BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN:
"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
İmdi
bu haysiyetten âlemde ulüvv-i izâfet yoktur. Lâkin, vücûh-i
vücûdiyyet mütefâzıldır. Böyle olunca ulüvv-i izâfet,
vücûh-i kesîre haysiyyetiyle ayn-ı vâhidede mevcûddur.
İşte bunun için biz âlem hakkında odur, o değildir;
sensin, sen değilsin, deriz. Harrâz dedi; halbuk'ı o, vücûh-i
Hak'tan bir vecihdir ve
lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsinden nutk eder ki:
"Muhakkak Allah Teâlâ ancak onu ezdâd beyninde cem'
etmekle, onun üzerine onunla hükm etmekte bilinir." Böyle
olunca Hak, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir ve Bâtın'dır.
Binâenaleyh O, zâhir olan şeyin "ayn"ıdır. Ve
O, zuhûru hâlinde bâtını olan şeyin "ayn"ıdır.
Ve vücûdda O'nu gören O'nun gayri yoktur. Ve vücûdda, O'ndan
bâtın olduğu kimse yoktur. İmdi O nefsine zâhirdir ve
ondan bâtındır. Ve Ebâ Said el-Harrâz ile ve esmâ-i muhdesâttan
gayri ile tesmiye olunan O'dur (6).
Ya'nî
Hak mevcûdâtın "ayn"ı
(hakikâti)
olduğu haysiyetten (bakımından),
âlemde (dünyada)
ulüvv-i izâfî (nisbî yücelik) yoktur; belki ulüvv-i
Zâtî (Zât’ın
yüceliği) vardır. Fakat vücûd-i vâhid-i Hakk'ın
(tek vücût sahibi olan Hakk’ın) esmâsı
mütefâzıl (çok
fazla) olduğu ve bu tefâzul-i esmâ (esmanın fazlalığı) hasebiyle o
isimlerin mezâhiri / (çıktığı,
göründüğü mahallin, birimin) vücûdunun
vecihleri (hakikâtleri)
bulunduğu ve onların vücûdları vücûdât-ı
izâfiyye (Hakk’ın
vücûdu ile kaim, mevcut) olduğu cihetle (yönüyle)
bittabi' (tabii olarak) hükm-i tefâzul (fazlalık,
çokluk) bunlarda da cârîdir (geçerlidir)
. Binâenaleyh
(nitekim), ulüvv-i
izâfet (bir
şey ile kayıtlı yücelik) ayn-ı vâhidede (tek hakikâtte) bu vücûh-i kesîre
cihetinden
(çokluk oluşu bakımından) mevcûddur. Şu halde
biz âlem (evren)
hakkında bi-hasebi'l-hakîka
(hakikâti
dolayısıyla) Hak'tır ve bi-hasebi't-taayyün (meydana çıkmışlar, oluşmuş birimler bakımından)
Hak değildir; ve kezâ (böylece) "sûret" (biçim,
şekil, görünüş) hasebiyle sensin ve
"hakîkat" hasebiyle sen değilsin, deriz.
Misâl:
Buhâr bir madde-i latîfedir (şeffaf
maddedir). Bir
mertebe tekâsüf edip
(yoğunlaşıp) tenezzül edince (inince)
bulut olup gözle görülür. Ve bir mertebe daha
tenezzül ettikde (indiğinde) su olup kuvve-i lâmise (dokunma,
hissetme duyusu) onun vücûdunu hisseder. Ve bir
mertebe daha tenezzül edince (inince)
incimâd edip (donup)
buz olur. Bu tenezzülâtta (inişlerde)
buharın zâtı tağayyür etmedi (değişmedi).
Zîrâ tağayyür etse (değişse),
buz eriyip su ve su tebahhur edip (buharlaşıp)
bulut ve bulut telattuf edip (lâtifleşip)
tekrâr buhar olmamak
lâzım gelir. Ve bu tenezzülâtında (inişlerinde)
buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmadı.
Belki buharın her bir mertebede iktisâb ettiği (kazandığı)
sûret, onun sıfât-ı ârızasından (sonradan
kazandığı sıfatlarından) ibârettir. Buzun hüviyyeti
(hakikâti) ve bâtını (ruhu)
buhardır. Ve buz buharın zâhiridir (dış
görünüşüdür). Buzun vücûdundaki buhar buza
"hulûl" etmedi (girmedi)
ve buzun vücûdiyle "ittihâd" eylemedi
(birleşmedi).
Buz buharın aynı değildir, gayri (başka)
dahi değildir. Binâenaleyh (nitekim),
biz buz hakkında bi-hasebi'l "hakîka"
(hakikâti
bakımından) buhardır ve bi-hasebi't-“taayyün"
(oluşumları,
görünmeleri bakımından) buhar değildir, deriz:
Ebû
Saîd Harrâz (k.s.) buyurdu: Halbuki o hazret Hakk'ın
vecihlerinden (yüzlerinden)
bir vecihdir (yüzdür)
ve onun lisanlarından bir lisandır. Ona "Hakk'ı ne şeyle
bildin?" dediler. O zât-ı saâdet-simât (saadetli
zât) ezdâdı câmi' (zıtları kendinde toplamış) olan
Hakk'ın sûreti üzere olmakla bu suâle cevâben
buyurdular ki: ……………. ya'nî "Ezdâd (zıtlar)
ile onun üzerine hükm (emir)
etmekte onu cem' etmekle (toplamakla)
bildim." Zîrâ Hak ahadiyyü'z-Zât (Zâtı
bakımından Ahad) ve Ahadiyyü'l-esmâ ve'ssıfâttır
(Esma
ve sıfatları bakımından Ahad’dır) .
Ve hüviyyet-i İlâhiyye (İlahi Zât, Allah) kâffe-i esmâ-i
mütekâbile
(birbirine karşıt, zıt olan bütün esmayı) ve
mütezâddeyi (zıt
olanları) câmi'dir (kendinde
toplamıştır). Ve tezâd (zıd olma) ve tekâbül (karşı
karşıya olma), esmâ
beynindeki (esmalar arasındaki) nisbetlerden (sıfatlardan,
özelliklerden) ibârettir. Yoksa hüviyyet-i İlâhiyye’ye
nisbetle
(Hakk’ın Zât’ına göre) tezâd (bir
zıdlık) ve tekâbül (karşıtlık) yoktur. Binâenaleyh
(nitekim),
Hak bilcümle ezdâdı (bütün zıdları) cem' etmekle (kendinde
toplamakla) bilinir. Zîrâ Celîl ve Cemîl ve Hâdî
ve Mudill ve Dârr ve Nâf' ve Muhyî ve Mümît ancak O'dur.
Şu halde Hak üzerine cemî-i ezdâd (bütün
zıdlar) ile hükm olunur. Ve mâdemki, Hak ezdâdı
câmi'dir
(zıdları kendinde toplamıştır) ,
şu
halde Hak Evvel'dir ve evvelin zıddı ve mukâbili (karşılığı)
olan Âhir'dir. Ve kezâ Hak Zâhir'dir ve Zâhir'in
zıddı ve mukâbili (karşılığı)
olan Bâtın'dır. Ve Hak zâhir olan şeyin "ayn"ıdır
(zatıdır, hakikâtidir) .
Ve zuhûru (meydana
çıkışı) hâlinde bâtın (gizli)
olan şeyin "ayn"ıdır (kendidir)
.
Ve vücûdda O'ndan gayri (başka)
bir kimse yoktur ki, zâhir (meydanda,
görülür) olduğu vakit O'nu görsün. Ve kezâ
vücûdda bir kimse yoktur ki, O'ndan bâtın (gizli)
olsun. Binâenaleyh (nitekim),
Hak zuhûru (meydana
çıkışı) hâlinde kendi nefsine zâhir olur (görünür).
Ve
bâtın (gizli) olduğu vakit dahi zâhir
olan (görülen)
kendi nefsinden yine kendi nefsi bâtın (gizli)
olur. Ve bu menâzil-i ekvâna (mertebelere,
boyutlara) tenezzülâtı (inişleri)
hasebiyle Ebû Saîd Harrâz ile Cüneyd Bağdâdî
ve Şiblî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtı gibi sâir
(diğer)
muhdesât isimleriyle
(varlık isimleriyle) müsemmâ (isimlenmiş)
olan ancak O'dur.
İmdi
Zâhir "ben" dediği vakit, Bâtın hayır, der. Ve
Bâtın "ben" dediği vakit, Zâhir hayır, der. Ve
bu, her bir zıdda vardır. Halbuki mütekellim vâhiddir. Ve
o sâmi'in aynıdır (7).
Ya'nî
ism-i Zâhir (zahir
esması) kendi enâniyyetini (benliğini)
ızhâr (açığa çıkarmak) ve ism-i Bâtın'ı
nefy ederek
(olumsuz yaparak, gizleyerek) kendisini isbât için
"ben" dediği vakit, onun zıddı olan ism-i Bâtın
ona mukâbele edip (karşılık
verip) "hayır, sen değilsin" der. Ve
kezâ ism-i Bâtın kendisini isbât edip "Ben"
dediği vakit, ism-i Zâhir ona mukâbele edip (karşılık
verip) "hayır sen değilsin" der. Zîrâ
zıd zıddı nefy eder (olumsuz hale getirir).
İşte bu hüküm her bir zıdda böyledir. Zîrâ
her biri kendi zâtının muktezâsını (gereğini)
isbât ve kendisine mukâbil (karşılık)
olan zıddın muktezâsını (gereğini)
nefy (olumsuzlaştırır, yok) eder.
Halbuki Zâhir (görülen)
ve Bâtın (gizli)
olan ancak ayn-ı vâhide (tek
hakikât) olan Hak olduğu için "ben"
lafzıyla mütekellim olan (“ben”
kelimesi ile konuşan) vâhiddir (tektir)
ve "ben" lafzını (sözünü)
sâmi' olanın (işitenin) "ayn"ıdır (aynıdır,
zatıdır).
Nebî
(a.s.) buyurur ki: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin
söylediği, onların söylemedikleri, yâhut işlemedikleri
şeyi ümmetimden tecâvüz etti." İmdi nefis, kendi
hadîsini muhdis ve
sâmi'dir. Ve nefsin
tahdîs ettiği şeyi âlimdir. Ve halbuki her ne kadar ahkâm
muhtelif ise de, "ayn" birdir. Ve bunun mislinin
cehline yol yoktur. Zîrâ her bir insan kendi nefsinden bunu
âlimdir. Ve insan Hakk'ın sûretidir. Binâenaleyh, umûr
muhtelif oldu. Ve a'dâd, merâtib-i ma'lûmede vâhid ile zâhir
oldu. Böyle olunca vâhid, adedi îcâd etti. Ve aded dahi vâhidi
tafsîl eyledi. Ve adedin hükmü ancak ma'dûd ile zâhir
oldu (8).
Bâlâda
(yukarıda)
Zâhir ve Bâtın ayn-ı vâhide (tek
hakikât) olan Hak'tan ibâret bulunduğu için
"ben" lafzını (sözünü) söyleyen bu lafzı (sözü)
işitenin "ayn"ıdır, (kendidir)
denilmiş idi. Hz. Şeyh (r.a.) bu hâli tavzîh (açık
anlatmak) için misâl îrâd edip (getirip)
buyururlar ki; Sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin tekellüm
ettiği (söylediği)
ve fakat onların harf ve savt (ses)
ile bi't tekellüm (konuşmak sûretiyle) hârice (dışarı)
çıkarmadıkları veyâhut işlemedikleri şeyi ümmetimden
afv
ve tecâvüz
eyledi"
buyurur. Meselâ bir kimse birine gazab etti. (öfkelendi)
Bâtınından (içinden)
kendisine hitâben "Ona şu vech ile söv; veyâhut
bir tokat vur!" denildi. O kimse bâtınının ilkâ
eylediği
(içinden geldiği) tarz sebbi (şekilde küfür) lisâniyle
tekellüm eder (konuşur)
ve tokadı vurursa, bu kelâm ve ameline cezâ
terettüb (icabet) eder. Bir şey söylemez ve
bir amelde bulunmazsa nefsin o lakırdısı ma'füvvdür (af olunmuştur) .
İmdi nefis, hem kendi söylüyor, hem de kendi
dinliyor. Ve bir kimsenin nefsi kendisine bu lakırdıları söylediği
hînde/yanında oturan kimselerin haberi bile olmamakla berâber,
o kimse, nefsinin kendisine söylediğini bilir. Ve bu,
insanın "bâtın"ının (ruhunun)
"zâhir"ine (bedenine)
olan emridir. Halbuki insanın bâtınının (içinin,
ruhunun) söyleyip zâhirinin (bedeninin)
dinlemesiyle onun "ayn"ı taaddüd etmez
(kendisi, zatı çoğalmaz) ; o yine ayn-ı vâhideden (tek
Zât’tan) ibârettir. Söyleyen ve işiten yine
insanın nefsidir. İhtilâf (farklılık, uyuşmazlık) ancak zuhûr
(meydana
çıkış) mertebelerindedir. Bir mertebeden söyler,
diğer mertebeden işitir. Ve merâtib-i zuhûrâtta (meydana
çıktığı mertebelerde) ihtilâf (farklılığın,
uyuşmazlığın) bulunması insanın ayn-ı vâhideden
(tek
Zât’tan) ibâret olmasına mâni' değildir.
Ve hiçbir insan, kendi nefsi söyleyip yine kendi nefsi
dinlemesi mes'elesinin câhili değildir. Bunun böyle
olduğunu herkes bilir. Ve bu, ondan dolayı böyledir
ki, insan Hakk'ın sûretidir (dış görünüşüdür).
Nitekim hadîs-i şerifte
………………………… buyrulmuştur: Zîrâ Hak bi-hasebi'z-Zât
vâhiddir (Zâtı
bakımından tektir) . Esmâ
ve sıfât-ı mütekâbilesiyle (esma
ve sıfatlarının zıtlıklarıyla) kesîrdir (çoktur).
Ve bâlâda (yukarıda)
beyân olduğu (açıklandığı)
üzere Ebû Saîd el-Harrâz
(k.a.s.).hazretlerinin buyurduğu gibi Allah Teâlâ esmâ ve
sıfât-ı mütezâdde (esma
ve sıfatlarındaki zıtlığın) beynini (arasını)
cem' etmekle (toplamakla) bilinir. Böyle olunca
umûr-i mütekerrire (devamlı
tekrarlanan işler, hususlar) ayn-ı vâhidede (aynı
tekte) ihtilât etti (birleşti)
ve onda ictimâ' eyledi (toplandı)
ve kesret-i esmâiyye (esmanın çokluğu) zâhir oldu (meydana çıktı). Buna misâl istersen, a'dâda (sayılara)
nazar et (bak)!
Zîrâ
a'dâd (sayı) iki, üç, dört, on, yüz,
bin ilh... gibi merâtib-i mâ'lûmede (bilinen
mertebelerde) vâhidin (Tek’in)
tekerrürü (tekrar
edilmesi) ile zâhir oldu (meydana
çıktı). Binâenaleyh
(nitekim),
vâhid, (bir)
tekerrür (kendini
tekrar etmek) ile adedi (sayıları)
îcâd etti (yarattı).
Ve aded (sayı)
dahi merâtib-i ma'lûmede (bilinen
mertebelerde) vâhidi (teki) tafsîl eyledi (genişletti,
açtı).
Ma'lûm
olsun ki, "vâhid"in vâhidiyyeti (Tek’in
tekliği) bir mefhûmdur (kavramdır,
manâdır) ki, onda aslâ kesret (çokluk)
yoktur. Zîrâ "vâhidiyyet" dediğimiz
vakit zihnimizde ancak bir ma'nâ hâsıl olur; zihinde
ikinci bir ma'nâ tahassul etmez (hasıl
olmaz) . Ve
vâhid (bir)
aded (sayı)
değildir. Çünkü ta'dâd (saymak)
ile husûle gelen bir şey değildir. Belki a'dâdın
(sayının)
menşe' (kökü)
ve masdarıdır. Bilcümle (bütün)
adedler (sayılar)
vâhidden (birden)
zuhûr eder (çıkar)
.
Meselâ iki, üç, dört ilh... birer adeddir...
Çünkü vâhidi, ikide iki ve üçte üç ve dörtte dört
defa sayarız. Bu hal (durum)
şekl-i riyâzîde (aritmetikle
ilgili şekillerde) daha açık görünür. (1+1=2)
ve (1+1+1=3) ve (1+1+1+1=4) / ve (1+1+1+1+1=5) ve nâmütenâhî
(sonsuz)
olarak böylece teselsül edip (birbiri
ardınca) gider. Ve birden dokuza kadar olan âhâd
mertebeleri
(birler hanesi) vâhidin (tekin)
merâtib-i cüz'iyyesi (cüzi
mertebeleri, kısımları) ve aşerât (onlar
hanesi) ve miât (yüzler
hanesi) ve ulûf mertebeleri
(binler haneleri) dahi merâtib-i külliyesidir (bütünlük
mertebeleridir).
Bununla berâber, vâhidin tekerrüründen (tekrarlanmasından)
tehaddüs eden (ortaya
çıkan) adedlerin her birisi dahi birer adeddir.
Meselâ (1 + I + 1 + 1 + 1= 5) dediğimiz vakit, bu hey'et-i
mecmûa (hepsinin
toplamı) ki, "beş''ten ibârettir, aded-i vâhiddir
(tek
sayıdır). Zîrâ,
"beş" dediğimiz vakit, zihnimizde ancak bir adedin
(sayının)
ma'nâsı bulunur; zihnimiz diğer adedlerden (sayılardan)
hâlîdir (soyulmuş,
temizlenmiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
(5) sûret (şekil)
ve madde ve mecmû' (toplamı)
i'tibâriyle vâhiddir (birdir).
Şu
kadar vardır ki, kesret sûretinde (çokluk
şeklinde) tecellî etmiştir (oluşmuştur).
Bu hal, merâtib-i külliyyede (bütünlük
mertebelerinde) dahi böyledir. Meselâ
"on" adedi, ahadin (birin)
on defa ve "yüz" adedi dahi yüz defa ve
"bin" adedi dahi bin kerre tekerrür etmesiyle (tekrarlanmasıyla)
hâsıl olur. Sâir merâtib (diğer
mertebeler) de buna makistir (bunun
gibidir).
Ve bu merâtib-i külliyyeyi (tam,
bütünlük mertebelerini) gösteren adedlerin her
biri (10) ve (100) ve (1000) gibi sûret ve madde ve mecmû' (toplamı)
i'tibâriyle (bakımından)
vâhiddir (tektir).
Zîrâ herhangi birisinden vâhid (bir)
çıkarılsa o mertebe bozulur. Şu halde
adedlerin bilcümle (bütün)
merâtibinde (mertebelerinde)
ve adedlerin (sayıların)
isimlerinde ve sûretlerinde dâhil
(şekillerin içinde) ve onlar ile berâber müsemmâdır
(isimlenmiştir).
Ya'nî "üç" âded-i vâhiddir (birdir).
"Üç"
dediğimiz vakit, üç defa tekerrür (tekrar)
eden vâhidi (biri)
zikretmiş (anlatmış)
oluruz. Ve vâhid (bir),
üçün
üçüncüsü ve dördün dördüncüsü ve beşin beşincisi
ve altının altıncısıdır. Zîrâ her birinden vâhid (bir)
çıkarılsa adedin (sayının)
ismi değişir. Şu halde vâhid (bir),
adedi (sayıyı)
îcâd (yaratıyor)
ve aded (sayı)
dahi vâhidi (biri)
tafsîl ediyor (genişletiyor,
açıyor).
Ve adedin (sayının)
'hükmü ancak ma'dûd (saymak)
ile zâhir olur (meydana
çıkar). Zîrâ vâhid (bir)
teşkîl edeceğimiz aded (sayı)
mikdârınca sayılmadıkça o aded (sayı)
zâhir olmaz (görülmez).
<devam
edecek>
23.09.2002
http://sufizmveinsan.com
|