[KELÎME-İ
ÎSMÂÎLİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMETİ
ALİYYE"NİNBEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Cinân-ı
huldün naîmine. Halbuki emr vâhiddir ve aralarında tecellî
indinde mübâyenet vardır (40).
Ya'nî
dâr-ı şekâya (cehenneme)
dâhil olanlar, orada cinân-ı huldün (ebedi
cennette olanların) naîmine (nimetlerine)
mübâyin (zıt, farklı) bir naîmden (nimetlerden)
lezzet üzerinedirler. Halbuki, gerek ehl-i cennetin
(cennet sahiplerinin) ve gerek ehl-i
cehennemin (cehennem
sahiplerinin) tecellîsi, emr-i vâhid (tek şey, husus)
olduğu gibi, emr-i iltizâz (lezzet
alma hususu) ve tena’umları (nimetlenmeleri)
dahi birdir. Şu kadar var ki, her birinin tecellîsi
isti'dâdlarına; ve lezzet ve tena’umlârı (nimetlenmeleri)
da mizâclarına (tabiatlarına)
göredir. Ya'nî tecellî birdir, fakat isti'dâdlar muhteliftir (çeşitlidir)
ve lezzet dahi hadd-i zâtında (aslında)
emr-i vâhiddir (tek şey, husustur),
fakat mîzaca göre tenevvü' eder (çeşitlenir).
Beyt:
Halkın
isti'dâdına vâbestedir âsâr-ı feyz
Ebr-i
nîsandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar
Meselâ
bir toprakta biten ve bir su ile iskâ olunan (sulanan)
kamış, iki nevi' (çeşit)
üzere zâhir olur (meydana
çıkar). Birinin içi
boş, âdî kamıştır ve diğeri şeker kamışıdır.Bu zuhûr
(meydana çıkış) isti'dâdlarının
iktizâsıdır (gereğidir);
yoksa tecellîleri emri vâhiddir (oluşumları
birdir, aynıdır). Ve kezâ kimi insanın zevki mudârebe
(dövüşmek)
ve müşâtemededir (sövmektir)
ve kiminin zevki ise, halka nevâzişle (gönül almak, iltifatla) mülâtafadadır
(lâtife
etmek, şakalaşmaktır).
Fakat zevkıyyet i’tibâriyle (zevk almak bakımından) ikisi de
birdir. Ancak her birinin mizâcına münâsib (uygun)
olan bunlardır.
Uzûbet
ta'mından nâşî "azâb" tesmiye olunur. Ve bu lafz-ı
azâb, azâba kışr gibidir ve kışır hıfz edicidir (41).
Ya'nî
ehl-i cehenneme (cehennemliklere)
mahsûs (ait) olan bu naîme (nimetler),
ta'mında
(tadında)
tatlılık olduğu için "azâb" denilmiştir.
Zîrâ azâb, aslında "azb"den me'hûzdur (türemiştir)
ve "azb" lügatte "tatlı ve şîrin"
ma'nâsına gelir. Nitekim "mâi azb" (tatlı
su) ve “lisânu azbi'l-beyânı Arabî" derler
ki, "tatlı su" ve "beyânı şîrîn olan (şirin tatlı, hoş ifade edilen) lisân-ı
Arabî" / (Arap
lisanı) demek olur. Binâenaleyh (nitekim),
dâr-ı cehennemde (cehennem
yurdunda) küffâr (kâfirler)
hakkındaki azâb, hem "elem" (maddi
ve manevi ızdırap) ma'nâsını mutazammın
olan (içine
alan) azâb-ı ıstilâhîyi (maddi
ve manevi ızdırap manâsını) ve hem de
"lezzet" ma'nâsına gelen azâb-ı lügavîyi (tatlı,
şirin manâsına gelen sözlük anlamını) câmi'
olur (toplar).
Ve bu "azâb" lafzı (sözü),
onda müdemic olan (bulunan) "lezzet" ma'nâsı
için kışır (dış
taraf) ve kabuk gibidir ve kabuk içi muhâfaza eder.
Ve bu sebeble hakâyık-ı eşyâyı (eşyanın
hakikâtlerini) idrâkten mahcûb (perdeli)
olan gâfillerden o ma'nâ mahfûz (saklanmış)
kalır.
Veyâhut ehl-i cennetin (cennetliklerin)
naimi (nimetleri)
ehl-i cehennemin (cehennemdekilerin)
naîmine (nimetlerine) nisbetle (göre)
iç ve kabuk gibidir. Bunlar iç ile, onlar kabuk ile
tena’um ederler (nimetlenirler)
. Nitekim
bu âlemde dahi emsâli çoktur. Biz insanlar karpuzu ve
kavunu yiyip tena’um ederiz (nimetleniriz);
kabuklarını da hayvanlara atarız; onlar dahi
bununla tena’um ederler (nimetlenirler). Hattâ
hayvânâta içi verilse kabuk gibi makbûl gelmez. Nitekim
"Eşek hoşaftan ne anlar" darb-ı mesel-i âmiyânesi
(halk
deyimi) bu hakîkatı pek açık bir sûrette (şekilde) tebyin eder (açıklar).
Çünkü her ikisinin mizâclarına (yaradılışlarına)
münâsib (uygun) olan naîm (nimet)
bunlardır.
İmdi
ehl-i sünnetin (Peygamberimiz
ve sahabelerine itikatla uyanların) mezhebi (gittikleri yol) üzere ehl-i
cehennemden (cehenneme
girenlerden) azâb-ı ıstılâhî (azap,
elem manâsı) ebeden (asla) zâil (bitmez, yok) olmaz ve o azâb kaim (mevcut)
oldukça da azâb-ı lügavî (azab’ın
lügat manâsı) kaim (mevcut)
bulunur. Şu kadar ki Müntakım (intikam
alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten) onlardan
intikâm aldıktan sonra ……………………………..
mûcibince (gereğince)
azâb-ı ıstılâhî (azab,
elem manâsı) bâkî (devamlı)
iken müteellim olmazlar
(elem duymazlar, acı çekmezler) ve bilakis mütelezziz
olurlar (tad alır, hoşlanırlar) .
Zîrâ onlar hakkındaki rahmet (esirgeme,
koruma, merhamet), rahmet-i Rahmân'dır. (Rahman’ın
Rahmet’idir) Ve rahmet-i Rahmân (Rahman’ın
Rahmet’i) ise azâb ile mümtezicdir (elem,
acı ile karışıktır).
Ve bu rahmet (koruma,
merhamet) âmmeye şâmildir. (her
şeyi, herkesi içine alır) Nitekim, dünyâda Hak,
mü'minlere ve kâfirlere, bu rahmetle mütecellîdir (görünür,
tecelli eder); onun için bu âlemin ezvâkı (zevkleri,
lezzetleri) hep elemle (maddi
manevi ızdırapla) mümtezicdir (karışıktır).
Fakat
ehl-i cennet (cennetlikler)
hakkındaki rahmet, Rahmet-i Rahîm'den (Rahim’in
Rahmeti) olduğu için, onların naimi (nimetleri)
naîm-i hâlistir (saf,
karışıksız nimettir). Ve
bu rahmet âmmeye şâmil değildir
(herkesi içine almaz); belki rahmet-i hassâdır (kişiye
özgü, seçilmişlerin rahmetidir) :
Ey
sâhib-i firâset (anlayış
sahibi) olan mü'min! Bu mizâcların ashâbını (bu tabiatta olanları) sen bu âlemde
de anlayabilirsin. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
…………………………… (Muhammed, 47/30) Ya'nî
"Yâ habîbim sen münâfıkîni uslûb-i kelâmlarından
(konuşma
tarzlarından) ve kelâmlarının lahnından (sözlerinin nağmesinden, ahenginden) bilirsin."
Mesnevî:
Tercüme
ve îzâh: Hz. Yezdân (Allah)
Nebiyy-i zî-şâna (şerefli Peygamber’e) mahall-i
sevk-i kelâmda, (kelimelerin
ağızdan çıkışında, konuşurken) ehl-i nifâktan
(araya nifak sokan kimselerden) pek
kolay bir nişân (işaret)
beyân buyurdu (bildirdi).
Şöyle
ki: Eğer münâfık, sûrette (görünüşte)
mücessem (boylu boslu bir cüssede) ve latîf (nazik)
ve bülend (yüksek,
rütbe sahibi) olsa da, sen onu elbette lahn-ı
kavilde (konuşmasının
ahenginden) anlar ve onun üslûb-ı kelâmından (sözlerindeki tarzdan) nasıl bir
adam olduğunu tanırsın. Sen topraktan ma'mûl (yapılmış) bardağı satın aldığın
vakit, ey müşteri, onu tecrübe edersin. O bardağın üzerine
bir el vurursun, niçin? Çatlak mıdır, değil midir anlamak
için. Zîrâ çatlak olan bardağın sesi başka türlü olur.
Sadâ (ses,
yankı), onun önde giden çavuşun sadâsıdır (sesidir). Ya'nî bu sadâ (ses) padişâhın teşrîfini (gelişini)
ihbâren (haber
vermek için) önde giden nakîbin (reisin)
sadâsına (sesine) benzer. Zîrâ müşteri çanak
çömlek nev'inden (cinsinden)
mübâyaa edeceği (satın
alıcağı) şeye evvelen, tın tın eliyle vurur. Ve
o sadâ, (ses, yankı) önde giden çavuşun sadâsı (sesi) gibidir. İşte bunun gibi bâtını
fâsid (ruhu
kötü) olan kimseden dahi sadâ (ses)
gelir ki, o kimseyi ta'rîf eder. Bu hâl, kendisini
fiil tasrîf eden (fiil
çekimindeki) masdara benzer;
ya'nî sadâ (ses)
fiil menzilesindedir (derecesindedir).
Fiil masdarı
nasıl ki mâzî (geçmiş
zaman) , muzâri’
(geniş
zaman) fâil (fiili
işleyen), mef’ûl
(tümleç)
ve sâire (diğer)
sîgalarla (çekimlerle)
tasrîf ederse (çekilirse),
sadâ
(ses) dahi çatlakla çatlak olmayanı
öylece tasrîf eder (çeker).
Ve ilm-i sarf da (gramer bilgisinde) mukarrerdir (bildirilmiştir)
ki, eğer
fiil; “kâim” ism-i fâili (fiilini
işleyenin sıfatı) gibi, muallel (kelimede
illet harflerinden biri) olursa onun masdarını dahi
“kıyâmen” sûretinde ta'lîl ederler (illet
harflerinden biriyle söylerler). Ve
eğer fiil muallel değilse (kelimede
illet harflerinden biri bulunmuyorsa vav, ye harfi gibi)
, masdarda
dahi
ta'lîl vâk’ olmaz (illet
harfi bulunmaz).
“Kâveme ve kıvâmen”. gibi. Binâenaleyh (nitekim)
fiilin masdarını
tasrîf ettiği (çektiği)
zâhir olur (görülür).
İntihâ:
14 Cemâ'dil-âhire 334; 4 Nîsan 332, Pazartesi gecesi, sâat
2.30.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
29.04.2003
http://gulizk.com
|