63. Bölüm

VIII BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR 

Bu "hikmet-i rûhiyye"nin (ruhla alakalı hikmetlerin) Kelime-i Ya'kübiyye'ye tahsîsinde (Yakub kelimesine mahsus kılınması, ayrılması) iki vecih câizdir (iki sebepten olur) .  Birincisi budur ki; Ya'kûb (a.s)’ın (oğullarına vasiye­tini bildiren) …………………………………………………….. (Baka­ra, 2/132) âyet-i kerîmesine nazaran, (göre) "rûhiyye", "râ"nın-zammı (eklenmesi) ile­dir. Binâenaleyh (nitekim) Kelime-i Ya'kubiyye, (Yakup kelimesi) "hikmet-i dîniyye-i rûhiyye" (ruhun dinle alakalı hikmetleri)  ile talkîb olundu (adlandırıldı) .  Ve "rûh" ile "dîn" arasında tedbîr (tasarruf) bulunduğu için bu fassın (konunun) esâsını "dîn" ve ahkâmına (hükümlerine) dâir olan hakâyık (hakikâtler) teşkîl ey­ledi. Zîrâ âlem-i şehâdetteki (dünyadaki) neş'et-i insâniyye  (meydana çıkmış insanlar) ile ba'de'l-ba's olan neş'et-i insâniyye, (öldükten sonra tekrar dirilip öbür dünyada  peyda olan  insanlar)  "ruh" ile "dîn"in tedbîrini (tasarrufunu) müştemildir (içine alır).

"Rûh"un tedbîri (tasarrufu, idare şekli) iki kısım üzerinedir. Biri "tedbîr-i aklî"dir (aklın tasarrufudur) ki, ahlâk-ı İlâhiyye ile tahalluku (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanması) ve sıfât-ı İlâhiyye ile ittisâfı (İlahi sıfatlar ile sıfatlanması) ve sâir kemâlât-ı Rabbâniyye (diğer Rabbani kemâlâtlar) ile istikmâli (tam olgunluğa erişmesini) iktizâ eder (gerektirir). Diğeri, rûhun bedeni tedbîr (kullanması, idare) etmesi ve mesâlihına (işlerine) nazar-ı ilmiyyesidir (ilmi bakışıdır).  Ve bu tedbîr (tasarruf, kullanma şekli) dahî tedbîr-i rûhî ve tabiîyi (ruhun ve tabiatın tedbirini) câmi'dir (toplar).  Zîrâ onun bu tedbîrinden (tasarrufundan) bedenin vech-i aslah üzre (daha salih, daha iyi olarak) bakâsı (devamlılığı) ümîd olunur.

"Dîn"in tedbîri (yönetmesi, idare etmesi) dahî iki vecih üzredir (şekildedir).Bir vechi (yönü) "siyâset"tir ki, nizâm-ı âlem (dünyanın düzeni) onunla muhâfaza olunur. Diğer vechi (yönü) nefsi hırâsettir (nefsi korumaktır) ki, emr-i maâda (ahiret işlerinde) ve avâkıb-ı umûra (işlerin neticesine) onunla nazar olunur (bakılır). İmdi neş'et-i insâniyyede (meydana çıkmış insanlarda) "din" ile "rûh"un tedbîrde (idare etmede, tasarrufta) münâsebeti (bağıntısı) olduğuna göre dîn, rûh mesâbesinde (derecesinde) bulunduğundan Kelime-i Ya'kûbiyye (Yakub kelimesi) dîni ve ahkâmını (hükümlerini) mutazammın olan (kavrayan, içine alan) "hikmet-i rûhiyye" (ruha ait hikmetler) ile tavsîf olundu. (nitelendirildi, vasıflandırıldı) Zîrâ Ya'kûb (a.s) üzerine emr-i dîn (dini emirler) gâlip (üstün) olup, dîni evlâdına tavsiye etmişti.

"Hikmet-i rûhiyye"nin (ruha ait hikmetlerin) Kelime-i Ya'kûbiyye'ye (Yakup kelimesine) tahsîsindeki (mahsus kılınmasındaki, ayrılmasındaki) ikinci veche (şekle) gelince: Ya'kûb (a.s.)ın lisânından beyân olunan (bildirilen) …………………………………………………………………………………… (Yûsuf:12/87) âyet-i kerîmesine nazaran (göre) "ravhiyye", "râ"nın fethi ile (ra’ nın açılmasıyle) olur. Her Nebînin  hikmetinde, Kur'ân-ı Kerîm'de onun hakkında vârid olan (gelen) şey zikrolunduğu cihetle, (anlatılmış olduğu şekilde) bu ma'nâ mülâhazasıyla (göz önünde bulundurmakla) bu vecih (şekilde) dahi câizdir (olabilir).  Mülâhaza-i ma'nâdaki (bu üstünde konuşulan mananın) tafsîl (geniş açıklama) ve îzâh budur ki: Bu hikmette "dîn"in "inkıyâd" (teslim olma) olduğu beyân buyruluyor (bildiriliyor). "İnkıyâd" (teslim olmak) ile râhat-ı hakîkiyye hâsıl (gerçek rahatlık olur) ve ravh-ı dâim (devamlı rahmet, kolaylık ve huzur) nâzil olur (iner). Zîrâ herkes, evâmir-i Hakk'a (Hakk’ın emirlerine) mün­kâd olup (boyun eğip) nevâhîden (yasak şeylerden) müctenib olsa (sakınsa) ve kendisini Allah Teâlâ Hazret­leri'ne teslîm etse, derece-i ulyâ (yüksek dereceye) ve râhat-ı kusvâya (son derece rahata) nâil olur (kavuşur). Nite­kim âyet-i kerîmede ………………………………………………….. (Zümer, 39/54) ya'nî "Size azâbın vürûdundan (size ulaşmasından) evvel Rabb'inize rücû ediniz (geri dönünüz) ve ona inkıyâd ediniz! (teslim olunuz) " buyruluyor. Demek ki, kişi Rabb'ine rücû' edip (geri dönüp) O'na münkâd olmazsa, (boyun eğmezse) azâb nüzûlü (inmesi)  bu adem-i inkıyâdın (boyun eğmemenin) netîce-i tabîiyyesidir (tabii sonucudur). Azâb ise ravh (kolaylık, hoşnutluk) ve râhatın zıddı olan elem ve ıztırâbı tevlîd eder. (doğurur) İşte bu i'tibâra (hususa) göre de, bu hikmet, feth-i "râ" ile (ra’ nın açılımıyla) olmak üzre, "hikmet-i ravhıyye" (huzurun, rahmetin hikmeti)  vasfı ile tavsîf kılındı (vasıflandırıldı).

Din ikidir: Birisi Allâh'ın indinde ve Hakk'ın bildirdiği kim­senin indinde ve Hakk'ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kim­se indinde olan dindir. Diğeri inde'l-halk olan dindir. Ve Allah Teâlâ onu mu'teber kıldı (1).

"Dîn" lügatte, "inkıyâd" (teslim olma) ve "cezâ" ve "âdet" ma'nâlarınadır. Bu üç ma'nânın "şer"a (şeriate) nakli câizdir (mümkündür). Zîrâ insan ahkâm-ı İlâhiyye’ye (İlahi hükümlere) bâ­tınen (içte) ve zâhiren (dışta) inkıyâd etmez (boyun eğmez) ve evâmir-i İlâhiyye’yi ityânı (getirilen İlahi emirleri) ve ne­vâhîden (yasak şeylerden) ictinâbı (sakınmayı) i'tiyâd eylemezse (alışkanlık edinmezse) , onun bu hâline cezâ terettüb (icab) eder. Aksi dahî böyledir. İmdi âyet-i kerimede ………………………………………… (Âl-i İmrân, 3/19) buyurulduğu cihetle, bilcümle Enbiyâ-yı ızâma (bütün büyük Peygamberler) Hakk'ın bildirdiği ve onların kendi ümmetlerine bildirdikleri din, "dîn-i İslam"dır. Bu da Allah'ın indinde olan dindir. Ve "İslam" inkıyâddan (teslimiyetten) ibârettir. Ma'lûmdur (bilinir) ki, abdin (kulun) vücûdunda iki i'tibar (husus) vardır:

Birisi "bâtın"ıdır ki o, onun fikridir. Nitekim Mesnevî-i Şerîfde buyrulur:

Tercüme: "Ey birâder, sen ancak bir düşüncesin. Mâ-bakan (bize bakan) kemik ve elyâftır. (liftir)

Diğeri "zâhir"idir ki, o da onun sûret-i kesîfesi (maddeleşmiş, yoğunlaşmış bedeni) ve a'zâsı (organları) ve cevâri­hidir (uzuvlarıdır).

Abdin (kulun) "bâtın"ı (ruhu) ile "inkıyâd"ı, (teslimiyeti) Hakk'ın gönderdiği Peygamberleri ve onların haberlerini aslâ tevakkuf (durup beklemeden) ve şüphe etmeksizin tasdîk ile îmân etmesidir. Ve "zâhir"i (bedeni) ile "inkıyâd"ı (teslimiyeti), Allah Teâlâ Hazretleri­nin lisân-ı Resûl (Peygamberin lisanı) ile Kitâb'ında îfâsını (yerine getirmesini) emrettiği şeyleri a'zâ (organları) ve cevâ­rihi (uzuvları) ile fiile getirmesidir. Meselâ abd (kul), Hakk'ın emrettiği savm (oruç) ve sa­lât (namaz) ve hac ve zekât gibi evâmiri (emirleri) îfâ eylerse (yerine getirirse) zâhiren inkıyâddadır (bedeniyle boyun eğmiş ve teslimiyettedir). Abd (kul),  bâtını (ruhu) ve zâhiri (bedeni) ile münkad olmadıkça (boyun eğmedikçe) inkıyâd (teslim olmuş) ve itâatı kâ­mil (tam itaat etmiş) olmaz.

"İnde'l-halk" (insanlara göre) olup  Hakk'ın mu'teber (geçerli) addeylediği (saydığı) "din" dahî iki nev' (çeşit) üzerinedir: Birisi fetret zamanında (Peygamberimizden önceki zamanda) akıllarına olan tecellî-i hâs (akıllarına gelen kırıntı ilhamlar) sebe­biyle, vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın vücudunu) idrâk eden ukalâ (akıl sahipleri) ve hükemâ (filozoflar) taraflarından vaz'­ına (konulmasına) lüzûm görülen kavânîn-i mahmûdedir (beğenilen, övülmeye değer kanunlardır).  Eflâtun ve Sokrat gibi hü­kemânın (filozofların) tezkiye-i nefs (nefsi temizlemek, arındırmak) için kendi milletlerine irâe ettikleri (gösterdikleri) tarîk (yol) gi­bi. Diğeri, Enbiyâ (a.s.)’nın getirdikleri şerâyi'a münkâd olmakla (şeriate uymakla, boyun eğmekle) be­râber, tezkiye-i nefs (nefsi arındırmak) için bu şerâyi'a muğâyir (şeriate aykırı) olmayarak, kümmel-i mü'minîn (kemale ermiş müminler) tarafından vaz' edilen (konulan) tarîk-ı mücâhede (nefsle savaşta gidilecek yol) ve riyâzât (nefsi kırmak) gibi umûr-i şâkkadır (eziyetli, zahmetli işler, hususlardır).  Mutasavvife-i kirâm (sofular, tasavvufla uğraşan) hazarâtının (hazretlerin, zatların) ahkâm-ı şer'iyye (şeriat kanunları) üzerine zâid (fazladan, ek olarak), fakat maksad-ı şerîata muvâfık (şeriatin maksadına uygun) olarak vaz' ettikleri (koydukları) âdâb (yöntemler) ve usûl (kaideler) gibi. Şerîat-ı Muhammediyye'nin (Hz. Muhammed’in şeriatını) vaz'ından (koymasından) mukaddem (önce), ule­mâ-i Îseviyye (Hıristiyan âlimler) tarafından mevzû' (konulmuş) ruhbâniyyet (rahiplik, keşişlik) de bu zümredendir (gruptandır). Uka­lâ (akıl sahipleri) ve hükemâ (filozoflar) tarafından vaz' olunan (konulan) kavânîn-i mahmûdenin (beğenilen kanunların) ind-i Hak'ta (Hakk katında) mu'teber (geçerli) olması, ancak vakt-i fetrete (Hz. İsa’dan itibaren Peygamberimize kadar olan zamana) mahsûstur. Yeni bir şe­rîat ile bir Peygamber geldiği vakit, hükmü mensûh (hüküm kaldırılmış) olup ind-i Hakk'­ta (Hakk katında) kadr (derecesi) ve kıymeti kalmaz.

İmdi "indallah" olan dîn, Allah'ın ıstıfâ ve intihâb ederek dîn-i halk üzere rütbe-i aliyye i'tâ eylediği dîndir. Binâena­leyh, Hak Teâlâ buyurdu ki: "İbrâhim ve Ya'kûb, oğulla­rına vasiyyet eyledi ki, ey oğullarım! Muhakkak Allah si­zin için "din"ıstıfâ ve intihâb eyledi. İmdi siz Müslimîn, ya'nî ona münkâdûn olduğunuz halde ölünüz!" (Bakara 2/132) (2).

Ya'nî "indallah (Allah katında) olan dîn"in mertebesi, ukalâ (akıl sahipleri) ve hükemâ (filozoflar) tarafın­dan mevzû' olan (konulan) dînin mertebesinden âlîdir. (yücedir) Zîrâ bu dîni, Hak inti­hâb eyledi (seçti). Bu sebeple İbrâhim ve Ya'kûb (a.s.) oğullarına vasiyyet eyledi ki:  "Ey oğullarım! Allah Teâlâ sizin için "dîn" intihâb etti (seçti). Artık halkın (insanların) vaz' ettiği (koyduğu) ahkâm (hükümler) ve kavâidin (kanunların) hükmü kalmadı. Onlara tebaiyyetten (uymaktan) vaz geçiniz de, siz ancak Müslimlerden, ya'nî zâhiren (bedenen) ve bâtınen (ruhen) bu dîne münkâd (boyun eğenlerden, teslim) olanlardan olduğunuz halde ölünüz!" Bakara, 2/132).

Ve "dîn" ta'rîf ve ahd için, "elif ve lâm" ile geldi. Binâena­leyh o, ma'lûm ve ma'rûf olan dîndir ve o, Hak Teâlâ'nın ………………………. (Âl-i İmrân, 3/19), ya'nî "Muhakkak in­dallah olan dîn, İslam’dır" kavlidir. O da inkıyâddır. Böyle olunca "dîn", senin inkıyâdından ibârettir. Ve "min-indillâh olan dîn", senin ona inkıyâd eylediğin şer'dir. İmdi "dîn", inkıyâddır. Ve "nâmûs", Allah Teâlâ'nın şer' eylediği şer'­dir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın, kendisi için şer' ettiği şe­ye inkıyâd ile muttasıf olan kimse "dîn" ile kâim olan ve onu ikâme eyleyen, ya'nî onu ingâ eden kimse oldu. Nite­kim, namazı ikame eder. Böyle olunca abd, "dîn"i münşîdir. Hak ise, ahkâm-ı şer'iyyeyi vâzı'dır. Şu hâlde "inkıyâd" senin fiilinin aynıdır. Demek ki,  "dîn" senin fiilindendir. Binâenaleyh sen, ancak senden olan şeyle mes'ûd oldun. İmdi senin sâadetini, nasıl ki senin fiilin olan şey isbât et­ti ise, esmâ-i İlâhiyye’yi de ancak Allah'ın ef'âli isbât eyle­di. Ve o, sensin; o da muhdesâttır. Böyle olunca o, âsârı ile "İlâh" tesmiye olundu ve sen de âsârın ile "saîd" tes­miye olundun. İmdi sen "dîn"i ikame ve Allâh'ın sana şer' ettiği şeye inkıyâd eylediğin vakit, Allah Teâlâ seni, kendi nefsi menzilesine inzâl eyledi (3).

ya'nî ……………………………………….. (Âl-i İmrân, 3/19) âyet-i kerîmesinde­ki "dîn" lafzı (sözü), ta'rîf (tanıtma, öğretme) ve ahd (yemin, söz vermek) için olan "elif ve lâm" ile geldi. Harf-i ta'rifsiz nekre (belirsiz) olarak gelmedi. Ve "dîn", indallah (Allah katında) "İslam" olduğuna ve "İslam" ise, "inkıyâd" (teslimiyet) ma'nâsına geldiğine göre, "dîn" senin in­kıyâdından (teslim olmandan) ibâret olur. İmdi "dîn", abd (kul) tarafından inkıyâd, (teslim olmak) ve "nâ­mûs", ya'nî kânûn, Allah Teâlâ'nın vaz' eylediği (koyduğu) "şerîat"tır (hükümlerdir). Binâ­enaleyh (nitekim), Allah Teâlâ'nın ibâdına (kullarına) mahsûs (özel) olarak vaz' ettiği (koyduğu) kânûna inkıyâd (teslim olmak) ile muttasıf olan (vasıflanan) kimse, din ile kâim (var) olan ve dîni ikâme eyleyen (yerine getiren), ya'nî dîni inşâ eden (yapan) kimse olur. Nitekim Hak Teâlâ namazı vaz' etti (koydu) ve namaz abdin (kulun) a'zâ (organlar) ve cevârihi (uzuvları) ile ikâme olunur (yerine getirilir). Abd (kul) vücûd-ı muayyen-i kesîfi (tayin edilmiş, belirlenmiş, madde bedeni) ile namazı ikâme edince (yerine getirince), dîni inşâ etmiş (yapmış) olur. Ve Hak ise ahkâm-ı şer'iyyeyi vaz' etmiş (şeriat hükümlerini koymuş) olur. Şu halde "inkı­yâd", (teslim olmak) senin fiilinin aynıdır. Çünkü namaz ancak senin fiilindir ve sen bu fiilin ile dîni inşâ ettin; (yaptın) ve dîn, inkıyâddır (teslimiyettir). Binâenaleyh (nitekim), se­nin fiilin inkıyâdın (teslimiyetin) aynıdır. Demek ki dîn, senin fiilinden husûle geldi (çıktı, peyda oldu). Böyle olunca sen, ancak senden sudûr eden (çıkan) fiil sebebiyle mes'ûd (mutlu) ol­dun. Çünkü saâdet, senin sıfatındır. Ve senin sıfatın ancak senin fii­linden  hâsıl olur (çıkar, peyda olur). Binâenaleyh (nitekim), senin saâdetin yine senin fiilinden­dir. Zîrâ her bir fiil-i ihtiyârî (isteyerek yapılan her bir fiil) mutlaka fâilin (yapanın) nefsinde bir eser vücû­da getirir. Sen Hakk'ın emirlerine "inkıyâd" edince (teslim olunca) ona itâat etmiş olursun. Ve sen ona itâat edince, o da sana itâat eder ve senin ke­mâlini sana verir. Nitekim hadîs-i kudsîde buyurur: ………………………………………………. Ya'nî "Beni zikredenin (ananın) celisi (beraber olduğu arkadaşı) ve şükredenin enisiyim (dostu, sevgilisiyim) ve bana itâat edene mutî'im. (itaat ederim) " İmdi senin saâdeti­ni, nasıl ki senin fiilin olan şey isbât etti (meydana getirdi) ise, esmâ-i İlâhiyye’yi (İlahi esmayı) dahî, ancak Allâh'ın efâli (fiilleri) isbât  eyledi (meydana getirdi) . Ve o ef’âl, (fiiller) sensin ve O'nun ef’âli (fiilleri) muhdesâttır. (hadistir, sonradan meydana gelmiştir) Velhâsıl, Allah Teâlâ âsârı (eserleri) ile "İlâh" tesmiye olundu; (adlandırıldı) ve sen de âsârın (eserlerin) ile "saîd" (saadetli, cennetlik) tesmiye olundun (isimlendirildin).

Ma'lûm olsun ki, vücûdda birisi "bâtın" (gizli, iç) , diğeri "zâhir" (aşikâr, dış) olmak üze­re iki i'tibâr (husus) vardır. Vücûdun bâtını (ruhu) "müessir" (tesîr eden, etkileyen) ve zâhiri (dışı (bedeni) "müesserün­fih"dir (tesir edenin tesirini kendi üzerinde kabul eden, etkilenendir). Ve vücûdun bâtınında (ruhunda) bî-nihâye (sonsuz) şuûnât (işler, fiiller), ya'nî sıfât münde­micdir (özellikler bulunmaktadır). Umûr-i ma'neviyye (manevi işler, hususlar) ve ma'kûleden (akılla anlaşılır şeylerden) ibâret olarak bâtın-ı vü­cûdda (ruhta) muhtefi (gizli, saklı) olan bu şuûnâta (fiillere, işlere),  zâhir-i vücûdda (dünyada) "efâl" (fiiller) tesmiye olu­nur (denilir). Ve ef’âl (fiiller), "müesserün-fîh" olan (etkilenen, etkiyi kabul eden) vücûdun zâhirinde (madde yapısında) ba'dehû (daha sonra) zu­hûr ettiği (açığa çıktığı) için, bi't-tabi' (tabii olarak) hâdistir (sonradan olmuştur). Binâenaleyh (nitekim) bu efâl, (fiiller) muhdesâttır (hadistir, sonradan oluşmuştur). Ve sâhib-i vücûdun (vücut sahibinin) âsâr (eserleri) ve efâli (fiilleri), zâhir olmadıkça (açığa çıkmadıkça) , onun bir isim ile tesmiyesi (isimlendirilmesi) mümkün değildir. İmdi bu gördüğümüz a'yân-ı vücûdiyye­den (açığa çıkmış, belli vücutlardan) her biri, Zât-ı lâtîf i Hakk'ın (Hakk’ın Zat’ının nurunun) şuûnâtından (fiillerinden, işlerinden) birer şe'nin (işin) mazharı­dır (göründüğü mahaldir). Ve her bir şe'nin (işin) kemâli, fiilen (fiil olarak) bir mazharda (görüntü yerinde (birimde) zâhir olduğu (meydana çıktığı) va­kit, Allah Teâlâ o isim ile müsemmâ olur (isimlenir). İşte bu hakîkate binâen (dayanarak) senin bu vücûd-i kesîf-i müteayyinin (görünen madde bedenin) Allah'ın fiilidir. Ve O'nun fiili olan bu vücûdun, muhdesâttandır (sonradan olmuş şeylerdendir yani hadistir).  Ve Allâh'a, onun âsârı (eserleri) ve efâli (fiilleri) olan bu muhdesât (hadis olanlar, sonradan olmuş şeyler) sebebiyle "İlâh" tesmiye olundu (denildi).  Ve bu muhdesât (sonradan olan şeyler) me'lûh (İlahı olan kul) ve merbûb (Rabbi olan kul) ve mahlûktur (yaratılmıştır).  Allah Teâlâ bunlarda Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet (Rablık) ve Hâlikıyyet (Yaratıcılık) sıfatıyla zâhir olduğundan (göründüğünden) "İlâh" ve "Rabb" ve "Hâlık" tesmiye olunur (diye isimlendirilir).

İmdi …………………………………………….. hadîs-i şerîfi mûcibince, (gereğince) senin vücûdu­nun dahî, "bâtın"ı (iç âlemi ‘ruhu’) ve "zâhir"i (dış görünüşü ‘bedeni’) vardır. Ve senin bâtınında (ruhunda) bî-nihâye (sonsuz) şuûnat (fiiller, işler) mevcûd olup, onlar a'zâ (organlar) ve cevârihin (uzuvların) vâsıtasıyla, senin zâhi­rinde (dışında,bedeninde) kisve-i fiile (fiil örtüsüne) bürünerek zâhir olmadıkça, (açığa çıkmadıkça) sen bunlar ile tesmiye olunmazsın (isimlendirilmezsin). Meselâ bâtınında (ruhunda) namaz kılmak dâiyesi hâsıl olsa (arzusu içinden gelse), o ef’âl-i mahsûsa (fiile ait) ve erkân-ı ma'lûme (namazın bilinen rükunları) senden zâhir (aşikâr) olmadıkça, sana "musallî" (salat eden (namaz kılan) denilmez. Eğer bâtınındaki (ruhundaki) bu ümniyyeyi (temenniyi, arzuyu) zâhir-i vücûdunda (madde bedeninde) fiilen (fiil, iş olarak) ta­hakkuk ettirirsen (gerçekleştirirsen),  bu eser ve fiilin sebebiyle, sana "abd-i saîd" (saadetli, cennetlik kul) tes­miye olunur (denir).  Böyle olunca sen "dîn"i ikâme (yerine getirmek) ve Allâh'ın sana şer' ettiği şeye (getirdiği hükümlere) "inkıyâd" eylediğin (teslim olduğun) vakit, Allah Teâlâ seni kendi nefsi menzilesine (derecesine) inzâl eyledi (indirdi). Ya'nî bâlâda (yukarıda) izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, sen Al­lah'ın fiilisin. Allah Teâlâ seni inşâ etmekle (yapmak, vücuda getirmekle),  nasıl onun İlâh ve Rabb ve Hâlık isimleri zâhir olur (meydana çıkar) ise, senin fıilinden ibâret olan "dîn"i, sen dahî ikâme etmekle (yerine getirmekle), öylece bir isim iktisâb etmiş (kazanmış) olursun. Bu ise Allah Teâlâ'nın seni, sûrette (şekilde) kendi nefsi menzilesine (derecesine) inzâli (indirmesi) de­mek olur. Sûrette (şekilde) iştirâk (ortaklık) olduğu gibi, "inkıyâd" (teslimiyet) husûsunda da Al­lah ile abd (kul) arasında iştirâk (ortaklık) vardır. Sen dîni inşâ etmekle (yapmakla) münkâd  (boyun eğmiş) olduğun gibi, Allah da taleb ettiğin (arzu ettiğin) şeyi vermekle sana münkâd (boyun eğen) olur. Nitekim hadîs-i kudsîde: "Bana itâat edene mutî'im" (itaat ederim) buyrul­muştur.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
13
.05.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail