60. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYY"NİN BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

İmdi iki hazret, tekâbül-i emsâl gibi, mütekabil oldu. Em­sâl ise ezdâddır. Zîrâ iki misil müctemi' olmazlar; çünkü mütemeyyiz olmazlar. Halbuki vücûdda bir şey yoktur, il­lâ âhardan temeyyüzdür (24).
Ya'nî erbâbın kâffesini (esmanın hepsini) câmi' olan (toplayan) hazret-i Rubûbiyet (Rububiyet mertebesi) ile abîdin cüm­lesini (kulların hepsini) câmi' olan (toplayan) hazret-i ubûdiyyet (kulluk mertebesi), emsâlin (benzerinin) yekdiğerine (biri diğerine) tekâbülü (karşı karşıya olması) gibi, mütekâbil (karşılıklı) oldu. Çünkü iki hazretten (mertebeden) biri, diğerinin indinde (yanında) mütekabilen (karşılıklı) râzî ve marzî (razı olunan) oldu. Binâenaleyh (nitekim), her biri karşılıklı râ­zî ve marzî (razı olunan) olmakta ve her biri diğerinde hükmünü izhâr eylemekte (açığa çıkartmakta) emsâle (misline) benzerler ve emsâl (misli, eş olmak) ise ezdâddır (zıtlıktır). Zîrâ iki misil (benzer, eş) müctemi' olmazlar (bir araya gelmezler, toplanmazlar) ve şâyet müctemi' olacak (bir araya gelecek) olurlar ise biri birinden mütemey­yiz (farklı) olmazlar ve halbuki vücûdda mütemeyyiz (farklı) olmayan bir şey yok­tur. Çünkü esmâ-yı İlâhiyye birbirinden mütemeyyizdir (farklıdır). Ve'l-hâsıl (sözün kısası) iki misil (benzer) cem' olmazlar; (toplanmazlar) ve cem' olmayınca (toplanmayınca) da yekdîğerine (birbirlerine) zıd olurlar. İşte bunun için / rubûbiyyet (rablık) ve ubûdiyyet (kulluk) hazretleri (mertebeleri), ezdâd (zıtlar) olan emsâlin (benzerlerin) tekâbülü (karşı karşıya olması) gibi, mütekâbil (karşılıklı) oldu.

Vaktâki (ne vakit ki) Şeyh (r.a.) evvelen (ilk olarak), kesret i'tibâriyle, (çokluk bakımından) emsâl (benzer) ve ezdâdın (zıtların) vü­cûdunu isbât etti; ba'dehû (daha sonra) bu iki hazret (mertebe) arasındaki misliyyet (benzerlik) ve zıd­dıyyeti ref’ edip, (kaldırıp) vahdet-i Zâtiyyeyi (Zât’ın tekliğini) ve sonra da vahdet-i arazıyyeyi  beyân etmek (bildirmek) murâd ederek, iki hazreti (mertebeyi) câmi' olan (toplayan) hakîkat-ı vâhide­ye (tek hakikate) işâreten buyurdu ki:

İmdi hakîkat-ı vâhidede misil yoktur. Böyle olunca "vücûd"­da misil yoktur: Ve vücûdda zıd da yoktur. Zîrâ "vücûd" hakîkât-i vâhidedir. Halbuki bir şey kendi nefsine muzâdd olmaz (25).

