61. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİN BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ve Hakk'ı tenzîh ve teşbîh et ve mak'ad-ı sıdk ma­kamında kaim ol! (31).

Ya'nî sen Hakk'ı, makâm-ı Ahadiyyet (Zat’ı) hasebiyle halktan (yaratılmışlardan) ve onda mevcûd olan şâibe-i kesret (çokluklardaki kusurlar) ve imkâniyyet ve noksandan tenzîh et (ayrı tut)!  Ve O'nu sem', basar ve irâde ve kudret gibi sıfât-ı kemâliyyenin kâffesiyle (hepsiyle) teşbîh eyle (benzet, kıyasla)! Zîrâ sen tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmak, beri kılmak) ile teşbîhi (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmeği, kıyaslamayı) cem' edersen (toplarsan) makâm-ı sıdkta (gerçek, doğru makamda) kâim olmuş (durmuş) olursun. Ve bu sûret (biçim) kâmillerin âdetidir (usulü, alışkanlığıdır); ve ona "makâm-ı cem"' derler; ve onda aslâ şâibe-i kizb (kusurdan, yalandan iz) yoktur.

Ve  istersen makam-ı cem'de ol; ve istersen makâm-ı fark­ta ol! (32).

Ya'nî ey ârif sen, vaktâki (ne zaman ki) vahdet-i hakîkiyye-i vücûdiyyeyi (hakiki tek vücudu) bildin ve maiyyet (birliktelik, beraberlik) hükmü ile halkın (yaratılanın) bir vecihden (yönden) Hak ve Hakk'ın bir ve­cihden (yönden) halk (yaratılan) olduğunu; ve makâm-ı farkta (fark makamında)  halkın (yaratılmışın) halk (yaratılmış) ve Hakk'ın dahi Hak idiğini; (olduğunu) ve makâm-ı cem'-i mutlakta (mutlak cem makamında) da halkın (yaratılanın) vücûdu ol­maksızın her şeyin Hak olduğunu ve makam-ı fark-ı mutlakta (mutlak fark makamında) da­hi Hakk'ın gayrı (Hakk’tan başka) olarak kevnde (evrende) her şeyin halk (yaratılmış) bulunduğunu anla­dın ve bu makâmlarda mütehakkık oldun (gerçeğini anladın); bu sûrette ister maka­mât-ı cem'de (cem makamlarında) ve ister makâmât-ı farkta (fark makamlarında) ol! Artık sana zarar vermez ve sen muhlis-i muvahhidsin (halis, gerçek tevhid eden, Allah’ın birliğine inanansın).

Eğer sana her biri zâhir olursa, sen cümlesiyle kasab-ı sa­bakı hâiz ol! (33).

Ya'nî cem' ve farktan, sana zâhir olan (görülen) her bir makâmın yalnız birisine iktisâr etme (mahsus kılma, birisi ile kısıtlama)! Zîrâ onlardan her birisine iktisâr, (mahsus kılmak, birisi ile kısıtlamak) şer'ân (şeriate göre) mezmûmdur (yerilmiş, ayıplanmıştır). Ve yalnız "cem"'  zendeka (dinsizlik, kâfirlik) ve yalnız "fark" dahi şirktir (ikilik, Allah’a ortak koşmaktır). Onlardan birisi zâhir olunca, sen kasab-ı sabakı (mızrak yarışı); ya'ni müsâbaka mız­rağını hâiz (sahip) ol! "Kasabu's-sabak"  (mızrak müsabakası) burada zafer ve merâtib-i âliyye (yüksek mertebeler) ile fevz (üstün olmak, zafer kazanmak) için istiâredir (kullanılmış kelimedir). Arablar, meydanın bir tarafına mızrak dikip atlarını koştururlar; evvel giden o mızrakları ahz edip (alıp) müsâbakayı kazanır; buna "kasabu's-sabakı hâiz oldu" (mızrak müsabakasında birinci geldi) derler. Hulâsası, (sözün kısası) ey ârif, ihrâz-ı merâtibde (mertebeleri kazanmak için) müsâbaka mızraklarını hâiz (sahip) ol! Vech-i Hak (hakk’ın yüzü) halka (yaratılana) ve vech-i halk (yaratılanın yüzü) Hakk'a nikâb (perde) olmasın, demek olur.

İmdi sen fânî olmazsın, bâkî de kalmazsın; ve sen, ifnâ et­mezsin, ibka da etmezsin (34).

Ya'nî sen "hakîkat" cihetiyle (yönünden) Hak olduğun için, asla fânî (yok) olmaz­sın; ve halkıyyet, (yaratılmışlık) cihetiyle (yönüyle) de bâkî (daimi, devamlılık üzere) kalmazsın. Zîrâ senin bu taayyü­nün (vücudun) bir vücûd-i izâfiden (gelip geçici, kayıtlı bir vücuttan) ibarettir ki, iki ân (zaman) içinde bakî (daimi) değildir; ve dâimâ teceddüddedir (yenilenmektedir). Vücûdunun her bir zerresi fenâ bulup (yok olup) yerine misli (benzeri) gelir. Çocuk iken küçük olan cesedin gittikçe ziyâdeleşip (fazlalaşıp) bü­yür ve zayıf iken şişman ve şişman iken zayıf olursun. Senin senli­ğin bu sûretle bu âlem-i şehâdette (dünyada) böylece zâhir olduğu (meydana geldiği) gibi, mevtın­ı âhirette (ahiret mertebelerinde) dahi yine böyle olacaktır. Zîrâ "hakîkat"ın ve rûhun ebe­den (sonsuz gelecek zamanda da) fânî (yok) olmaz. Ve kezâlik (böylece) sen a'yân-ı vücûdiyyeyi (aşikâr olan, görülen varlıkları) dahi ifnâ (yok) etmez­sin; çünkü onların mezâhir-i (onlardan görünenin) Hak olup Hakk'ın onlarda ezelen (geçmişte) ve ebe­den (gelecekte) mütecellî (tecelli ettiğini, belirdiğini) ve zâhir olduğunu (göründüğünü) bilirsin. Ve onları ibkâ (baki, daimi) dahi et­mezsin; çünkü bu taayyünâtın, (meydana çıkanların) şems-i zâtın tecellîsi vaktinde (güneş doğduğu vakitte) buz gi­bi eriyip vücûd-i izafîlerinden (gelip geçici, kayıtlı vücutlarından) üryân (soyunup çıplak) kalacaklarına vâkıfsın (bilirsin).

Ve senin üzerine vahy, gayr sûretinde ilka olunmaz; ve sen de gayra ilka etmezsin / (35).

Ya'nî ey ârif, sana hazret-i kudsten ve Cenâb-ı İlâhî’den fâiz olan (kazandığın, nail olduğun) ilhâm gayra (başkadan) ilkâ (ilham) olunmaz;  çünkü senin vücûdun Hakk'ın gayrı (Hakk’tan ayrı, başka) de­ğildir. Sen Rabb-i hâssın (öz Rabb’in) olan ism-i İlâhî’nin (İlâhî ismin, esmanın) sûretisin ve ism-i İlâhî ise, isim sâhibinin gayrı (sahibinden başka) değildir. Bu sûrette (şekilde) fâiz olan (kazanılan) ilhâm, ancak senden sana ilkâ (ilham) olunur. Ve kezâ cemî'-i ibâd (bütün kullar) dahi, ayrı ayrı birer ismin terbiyesi altındadır. Ve bu isimlerin kâffesi (hepsi), müsemmâ i'tibâ­riyle (isimlenen bakımından) müttehiddir (birleşmiş, bir olmuş, aynıdır) ve müsemmânın (isimlenenin) aynıdır. Binâenaleyh (nitekim) sen, senden sana fâiz (nail) olan ilhâmı, muhtelifü's-suver (farklı, farklı suretler) olan ibâda (kullara) ilkâ (telkin) ettiğin va­kit, yine ağyâra (Hakk’tan başkasına) ilkâ (telkin, ilham) etmiş olmazsın. Zîrâ vücûdda ağyâr (Hakk’tan başka, masiva) yoktur; bu, ârifin hâlidir. Gâfil ise Hakk'ın vücûdunu ve kendi vücûdunu  ve sâir halkın (diğer yaratılmışların) vücûdunu yekdîğerinden (bir diğerinden) ayrı görür. Beyt:

Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz'ân
Birdir, bir iki olmağa yok, bilmiş ol, imkân

Hak söyleyicek sende, senin ortada , nen var?
Âlemde senin "ben" dediğindir sana noksan.

İmdi, Hak Teâlâ Hazretleri İsmâîl (a.s.) üzerine rızâ ve sıdk-ı va'd (mükâfat vereceğine dair olan sözünde sadık olma) ile senâ (övmüş, beğenmiş takdir) etmiş olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buraya kadar esrâr-ı rızâyı (rıza’nın sırlarını) zikretti (tekrarladı).  Bundan sonra da esrâr-ı senânın (övmenin, beğenmenin sırlarını) beyân-ı hikmetine (sebebini açıklamaya) şurû' edip (başlayıp) buyurur ki:

Senâ sıdk-ı va'd iledir, sıdk-ı vaîd ile değildir. Ve hazret-i İlâhîyye bizzât mahmûd olan senâyı taleb eder. Binâena­leyh, onun üzerine sıdka vaîd ile değil, sıdk-ı va'd ile, belki tecâvüz ile senâ olunur. Hak Teâlâ: ………………………… (İbrâhim, 14/47) dedi; "vaîdi-hî" demedi. Belki ……………… (Ahkâf, 46/16) dedi. Maahâza bunun üze­rine teva'ud etti. (36).

Senâ (takdir etme, beğenme), aklen ve âdeten (âdet, görenek olarak), ancak senâ olunan (övülen, beğenilen) kimsenin hayrâtı mu­kâbilinde (iyilikleri karşılığında) olur; şurûr mukâbilinde (kötülükleri karşılığında) senâ (övgü) olmaz. Binâenaleyh (nitekim), hayr ile va'd edip (söz verip) de bu va'dini (verdiği sözü) incâz eden (yerine getiren) kimse, bununla medh ve senâ olu­nur (övülür). Fakad şer (kötülük) ile vaîd edip (söz verip) de bu vaidini (verdiği sözü, tehdidini) incâz eden (yerine getiren) kimse, bu îâd (tehdidini gerçekleştirmek) ile senâ olunmaz (övülmez); belki afv edip vaîdinden (tehdidinden) tecâvüz ettiği (vaz geçtiği) vakit senâ olunur (övülür, beğenilir). Ve hazret-i İlâhîyye ise, kevni (varlıklar) için menba'-ı hayrât (hayırlar, iyilikler kaynağı) ve ma'den-i meserrâttır (sevinçler, memnuniyetler madenidir). Abîdini (kullarını) ademden (yoktan) vücûda çıkardığı ve onlara hulel-i ke­mâlâtı (kemal elbiseleri) giydirip mezâhir-i esmâsı (esmanın göründüğü yer, mahal) ve sıfâtı kıldığı cihetle (yönüyle),  abîdinden (kullarından) bizzat senâ (övgü) taleb eder (ister). Şurûr (kötülükler) ise, kevni (varlıklar) için umûr-ı izâfiyye (bir şeye göre olan işlerden, hususlardan) olup, tabâyıa (yaratılışlarında) adem-i mülâyemetten (uygunluk, yumuşak huyluluk olmadığından) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim), şerrin (kötülüğün) şer (kötü) oluşu zâta nisbetle (göre) değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: …………………………………………………………… (Nisâ, 4/79) Belki zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına) nisbeten (göre) hepsi hayırdır. Çünkü mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) zâhir olan (görünen) Hak'tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: …………………………………. (Ni­sâ, 4/78) Ya'nî, Allâh'a mensûb (ait) olan hasenât (hayırlar, iyilikler) ile, senin nefsine muzâf (ait, nefsinle alakalı) olan seyyiâtın kâffesi (kötülüklerin hepsi) Allah indinden sâdırdır (Allah katından çıkmaktadır).Zîrâ, haddi zâtın­da (aslında, esasında) hayırdır. Ve her ne kadar sana nisbeten (göre) şurûr (kötü) ise de, esmâ-i İlâhîyye iktizâsından (İlahi esmanın gerekleri) olduğu için hayırdır. Ve sıdk-ı va'd (mükâfatlandırmak için verdiği sözde sadık olmak) ile senâ olunduğuna (övüldüğüne, beğenildiğine) delil olarak Hak Teâla Hazretleri: ………………………………………. (İbrâhim, 14147) Ya'nî "Ey habîbim! Sen zannetme ki, Allah Teâlâ Resûllerine karşı va'dinde (mükâfatlandırmak için verdiği sözünde) hulf edicidir" (sözünden cayıcıdır) buyurdu. Ve vaîdinde (korkutmak, tehdit etmek için verdiği sözde) değil, va'dinde (mükâfatlandırmak için verdiği sözde) hulf etmeyeceğini (sözünden caymayacağını) tasrîh eyledi; (açık açık söyledi) ve hattâ sıdk-ı vaîd (tehdit etmek, korkutmak için verdiği sözde sadık olma) şöyle dursun, Hak Teâlâ: …………………………….. (Ahkâf, 46/I6) ya'nî "Biz onların seyyiâtından (kötülüklerinden) tecâvüz ederiz (geçeriz)" buyurmakla usâta (asilere) karşı afv ve tecâvüz (geçmek) ile muâmele eyleyeceğini va'd etti (söz verdi).  Halbuki, her kim şu ve bu isyânı mürtekib (yapacak) olursa, ona şöyle ve böyle cezâ ederim di­ye, vaîd etmiş (korkutmuş, tehdit etmiş) idi. Ve'l-hâsıl vaîd, (korkutmak, tehdid) abdin (kulun) seyyiâtına mukâbil (kötülüklerine karşılık) olup, bizzât mahmûd (medh edilir, beğenilir) olmadığından, hazret-i İlâhîyye üzerine sıdk-ı vaîd (tehdidini yerine getirmek) ile senâ olunmaz   (övülmez).

Böyle olunca, Hak İsmâîl (a.s.)’ı sâdıku'l-va'd olmasıyla se­nâ eyledi. Ve imkânda olan taleb-i müreccahtan dolayı Hak hakkında vaîdin tahakkuku imkânı zâil oldu (37).

Ya'nî Hak, mâdemki İsmâîl (a.s.)’ı ………………………………………… (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde sâdıku'l-va'd (verdiği sözü yerine getirmesiyle, vaadinde sadık) olmasıyla medh etti ve bundan, sıdk-ı va'd (mükâfat vereceğine dair sözünde sadık olmak) üzerine senâ olunduğu (övüldüğü, beğenildiği) anlaşıldı ve Hak ise kullarına a'mâl-i hasenelerine (yaptığı iyi, güzel işlere) mukâbil (karşılık) mükâfat edece­ğini va'd (söz verdi) ve a'mâl-i seyyielerine (yaptıkları kötü işlere) mukâbil (karşılık) dahi cezâ edeceğini vaîd etmekle (korkutmak, tehdit etmekle) berâber, seyyiâttan (kötülüklerden) tecâvüz (geçerek) ve afv ile muâmele buyuracağı­nı da va'd etti (mükâfatlandıracağına da söz verdi) ve ……………………………………  (Zümer, 39/53) ve ………………………………………..  (Nisâ, 4/48) buyurdu; şu halde mûcib-i senâ olan (övgü, medh etmek için gereken) incâz-ı va'd (sözü yerine getirmek) ciheti (yönü) müreccah bulundu (tercih edildi) ve vaîdin (korkutmanın, tehdit etmenin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleştirilebilme imkanı) zâil (bitti, yok) oldu. Ya'nî iki sûret (şekil) mümkün idi: Biri mü­kâfât, diğeri mücâzât. (cezalandırmak) Va'd-i mükâfâtın incâzı (mükâfatlandırmak için verilen sözü yerine getirilmesi) mûcib-i senâ (icap eden övme, medh etme) olup ve vaîd-i mücâzâtın (cezalandırmak için verilen sözün) incâzı (yerine getirilmesi), mûcib-i senâ (icap eden övme, medh etme) değil idi. Çünkü Hak uhûd-ı sâbıkasını (önceden ettiği yeminini) incâz ettiği (yerine getirdiği) için, İsmâîl (a.s)’ı sıdk-ı va'd (mükâfat vereceğine dair olan sözde sadık olmak) ile senâ buyurdu (övdü, medh etti). Binâenaleyh (nitekim) imkândan olan müreccah (tercih edilen) cihet (yönü) incâz-ı va'd (mükâfatlandırmak için verdiği sözü yerine getirmek) olduğun­dan, Hak hakkında vaîdin (korkutmanın, tehdidin) tahakkuku (gerçekleşmesi) imkânı zâil (son buldu, yok) oldu, gitti. Ve'l­hâsıl sıdk-ı vaîd (korkutma ve tehditte sadık olmak) ile senâ olunmaz (övülmez, beğenilmez);  ya'nî "Hamd ve senâ olsun o Al­lâh'a ki, kullarına envâ'-ı mücâzât (yaptıkları suçlara karşılık çeşitli cezalar) ve ukübât (azaplar) ile vaîd edip (korkutup) bu va­îdini (tehdidini) dahi incâz eyler" (gerçekleştirir, yerine getirir) demek câiz (doğru) değildir. Çünkü vaîdin (tehdit etmek üzere verdiği sözün) sıdkı (gerçekçi, doğru olması) müm­kün değildir.

Şiir:
İmdi yalnız sâdıku'l-va'din gayri bâkî kalmadı. Ve Hakk'­ın vaîdi  için muâyene olunur bir "ayn" yoktur (38).

Ya'nî Hak hakkında, vaîdin (korkutmanın, tehdidin) imkân-ı tahakkuku (gerçekleşme imkânı) zâil (son bulup yok) olduğundan, yalnız sâdıku'l-va'd (mükâfat yönünden vaadinde sadık olma) kaldı;  sâdıku'l-vaîd (tehdit korkutma yönünden sözünde sadık olmak) kalmadı. Zîrâ tecâvüz (geçmek) ile va'­din sıdkı  (mükâfatlandırmak için verdiği sözün gerçekleşmesi) vâcibdir (zaruridir) ve vaîdin (tehdit etmenin) tenfizi (icrası, hükmünü yürütmesi) ise ……………………………….. (İsrâ, 17/59) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) mümkün değildir. Ve Enbiyâ­yı zî-şan (şeref sahibi Peygamber) hazarâtının (hazretlerinin) âyât-ı vaîd (korkutma ayetleri) ile irsâlleri (gönderilmeleri) ancak ibâdı (kulları) tahvîf (korkutmak) ve tehdîd içindir. Ve bu tahvîf (korkutma) dahi bi'l-ittikâ (dinin yasak ettiği şeylerden sakınmaları, Allah’tan korkmaları suretiyle) cemâl-i bâ-kemâl-i (mükemmel güzellikteki) Hakk'a hicâb (perde) olan nefislerinin enâniyyetinden (benliklerinden) kurtulmaları içindir. Ve Hakk'ın vaîdine (ceza ile tehdit etmesine) mahsûs (ayrı, özel) olmak üzere muâyene olunur (gözle görülür) bir "ayn" (zat) yoktur. Çünkü vaîd (ceza ile korkutma) âsîler hakkında afv ve mağfiret (bağışlanma) ile, kâfirler ve münâfıklar hakkında da, azâblarınızı mizâclarına (huylarına, tabiatlerine) münâsib (uygun) olan naî­me inkılâbı (değişik nimetler, ihsanlar) ile zâil (biter, yok) olur. Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.):

Ve gerçi dâr-ı şekaya dâhil olurlar ise de, onlar o dâr-ı şekada bir lezzet üzerinedirler; o da naîm-i mübâyindir  (39).

Ya'nî haklarında âyât-ı vaîd (korkutma ayeti) vârid olan (gelen) tâife, cehennem dediğimiz dâr-ı şekâya (cehenneme) girdiklerinde, orada ehl-i cennet (cennete girmiş kişilerin) naîmine (nimetlerine) mübâyin (değişik, farklı) ola­rak hâsıl olan (husule gelen) bir naîmin (nimetin) lezzeti ile mütelezziz olurlar (tad alırlar). Zîrâ ehl-i cen­net (cennet sahipleri) nüfûs-ı tayyibe (iyi, güzel nefisler) olduklarından tayyibât (güzellik) ile ve ehl-i cehennem (cehennem sahipleri) nüfûs-ı habise (kötü nefisler) olduklarından, necâset (pislik) böceği nasıl ki gül kokusun­dan muazzeb (azap duyar) ve kazûrât (pislikler) ile mütelezziz olursa, (hoşnut olur tat alırsa) onlar da habîsât (kötü pis şeyler) ile tena’um (rahat ederler) ve telezzüz ederler (lezzet alırlar) .  Bu beyt, âtîdeki (aşağıdaki) beytin ibtidâsındaki (başlangıcındaki) "naîm-i cinânu'l-huld" (ebedi cennetlerde rahat, bahtiyar olurlar) ile tamam olur.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
22
.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail