VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ RÜHİYYE"
BEYÂNINDADIR
Ve
Allah Teâlâ'nın mu'teber addeylediği "inde'l-halk olan
dîn"i beyândan sonra, bunun hakkında fâidesi olacak şeyi,
inşâllah karîben bast ederim. İmdi, dînin hepsi Allah'a
mahsûstur. Ve onun hepsi sendendir; Allah'dan değildir. Ancak
bi-hükmi'l-asâle Allah'dandır (4).
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a) yukarıda "dîn"in iki tarzda olduğu
ve birisi "indallah" (Allah
katında, Allah’a göre) ve diğeri
"inde'l-halk" (halk katında,
insanlara göre) bulunduğunu beyân buyurmuş (açıklamış)
ve dînin ne demek olduğunu ve inkıyâdın (teslimiyetin) netîcesini
îzâh eylemiş (anlatmış)
idi. Bu ibârede (cümlede)
dînin ikinci nev'i (çeşidi)
olan "inde'l-halk (halka,
insanlara göre) dîn"i beyandan (açıkladıktan)
sonra, esrâr-ı dîniyye (dinin
sırları) hakkında fâidesi (faydası)
bulunan tafsîlâtı (etraflı
açıklamaları) beyân buyuracaklarını (anlatacaklarını)
va'd ederler (söz
verirler).
Ve dînin her iki nev'ini (çeşidini) de
birleştirip buyurlar ki: Gerek indallah (Allah
katında) ve gerek inde'l-halk (insanlar
katında) olan din, bi-hükmi'lasâle, (asıl,
esas itibariyle) Allah'a mahsûstur (aittir).
Çünkü
fiilin aslı ve ifâzası (feyizlendirmesi)
…………………………
(Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
Hak'tandır; mezâhirden (görüntü
yerlerinden (birimlerden) değildir. Ancak mezâhir (görüntü
yerleri (birimler),
o ef’âl (fiiller)
ve a'mâli (işleri) a'yân-ı
sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) isti'dâdât-ı husûsiyyeleriyle, (kendi
istidadlarının özellikleriyle) Hak'tan taleb
ettikleri (istedikleri)
için, kendilerinden zuhûr eder (açığa
çıkar) .
Bu hüküm, Zât'a ve "asl"a (öze)
nazaran (göre)
böyledir. Fakat senin vücûd-ı izâfinden (nisbi
vücudundan) ibâret olan fer'a (cüze)
ve esmâ-i müteayyineye (meydana
çıkan esmaya) nazaran (göre),
her iki nevi' (çeşit)
dîn dahî sendendir; Allah'dan değildir. Çünkü dîn,
inkıyâddır (teslimiyettir).
Ve
inkıyâd (teslim olan) senin
fiilindir. Ve fiilin mahall-i sudûru (çıktığı
yer) senin vücûd-ı kesîfindir (yoğunlaşmış,
maddeleşmiş vücudundur). Ve
senin
bu vücûd-ı unsurîn (unsur,
madde olan bedenin) mevt (ölüm)
dediğimiz hâlin vukûuyla (gerçekleşmesiyle)
inhilâl edince (çürüyünce),
"inkıyâd"
(teslim
olma) ta'bîr olunan (denilen)
sıfat (özellik)
ve nisbet (vasıflar)
dahî zâil (biter,
yok) olur. İşte bu i'tibâra (hususa)
göre "dîn"in hepsi sendendir.
Allah
Teâlâ …………………….. (Hadîd, 57/27) buyurdu. Ve
o, öyle nevâmîs-i hikemiyyedir ki, âmmede ma'lûm olan Resûl,
örfde ma'lûm olan tarîka-i hâssa ile onları Allah indinden
getirmedi. Vaktâki onlarda olan hikmet ve maslahat-ı zâhire,
vaz'-ı meşrû' ile maksûdda hükm-i İlâhîye muvâfakat
eyledi, "Allah Teâlâ onları, onların üzerine farz
etmediği hâlde", kendi tarafından şer' ettiği şeye
i'tibâr buyurduğu gibi, i'tibâr etti. Vaktâki Allah Teâlâ,
kendi ile onların kalpleri arasında, inâyet ve rahmet kapısını
açtı; şuûrları olmadığı haysiyyetten, onların
kalplerinde şer' ettikleri şeyin ta'zîmini îka' eyledi ki,
onlar onunla, ta'rîfi İlâhî ile ma'ruf olan tarîk-ı Nebevî’nin
gayri tarîk üzre, Allâh'ın rızâsını taleb ederler. İmdi
onlar kendilerine şer' eden ve kendileri için şer' olunan
kimseler, "ancak Allâh'ın rızâsını talebden nâşî,
onun hakk-ı riâyeti ile onlara riâyet ettiler."
Ve bunun için i'tikâd eylediler. "Binâenaleyh
onlardan, onlar îmân edenlere ecirlerini verdik ve onlardan
bir çoğu fâsikûndur." (Hadîd, 57/27) Ya'nî onlara
inkıyâddan ve onların hakkıyla kıyâmından hâricdirler.
Ve kim ki onlara inkıyâd etmese, onun müşerri'i, onu irzâ
edecek şeyle ona münkad olmaz (5).
Ma'lûm
olsun ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) dîn-i halkı Sûre-i Hadîd'in
(Hadîd
suresinin) son sahîfesinde mezkûr olan (geçen)
şu: …………………….. (Hadîd, 57/27) âyet-i
kerîmesinden iktibâs buyurmuştur (alınmıştır).
Âyet-i kerîmenin ma'nâyı münîfî (yüce
manası) budur: "Ve Biz Îsâ b. Meryem'i (Meryem’in
oğlu İsa’yı) Enbiyâ-yı sâlifeye halef kıldık
(geçmiş,
önceki Peygamberlerin yerine geçirdik) ve ona İncil'i
verdik. Ve ona tâbi' olanların (uyanların)
kalblerinde re'fet (merhamet)
ve rahmeti ve onların üzerine farz etmediğimiz
halde, ancak rızâyı İlâhî’yi talebden (Allah’ın rızasını
kazanmak arzusundan) nâşî, (dolayı)
ibtidâ' eyledikleri (başlattıkları)
ruhbâniyyeti
halk ettik. (yarattık)
İmdi onlar, onlara hakk-ı riâyet (doğru,
tam itibar) ile
riâyet
etmediler
(itibar, sayygı göstermediler).
Böyle olunca, onlardan îmân edenlere ecirlerini (ücretlerini)
verdik. Ve onlardan çoğu fâsikûndur.
(fâsıklar, günahkârlardır)"
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber, bu âyet-i kerîmeyi ma'nâ i'tibârıyla (bakımından)
tefsîre (yorumlamaya)
şürû edip (başlayıp)
buyururlar ki: ………………………….
(Hadîd, 57/27) kavl-i münîfı (yüce
sözleri) ile hükemâ (flozoflar)
ve ukalânın (akıl
sahiplerinin) ibtidâ' (başlangıçta)
ve ihtirâ' eyledikleri beyân buyrulan (şimdiye
kadar görülmemiş bir şey icad ettikleri açıklanan) ruhbâniyyet
(keşişlik,
rahiplik) ve usûl-i tezkiye-i nefis (nefsi terbiye etme
usulleri), öyle
bir kavânîn-i hikemiyyedir (felsevi
kanunlardır) ki, mu'cize ve da'vâ-yı Nübüvvet (Peygamberlik davası)
ile zuhûr eden (meydana
çıkan) ve âmme-i enâm (insanların
geneli) indinde (tarafından)
ma'lûm olan (bilinen) bir
Resûl, o kavânîn-i hikemiyyeyi (felsefi
kanunları), örfde
(âdet
olunduğu üzre) ma'lûm olan (bilinen)
târık-ı hâss (özel yol) ile,
yâ'nî Nübüvvet (Nebilik,Peygamberlik)
ve vahy tarîkı (vahiy
yolu) ile, Allah Teâlâ cânibinden (tarafından)
getirmedi. Belki dîn-i Îsâ'ya mensûb (İsa’nın
dinine bağlı) olan ulemânın (bilginlerin)
ve dîn-i Muhammedî'ye (Hz.
Muhammed’in dinine) tâbi' bulunan (uyan)
sulehânın (saliha
kişilerin) veyâhut bir Peygamberin ahkâm-ı dîniyyesi
(dini
hükümlerinin) cârî (geçerli)
olmayan akvâm (kavimler)
arasında, bu zamân-ı fetrette (Hz.
İsa’dan hz. Muhammed’e kadar geçen zamanda) yaşayan
ukalâ (akıl
sahipleri) ve hükemânın (flozofların)
kalblerine min-indillâh (Allah
tarafından) vâkı' olan (oluşan)
ilhâm ve ilkâ (telkinler)
ile o kavânîn-i hikemiyye (felsefi
kanunlar) takarrur eyledi (yerleşti).
İmdi
şer'-i İlâhî'den, (İlahi
şeriatten) maksûd (gaye)
olan hükm-i İlâhî (İlahi
hüküm) nüfûs-ı nâkısanın (kemale
ermemiş noksan kişilerin) ikmâli (tamamlamış)
olduğu ve
bir Peygamberin dînine tâbi' olan (uyan)
ulemâ (bilginler)
ve sulehâ (saliha
kişiler) ile zamân-ı fetretteki (Peygamberimiz
gelmezden önce yaşamış) ukalâ (bilginler)
ve hükemânın (flozofların)
vaz' ettikleri (koydukları)
usûl ve kavânînde (kanunlarda)
zâhir olan (görülen)
hikmet ve maslahat (iyilikler)
dahî, kezâlik (böylece)
nüfûs-ı nâkısanın (kâmil olmayan kişilerin)
ikmâli bulunduğu (tamamladığı)
cihetle,
bu zevât-ı kirâmın (muhterem
kimselerin) maksûdları (niyetleri),
şer’-i İlâhî’den (İlahi
şeriatten) maksûd (gaye)
olan hükm-i İlâhîye (İlahi hükümlere)
muvâfık (uygun)
geldi. Bunun için Allah Teâlâ bu kavânîn-i
hikemiyyeyi (felsefi hükümleri)
o zevât (zatlar,
kimseler) üzerine farz etmediği hâlde, kendi tarafından
inzâl buyurduğu (indirdiği) şer'a
(hükümleri)
i'tibâr eylediği (saydığı)
gibi mu'teber (geçerli)
addetti (saydı).
Vaktâki
(ne
zaman ki) Allah Teâlâ kendisiyle bu zevâtın (kişilerin)
kalbleri arasında inâyet (ihsan)
ve rahmet kapısını açtı; onların vukûfları (bilgileri)
olmadığı halde, kalblerine bu vaz' ettikleri (yerleştirdikleri)
kavânîne (hükümlere)
ta'zîm (saygı gösterme) ve
riâyet (itibar
etme, sayma) hissini ilkâ buyurdu (ilham
etti). Ve
bu zevât-ı kirâm (muhterem
kişiler) ile onlara tâbi' olanlar (uyanlar),
bu
kavânîne (kanunlara)
ta'zîm (saygı
göstermek) ve ahkâmını (hükümlerini) icrâya
(yerine
getirmeye) riâyet (hürmet,
itibar etme) netîcesinde, ta'rîf-i İlâhî ile (İlahi
tarifle, anlatımla)
ma'rûf olan (bilinen)
tarîk-ı Nebevi’nin gayrı
(Peygamber’in gösterdiği yoldan başka) tarik üzere,
(yol
üzerinde) Allâh'ın rızâsını taleb ederler. (isterler)
Zîra tarîk-ı nübüvvet (Peygamberlik
yolu) ile gelen şerîatta, (dini
hükümlerde) bu şerîat (hükümler)
ile amel edenlere (hareket edenlere) ne
gibi mükâfât verileceği cânib-i Hak'tan (Hakk
tarafından) sarâhaten (sarîh, açık şekilde)
va'd buyrulmuştur (söz
verilmiştir). Halbuki
bu zevâtın (kişilerin)
vaz' ettikleri (koydukları)
kavânînin (kanunların) ta'zîmi
(itibar
edilmesi, sayılması) ve ahkâmına (hükümlerine)
riâyet (itibar etmek,
saymak) netîcesinde ne gibi bir mükâfat verileceği
mechûldür. Ancak ehl-i dîn (dindar kişilerden)
olan ukalâ (akıl
sahipleri) düşündüler ki, insan hayvanın bir
nev'idir (türüdür).
Fakat
onda bir hâssa (hususiyet)
vardır ki, hayvânât-ı sâirede (diğer
başka hayvanlarda) yoktur. Cenâb-ı Hak'tan münzel
(indirilmiş)
olan şerâyi' (şeriat
hükümlerini), insanın
galebe-i hayvâniyyetini (insanda
üstün olan hayvanlık özelliklerini) izâle (gidermek)
ve bâtını (ruhu) olan
nefs-i nâtıkasını (insanî
ruhunu) tasfiye (temizlemek,
arındırmak) içindir. Binâenaleyh (nitekim),
bu maksada sür'atle vusûl (ulaşmak)
için taklîl-i taâm ve menâm
(az yemek ve az uyumak) ile riyâzat (nefsi
kırma) ve zikre muvâzabat (devam
etmek) gibi tarîk-ı Nebevî (Peygamber’in
gösterdiği yolda) ve ahkâm-ı şer'iyye (şeriat hükümleri)
üzerine zâid (ilave)
olarak birtakım usûl (kaideler)
vaz' ettiler (koydular).
Bu usûl, (kaideler)
şer'-i İlâhî’den (İlahi hükümlerden)
maksûd (gaye)
olan hükm-i İlâhîye muvâfık (İlahi
hükümlere uygun) geldiği için, sünnet-i hasenedir
(güzel
adettir),
bid'at-i seyyie (kötü
adetler) değildir.
Zamân-ı
fetrette olan (Peygamberimiz
gelmezden önceki) hükemâya (filozoflara)
gelince, bunlar da kezâ (böylece)
aklen düşündüler ki, kâinâtın hey'et-i mecmûasını
(tamamını)
yerli yerinde îcâd (yaratan)
ve tedbîr (yöneten,
tasarruf) eden bir Sâni'-i Hakîm (hikmet
sahibi yaratıcı) vardır ve eşyâdan (varlıklardan)
her bir şey, kemâle (tam,
mükemmel olmaya) müteveccihdir (yöneliktir).
Ve bu eşyâ (varlıklar) içinde
en mükemmel olan mahlûk, insandır. Zirâ, müdrik (idrak
eder, anlar) ve mütefekkirdir (düşünür).
Maahâzâ (bununla
beraber),
o da hayvânâtın bir nev'idir (türüdür).
Halbuki onun kemâli, idrâk (anlayış)
ve tefekkürü'nde (düşüncesinde) olduğu
için, bu cihetini (tarafını)
ihmâl etmesi ve cihet-i hayvâniyyetine (hayvanlık yönüne)
teveccühle (yönelmekle)
onun îcâbât (icapları)
ve iktizâatında (gereklerinde)
müstağrak (boğulup
gark olması) olması, noksanını mûcib (kemale
ermeyip noksan kalmasına vesile) olur. Bu hâl ise,
kasd-ı hilkate (yaratılış
gayesine) mugâyirdir (aykırıdır).
Binâenaleyh (nitekim),
bu mahlûku kendi kemâline (tamlığına, mükemmelliğine)
tevcîh (yöneltmek)
için hayvâniyyetine bir yular takmak lâzımdır.
İşte bu gâyeye vusûlü (ulaşmasını)
te'min için, hükemâ-yı mezkûre (adı
geçen flozoflar) dahî birtakım usûl (kaide)
ve kavâid (kanunlar)
vaz' ettiler (koydular)
ve vahdet-i Sâni'a (tek Yaratıcı’ya)
ve insanın tenvîr-i bâtınına (ruhunun
nurlanmasına, aydınlanmasına) dâir birtakım
eserler yazıp neşrettiler ve bu usûl ve kavâid (kanunlar),
onlara ilhâm
tarîkı (yolu) ile
vârid oldu (kalblerine
doğdu). Hükemâ-i
Yûnâniyyeden (Yunan
filozoflarından) ba'zılarına vâkı' olan (gelen) ilhâmât
(ilhamlar) gibi.
Fakat Çin'de efkâr-ı tenâsuhu (tenasuh,
ruhun bir başka bedene girme
fikrini) neşreden (yayan)
Konfüçyüs ve Hind'de putperestliği vaz' eden (koyan)
Buda ve Mecûsîliği (ateşe tapmayı) ihdâs
eden (getiren)
Zerdüşt ve emsâli (benzerleri)
bu zümreden değildirler. Ve onlara vâkı' olan (gelen) ilkâ
(ilham),
ilkâ-yı
şeytânîdir (şeytanın
vesvesesidir).
Zîrâ âlemin hey'et-i mecmûası (evrenin
tamamı) Kur'ân-ı fiilidir. (Kuran’ın
fiilidir) Kur'ân-ı lafzî (Kuran
sözleri) nasıl ki
…………………………………..
(Bakara, 2/26) vasfını hâiz (vasfına
sahip) ise, Kur'ân-ı fiilî dahî öylece bu vasfı
hâizdir (bu
vasıflara sahiptir). Çünkü
esmâ-i İlâhiyye (İlahi
esma) mütekâbildir (birbirlerine
karşılıklıdır, zıttır). Ve
âlem (dünya)
ise mazâhir-i esmâ-i İlâhiyyedir. (İlahi
esmanın göründüğü mahaldir) Dâimâ hak (hakikât)
mukabilinde (karşısında)
bâtıl (gerçek
olmayan) ve bâtıl (gerçek
olmayan) mukâbilinde de (karşısında
da) hak (hakikât) tezâhür
eder (meydana
çıkar).
İmdi
bu kavânîni (kanunları)
kendi nefislerine şer'
eden (hükümler
koyan)
ulemâ (alimler)
ve hükemâ (filozoflar
ve onlara ittibâa (uymaya)
teşvîk olunan bunların efrâd-ı kavmi (kavmindeki
kişiler), ancak
Allâh'ın rızâsını taleb (istemek)
için, o nevâmîs (şeriatler)
ve kavânîne (kanunlara)
hakkıyla riâyet (doğru, tam olarak
itibar) ettiler. Ve bu usûl ve kavâidin (kaidelerin)
hakîkatine, bu rızâ-i İlâhî (Allah’ın
rızası) için i'tikad eylediler (inandılar).
……………………………………. (Hadîd, 57/27)
"Binâenaleyh (nitekim)
onlara imân edenlere biz ecirlerini (ücretlerini)
verdik." ……………..
Kendileri için ulemâ (âlimler)
ve hükemâ (filozoflar)
tarafından bu şer' vaz' olunan (konulan
bu şeriatler) " birçok kimseler,"
………….. "fâsıkdırlar." (günahkârdırlar)
Ya'nî bu kavânîne (kaidelere)
inkıyâddan (teslim
olmaktan) ve bunların hakkı ile kâim
olmaktan hâriçtirler. Ve bu ibâdete
inkıyâd etmeyen (boyun
eğmeyen) kimselere, bi'l-asâle (asaleten,
asıl olarak) onun müşerri' olan (hükümleri
koyan) Hak, o kimseleri irzâ (razı)
edecek şey ile münkâd
(boyun
eğen) olmaz. Ya'nî ahkâm-ı mezkûre (adı
geçen hükümler) bir Peygamber tarafından tebliğ
edilmediğinden, bunlar ile amel vâcib (zorunlu) değil
ise de, onlar mahzâ (sadece)
rızâ-yı İlâhî’yi (Allah’ın
rızasını) tahsîl (kazanmak)
için, bu ahkâm (hükümler) ile
ameli, kendi nefıslerine vâcib (zorunlu)
kıldıklarından, hakkıyla bunlara riâyet
edenlerden Allah râzı olacağını i'tikâd eylediklerinden (inandıklarından)
,
Cenâb-ı Hak dahî, bunlara envâr-ı kudsiyye (kudsi
nurlar) ve kemâlât-ı nefsiyye ve cennet ve hayır
ve sevâb gibi kendilerini irzâ (razı)
edecek şeyleri ecir (ücret) olarak
i'tâ (verdi,
ihsan) buyurdu. Bu kavânîn, (kaidelerin)
ulemâ (alimlere)
ve hükemâya (filozoflara)
Allah tarafından ilhâm tarîkıyla (yoluyla)
vârid olduğundan (kalbine
doğduğundan, ilham olunduğundan), onun
müşerri'i (hükümleri
koyan) bi'l-asâle (asaleten,
aslında) Hak olmuş olur. Ve bunlara inkıyâd
etmek (teslim
olmak, boyun eğmek),
Allâh'a inkıyâd etmektir (teslim olmaktır).
Allâh'a inkıyâd edenlere, (teslim
olanlara) Allah dahî bir şey vermek suretiyle münkâd
olur (boyun
eğer).
Bu ahkâma (kanunlara,
hükümlere) riâyet etmeyen fâsıklar (günahkârlar) ise
Hakk'a inkıyâd etmemiş (teslim
olmamış) olduklarından, Hak dahî onlara birşey
vermemek sûretiyle muâmele eder ve o fâsıklara (günahkârlara)
münkâd (boyun eğen,
isteklerini yerine getiren) olmaz.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
20.05.2003
http://gulizk.com
|