Ya'nî "misil" (eş, benzer) dediğimiz şey bulunmak için, iki mevcûd lâzımdır ve bu iki mevcûd dahi birbirinin mugâyiri (aykırı, başka) olmak icâb eder. Halbuki "vücûd" hakîkat-ı vâhidedir (tek hakikâttir) .  Ve o hakîkat dahi vasf-ı Ahadiyyet (bölünmez, parçalara ayrılmaz, sonsuzluk vasfı) üze­redir; tecezzî (cüzlere ayrılma) ve taaddüd (çoğalma) kabûl etmez. Binâenaleyh (nitekim), vücûdda ne misil (benzer) ve ne de zıd yoktur. Eğer olsa idi, hakîkat-ı vâhide (tek hakikât) nefsinde tekes­sür etmek (çoğalması)  lâzım gelirdi. Meselâ "vâhid" (tek) dediğimiz şeyden kendisine mümâsil (benzer) bir vâhid (tek) çıkmaz; çünkü kendi nefsinde tekessür etmez (çoğalmaz) .  Ve vâhidden (tekten) kendisine zıd olan bir şey de çıkmaz. Ve'l-hâsıl (sözün kısası) o dâimâ vâhiddir (tektir) .  Fakat vâhidin (tekin) nefsinde nısıf (yarım) , sülüs, (üçte bir) rub' (dörtte bir) ,  humus (beşte bir) ilh.... gibi birtakım nisbetler (sıfatlar, vasıflar) mündemic (içinde, yerleşmiş) bulunur ve muğâyeret (uyuşmazlıklar), ancak bu nis­betler (vasıflar) arasında görünür. Ve bu nisbetler (vasıflar) hakîkat-ı vâhidi (hakikâtin tekliğini) ihlâl et­mez (bozmaz) ; O dâima birdir.

Şiir:
İmdi Hakk'ın gayrı bâkî kalmaz; kâin bâkî olmaz. Binâe­naleyh, mevsûl yoktur; bâin dahi yoktur. Burhân-ı ayân bu­nunla geldi. Şu halde ben gördüğüm ve muâyene ettiğim vakit, iki gözle ancak O'nun "ayn"ını görürüm (26).

Ya'nî emsâl (benzerler) ve ezdâd (zıdlar) kalkıp "vahdet-i vücud" (tek vücut) zâhir olduğu (meydana çıktığı) vakit, ancak Hak bâkî (daimi) kalır ve âlem fânî (yok) olur; çünkü âlem, kesreti iktizâ eder (çokluğu gerektirir). Vahdet-i vücûdun (tek vücudun) zuhûrunda (meydana çıkmasında) ise kâin (varlıklar), ya'nî âlem, bâkî (daimi) kalmaz. Binâenaleyh (nitekim), hakîkatte mevsûl (birleşme, kavuşma) yoktur. Zîrâ mümkin-i mütevehhem (vehmedilenler, zannedilenler) yoktur ki, mevsûl (birleşme) bulunsun. Ve yine hakîkatte bâin (ayrı, uzak) , ya'nî ayrı yok­tur; zîrâ müteayyin olan (meydana çıkan, görülen) bir şey yoktur ki, vahdet-i hakîkıyyeden (tek hakikâtten) mütemeyyiz (farklı) olsun; kesret-i nisebiyyenin (çokluk vasıflarının) cümlesi (bütün hepsi), o vahdette (tekte) müsteh­lektir (yok olmuştur). Nitekim, vâhidin (tekin) zâtında mündemic olan (bulunan) nısfiyyet (yarımlık) ve sülüsiy­yet (üçte birlik) ve rub'iyyet (dörtte birlik) vesâire nisbetleri (diğer vasıflar) onda muzmâhildir (çökmüş, yıkılmış, yok olmuştur) .  Ve onların vâ­hidden (tekten) iftirâkları (ayrılmaları) ve ona ittisâlleri (birleşmeleri) emr-i nisbîdir (göreye göre olan hususlardır) ve nisbet (görelik) ise an­cak iki şey arasında vâki' olur (gerçekleşir). Halbuki hakîkatte vâhid (tek) için ikilik yoktur; binâenaleyh (nitekim) burhân-ı ayân (açık delil) ve keşf bu zikr olunan (adı geçen) şeyle gel­di. Ya'nî ayânen (aşikâr, açık olarak) ve keşfen, zâhir (dışta, görünürde) ve bâtında (içte, ruhta), Hakk'ın gayrı (Hak’tan başka) bir şey olmadığı tebeyyün etti. (belli oldu, anlaşıldı) Böyle olunca ben ayn-ı basarla, ya'nî baş gözü ile ve ayn-ı basîret ile, ya'nî kalb ve rûh gözüyle, zâhir (dışta) ve bâtında (ruhta) mevcûdâtı müşâhede eylediğim (gördüğüm) vakit, ancak  Hakk'ın "ayn"ını (kendisini) mü­şâhede eylerim (görürüm).

Mesnevî:

Bu, Rabb'inden onun vücûdu olmaktan haşyet eden kim­seye mahsûstur. Zîrâ o, temeyyüzü âlimdir (27).

Bu kelâm bâlâda (yukarıda) zikrolunan (anlatılan) "Allah abîdinden (kulundan) râzî oldu; onlar da marzîlerdir (beğenilenlerdir) ilh..." kavlinin tetmîmen mâ-ba'didir (cümleyi tamamlamak). Arada geçen ke­lâmlar, tavzîh (açıklamak) içindir. Bu halde sûret-i rabt (bağlama şekli) böyle olur: Hakk'ın abî­dinden (kulundan) ve abîdin (kulun) Rabb'inden râzı olması ve onların yekdîğeri  indin­de (birbirleri yanında) marzî (razı olunan, beğenilen) bulunması, Rabb'inden haşyet eden (korkan, çekinen) kimseye mahsûstur. Zîrâ Rabb'inden haşyet eden (korkan) abd, (kul) Rab ile merbûb (kulun) beyninde (arasında) vâkı olan (geçen) te­meyyüzü (farklılığı) bildiği için, isbât-ı tevhîd edip, (birlediğini ispat edip, söyleyip) Rabb'in vücûdu benim vü­cûdumdur; veyâhut benim vücûdum Rabb'in vücûdudur, demekten ictinâb eder (çekinir) . Çünkü Rubûbiyyeti (Rablığı) ve ubûdiyyeti (kulluğu) birbirinden temyiz edip (ayırıp) her birisinin hakkına riâyet (saygı, itibar) etmek îcâb-ı edebdir (edebin gereğidir) ve ubûdiyyetin (kulluğun) ik­tizâsı da (gerektirdiği de) budur. Ve mâdem ki ilm-i temeyyüz (ilimde farklılık) mevcûddur, ne Mevlâ (Allah) abd (kul) olur ve ne de abd (kul) Mevlâ (Allah) olur. Eğer bu ilim ile berâber îcâbât-ı merâtibe (mertebelerin gereğine) riâyet olunmazsa (uyulmazsa), ilhâd (gerçek inançtan dönme) ve zendeka (dinsizlik, kâfirlik) olur.

Beyt:

Tercüme: "Vücûdun her mertebesinin bir hükmü vardır. Eğer me­râtibi (mertebeleri) hıfz etmezsen (korumazsan) zındıksın."

Çünkü vücûdda ba'zı a'yânın, âlimin getirdiği şeye cehli, bizi bunun üzerine delâlet eyledi. İmdi abid arasında tem­yîz vâkı' oldu. Böyle olunca da erbâb arasında temyîz vâkı’ oldu. Eğer temyîz vâkı' olmasa idi, elbette ism-i vâhid-i İlâ­hî, cem'-i vücûhu ile, ism-i âharın tefsîr olunduğu şeyle tefsîr olunur idi. Halbuki Muizz, Müzill'in tefsîriyle tefsîr olun­maz. Emsâli de böyledir. Lâkin o, vech-i Ahadiyyet i'tibâ­riyle odur.  Nitekim sen, her bir isim hakkında, “hüviyeti cihetinden o, zâta ve onun hakîkatineaha delildir” dersin. Bi­nâenaleyh müsemmâ birdir. Böyle olunca da Muizz Müzill'­in hüviyyetidir. Muizz ise, kendi nefsi ve hakîkatı cihetinden, Müzill değildir. Zîrâ fehimde, onlardan her birisi hak­kındaki mefhûm muhteliftir (28).

Ya'nî vücûdda ba'zı eşhâsın (şahısların) , âlimin getirdiği şeye, ya'nî âlim-i billâhın (Allah’ı Allah’la bilenin) zikr ettiği (anlattığı) "vahdet-i vücûd" mes'elesine câhil olması, bizi Ru­bûbiyyet (Rablık) ve ubûdiyyet (kulluk) mefhûmlarının (kavramlarının) temeyyüzüne (farklı olmasına) ve ayrılmasına delâlet (işaret) etti. Çünkü ulemâ-yı billâh (Allah’ı Allah ile bilen âlimlerden) Hz. Şeyh (r.a)’ın bâlâda (yukarıda) irâd buyurduğu (söylediği) beyitlerin mefhûmu (manası) üzere "vahdet-i vücûd"dan bahs ettik­de, gayr-ı ârif olanlar (Allah’ı bilmeyenler), adem-i temeyyüzü (farklılığın olmadığını) bilmedikleri cihetle,  onu inkâr ederler. Binâenaleyh (nitekim), mürâat-ı edeb (edebi korumak) için, bu hal bizi, ma­kâmının temeyyüzüne (makamının farklı olmasına) delâlet eyledi ve temeyyüz (fark, ayrılık) ile hükmettik. Bu i'tibar  ile (bakımdan) abîd (kullar) arasında temeyyüz (farklılık) vâkı' oldu (olageldi).  Ya'nî ârifin ilmi ve câhilin cehli (bilgisizliği) temeyyüzü (farklı olmayı) iktizâ etti (gerektirdi) ve bi'n-netîce de (sonuç olarak da) erbâb; ya'nî esmâ, arasında temeyyüz (farklılıklar) vâkı' oldu (olageldi). Çünkü abîd (kullar), esmânın mezâhiri­dir (göründüğü birimdir, mahaldir) ve her bir abd (kul), ancak Rabb-i hâssının (öz Rabb’ının) kendisine verdiği şeyle zâhir olur (meydana çıkar) ve Rabb-i hâssının (öz Rabb’ının) ona verdiği şey dahi, abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) lisân-ı isti'dâd (istidadında olanlar) ile taleb eylediği (istediği) şeydir. Binâenaleyh (nitekim), abîd (kullar) Rab­b-i hâslarının (öz Rablerinin) kendilerine verdiği şeyle temeyyüz ederler (farklılık gösterirler) ve abîd (kullar) ara­sındaki temeyyüz (farklı oluş, ayrılık)  "erbâb" (esma) arasındaki temeyyüzdür (farklılıktır) ve erbâb (esma) ise yek­diğerinden (biribirlerinden) havâss-ı zâtiyyeleriyle (kendilerindeki husûsiyetler, özellikler ile) ayrılırlar.

İmdi bu ayrılış evvelen (ilk olarak) hazret-i esmâiyyede (esma mertebesinde) erbâb-ı hâssa (esma) arasında ve sâniyen (ikinci olarak) hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz görülen âlemde) abîd (kullar) arasında vâki' olunca (gerçekleşince), elbette abd (kul) ile Rab arasında da sâbit (mevcut) olur.  Eğer esmâ-yı İlâhiyye arasında te­meyyüz (ayrılık, farklılık) vâkı' (mevcut) olmasaydı, esmâ-yı İlâhiyye’den her bir isim, cemî'-i vü­cûhdan (bütün şeylerden) diğer bir ismin tefsîr olunduğu (yorumlandığı) şeyle tefsîr olunur (yorumlanır) idi. Hal­buki Muizz ve Müzill isimlerinin husûsiyyât-ı zâtiyyeleri (kendilerindeki husûsiyetler, özellikler) başka baş­ka olduğundan, Muizz ismi her vech (yön) ile, Müzill ismi ile tefsîr olun­maz (yorumlanmaz, açıklanmaz).Ve ne kadar esmâ-yı mütekâbile (karşıt isimler) varsa hepsi de böyledir. Mâ­ni', Mu'tî; ve Muhyî, Mümît; ve Hâfıd ve Râfi'; ve Dârr ve Nâfı' ilh... gibi. Velâkin Ahadiyyet-i Zâtiyye’ye (Ahad olan Zât’a) nazaran (göre) Muizz ismi Müzill ismidir; ve bu i'tibâra (kabul edişe) göre Muizz ismi Müzill ismi ile tefsîr olunur (yorumlanır) . Çünkü Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad olan Zât’ta) cümlesi (bütün hepsi) müttehiddir (birleşmiş, bir olmuştur) . Orâda zıd ve nidd (benzer, eş) yok­tur.

