VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ RÜHİYYE"
BEYÂNINDADIR
Bu "hikmet-i rûhiyye"nin (ruhla
alakalı hikmetlerin) Kelime-i Ya'kubiyye'ye tahsîsinde (Yakub kelimesine
mahsus kılınması, ayrılması) iki vecih câizdir
(iki
sebepten olur). Birincisi
budur ki; Ya'kûb (a.s)’ın (oğullarına vasiyetini
bildiren)
……………………………………………………..
(Bakara, 2/132) âyet-i kerîmesine nazaran (göre),
"rûhiyye",
"râ"nın-zammı (eklenmesi)
iledir. Binâenaleyh (nitekim)
Kelime-i Ya'kubiyye (Yakup
kelimesi),
"hikmet-i dîniyye-i rûhiyye" (ruhun
dinle alakalı hikmetleri) ile
talkîb olundu (adlandırıldı)
. Ve
"rûh" ile "dîn" arasında tedbîr (tasarruf)
bulunduğu için bu fassın (konunun)
esâsını "dîn" ve ahkâmına (hükümlerine) dâir
olan hakâyık (hakikâtler)
teşkîl eyledi. Zîrâ âlem-i şehâdetteki (dünyadaki)
neş'et-i insâniyye (meydana
çıkmış insanlar) ile ba'de'l-ba's olan neş'et-i
insâniyye,
(öldükten
sonra tekrar dirilip öbür dünyada
peyda olan
insanlar)
"ruh" ile "dîn"in tedbîrini
(tasarrufunu)
müştemildir (içine alır).
"Rûh"un
tedbîri (tasarrufu,
idare şekli) iki kısım üzerinedir. Biri
"tedbîr-i aklî"dir (aklın
tasarrufudur) ki, ahlâk-ı İlâhiyye ile
tahalluku (Allah’ın ahlakıyle
ahlaklanması) ve sıfât-ı İlâhiyye ile ittisâfı
(İlahi
sıfatlar ile sıfatlanması) ve sâir kemâlât-ı
Rabbâniyye (diğer
Rabbani kemâlâtlar) ile istikmâli (tam
olgunluğa erişmesini) iktizâ eder (gerektirir).
Diğeri, rûhun bedeni tedbîr (kullanması,
idare) etmesi ve mesâlihına (işlerine)
nazar-ı ilmiyyesidir (ilmi
bakışıdır). Ve
bu tedbîr (tasarruf,
kullanma şekli) dahî tedbîr-i rûhî ve tabiîyi (ruhun ve tabiatın
tedbirini) câmi'dir (toplar).
Zîrâ,
onun bu tedbîrinden (tasarrufundan)
bedenin vech-i aslah üzre
(daha salih, daha iyi olarak) bakâsı (devamlılığı) ümîd
olunur.
"Dîn"in
tedbîri (yönetmesi,
idare etmesi) dahî iki vecih üzredir (şekildedir).
Bir vechi (yönü)
"siyâset"tir ki, nizâm-ı âlem (dünyanın
düzeni) onunla muhâfaza olunur. Diğer vechi (yönü) nefsi
hırâsettir (nefsi
korumaktır) ki, emr-i maâda (ahiret
işlerinde) ve avâkıb-ı umûra (işlerin
neticesine) onunla nazar olunur (bakılır).
/
İmdi neş'et-i insâniyyede (meydana
çıkmış insanlarda) "din" ile "rûh"un
tedbîrde (idare
etmede, tasarrufta) münâsebeti (bağıntısı)
olduğuna göre dîn, rûh mesâbesinde (derecesinde)
bulunduğundan, Kelime-i Ya'kûbiyye (Yakub
kelimesi),
dîni ve ahkâmını (hükümlerini)
mutazammın olan (kavrayan,
içine alan) "hikmet-i rûhiyye" (ruha
ait hikmetler) ile tavsîf olundu (nitelendirildi,
vasıflandırıldı).
Zîrâ Ya'kûb (a.s) üzerine emr-i dîn (dini
emirler) gâlip (üstün) olup,
dîni evlâdına tavsiye etmişti.
"Hikmet-i
rûhiyye"nin (ruha
ait hikmetlerin) Kelime-i Ya'kûbiyye'ye (Yakup kelimesine) tahsîsindeki
(mahsus
kılınmasındaki, ayrılmasındaki) ikinci veche (şekle) gelince:
Ya'kûb (a.s.)ın lisânından beyân olunan (bildirilen)
……………………………………………………………………………………
(Yûsuf:12/87) âyet-i kerîmesine nazaran (göre)
"ravhiyye", "râ"nın fethi ile
(ra’ nın açılmasıyle) olur. Her Nebî’nin (Peygamberin) hikmetinde,
Kur'ân-ı Kerîm'de onun hakkında vârid olan (gelen)
şey, zikr olunduğu cihetle
(anlatılmış olduğu şekilde) ,
bu ma'nâ mülâhazasıyla (göz önünde
bulundurmakla) bu vecih (şekilde)
dahi câizdir (olabilir).
Mülâhaza-i ma'nâdaki (bu
üstünde konuşulan mananın) tafsîl (geniş açıklama)
ve îzâh budur ki: Bu hikmette "dîn"in
"inkıyâd" (teslim olma) olduğu
beyân buyruluyor (bildiriliyor).
"İnkıyâd" (teslim
olmak) ile râhat-ı hakîkiyye hâsıl (gerçek
rahatlık olur) ve ravh-ı dâim (devamlı
rahmet, kolaylık ve huzur) nâzil olur (iner).
Zîrâ herkes evâmir-i Hakk'a (Hakk’ın
emirlerine) münkâd olup (boyun
eğip) nevâhîden (yasak
şeylerden) müctenib olsa (sakınsa)
ve kendisini Allah Teâlâ Hazretleri'ne teslîm
etse, derece-i ulyâ (yüksek
dereceye) ve râhat-ı kusvâya (son
derece rahata) nâil olur (kavuşur)
.
Nitekim âyet-i kerîmede
…………………………………………………..
(Zümer, 39/54) ya'nî "Size azâbın vürûdundan (size
ulaşmasından) evvel Rabb'inize rücû ediniz (geri
dönünüz) ve ona inkıyâd ediniz!" (teslim
olunuz) buyruluyor. Demek ki, kişi Rabb'ine rücû'
edip (geri
dönüp) O'na münkâd olmazsa, (boyun
eğmezse) azâb nüzûlü (inmesi)
bu
adem-i inkıyâdın (boyun
eğmemenin) netîce-i tabîiyyesidir (tabii
sonucudur) .
Azâb ise ravh (kolaylık,
hoşnutluk) ve râhatın zıddı olan elem
ve ıztırâbı tevlîd eder (doğurur).
İşte bu i'tibâra (hususa) göre
de, bu hikmet, feth-i "râ" ile
(ra’ nın açılımıyla) olmak üzre,
"hikmet-i ravhıyye" (huzurun,
rahmetin hikmeti)
vasfı ile tavsîf kılındı (vasıflandırıldı).
Din
ikidir: Birisi Allâh'ın indinde ve Hakk'ın bildirdiği kimsenin
indinde ve Hakk'ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse
indinde olan dindir. Diğeri inde'l-halk olan dindir. Ve Allah
Teâlâ onu mu'teber kıldı (1).
"Dîn"
lügatte, "inkıyâd" (teslim
olma) ve "cezâ" ve "âdet" ma'nâlarınadır.
Bu üç ma'nânın "şer"a (şeriate)
nakli câizdir (mümkündür).
Zîrâ insan ahkâm-ı İlâhiyye’ye (İlahi
hükümlere) bâtınen (içte) ve
zâhiren (dışta)
inkıyâd etmez (boyun
eğmez) ve evâmir-i İlâhiyye’yi ityânı (getirilen İlahi
emirleri) ve nevâhîden (yasak
şeylerden) ictinâbı (sakınmayı)
i'tiyâd eylemezse (alışkanlık
edinmezse),
onun bu hâline cezâ terettüb (icab)
eder. Aksi dahî böyledir. İmdi âyet-i kerimede
………………………………………… (Âl-i İmrân,
3/19) buyurulduğu cihetle, bilcümle Enbiyâ-yı ızâma (bütün
büyük Peygamberler) Hakk'ın bildirdiği ve onların
kendi ümmetlerine bildirdikleri din, "dîn-i islâm"dır.
Bu da Allah'ın indinde olan dindir. Ve "islâm" inkıyâddan
(teslimiyetten)
ibârettir. Ma'lûmdur (bilinir)
ki, abdin (kulun)
vücûdunda iki i'tibar (husus)
vardır:
Birisi
"bâtın"ıdır ki o, onun fıkridir. Nitekim Mesnevî-i
Şerîfde buyrulur:
Tercüme:
"Ey birâder, sen ancak bir düşüncesin. Mâ-bakan (bize
bakan) kemik ve elyâftır." (liftir)
Diğeri
"zâhir"idir ki, o da onun sûret-i kesîfesi (maddeleşmiş,
yoğunlaşmış bedeni) ve a'zâsı (organları)
ve cevârihidir (uzuvlarıdır).
Abdin
(kulun)
"bâtın"ı (ruhu) ile
"inkıyâd"ı, (teslimiyeti)
Hakk'ın gönderdiği Peygamberleri ve onların
haberlerini aslâ tevakkuf (durup
beklemeden) ve şüphe etmeksizin tasdîk ile îmân
etmesidir. Ve "zâhir"i (bedeni)
ile "inkıyâd"ı (teslimiyeti),
Allah
Teâlâ Hazretlerinin lisân-ı Resûl (Peygamberin
lisanı) ile Kitâb'ında îfâsını (yerine
getirmesini) emrettiği şeyleri a'zâ (organları)
ve cevârihi (uzuvları) ile
fiile getirmesidir. Meselâ abd (kul),
Hakk'ın
emrettiği savm (oruç)
ve salât (namaz)
ve hac ve zekât gibi evâmiri (emirleri)
îfâ eylerse (yerine getirirse) zâhiren
inkıyâddadır (bedeniyle
boyun eğmiş ve teslimiyettedir).
Abd, (kul)
/ bâtını (ruhu)
ve zâhiri (bedeni) ile
münkad olmadıkça (boyun
eğmedikçe) inkıyâd (teslim
olmuş) ve itâatı kâmil (tam
itaat etmiş) olmaz.
"İnde'l-halk"
(insanlara
göre) olup Hakk'ın
mu'teber (geçerli)
addeylediği (saydığı)
"din" dahî iki nev' (çeşit)
üzerinedir: Birisi fetret zamanında (Peygamberimizden
önceki zamanda) akıllarına olan tecellî-i hâs (akıllarına
gelen kırıntı ilhamlar) sebebiyle, vücûd-i
Hakk'ı (Hakk’ın
vücudunu) idrâk eden ukalâ (akıl
sahipleri) ve hükemâ (filozoflar)
taraflarından vaz'ına (konulmasına)
lüzûm görülen kavânîn-i mahmûdedir (beğenilen,
övülmeye değer kanunlardır) .
Eflâtun ve Sokrat gibi hükemânın (filozofların)
tezkiye-i nefs (nefsi temizlemek,
arındırmak) için
kendi milletlerine irâe ettikleri (gösterdikleri)
tarîk (yol)
gibi. Diğeri, Enbiyâ (a.s.)’nın getirdikleri
şerâyi'a münkâd olmakla
(şeriate uymakla, boyun eğmekle) berâber,
tezkiye-i nefs (nefsi arındırmak)
için bu şerâyi'a muğâyir (şeriate
aykırı) olmayarak, kümmel-i mü'minîn (kemale ermiş müminler)
tarafından vaz' edilen (konulan)
tarîk-ı mücâhede (nefsle
savaşta gidilecek yol) ve riyâzât (nefsi
kırmak) gibi umûr-i şâkkadır (eziyetli,
zahmetli işler, hususlardır).
Mutasavvife-i kirâm (sofular,
tasavvufla uğraşan) hazarâtının (hazretlerin,
zatların) ahkâm-ı şer'iyye (şeriat
kanunları) üzerine zâid (fazladan,
ek olarak),
fakat maksad-ı şerîata muvâfık
(şeriatin maksadına uygun) olarak vaz' ettikleri (koydukları)
âdâb (yöntemler) ve
usûl (kaideler)
gibi. Şerîat-ı Muhammediyye'nin (Hz.
Muhammed’in şeriatını) vaz'ından (koymasından)
mukaddem (önce),
ulemâ-i
Îseviyye (Hıristiyan
âlimler) tarafından mevzû' (konulmuş)
ruhbâniyyet (rahiplik, keşişlik)
de bu zümredendir (gruptandır).
Ukalâ (akıl
sahipleri) ve hükemâ (filozoflar)
tarafından vaz' olunan (konulan)
kavânîn-i mahmûdenin (beğenilen
kanunların) ind-i Hak'ta (Hakk
katında) mu'teber (geçerli) olması,
ancak vakt-i fetrete (İsa’dan
itibaren Peygamberimize kadar olan zamana) mahsûstur.
Yeni bir şerîat ile bir Peygamber geldiği vakit, hükmü
mensûh (hüküm kaldırılmış)
olup, ind-i Hakk'ta (Hakk
katında) kadr (derecesi)
ve kıymeti kalmaz.
İmdi
"indallah" olan dîn, Allah'ın ıstıfâ ve intihâb
ederek dîn-i halk üzere rütbe-i aliyye i'tâ eylediği dîndir.
Binâenaleyh, Hak Teâlâ buyurdu ki: "İbrâhim ve Ya'kûb,
oğullarına vasiyyet eyledi ki, ey oğullarım! Muhakkak
Allah sizin için "din"ıstıfâ ve intihâb eyledi.
İmdi siz Müslimîn, ya'nî ona münkâdûn olduğunuz halde ölünüz!"
(Bakara 2/132) (2).
Ya'nî
"indallah (Allah
katında) olan dîn"in mertebesi, ukalâ (akıl
sahipleri) ve hükemâ (filozoflar) tarafından
mevzû' olan (konulan)
dînin mertebesinden âlîdir (yücedir).
Zîrâ
bu dîni, Hak intihâb eyledi (seçti).
Bu sebeple İbrâhim ve Ya'kûb (a.s.) oğullarına
vasiyyet eyledi ki:
"Ey oğullarım! Allah Teâlâ sizin için "dîn"
intihâb etti (seçti). Artık
halkın (insanların) vaz'
ettiği (koyduğu)
ahkâm (hükümler)
ve kavâidin (kanunların)
hükmü kalmadı. Onlara tebaiyyetten (uymaktan) vaz
geçiniz de, siz ancak Müslimlerden, ya'nî zâhiren (bedenen)
ve bâtınen (ruhen) bu
dîne münkâd (boyun
eğenlerden, teslim) olanlardan olduğunuz halde ölünüz!"
Bakara, 2/132).
Ve
"dîn" ta'rîf ve ahd için, "elif ve lâm"
ile geldi. Binâenaleyh o,
ma'lûm ve ma'rûf
olan dîndir ve o, Hak Teâlâ'nın ……………………….
(Âl-i İmrân, 3/19), ya'nî "Muhakkak indallah olan dîn,
islâmdır" kavlidir. O da inkıyâddır. Böyle olunca
"dîn", senin inkıyâdından ibârettir. Ve
"min-indillâh olan dîn", senin ona inkıyâd eylediğin
şer'dir. İmdi "dîn", inkıyâddır. Ve "nâmûs",
Allah Teâlâ'nın şer' eylediği şer'dir. Binâenaleyh
Allah Teâlâ'nın, kendisi için şer' ettiği şeye inkıyâd
ile muttasıf olan kimse "dîn" ile kâim olan ve onu
ikâme eyleyen, ya'nî onu inşâ eden kimse oldu. Nitekim
namazı ikame eder. Böyle olunca abd, "dîn"i münşîdir.
Hak ise, ahkâm-ı şer'iyyeyi vâzı'dır. Şu hâlde "inkıyâd"
senin fiilinin aynıdır. Demek ki / "dîn" senin
fiilindendir. Binâenaleyh sen, ancak senden olan şeyle mes'ûd
oldun. İmdi senin sâadetini, nasıl ki senin fiilin olan şey
isbât etti ise, esmâ-i İlâhiyye’yi de ancak Allah'ın
ef'âli isbât eyledi. Ve o, sensin; o da muhdesâttır. Böyle
olunca o, âsârı ile "İlâh" tesmiye olundu ve sen
de âsârın ile "saîd" tesmiye olundun. İmdi sen
"dîn"i ikame ve Allâh'ın sana şer' ettiği şeye
inkıyâd eylediğin vakit, Allah Teâlâ seni, kendi nefsi
menzilesine inzâl eyledi (3).
Ya'nî
……………………………………….. (Âl-i İmrân,
3/19) âyet-i kerîmesindeki "dîn" lafzı (sözü),
ta'rîf (tanıtma,
öğretme) ve ahd (yemin,
söz vermek) için olan "elif ve lâm" ile
geldi. Harf-i ta'rifsiz nekre (belirsiz)
olarak gelmedi. Ve "dîn", indallah (Allah katında) "islâm"
olduğuna ve "İslâm" ise, "inkıyâd" (teslimiyet) ma'nâsına
geldiğine göre, "dîn" senin inkıyâdından (teslim
olmandan) ibâret olur. İmdi "dîn", abd (kul)
tarafından inkıyâd, (teslim olmak) ve
"nâmûs", yâ'nî kânûn, Allah Teâlâ'nın vaz'
eylediği (koyduğu)
"şerîat"tır (hükümlerdir)
. Binâenaleyh
(nitekim) Allah
Teâlâ'nın ibâdına (kullarına)
mahsûs (özel)
olarak vaz' ettiği (koyduğu)
kânûna inkıyâd (teslim
olmak) ile muttasıf olan (vasıflanan)
kimse, din ile kâim (var)
olan
ve dîni ikâme eyleyen (yerine
getiren), ya'nî
dîni inşâ eden
(yapan) kimse olur. Nitekim Hak Teâlâ namazı vaz'
etti (koydu)
ve namaz abdin (kulun)
a'zâ (organlar)
ve cevârihi (uzuvları)
ile ikâme olunur (yerine getirilir).
Abd (kul)
vücûd-ı muayyen-i kesîfi (tayin
edilmiş, belirlenmiş, madde bedeni) ile namazı ikâme
edince (yerine
getirince),
dîni inşâ etmiş (yapmış)
olur. Ve Hak ise ahkâm-ı şer'iyyeyi vaz' etmiş (şeriat hükümlerini
koymuş) olur. Şu halde "inkıyâd", (teslim
olmak) senin fiilinin aynıdır. Çünkü namaz ancak
senin fiilindir ve sen bu fiilin ile dîni inşâ ettin (yaptın) ve
dîn, inkıyâddır (teslimiyettir).
Binâenaleyh (nitekim),
senin fiilin inkıyâdın (teslimiyetin) aynıdır.
Demek ki dîn, senin fiilinden husûle geldi (çıktı,
peyda oldu). Böyle
olunca sen, ancak senden sudûr eden (çıkan)
fiil sebebiyle mes'ûd (mutlu)
oldun. Çünkü saâdet, senin sıfatındır. Ve
senin sıfatın ancak senin fiilinden
hâsıl olur (çıkar,
peyda olur).
Binâenaleyh (nitekim),
senin saâdetin, yine senin fiilindendir. Zîrâ
her bir fiil-i ihtiyârî (isteyerek
yapılan her bir fiil) mutlaka fâilin (yapanın)
nefsinde bir eser vücûda getirir. Sen Hakk'ın
emirlerine "inkıyâd" edince (teslim olunca) ona
itâat etmiş olursun. Ve sen ona itâat edince, o da sana itâat
eder ve senin kemâlini sana verir. Nitekim hadîs-i kudsîde
buyurur: ……………………………………………….
Ya'nî "Beni zikredenin (ananın)
celisi (beraber
olduğu arkadaşı) ve şükredenin enisiyim (dostu,
sevgilisiyim) ve bana itâat edene mutî'im. (itaat ederim) "
İmdi senin saâdetini, nasıl ki senin fiilin olan şey isbât
etti (meydana getirdi) ise,
esmâ-i İlâhiyye’yi (İlahi
esmayı) dahî, ancak Allâh'ın efâli (fiilleri) isbât
eyledi
(meydana getirdi).
Ve o ef’âl, (fiiller)
sensin ve O'nun ef’âli (fiilleri)
muhdesâttır (hadistir,
sonradan meydana gelmiştir) . Velhâsıl,
Allah Teâlâ âsârı (eserleri)
ile "İlâh" tesmiye olundu; (adlandırıldı)
ve sen de âsârın (eserlerin)
ile "saîd" (saadetli,
cennetlik) tesmiye olundun
(isimlendirildin).
Ma'lûm
olsun ki, vücûdda birisi "bâtın" (gizli,
iç) ,
diğeri "zâhir" (âşikâr, dış) olmak
üzere iki i'tibâr (husus)
vardır. Vücûdun bâtını (ruhu)
"müessir" (tesîr
eden, etkileyen) ve zâhiri (dışı
(bedeni) "müesserünfih"dir (tesir
edenin tesirini kendi üzerinde kabul eden, etkilenendir).
Ve
vücûdun bâtınında (ruhunda)
bî-nihâye (sonsuz)
şuûnât (işler,
fiiller),
ya'nî sıfât mündemicdir (özellikler
bulunmaktadır). Umûr-i
ma'neviyye (manevi
işler, hususlar) ve ma'kûleden (akılla
anlaşılır şeylerden) ibâret olarak bâtın-ı vücûdda
(ruhta)
muhtefi (gizli,
saklı) olan bu şuûnâta (fiillere,
işlere),
zâhir-i vücûdda (dünyada) "efâl"
(fiiller)
tesmiye olunur (denilir).
Ve ef’âl (fiiller),
"müesserün-fîh" olan
(etkilenen, etkiyi kabul eden) vücûdun zâhirinde (madde yapısında)
ba'dehû (daha
sonra) zuhûr ettiği (açığa
çıktığı) için, bi't-tabi' (tabii
olarak) hâdistir. (sonradan olmuştur)
Binâenaleyh (nitekim)
bu efâl (fiiller),
muhdesâttır
(hadistir, sonradan
oluşmuştur).
Ve sâhib-i vücûdun (vücut
sahibinin) âsâr (eserleri)
ve efâli (fiilleri), zâhir
olmadıkça (açığa
çıkmadıkça),
onun bir isim ile tesmiyesi (isimlendirilmesi)
mümkün değildir. İmdi bu gördüğümüz a'yân-ı
vücûdiyyeden (açığa
çıkmış, belli vücutlardan) her biri, Zât-ı lâtîf-i
Hakk'ın (Hakk’ın
Zât’ının nurunun) şuûnâtından (fiillerinden,
işlerinden) birer şe'nin (işin)
mazharıdır (göründüğü
mahaldir).
Ve her bir şe'nin (işin) kemâli,
fiilen (fiil
olarak) bir mazharda (görüntü
yerinde (birimde) zâhir olduğu (meydana
çıktığı) vakit, Allah Teâlâ o isim ile müsemmâ
olur (isimlenir)
. İşte
bu hakîkate binâen (dayanarak),
senin bu vücûd-i kesîf-i müteayyinin (görünen
madde bedenin) Allah'ın fiilidir. Ve O'nun fiili
olan bu vücûdun, muhdesâttandır (sonradan
olmuş şeylerdendir, yani hadistir). Ve
Allâh'a, onun âsârı (eserleri)
ve efâli (fiilleri) olan
bu muhdesât (hadis
olanlar, sonradan olmuş şeyler) sebebiyle "İlâh"
tesmiye olundu (denildi)
.
Ve bu muhdesât (sonradan
olan şeyler) me'lûh (İlahı
olan kul) ve merbûb (Rabb’i olan kul)
ve mahlûktur (yaratılmıştır).
Allah
Teâlâ bunlarda Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet (Rablık)
ve hâlikıyyet (yaratıcılık)
sıfatıyla zâhir olduğundan (göründüğünden)
"İlâh" ve "Rabb" ve "Hâlık"
tesmiye olunur (diye
isimlendirilir).
İmdi
…………………………………………….. hadîs-i
şerîfi mûcibince (gereğince),
senin vücûdunun dahî, "bâtın"ı (iç
âlemi ‘ruhu’) ve "zâhir"i (dış
görünüşü ‘bedeni’) vardır. Ve senin bâtınında
(ruhunda) bî-nihâye
(sonsuz)
şuûnat (fiiller,
işler) mevcûd olup, onlar a'zâ (organlar)
ve cevârihin (uzuvların)
vâsıtasıyla, senin zâhirinde (dışında
(bedeninde) kisve-i fiile (fiil
örtüsüne) bürünerek zâhir olmadıkça (açığa
çıkmadıkça), sen
bunlar ile tesmiye olunmazsın (isimlendirilmezsin).
Meselâ bâtınında (ruhunda)
namaz kılmak dâiyesi hâsıl olsa (arzusu
içinden gelse), o ef’âl-i
mahsûsa (fiile
ait) ve erkân-ı ma'lûme (namazın
bilinen rükunları) senden zâhir (aşikâr)
olmadıkça, sana "musallî" (salat
eden (namaz kılan) denilmez. Eğer bâtınındaki (ruhundaki) bu
ümniyyeyi (temenniyi,
arzuyu) zâhir-i vücûdunda (madde
bedeninde) fiilen (fiil,
iş olarak) tahakkuk ettirirsen (gerçekleştirirsen),
bu
eser ve fiilin sebebiyle, sana "abd-i saîd" (saadetli,
cennetlik kul) tesmiye olunur (denir).
Böyle
olunca sen "dîn"i ikâme (yerine
getirmek) ve Allâh'ın sana şer' ettiği şeye (getirdiği hükümlere)
"inkıyâd" eylediğin (teslim
olduğun) vakit, Allah Teâlâ seni kendi nefsi
menzilesine (derecesine)
inzâl eyledi (indirdi).
Ya'nî bâlâda (yukarıda)
izâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere, sen Allah'ın fiilisin. Allah Teâlâ, seni
inşâ etmekle (yapmak,
vücuda getirmekle), nasıl
onun İlâh ve Rabb ve Hâlık isimleri zâhir olur (meydana çıkar) ise,
senin fıilinden ibâret olan "dîn"i, sen dahî ikâme
etmekle (yerine getirmekle),
öylece
bir isim iktisâb etmiş (kazanmış)
olursun. Bu ise Allah Teâlâ'nın seni, sûrette (şekilde)
kendi nefsi menzilesine (derecesine)
inzâli (indirmesi)
demek olur. Sûrette (şekilde)
iştirâk (ortaklık)
olduğu gibi, "inkıyâd" (teslimiyet)
husûsunda da Allah ile abd (kul)
arasında iştirâk (ortaklık)
vardır. Sen dîni inşâ etmekle (yapmakla)
münkâd
(boyun
eğmiş) olduğun gibi, Allah da taleb ettiğin (arzu
ettiğin) şeyi vermekle sana münkâd (boyun
eğen) olur. Nitekim hadîs-i kudsîde: "Bana itâat
edene mutî'im" (itaat
ederim) buyrulmuştur.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
03.06.2003
http://gulizk.com
|