[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMETİ
ALİYY"NİN
BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi
iki hazret, tekâbül-i emsâl gibi, mütekabil oldu. Emsâl
ise ezdâddır. Zîrâ iki misil müctemi' olmazlar; çünkü mütemeyyiz
olmazlar. Halbuki vücûdda bir şey yoktur, illâ âhardan
temeyyüzdür (24).
Ya'nî
erbâbın kâffesini (esmanın
hepsini) câmi' olan (toplayan) hazret-i Rubûbiyet (Rububiyet
mertebesi) ile abîdin cümlesini (kulların
hepsini) câmi' olan (toplayan) hazret-i ubûdiyyet (kulluk
mertebesi),
emsâlin (benzerinin)
yekdiğerine (biri
diğerine) tekâbülü (karşı
karşıya olması) gibi, mütekâbil (karşılıklı)
oldu. Çünkü iki hazretten (mertebeden)
biri, diğerinin indinde (yanında) mütekabilen (karşılıklı)
râzî ve marzî (razı olunan) oldu. Binâenaleyh (nitekim),
her biri karşılıklı râzî ve marzî (razı
olunan) olmakta ve her biri diğerinde hükmünü izhâr
eylemekte (açığa çıkartmakta) emsâle (misline)
benzerler ve emsâl (misli,
eş olmak) ise ezdâddır (zıtlıktır).
Zîrâ iki misil (benzer, eş) müctemi' olmazlar (bir
araya gelmezler, toplanmazlar) ve şâyet müctemi'
olacak (bir
araya gelecek) olurlar ise biri birinden mütemeyyiz
(farklı)
olmazlar ve halbuki vücûdda mütemeyyiz (farklı)
olmayan bir şey yoktur. Çünkü esmâ-yı İlâhiyye
birbirinden mütemeyyizdir (farklıdır).
Ve'l-hâsıl (sözün
kısası) iki misil (benzer)
cem' olmazlar; (toplanmazlar)
ve cem' olmayınca (toplanmayınca)
da yekdîğerine (birbirlerine)
zıd olurlar. İşte bunun için / rubûbiyyet (rablık)
ve ubûdiyyet (kulluk) hazretleri (mertebeleri),
ezdâd (zıtlar)
olan emsâlin (benzerlerin)
tekâbülü (karşı
karşıya olması) gibi, mütekâbil (karşılıklı)
oldu.
Vaktâki
(ne
vakit ki) Şeyh (r.a.) evvelen (ilk
olarak),
kesret i'tibâriyle, (çokluk bakımından) emsâl (benzer)
ve ezdâdın (zıtların)
vücûdunu isbât etti; ba'dehû (daha
sonra) bu iki hazret (mertebe) arasındaki misliyyet (benzerlik)
ve zıddıyyeti ref’ edip, (kaldırıp)
vahdet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın tekliğini) ve sonra da
vahdet-i arazıyyeyi beyân
etmek (bildirmek)
murâd ederek, iki hazreti (mertebeyi)
câmi' olan (toplayan) hakîkat-ı vâhideye (tek
hakikate) işâreten buyurdu ki:
İmdi
hakîkat-ı vâhidede misil yoktur. Böyle olunca "vücûd"da
misil yoktur: Ve vücûdda zıd da yoktur. Zîrâ "vücûd"
hakîkât-i vâhidedir. Halbuki bir şey kendi nefsine muzâdd
olmaz (25).
Ya'nî
"misil" (eş,
benzer) dediğimiz şey bulunmak için, iki mevcûd lâzımdır
ve bu iki mevcûd dahi birbirinin mugâyiri (aykırı, başka) olmak icâb eder.
Halbuki "vücûd" hakîkat-ı vâhidedir (tek hakikâttir) . Ve
o hakîkat dahi vasf-ı Ahadiyyet (bölünmez,
parçalara ayrılmaz, sonsuzluk vasfı) üzeredir;
tecezzî (cüzlere
ayrılma) ve taaddüd (çoğalma)
kabûl etmez. Binâenaleyh (nitekim),
vücûdda ne misil (benzer)
ve ne de zıd yoktur. Eğer olsa idi, hakîkat-ı vâhide
(tek
hakikât) nefsinde tekessür etmek (çoğalması)
lâzım gelirdi. Meselâ "vâhid" (tek) dediğimiz şeyden kendisine mümâsil (benzer) bir vâhid (tek)
çıkmaz; çünkü kendi nefsinde tekessür etmez (çoğalmaz)
. Ve
vâhidden (tekten)
kendisine zıd olan bir şey de çıkmaz. Ve'l-hâsıl
(sözün
kısası) o dâimâ vâhiddir (tektir)
. Fakat
vâhidin (tekin) nefsinde nısıf (yarım)
, sülüs,
(üçte
bir) rub' (dörtte
bir) , humus
(beşte bir) ilh.... gibi birtakım
nisbetler (sıfatlar,
vasıflar) mündemic (içinde,
yerleşmiş) bulunur ve muğâyeret (uyuşmazlıklar),
ancak bu nisbetler (vasıflar) arasında görünür. Ve
bu nisbetler (vasıflar)
hakîkat-ı vâhidi (hakikâtin
tekliğini) ihlâl etmez (bozmaz)
; O
dâima birdir.
Şiir:
İmdi
Hakk'ın gayrı bâkî kalmaz; kâin bâkî olmaz. Binâenaleyh,
mevsûl yoktur; bâin dahi yoktur. Burhân-ı ayân bununla
geldi. Şu halde ben gördüğüm ve muâyene ettiğim vakit,
iki gözle ancak O'nun "ayn"ını görürüm (26).
Ya'nî
emsâl (benzerler)
ve ezdâd (zıdlar) kalkıp "vahdet-i vücud"
(tek
vücut) zâhir olduğu (meydana
çıktığı) vakit, ancak Hak bâkî (daimi)
kalır ve âlem fânî (yok)
olur; çünkü âlem, kesreti iktizâ eder (çokluğu gerektirir).
Vahdet-i vücûdun (tek
vücudun) zuhûrunda (meydana
çıkmasında) ise kâin (varlıklar), ya'nî âlem, bâkî (daimi)
kalmaz. Binâenaleyh (nitekim),
hakîkatte mevsûl (birleşme, kavuşma) yoktur. Zîrâ
mümkin-i mütevehhem (vehmedilenler,
zannedilenler) yoktur ki, mevsûl (birleşme)
bulunsun. Ve yine hakîkatte bâin (ayrı,
uzak) ,
ya'nî ayrı yoktur; zîrâ müteayyin olan
(meydana çıkan, görülen) bir şey yoktur ki,
vahdet-i hakîkıyyeden (tek
hakikâtten) mütemeyyiz (farklı) olsun; kesret-i
nisebiyyenin (çokluk
vasıflarının) cümlesi (bütün
hepsi), o vahdette (tekte)
müstehlektir (yok
olmuştur). Nitekim, vâhidin (tekin)
zâtında mündemic olan (bulunan)
nısfiyyet (yarımlık) ve sülüsiyyet (üçte
birlik) ve rub'iyyet (dörtte
birlik) vesâire nisbetleri (diğer
vasıflar) onda muzmâhildir (çökmüş,
yıkılmış, yok olmuştur) . Ve
onların vâhidden (tekten)
iftirâkları (ayrılmaları)
ve ona ittisâlleri (birleşmeleri)
emr-i nisbîdir (göreye
göre olan hususlardır) ve nisbet (görelik)
ise ancak iki şey arasında vâki' olur (gerçekleşir).
Halbuki hakîkatte vâhid (tek)
için ikilik yoktur; binâenaleyh (nitekim)
burhân-ı ayân (açık delil) ve keşf bu zikr
olunan (adı
geçen) şeyle geldi. Ya'nî ayânen (aşikâr,
açık olarak) ve keşfen, zâhir (dışta,
görünürde) ve bâtında (içte,
ruhta), Hakk'ın gayrı (Hak’tan
başka) bir şey olmadığı tebeyyün etti. (belli
oldu, anlaşıldı) Böyle olunca ben ayn-ı basarla,
ya'nî baş gözü ile ve ayn-ı basîret ile, ya'nî kalb ve rûh
gözüyle, zâhir (dışta) ve bâtında (ruhta)
mevcûdâtı müşâhede eylediğim (gördüğüm)
vakit, ancak Hakk'ın "ayn"ını (kendisini)
müşâhede eylerim (görürüm).
Mesnevî:
Bu,
Rabb'inden onun vücûdu olmaktan haşyet eden kimseye mahsûstur.
Zîrâ o, temeyyüzü âlimdir (27).
Bu
kelâm bâlâda (yukarıda)
zikrolunan (anlatılan) "Allah abîdinden (kulundan)
râzî oldu; onlar da
marzîlerdir (beğenilenlerdir)
ilh..." kavlinin
tetmîmen mâ-ba'didir
(cümleyi tamamlamak).
Arada geçen kelâmlar, tavzîh (açıklamak)
içindir. Bu halde sûret-i rabt (bağlama
şekli) böyle olur: Hakk'ın abîdinden (kulundan)
ve abîdin (kulun)
Rabb'inden râzı olması ve onların yekdîğeri
indinde (birbirleri
yanında) marzî (razı
olunan, beğenilen) bulunması, Rabb'inden haşyet
eden (korkan,
çekinen) kimseye mahsûstur. Zîrâ Rabb'inden haşyet
eden (korkan)
abd, (kul)
Rab ile merbûb (kulun)
beyninde (arasında)
vâkı olan (geçen) temeyyüzü (farklılığı)
bildiği için, isbât-ı tevhîd edip, (birlediğini
ispat edip, söyleyip) Rabb'in vücûdu benim vücûdumdur;
veyâhut benim vücûdum Rabb'in vücûdudur, demekten ictinâb
eder (çekinir)
. Çünkü
Rubûbiyyeti (Rablığı)
ve ubûdiyyeti (kulluğu)
birbirinden temyiz edip (ayırıp)
her birisinin hakkına riâyet (saygı,
itibar) etmek îcâb-ı edebdir (edebin
gereğidir) ve ubûdiyyetin (kulluğun)
iktizâsı da
(gerektirdiği de) budur. Ve mâdem ki ilm-i temeyyüz
(ilimde
farklılık) mevcûddur, ne Mevlâ (Allah)
abd (kul)
olur ve ne de abd (kul) Mevlâ (Allah) olur. Eğer bu ilim ile berâber
îcâbât-ı merâtibe (mertebelerin
gereğine) riâyet olunmazsa (uyulmazsa),
ilhâd (gerçek
inançtan dönme) ve zendeka (dinsizlik,
kâfirlik) olur.
Beyt:
Tercüme:
"Vücûdun her mertebesinin bir hükmü vardır. Eğer merâtibi
(mertebeleri)
hıfz etmezsen (korumazsan) zındıksın."
Çünkü
vücûdda ba'zı a'yânın, âlimin getirdiği şeye cehli, bizi
bunun üzerine delâlet eyledi. İmdi abid arasında temyîz vâkı'
oldu. Böyle olunca da erbâb arasında temyîz vâkı’ oldu.
Eğer temyîz vâkı' olmasa idi, elbette ism-i vâhid-i İlâhî,
cem'-i vücûhu ile, ism-i âharın tefsîr olunduğu şeyle
tefsîr olunur idi. Halbuki Muizz, Müzill'in tefsîriyle tefsîr
olunmaz. Emsâli de böyledir. Lâkin o, vech-i Ahadiyyet
i'tibâriyle odur. Nitekim
sen, her bir isim hakkında, “hüviyeti cihetinden o, zâta ve
onun hakîkatineaha delildir” dersin. Binâenaleyh müsemmâ
birdir. Böyle olunca da Muizz Müzill'in hüviyyetidir. Muizz
ise, kendi nefsi ve hakîkatı cihetinden, Müzill değildir. Zîrâ
fehimde, onlardan her birisi hakkındaki mefhûm muhteliftir
(28).
Ya'nî
vücûdda ba'zı eşhâsın (şahısların)
, âlimin
getirdiği şeye, ya'nî âlim-i billâhın (Allah’ı
Allah’la bilenin) zikr ettiği (anlattığı)
"vahdet-i vücûd" mes'elesine câhil olması,
bizi Rubûbiyyet (Rablık)
ve ubûdiyyet (kulluk) mefhûmlarının (kavramlarının)
temeyyüzüne (farklı
olmasına) ve ayrılmasına delâlet (işaret)
etti. Çünkü ulemâ-yı billâh (Allah’ı
Allah ile bilen âlimlerden) Hz. Şeyh (r.a)’ın bâlâda
(yukarıda) irâd buyurduğu (söylediği)
beyitlerin mefhûmu (manası)
üzere "vahdet-i vücûd"dan bahs ettikde,
gayr-ı ârif olanlar (Allah’ı
bilmeyenler),
adem-i temeyyüzü (farklılığın olmadığını) bilmedikleri
cihetle, onu
inkâr ederler. Binâenaleyh (nitekim),
mürâat-ı edeb (edebi
korumak) için, bu hal bizi, makâmının temeyyüzüne
(makamının
farklı olmasına) delâlet eyledi ve temeyyüz (fark, ayrılık) ile hükmettik. Bu
i'tibar ile
(bakımdan) abîd (kullar) arasında temeyyüz (farklılık)
vâkı' oldu (olageldi).
Ya'nî
ârifin ilmi ve câhilin cehli (bilgisizliği)
temeyyüzü (farklı
olmayı) iktizâ etti (gerektirdi)
ve bi'n-netîce de (sonuç
olarak da) erbâb; ya'nî esmâ, arasında temeyyüz (farklılıklar)
vâkı' oldu (olageldi).
Çünkü abîd (kullar),
esmânın mezâhiridir (göründüğü birimdir, mahaldir)
ve her bir abd (kul),
ancak Rabb-i hâssının (öz
Rabb’ının) kendisine verdiği şeyle zâhir olur (meydana çıkar) ve Rabb-i hâssının
(öz
Rabb’ının) ona verdiği şey dahi, abdin (kulun)
ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) lisân-ı isti'dâd (istidadında
olanlar) ile taleb eylediği (istediği)
şeydir. Binâenaleyh (nitekim),
abîd (kullar)
Rabb-i hâslarının (öz Rablerinin) kendilerine verdiği
şeyle temeyyüz ederler (farklılık
gösterirler) ve abîd (kullar)
arasındaki temeyyüz (farklı
oluş, ayrılık) "erbâb" (esma)
arasındaki temeyyüzdür (farklılıktır) ve erbâb (esma)
ise yekdiğerinden (biribirlerinden)
havâss-ı zâtiyyeleriyle (kendilerindeki
husûsiyetler, özellikler ile) ayrılırlar.
İmdi
bu ayrılış evvelen (ilk
olarak) hazret-i esmâiyyede (esma
mertebesinde) erbâb-ı hâssa (esma)
arasında ve sâniyen (ikinci olarak) hazret-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz görülen âlemde) abîd (kullar)
arasında vâki' olunca (gerçekleşince),
elbette abd (kul)
ile Rab arasında da sâbit (mevcut)
olur. Eğer
esmâ-yı İlâhiyye arasında temeyyüz (ayrılık, farklılık) vâkı' (mevcut)
olmasaydı, esmâ-yı İlâhiyye’den her bir isim,
cemî'-i vücûhdan (bütün şeylerden) diğer bir ismin
tefsîr olunduğu (yorumlandığı)
şeyle tefsîr olunur (yorumlanır)
idi. Halbuki Muizz ve Müzill isimlerinin husûsiyyât-ı
zâtiyyeleri (kendilerindeki
husûsiyetler, özellikler) başka başka olduğundan,
Muizz ismi her vech (yön)
ile, Müzill ismi ile tefsîr olunmaz (yorumlanmaz,
açıklanmaz).Ve ne kadar esmâ-yı mütekâbile (karşıt isimler) varsa hepsi de böyledir.
Mâni', Mu'tî; ve Muhyî, Mümît; ve Hâfıd ve Râfi'; ve Dârr
ve Nâfı' ilh... gibi. Velâkin Ahadiyyet-i Zâtiyye’ye (Ahad
olan Zât’a) nazaran (göre) Muizz ismi Müzill ismidir;
ve bu i'tibâra (kabul
edişe) göre Muizz ismi Müzill ismi ile tefsîr
olunur (yorumlanır)
. Çünkü
Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad
olan Zât’ta) cümlesi (bütün hepsi) müttehiddir (birleşmiş,
bir olmuştur) .
Orâda zıd ve nidd (benzer, eş) yoktur.
Mesnevî:
Tercüme
ve îzâh: "Bî-renklik (renksizlik,
suretsizlik) rengin (suretin)
esîri oldukda Mûsâ, Mûsâ ile cenkte (mücadelede)
oldu. Vaktâki (ne
zaman ki) bîrenkliğe (renksizliğe
suretsizliğe) vâsıl olasın (ulaşasın)
ki, o sende var idi; Mûsâ ile Fir'avn'ın sulhü (barışı)
vardır." Ya'nî bî-renk (renksizlik,
suretsizlik) ve kesretten (çokluktan)
muarrâ (çıplak, soyulmuş) olan Zât-ı
Ahadiyyet (Ahad
olan Zât) kisve-i taayyüne (taayyün
elbisesine, surete) büründükte Mûsâ ile Fir'avn'ın
veyâhut Mûsâ (a.s.) ile bir adı Mûsâ olan Sâmirî'nin (ikinci
Musa) münâzaada (karşılıklı ilmi tartışmada) olduğunu
görürsün. Şurrâh (şerh
edenler) ikinci Mûsâ'yı Fir'avn ma'nâsına almışlardır.
Halbuki Sâmirî olmak münâsib (uygun)
olur. Nitekim, ârifin biri buyurur:………………………..
ya'nî,"Cibrîl'in (Cebrâîl
a.s.’ın) terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Fir'avn'ın
terbiye ettiği Mûsâ da mürseldir" (Resûldur)
demek olur. Vaktâki (ne
zaman ki) teemmül (etraflıca düşünme) ve tefekkür
ve keşf-i sahîh (doğru,
gerçek keşf) ile renksizliğe (suretsizliğe)
vâsıl olasın (ulaşasın) ve âlem-i ıtlâkı (kayıtsız
hür âlemi) mülâhaza edesin, (düşünesin,
gözünün önüne getiresin) Mûsâ ile Fir'avn
arasında cenk (savaş)
olmayıp onların sulh (barış) ve dostluk içinde bulunduğunu
ve o mertebede zıd olmadığını görürsün. Nitekim sen esmâ-yı
İlâhiyye’den her bir isim hakkında: O isim, Zât’a ve Hüviyyet-i
mahsûsası (Zât’ının
özellikleri) hasebiyle kendi hakîkatine delîldir,
dersin. İmdi kâffe-i esmânın (esmanın
hepsinin) müsemmâsı (isimleneni)
bir olduğundan, bu birlik i'tibâriyle (bakımından)
Muizz ismi (muiz
ismi: İzzet veren, ikram eden, şeref sahibi) Müzill
isminin (müzill
ismi:Zelil ve hakir kılıcı) hüviyyetidir; ve yekdîğerinin
(bir diğerinin) aynıdır: Fakat kendi
nefisleri ve hakîkâtleri i'tibâriyle (bakımından)
başka başkadır. Çünkü birinin husûsiyyet-i zâtiyyesi
(zatının
özellikleri) izzet (aziz, yücelik), diğerininki zillettir (horluk,
aşağılıktır).
İzzet ve zillet ise hükümde bâşka başka şeylerdir.
Şu halde her bir isim için iki delâlet (işaret) olmuş olur. Birisi Zât’a,
diğeri o ismin nefsine ve hakîkâtinedir. Bu ikinci delâlete (işarete)
göre esmâ, yekdîğerinden (bir
diğerinden) ayrılır. Ve bu i'tibâr ile
(bakımdan) ism-i Muizz ism-i Müzill'in aynı değildir.
Zîrâ bunların mefhûmları (kavramları,
manaları) fehimde muhteliftir (anlayışlarda
çeşitlidir). İşte Zât,
bu esmâdan her birinin husûsiyyet-i zâtiyyesine (zatının özelliklerine) göre bir
sıfat ile muttasıfen (sıfatlanmış
olarak) zâhir oldu (meydana
çıktı).
Ve sıfat-ı i'zâz (iffetli,
aziz sıfatlar) ile zuhûr (meydana
çıkma) , sıfat-ı izlâl (zelil, aşağı sıfatlar) ile zuhûrun
(meydana
çıkışın) aynı değildir; yekdîğerine (bir
diğerine) muhâliftir (zıttır).
Mesnevî:
Tercüme
ve îzâh: Ey teşne-yi ma'rifet (marifete
susamış),
âlem-i, şehâdetteki (içinde
bulunduğumuz âlemdeki) tezâdın (tersliklerin)
sebebini dinle! Şöyle ki; suver-i muhtelifenin (çeşitli
suretlerin) canları (ruhları)
olan esmâ, "yâ" harfinden "elif’
harfine kadar hurûf (harfler)
nasıl muhtelif (çeşitli) ise, öylece muhteliftir
(çeşitlidir).
İşte
bu sebeble âlem-i şehâdette (görülen
âlemde, dünyada) mevcûd, bilcümle suver (bütün
suretlerin hepsi) ve hurûf-ı muhtelifede (çeşitli
harflerde) dahi, şûr (şamata,
kargaşa) ve şek (şüphe,
zan) ve tezâd (zıtlık, terslik) ve ihtilâf (ayrı
olma, farklılık) vardır. Maahâza (bununla
beraber) mâhiyet itibâriyle (aslı,
esası bakımından) o hurûfun (harflerin)
her birisi baştan ayağa kadar müttehiddir (birleşmiştir,
birdir).
Şiir:
Sen Hakk'ı halktan ârî kılar olduğun halde, Hak cânibine
nazar etme! (29).
Ya'nî
sen Hakk'ı, ekvândan (âlemlerden,
varlıklardan) mücerred (tecrid
edip, ayırıp) ve mezâhir-i halkıyyeden (varlıkların
görüntü yeri olan bedenlerinden) münezzeh (tenzih
edip, ondan uzakta) bir mevcûd-ı hâricî (mevcut bir beden) ve O'nu halktan (yaratılmışlardan)
ve O'nun sıfâtından ârî (sıfatsız,
sıfatlarından soyulmuş) kılmak sûretiyle O'na
nazar etme (bakma)!
Zîrâ
O'nu ekvândan (varlıklardan)
tecrîd (ayıracak) ve tenzîh edecek (beri
kılacak, ayrı tutacak) olur isen, vücûd-ı Hak (Hakk’ın
vücudu) ile vücûd-ı halka (yaratılmışların
vücudunu) birer had ta'yîn ederek (sınır
koyarak),
her birinin kendi haddini (sınırını)
tecâvüz etmeyeceğine (ötesine
geçmeyeceğine, aşmayacağına) hükmetmiş
olursun. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri, zâtıyla her şeyi ihâta
etmiştir
(kapsamış, kuşatmıştır) ve bîhaddir (sınırsızdır).
Ve
sen halka Hakk'ın gayrını ilbâs eder olduğun halde, halk cânibine
nazar etme! (30)
Ya'nî
sen halkı (yaratılmışları),
Hak'tan mücerred (tecrid
etmiş, ayırmış) ve min-külli'l-vücûh (her bakımdan) O'na muğâyir kılmak
(aykırı,
başka türlü yapmak) ve libâs-ı gayriyyet (başkalık
elbisesi) giydirmek sûretiyle ona nazar etme (bakma)!
Zîrâ Hak Teâla: ………………………. (Hadîd,
57/4) buyurur. Belki sen, kesret-i halkıyyede (yaratılan
çokluklarda) vahdet-i Zâtıyye’yi (zatın
tekliğini) ve vahdet-i zâtiyyede (tek
olan zatta) dahi kesret-i halkıyyeyi (yaratılmış
çoklukları) görmek için halkta (yaratılmışlarda)
Hakk'a nazar eyle (bak)!
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
15.04.2003
http://gulizk.com
|