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Bî-renklik (renksizlik, suretsizlik) rengin (suretin) esîri oldukda Mûsâ, Mûsâ ile cenkte (mücadelede) oldu. Vaktâki (ne zaman ki) bîrenkliğe (renksizliğe suretsizliğe) vâsıl olasın (ulaşasın) ki, o sende var idi; Mû­sâ ile Fir'avn'ın sulhü (barışı) vardır." Ya'nî bî-renk (renksizlik, suretsizlik) ve kesretten (çokluktan) muarrâ (çıplak, soyulmuş) olan Zât-ı Ahadiyyet (Ahad olan Zât) kisve-i taayyüne (taayyün elbisesine, surete) büründükte Mûsâ ile Fir'avn'­ın veyâhut Mûsâ (a.s.) ile bir adı Mûsâ olan Sâmirî'nin (ikinci Musa) münâzaada (karşılıklı ilmi tartışmada) olduğunu görürsün. Şurrâh (şerh edenler) ikinci Mûsâ'yı Fir'avn ma'nâsına almışlardır. Halbuki Sâmirî olmak münâsib (uygun) olur. Nitekim, ârifin biri bu­yurur:………………………..  ya'nî,"Cibrîl'in (Cebrâîl a.s.’ın) terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Fir'avn'ın terbiye ettiği Mûsâ da mürseldir" (Resûldur) demek olur. Vaktâki (ne zaman ki) teemmül (etraflıca düşünme) ve tefekkür ve keşf-i sa­hîh (doğru, gerçek keşf) ile renksizliğe (suretsizliğe) vâsıl olasın (ulaşasın) ve âlem-i ıtlâkı (kayıtsız hür âlemi) mülâhaza edesin, (düşünesin, gözünün önüne getiresin) Mû­sâ ile Fir'avn arasında cenk (savaş) olmayıp onların sulh (barış) ve dostluk içinde bulunduğunu ve o mertebede zıd olmadığını görürsün. Nitekim sen esmâ-yı İlâhiyye’den her bir isim hakkında: O isim, Zât’a ve Hüviyyet-i mahsûsası (Zât’ının özellikleri) hasebiyle kendi hakîkatine delîldir, dersin. İmdi kâffe-i esmânın (esmanın hepsinin) müsemmâsı (isimleneni) bir olduğundan, bu birlik i'tibâriyle (bakımından) Muizz is­mi (muiz ismi: İzzet veren, ikram eden, şeref sahibi) Müzill isminin (müzill ismi:Zelil ve hakir kılıcı) hüviyyetidir; ve yekdîğerinin (bir diğerinin) aynıdır: Fakat ken­di nefisleri ve hakîkâtleri i'tibâriyle (bakımından) başka başkadır. Çünkü birinin husûsiyyet-i zâtiyyesi (zatının özellikleri) izzet (aziz, yücelik), diğerininki zillettir (horluk, aşağılıktır). İzzet ve zillet ise hü­kümde bâşka başka şeylerdir. Şu halde her bir isim için iki delâlet (işaret) olmuş olur. Birisi Zât’a, diğeri o ismin nefsine ve hakîkâtinedir. Bu ikinci delâlete (işarete) göre esmâ, yekdîğerinden (bir diğerinden) ayrılır. Ve bu i'tibâr ile (bakımdan) ism-i Muizz ism-i Müzill'in aynı değildir. Zîrâ bunların mefhûmları (kavramları, manaları) fehim­de muhteliftir (anlayışlarda çeşitlidir).  İşte Zât, bu esmâdan her birinin husûsiyyet-i zâtiyye­sine (zatının özelliklerine) göre bir sıfat ile muttasıfen (sıfatlanmış olarak) zâhir oldu (meydana çıktı). Ve sıfat-ı i'zâz (iffetli, aziz sıfatlar) ile zuhûr (meydana çıkma) , sıfat-ı izlâl (zelil, aşağı sıfatlar) ile zuhûrun (meydana çıkışın) aynı değildir; yekdîğerine (bir diğerine) muhâliftir (zıttır).

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Ey teşne-yi ma'rifet (marifete susamış), âlem-i, şehâdetteki (içinde bulunduğumuz âlemdeki) tezâdın (tersliklerin) sebebini dinle! Şöyle ki; suver-i muhtelifenin (çeşitli suretlerin) canları (ruhları) olan esmâ, "yâ" harfinden "elif’ harfine kadar hurûf (harfler) nasıl muhtelif (çeşitli) ise, öylece muh­teliftir (çeşitlidir).  İşte bu sebeble âlem-i şehâdette (görülen âlemde, dünyada) mevcûd, bilcümle suver (bütün suretlerin hepsi) ve hurûf-ı muhtelifede (çeşitli harflerde) dahi, şûr (şamata, kargaşa) ve şek (şüphe, zan) ve tezâd (zıtlık, terslik) ve ihtilâf (ayrı olma, farklılık) vardır. Maa­hâza (bununla beraber) mâhiyet itibâriyle (aslı, esası bakımından) o hurûfun (harflerin) her birisi baştan ayağa kadar müt­tehiddir (birleşmiştir,  birdir).

Şiir: Sen Hakk'ı halktan ârî kılar olduğun halde, Hak câ­nibine nazar etme! (29).

Ya'nî sen Hakk'ı, ekvândan (âlemlerden, varlıklardan) mücerred (tecrid edip, ayırıp) ve mezâhir-i halkıyyeden (varlıkların görüntü yeri olan bedenlerinden) münezzeh (tenzih edip, ondan uzakta) bir mevcûd-ı hâricî (mevcut bir beden) ve O'nu halktan (yaratılmışlardan) ve O'nun sıfâtından ârî (sıfatsız, sıfatlarından soyulmuş) kılmak sûretiyle O'na nazar etme (bakma)!  Zîrâ O'nu ekvândan (varlıklardan) tecrîd (ayıracak) ve tenzîh edecek (beri kılacak, ayrı tutacak) olur isen, vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücudu) ile vücûd-ı halka (yaratılmışların vücudunu) birer had ta'yîn ederek (sınır koyarak), her birinin kendi haddini (sınırını) tecâvüz etmeyeceğine (ötesine geçmeyeceğine, aşmayacağına) hükmetmiş olursun. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri, zâtıyla her şeyi ihâta etmiş­tir (kapsamış, kuşatmıştır) ve bîhaddir (sınırsızdır).

Ve sen halka Hakk'ın gayrını ilbâs eder olduğun halde, halk cânibine nazar etme! (30)

Ya'nî sen halkı (yaratılmışları), Hak'tan mücerred (tecrid etmiş, ayırmış) ve min-külli'l-vücûh (her bakımdan) O'na mu­ğâyir kılmak (aykırı, başka türlü yapmak) ve libâs-ı gayriyyet (başkalık elbisesi) giydirmek sûretiyle ona nazar et­me (bakma)! Zîrâ Hak Teâla: ………………………. (Hadîd, 57/4) buyurur. Bel­ki sen, kesret-i halkıyyede (yaratılan çokluklarda) vahdet-i Zâtıyye’yi (zatın tekliğini) ve vahdet-i zâtiyyede (tek olan zatta) dahi kesret-i halkıyyeyi (yaratılmış çoklukları) görmek için halkta (yaratılmışlarda) Hakk'a nazar eyle (bak)!

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
15
.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail