine) muvâfıktır (uygundur) .  Bu bahsin tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Ya'kübî ile Fass-ı Uzeyrî'de geçmiştir. Oraya mürâcaat olunsun.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
08
.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail