[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC
"HİKMETİ
ALİYYE"NİN
BEYÂNINDA
OLAN
FASTIR]
Ve
Hakk'ı tenzîh ve teşbîh et ve mak'ad-ı sıdk makamında
kaim ol! (31).
Ya'nî
sen Hakk'ı, makâm-ı Ahadiyyet (Zat’ı)
hasebiyle halktan (yaratılmışlardan)
ve onda mevcûd olan şâibe-i kesret (çokluklardaki
kusurlar) ve imkâniyyet ve noksandan tenzîh et (ayrı tut)!
Ve
O'nu sem', basar ve irâde ve kudret gibi sıfât-ı kemâliyyenin
kâffesiyle (hepsiyle)
teşbîh eyle (benzet,
kıyasla)!
Zîrâ sen tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan
ayrı tutmak, beri kılmak) ile teşbîhi (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmeği, kıyaslamayı) cem'
edersen (toplarsan)
makâm-ı sıdkta (gerçek,
doğru makamda) kâim olmuş (durmuş)
olursun. Ve bu sûret (biçim)
kâmillerin âdetidir (usulü,
alışkanlığıdır); ve ona
"makâm-ı cem"' derler; ve onda aslâ şâibe-i kizb (kusurdan,
yalandan iz) yoktur.
Ve
istersen
makam-ı cem'de ol; ve istersen
makâm-ı farkta ol! (32).
Ya'nî
ey ârif sen, vaktâki (ne
zaman ki) vahdet-i hakîkiyye-i vücûdiyyeyi (hakiki tek vücudu)
bildin ve maiyyet (birliktelik,
beraberlik) hükmü ile halkın (yaratılanın)
bir vecihden (yönden) Hak
ve Hakk'ın bir vecihden (yönden)
halk (yaratılan)
olduğunu; ve makâm-ı farkta (fark
makamında)
halkın (yaratılmışın)
halk (yaratılmış)
ve Hakk'ın dahi Hak idiğini; (olduğunu)
ve makâm-ı cem'-i mutlakta (mutlak
cem makamında) da halkın (yaratılanın)
vücûdu olmaksızın her şeyin Hak olduğunu ve
makam-ı fark-ı mutlakta (mutlak
fark makamında) dahi Hakk'ın gayrı (Hakk’tan
başka) olarak kevnde (evrende)
her şeyin halk (yaratılmış)
bulunduğunu anladın ve bu makâmlarda mütehakkık
oldun
(gerçeğini anladın);
bu sûrette ister makamât-ı cem'de (cem
makamlarında)
ve ister makâmât-ı farkta (fark
makamlarında)
ol! Artık sana zarar vermez ve sen muhlis-i
muvahhidsin (halis, gerçek tevhid eden, Allah’ın birliğine inanansın).
Eğer
sana her biri zâhir olursa, sen cümlesiyle kasab-ı sabakı
hâiz ol! (33).
Ya'nî
cem'
ve farktan,
sana zâhir olan (görülen)
her bir makâmın yalnız birisine iktisâr etme (mahsus kılma,
birisi ile kısıtlama)!
Zîrâ onlardan her birisine iktisâr, (mahsus
kılmak, birisi ile kısıtlamak) şer'ân (şeriate
göre) mezmûmdur (yerilmiş,
ayıplanmıştır).
Ve yalnız "cem"' zendeka
(dinsizlik,
kâfirlik) ve yalnız "fark" dahi
şirktir (ikilik, Allah’a
ortak koşmaktır).
Onlardan birisi zâhir olunca, sen kasab-ı sabakı (mızrak
yarışı); ya'ni müsâbaka
mızrağını hâiz (sahip)
ol! "Kasabu's-sabak"
(mızrak
müsabakası) burada zafer ve merâtib-i âliyye (yüksek
mertebeler) ile fevz (üstün olmak,
zafer kazanmak) için istiâredir (kullanılmış
kelimedir).
Arablar, meydanın bir tarafına mızrak dikip atlarını
koştururlar; evvel giden o mızrakları ahz edip (alıp) müsâbakayı
kazanır; buna "kasabu's-sabakı hâiz oldu" (mızrak
müsabakasında birinci geldi) derler. Hulâsası, (sözün
kısası) ey ârif, ihrâz-ı merâtibde (mertebeleri
kazanmak için) müsâbaka mızraklarını hâiz (sahip)
ol! Vech-i Hak (hakk’ın
yüzü) halka (yaratılana) ve
vech-i halk (yaratılanın
yüzü) Hakk'a nikâb (perde)
olmasın, demek olur.
