VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ
RÜHİYYE" BEYÂNINDADIR
âkin
emr, inkıyâdı iktizâ eder. Ve onun beyânı budur ki:
Muhakkak mükellef, ya muvâfakat ile münkaddır; veyâ muhâliftir.
İmdi zâhir olduğu için, muvâfik-ı mutî' hakkında söz
yoktur. Muhâlife gelince o,
kendi üzerine hâkim olan hilâfi sebebiyle, Allah'dan iki
emrin birini taleb eder. Ya tecâvüz ve afvı veyâ bunun üzerine
ahzi; ve onlardan birisi lâzımdır. Zîrâ emr, nefsinde haktır.
İmdi alâ-külli-hâl, abdin ef'âlinden ve üzerinde bulunduğu
hâlden nâşî, onun abde inkıyâdı sahîh oldu. Binâenaleyh,
abdin hâli müessirdir. Böyle olunca bu makamdan dîn,
"cezâ" oldu. Ya'nî hoş ve nâ-hoş şeyle muâvaza
oldu. Hoş olan şeyle muâvaza ………………………. (Mâide,
5/119)dır. İşte bu, mesrûr olacak şeyle "cezâ"dır.
……………………….. (Furkan,
25/19) Bu da mesrûr
olmayacak geyle "cezâ"dır.
……………………….
(Ahkaf, 46/16) Bu da "cezâ"dır. İmdi dînin "cezâ" olduğu sâbit
oldu. Ve işte bu, bu babda lisân-ı zâhirdir (6).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a) yukarıda "dîn-i halk"ı (halkın
dinini) beyandan (açıkladıktan) sonra, gerek "dîn-i Hak", gerek "dîn-i
halk" hakkında sûret-i umûmiyyede (genel
bir şekilde) ba'zı fevâid (faydalı
bilgiler) bast edeceklerini (açıklayacaklarını)
beyân buyurmuşlardır (bildirmişlerdir).
Bundan sonraki bahislerde (konularda)
bu va'd-i âlîlerini (yüce
vaadlerini) incâz buyurup (yerine
getirip) derler ki:
Emr-i
Ulûhiyyet ve şân-ı Rubûbiyyet, Hak tarafından inkıyâdı (teslim
olmayı) ve abd (kul) ister münkâd (boyun eğmeyi
kabul etmiş) olsun ve ister muhâlif (karşı
gelmiş) olsun, onun talebi (istekleri)
üzerine i'tâyı (vermeyi)
iktizâ eder (gerektirir).
Ve bu düstûr-i hakîkâtin (hakikât
kaidelerinin) tafsîli (geniş
açıklaması) budur ki: Ahkâm-ı şer'iyye ile
(şeriat hükümlerini) mükellef (yerine
getirmekle vazifeli) olan abd (kul)
, ya bu ahkâmı (hükümleri)
icrâ etmek (yerine getirmek) sûretiyle Hakk'a inkıyâd eder (teslim
olur), veyâhut
evâmire (emirlere) muhâlefet
(karşı çıkmak) ve
nevâhîye (yasak edilen
şeylerle) muvâzabat eyler (meşgul
olur). Abd-i
mutî'in (itaat eden
kulun) hâli vâzıh (açık,
belli) ve zâhir (meydanda) olduğu için, onun hakkında îrâd-ı kelâma (söz
söylemeye) lüzûm yoktur. Fakat abd-i muhâlif (karşı
çıkan kul), Gafûr
(çok mağfiret eden, günahları
bağışlayıp affeden) isminin kemâli ve hükmü
kendisinde zâhir olmak (açığa
çıkmak) için, ya afvı taleb eder (ister);
veyâhut Müntakım (intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten) ve Kahhâr (kahredici,
yok edici, kendisine karşı direnilmesi mümkün olmayan) isimlerinin
hükmü ve kemâli kendinde zâhir olmak (açığa
çıkmak) için, bu muhâlefeti (karşı
çıkması) sebebiyle muâhazeyi (tenkid
edilmeyi, azarlanmayı) taleb eder (ister). Bu iki emrin biri abdin
(kulun) ef’âlinden (fiillerinden) ve üzerinde bulunduğu hâlinden dolayı vâkı'
olur (gerçekleşir).
Ve bu iki emir, abdin (kulun) ayn-ı sâbitesine (ilmi
suretine) ve onun isti'dâd-ı ezelîsine (önceden
kazanılmış istidadıyla) taalluk ettiğinden (ilgili
olduğundan), bu mes'ele sırr-ı kadere (kader sırrına) âittir. Ve sırr-ı kader (kader
sırrı) gaybu'l-guyûbdur (gayblerin
gaybıdir). Bu babdaki (bölümdeki)
tafsîlât (geniş açıklama)
"Fass-ı Uzeyrî"de mündericdir (bulunmaktadır).
Rubâî:
Tercüme:
"Ey her neyi gizledim ise sana âşikâr olan Zât-i ecell
ü a'lâ! Bütün isyânı,
senin Gaffâr ism-i şerîfınden ümmîd-vâr olarak işledim.
Farz edeyim ki, senin fermânına birçok muhâlefetlerde bulundum.
Nihâyet, sen her neyi diledin ise, ben onu yapmadım mı?"
İşte
Hak tarafından emr-i i'tâ (verilen
emre) , abdin (kulun)
istihkâkı (hak
kazanması) üzerine cereyân eder.
Ve abdin (kulun) hâli
(oluşu) neyi iktizâ
ederse (gerektirirse),
Hak tarafından o verilir. Zîrâ inkıyâdda (teslim
olmada) müessir olan (tesir eden, etkileyen) abdin (kulun)
hâlidir. Eğer abd (kul)
Hakk'a münkâd (boyun
eğmiş) ise, Hak dahî, muvâfık (uygun)
"cezâ" ile (karşılık vererek) ona münkâd (boyun
eğmiş) olur. Ve eğer muhâlif (karşı
gelmiş) ise ve abdin (kulun)
hâli de afvı (affedilmeyi) iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa)
Hak ona afvı (onu
affetmek)ve mağfıreti (bağışlamak)
ile münkâd olur (boyun eğer). Ve o abdde (kulda), muhâlefeti (aykırılığı) sebebiyle taleb ettiği (istediği)
Afüvv ve Gafûr
ve Gaffâr isimleriyle
bi't-tecellî (tecelli
etmek suretiyle) ona münkâd olur (boyun
eğer). Binâenaleyh
(nitekim) abdin (kulun)
bu muhâlefeti (uygunsuzluğu)
onun mazharında (görüntü
mahallinde, (vücudunda), kemâlin
ziyâde (daha fazla) zuhûruna
(meydana çıkmasına) sebeb
olur. Ve eğer abd-i muhâlifın (karşı çıkan kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) isti'dâdı, muâhazeyi (azarlanmayı,
paylanmayı) taleb ederse (isterse),
Hak
ona kahr ve intikâm ile münkâd (boyun
eğen) olup ona Kahhâr
ve Müntakım isimleriyle
tecellî eder (görünür).
Ve'l-hâsıl
Hak tarafından hükm-i mahsûsu (kendisine
ait hükmü) cezb (çekmek)
için abdin (kulun) hâli (oluşu) müessirdir (tesir
edicidir). Ve
abdin (kulun) Hak'a inkıyâdı (teslim
olması), tâat (ibadetler)
ile Hakk'a muvâfakatinden (uymasından,
razı olmasından) ibâret olduğu gibi, Hakk'ın abde (kula)
inkıyâdı (teslim
oluşu) dahî, abdin (kulun) hâli "cezâ"dan neyi
iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa)
Hakk'ın abde (kula) o
şey ile muvâfakatinden (rıza
göstermesi, uymasından) ibârettir. İşte bu nokta-i
nazara (bu görüş noktasına)
göre dîn, "cezâ" (karşılığını görmek, almak) demek olur.
Ya'nî dîn, abdin (kulun)
efâlinden (fiillerinden) olmak makâmından "cezâ"dır (karşılığını
almaktır).Ta'bîr-i dîğerle (diğer
bir tarifle) dîn, abdin (kulun)
mesrûr (sevinmiş,
maksadına erişmiş) olacağı ve olmayacağı şeyle, onun
hâli (oluşu) muktezâsınca
(gereğince) ,
muâvazadır (karşılıktır).
Abdin (kulun) hoşuna
gidecek ve tabîatına mülâyim (hoş)
gelecek şeyle muâvazayı (karşılığını verme) Cenâb-ı Hak
…………………………………… (Mâide, 5/119) kavliyle
(sözleriyle) beyân
buyurdu (bildirdi). Zîrâ Allah Teâlâ
bir kimseden râzı olacak olursa, o kimseye lütuf ve nevâzişle
(gönül alma, iltifatla) muâmele
eder ve tabîat, lütuf ve nevâzişten (iltifattan)
memnûn olur. Ve Cenâb-ı Hak, hoşa gitmeyecek ve tabîata
mülâyim (hoş) gelmeyecek şeyle muâvazayı (karşılık
vermeyi) …………………………………. (Furkân,
25/19) Ya'nî "Sizden zulm eden kimseye biz âzab-ı kebîri
(büyük azap) tattırırız
" kavliyle (sözleriyle)
beyân eyledi. (bildirdi)
Zîrâ bu Hakk'ın abdine (kuluna)
kahrıyla muâmelesidir. Ve kahr (zorlama,
üzüntü) abdi (kulu)
te'lim eder (acı
verir elemlendirir) . Te'lîm
(acı, elem verme) ve
ta'zib (eziyet etmek) ise, elbette hoşa gitmez ve tabîata (yaradılışına,
fıtratına) mülâyim (uygun, hoş) gelmez.
Ve
kezâ Hak Teâlâ ………………………….. (Ahkaf,
46/16) ya'nî "Biz onların seyyiâtından (kötülüklerinden,
günahlarından) geçeriz" buyurur ki, bu da "cezâ"dır;
fakat mülâyim (uygun,
hoş) ve gayr-i mülâyim (hoş
olmama) kayıdlarıyla mukayyed (kayıtlanmış)
değildir. Velâkin bir kimse seyyiâtıyla (yaptığı
kötülüklerle) muâhaze olunmayıp
(tenkit edilmeyip, azarlanmayıp) afv edilecek olursa mesrûr
(sevinmiş, maksadına erişmiş)
olur. İşte abdin, (kulun) muktezâ-yı hâline (halinin
gereğine) göre, dînin "cezâ",
ya'nî muâvaza (karşılıklı
değiş tokuş) olması, kesb-i sıhhat eyledi (sıhhat
kazandı, doğrulandı).
Velhâsıl
dîn, "islâm"dır; ve islâm ise "inkıyâd"dır.
(teslim olmaktır) Ve
Hakk'ın abde (kulda) inkıyâdı,
(teslim olması) onun
hâline göre îcâb eden (gereken)
bir "cezâ"dır.
İmdi "dîn"in "cezâ" (karşılığını
almak) olması ve Hakk'ın abde (kula)
inkıyâdı (boyun eğme)
ma'nâsına gelmesi, lisân-ı zâhir ile söylenmiş bir sözdür.
Onun sırrı ve sırrının sırrı âtîde (aşağıda)
beyân buyrulur (bildirilir).
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
03.06.2003
http://gulizk.com
|