İmdi
sen fânî olmazsın, bâkî de kalmazsın; ve sen, ifnâ etmezsin,
ibka da etmezsin (34).
Ya'nî
sen "hakîkat" cihetiyle (yönünden)
Hak olduğun için, asla fânî (yok)
olmazsın; ve halkıyyet, (yaratılmışlık)
cihetiyle (yönüyle)
de bâkî (daimi, devamlılık
üzere) kalmazsın. Zîrâ senin bu taayyünün (vücudun)
bir vücûd-i izâfiden (gelip
geçici, kayıtlı bir vücuttan) ibarettir ki, iki
ân (zaman) içinde
bakî (daimi)
değildir; ve dâimâ teceddüddedir (yenilenmektedir). Vücûdunun
her bir zerresi fenâ bulup (yok
olup) yerine misli (benzeri)
gelir. Çocuk iken küçük olan cesedin gittikçe
ziyâdeleşip (fazlalaşıp) büyür
ve zayıf iken şişman ve şişman iken zayıf olursun. Senin
senliğin bu sûretle bu âlem-i şehâdette (dünyada)
böylece zâhir olduğu (meydana
geldiği) gibi, mevtını âhirette (ahiret
mertebelerinde) dahi yine böyle olacaktır. Zîrâ
"hakîkat"ın ve rûhun ebeden (sonsuz
gelecek zamanda da) fânî (yok)
olmaz. Ve kezâlik (böylece) sen
a'yân-ı vücûdiyyeyi (aşikâr
olan, görülen varlıkları) dahi ifnâ (yok)
etmezsin; çünkü onların mezâhir-i (onlardan
görünenin) Hak olup Hakk'ın onlarda ezelen (geçmişte)
ve ebeden (gelecekte) mütecellî
(tecelli
ettiğini, belirdiğini) ve zâhir olduğunu (göründüğünü)
bilirsin. Ve onları ibkâ (baki,
daimi) dahi etmezsin; çünkü bu taayyünâtın, (meydana
çıkanların) şems-i zâtın tecellîsi vaktinde (güneş
doğduğu vakitte) buz gibi eriyip vücûd-i izafîlerinden
(gelip
geçici, kayıtlı vücutlarından) üryân (soyunup
çıplak) kalacaklarına vâkıfsın (bilirsin).
Ve
senin üzerine vahy, gayr sûretinde ilka olunmaz; ve sen de
gayra ilka etmezsin / (35).
Ya'nî
ey ârif, sana hazret-i kudsten ve Cenâb-ı İlâhî’den fâiz olan (kazandığın,
nail olduğun) ilhâm gayra (başkadan)
ilkâ (ilham)
olunmaz; çünkü
senin vücûdun Hakk'ın gayrı (Hakk’tan
ayrı, başka) değildir. Sen Rabb-i hâssın (öz Rabb’in) olan
ism-i İlâhî’nin (İlâhî
ismin, esmanın) sûretisin ve ism-i İlâhî ise,
isim sâhibinin gayrı (sahibinden
başka) değildir. Bu sûrette (şekilde)
fâiz olan (kazanılan)
ilhâm, ancak senden sana ilkâ (ilham)
olunur. Ve kezâ cemî'-i ibâd (bütün
kullar) dahi, ayrı ayrı birer ismin terbiyesi altındadır.
Ve bu isimlerin kâffesi (hepsi), müsemmâ
i'tibâriyle (isimlenen
bakımından) müttehiddir (birleşmiş,
bir olmuş, aynıdır) ve müsemmânın (isimlenenin)
aynıdır. Binâenaleyh (nitekim)
sen, senden sana fâiz (nail)
olan ilhâmı, muhtelifü's-suver (farklı,
farklı suretler) olan ibâda (kullara)
ilkâ (telkin)
ettiğin vakit, yine ağyâra (Hakk’tan
başkasına) ilkâ (telkin,
ilham) etmiş olmazsın. Zîrâ vücûdda ağyâr (Hakk’tan başka,
masiva) yoktur; bu, ârifin hâlidir. Gâfil ise
Hakk'ın vücûdunu ve kendi vücûdunu
ve sâir halkın (diğer yaratılmışların)
vücûdunu yekdîğerinden (bir
diğerinden) ayrı görür. Beyt:
Ey
dil bu yeter iki cihanda sana iz'ân
Birdir, bir iki olmağa yok, bilmiş ol, imkân
Hak
söyleyicek sende, senin ortada , nen var?
Âlemde
senin "ben" dediğindir sana noksan.
İmdi,
Hak Teâlâ Hazretleri İsmâîl (a.s.) üzerine rızâ ve sıdk-ı
va'd (mükâfat
vereceğine dair olan sözünde sadık olma) ile senâ
(övmüş, beğenmiş
takdir) etmiş olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a.)
buraya kadar esrâr-ı rızâyı (rıza’nın
sırlarını) zikretti (tekrarladı).
Bundan
sonra da esrâr-ı senânın (övmenin,
beğenmenin sırlarını) beyân-ı hikmetine (sebebini
açıklamaya) şurû' edip (başlayıp)
buyurur ki:
Senâ
sıdk-ı va'd iledir, sıdk-ı vaîd ile değildir. Ve hazret-i
İlâhîyye bizzât mahmûd olan senâyı taleb eder. Binâenaleyh,
onun üzerine sıdka vaîd ile değil, sıdk-ı va'd ile, belki
tecâvüz ile senâ olunur. Hak Teâlâ: …………………………
(İbrâhim, 14/47) dedi;
"vaîdi-hî" demedi. Belki ……………… (Ahkâf, 46/16) dedi.
Maahâza bunun üzerine teva'ud etti. (36).
Senâ
(takdir
etme, beğenme),
aklen ve âdeten (âdet, görenek
olarak),
ancak senâ olunan (övülen,
beğenilen) kimsenin hayrâtı mukâbilinde (iyilikleri karşılığında)
olur; şurûr mukâbilinde (kötülükleri
karşılığında) senâ (övgü) olmaz.
Binâenaleyh (nitekim),
hayr ile va'd edip (söz verip) de
bu va'dini (verdiği
sözü) incâz eden (yerine
getiren) kimse, bununla medh ve senâ olunur (övülür). Fakad
şer (kötülük) ile
vaîd edip (söz
verip) de bu vaidini (verdiği
sözü, tehdidini) incâz eden (yerine
getiren) kimse, bu îâd (tehdidini
gerçekleştirmek) ile senâ olunmaz (övülmez); belki
afv edip vaîdinden (tehdidinden)
tecâvüz ettiği (vaz
geçtiği) vakit senâ olunur (övülür,
beğenilir). Ve
hazret-i İlâhîyye ise, kevni (varlıklar)
için menba'-ı hayrât (hayırlar,
iyilikler kaynağı) ve ma'den-i meserrâttır (sevinçler,
memnuniyetler madenidir).
Abîdini (kullarını)
ademden (yoktan)
vücûda çıkardığı ve onlara hulel-i kemâlâtı
(kemal
elbiseleri) giydirip mezâhir-i esmâsı (esmanın
göründüğü yer, mahal) ve sıfâtı kıldığı
cihetle (yönüyle),
abîdinden
(kullarından)
bizzat senâ (övgü)
taleb eder (ister).
Şurûr (kötülükler)
ise, kevni (varlıklar)
için umûr-ı izâfiyye (bir
şeye göre olan işlerden, hususlardan) olup, tabâyıa
(yaratılışlarında)
adem-i mülâyemetten (uygunluk,
yumuşak huyluluk olmadığından) ibârettir. Binâenaleyh
(nitekim),
şerrin (kötülüğün)
şer (kötü) oluşu
zâta nisbetle (göre)
değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
……………………………………………………………
(Nisâ, 4/79) Belki zât-ı Hakk'a (Hakk’ın
zatına) nisbeten (göre)
hepsi hayırdır. Çünkü mezâhirde (görüntü
yerlerinde, birimlerde) zâhir olan (görünen)
Hak'tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
…………………………………. (Nisâ, 4/78) Ya'nî,
Allâh'a mensûb (ait)
olan hasenât (hayırlar,
iyilikler) ile, senin nefsine muzâf (ait, nefsinle
alakalı) olan seyyiâtın kâffesi (kötülüklerin
hepsi) Allah indinden sâdırdır (Allah
katından çıkmaktadır).Zîrâ, haddi zâtında (aslında, esasında)
hayırdır. Ve her ne kadar sana nisbeten (göre)
şurûr (kötü)
ise de, esmâ-i İlâhîyye iktizâsından (İlahi
esmanın gerekleri) olduğu için hayırdır. Ve sıdk-ı
va'd (mükâfatlandırmak
için verdiği sözde sadık olmak) ile senâ olunduğuna
(övüldüğüne,
beğenildiğine) delil olarak Hak Teâla Hazretleri: ……………………………………….
(İbrâhim, 14147) Ya'nî "Ey habîbim! Sen zannetme
ki, Allah Teâlâ Resûllerine karşı va'dinde (mükâfatlandırmak
için verdiği sözünde) hulf edicidir" (sözünden cayıcıdır)
buyurdu. Ve vaîdinde (korkutmak,
tehdit etmek için verdiği sözde) değil, va'dinde (mükâfatlandırmak
için verdiği sözde) hulf etmeyeceğini (sözünden
caymayacağını) tasrîh eyledi; (açık
açık söyledi) ve hattâ sıdk-ı vaîd (tehdit etmek,
korkutmak için verdiği sözde sadık olma) şöyle
dursun, Hak Teâlâ: ……………………………..
(Ahkâf, 46/I6) ya'nî "Biz onların seyyiâtından (kötülüklerinden)
tecâvüz ederiz (geçeriz)"
buyurmakla usâta (asilere) karşı
afv ve tecâvüz (geçmek)
ile muâmele eyleyeceğini va'd etti (söz
verdi).
Halbuki,
her kim şu ve bu isyânı mürtekib (yapacak)
olursa, ona şöyle ve böyle cezâ ederim diye, vaîd
etmiş (korkutmuş,
tehdit etmiş) idi. Ve'l-hâsıl vaîd, (korkutmak,
tehdid) abdin (kulun)
seyyiâtına mukâbil (kötülüklerine
karşılık) olup, bizzât mahmûd (medh
edilir, beğenilir) olmadığından, hazret-i İlâhîyye
üzerine sıdk-ı vaîd (tehdidini
yerine getirmek) ile senâ olunmaz
(övülmez).
Böyle
olunca, Hak İsmâîl (a.s.)’ı sâdıku'l-va'd olmasıyla senâ
eyledi. Ve imkânda olan taleb-i müreccahtan dolayı Hak hakkında
vaîdin tahakkuku imkânı zâil oldu (37).
Ya'nî
Hak, mâdemki İsmâîl (a.s.)’ı …………………………………………
(Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde sâdıku'l-va'd (verdiği sözü
yerine getirmesiyle, vaadinde sadık) olmasıyla medh
etti ve bundan, sıdk-ı va'd (mükâfat
vereceğine dair sözünde sadık olmak) üzerine senâ
olunduğu (övüldüğü, beğenildiği)
anlaşıldı ve Hak ise kullarına a'mâl-i
hasenelerine (yaptığı
iyi, güzel işlere) mukâbil (karşılık)
mükâfat edeceğini va'd (söz
verdi) ve a'mâl-i seyyielerine (yaptıkları
kötü işlere) mukâbil (karşılık)
dahi cezâ edeceğini vaîd etmekle (korkutmak,
tehdit etmekle) berâber, seyyiâttan (kötülüklerden)
tecâvüz (geçerek)
ve afv ile muâmele buyuracağını da va'd etti (mükâfatlandıracağına
da söz verdi) ve
……………………………………
(Zümer, 39/53) ve
………………………………………..
(Nisâ, 4/48) buyurdu; şu halde mûcib-i senâ olan (övgü,
medh etmek için gereken) incâz-ı va'd (sözü
yerine getirmek) ciheti (yönü)
müreccah bulundu (tercih edildi) ve
vaîdin (korkutmanın,
tehdit etmenin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleştirilebilme
imkanı) zâil (bitti,
yok) oldu. Ya'nî iki sûret (şekil)
mümkün idi: Biri mükâfât, diğeri mücâzât. (cezalandırmak) Va'd-i
mükâfâtın incâzı (mükâfatlandırmak
için verilen sözü yerine getirilmesi) mûcib-i senâ
(icap
eden övme, medh etme) olup ve vaîd-i mücâzâtın (cezalandırmak için
verilen sözün) incâzı (yerine
getirilmesi),
mûcib-i senâ (icap
eden övme, medh etme) değil idi. Çünkü Hak uhûd-ı
sâbıkasını (önceden
ettiği yeminini) incâz ettiği (yerine getirdiği)
için, İsmâîl (a.s)’ı sıdk-ı va'd (mükâfat
vereceğine dair olan sözde sadık olmak) ile senâ
buyurdu (övdü,
medh etti).
Binâenaleyh (nitekim)
imkândan olan müreccah (tercih
edilen) cihet (yönü)
incâz-ı va'd (mükâfatlandırmak
için verdiği sözü yerine getirmek) olduğundan,
Hak hakkında vaîdin (korkutmanın,
tehdidin) tahakkuku (gerçekleşmesi)
imkânı zâil (son buldu, yok) oldu,
gitti. Ve'lhâsıl sıdk-ı vaîd (korkutma
ve tehditte sadık olmak) ile senâ olunmaz (övülmez, beğenilmez);
ya'nî
"Hamd ve senâ olsun o Allâh'a ki, kullarına envâ'-ı
mücâzât (yaptıkları
suçlara karşılık çeşitli cezalar) ve ukübât (azaplar)
ile vaîd edip (korkutup)
bu vaîdini (tehdidini)
dahi incâz eyler" (gerçekleştirir,
yerine getirir) demek câiz (doğru)
değildir. Çünkü vaîdin (tehdit
etmek üzere verdiği sözün) sıdkı (gerçekçi,
doğru olması) mümkün değildir.
Şiir:
İmdi
yalnız sâdıku'l-va'din gayri bâkî kalmadı. Ve Hakk'ın
vaîdi
için muâyene olunur bir "ayn" yoktur (38).
Ya'nî
Hak hakkında, vaîdin (korkutmanın,
tehdidin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleşme
imkânı) zâil (son
bulup yok) olduğundan, yalnız sâdıku'l-va'd (mükâfat
yönünden vaadinde sadık olma) kaldı;
sâdıku'l-vaîd (tehdit
korkutma yönünden sözünde sadık olmak) kalmadı.
Zîrâ tecâvüz (geçmek)
ile va'din sıdkı
(mükâfatlandırmak
için verdiği sözün gerçekleşmesi) vâcibdir (zaruridir) ve
vaîdin (tehdit
etmenin) tenfizi (icrası,
hükmünü yürütmesi) ise
……………………………….. (İsrâ, 17/59) âyet-i
kerîmesi mûcibince (gereğince)
mümkün değildir. Ve Enbiyâyı zî-şan (şeref sahibi
Peygamber) hazarâtının (hazretlerinin)
âyât-ı vaîd (korkutma
ayetleri) ile irsâlleri (gönderilmeleri)
ancak ibâdı (kulları) tahvîf
(korkutmak)
ve tehdîd içindir. Ve bu tahvîf (korkutma)
dahi bi'l-ittikâ (dinin yasak ettiği
şeylerden sakınmaları, Allah’tan korkmaları suretiyle) cemâl-i
bâ-kemâl-i (mükemmel
güzellikteki) Hakk'a hicâb (perde)
olan nefislerinin enâniyyetinden (benliklerinden)
kurtulmaları içindir. Ve Hakk'ın vaîdine (ceza
ile tehdit etmesine) mahsûs (ayrı,
özel) olmak üzere muâyene olunur (gözle
görülür) bir "ayn" (zat)
yoktur. Çünkü vaîd (ceza
ile korkutma) âsîler hakkında afv ve mağfiret (bağışlanma) ile,
kâfirler ve münâfıklar hakkında da, azâblarınızı mizâclarına
(huylarına,
tabiatlerine) münâsib (uygun)
olan naîme inkılâbı (değişik
nimetler, ihsanlar) ile zâil (biter,
yok) olur. Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.):
Ve
gerçi dâr-ı şekaya dâhil olurlar ise de, onlar o dâr-ı şekada
bir lezzet üzerinedirler; o da naîm-i mübâyindir
(39).
Ya'nî
haklarında âyât-ı vaîd (korkutma
ayeti) vârid olan (gelen) tâife,
cehennem dediğimiz dâr-ı şekâya (cehenneme)
girdiklerinde, orada ehl-i cennet (cennete girmiş kişilerin)
naîmine (nimetlerine)
mübâyin (değişik,
farklı) olarak hâsıl olan (husule
gelen) bir naîmin (nimetin) lezzeti
ile mütelezziz olurlar (tad
alırlar).
Zîrâ ehl-i cennet (cennet sahipleri) nüfûs-ı
tayyibe (iyi,
güzel nefisler) olduklarından tayyibât (güzellik)
ile ve ehl-i cehennem (cehennem
sahipleri) nüfûs-ı habise (kötü
nefisler) olduklarından, necâset (pislik)
böceği nasıl ki gül kokusundan muazzeb (azap
duyar) ve kazûrât (pislikler) ile
mütelezziz olursa, (hoşnut
olur tat alırsa) onlar da habîsât (kötü
pis şeyler) ile tena’um (rahat ederler) ve
telezzüz ederler (lezzet
alırlar) . Bu
beyt, âtîdeki (aşağıdaki)
beytin ibtidâsındaki (başlangıcındaki)
"naîm-i cinânu'l-huld" (ebedi
cennetlerde rahat, bahtiyar olurlar)
ile tamam olur.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
22.04.2003
http://gulizk.com
|