31. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN: "HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi bu haysiyetten âlemde ulüvv-i izâfet yoktur. Lâkin, vü­cûh-i vücûdiyyet mütefâzıldır. Böyle olunca ulüvv-i izâfet, vücûh-i kesîre haysiyyetiyle ayn-ı vâhidede mevcûddur. İşte bunun için biz âlem hakkında odur, o değildir; sensin, sen değilsin, deriz. Harrâz dedi; halbuk'ı o, vücûh-i Hak'­tan bir vecihdir  ve lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsin­den nutk eder ki: "Muhakkak Allah Teâlâ ancak onu ez­dâd beyninde cem' etmekle, onun üzerine onunla hükm et­mekte bilinir." Böyle olunca Hak, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâ­hir'dir ve Bâtın'dır. Binâenaleyh O, zâhir olan şeyin "ayn"­ıdır. Ve O, zuhûru hâlinde bâtını olan şeyin "ayn"ıdır. Ve vücûdda O'nu gören O'nun gayri yoktur. Ve vücûdda, O'n­dan bâtın olduğu kimse yoktur. İmdi O nefsine zâhirdir ve ondan bâtındır. Ve Ebâ Said el-Harrâz ile ve esmâ-i muh­desâttan gayri ile tesmiye olunan O'dur (6).

Ya'nî Hak mevcûdâtın  "ayn"ı (hakikâti) olduğu haysiyetten (bakımından), âlemde (dünyada) ulüvv-i izâfî (nisbî yücelik) yoktur; belki ulüvv-i Zâtî (Zât’ın yüceliği) vardır. Fakat vücûd-i vâhid-i Hakk'ın (tek vücût sahibi olan Hakk’ın) esmâsı mütefâzıl (çok fazla) olduğu ve bu tefâzul-i esmâ (esmanın fazlalığı) hasebiyle o isimlerin mezâhiri / (çıktığı, göründüğü mahallin, birimin) vücûdunun vecihleri (hakikâtleri) bulunduğu ve onların vücûdları vücûdât-ı izâfiyye (Hakk’ın vücûdu ile kaim, mevcut) olduğu cihetle (yönüyle) bittabi' (tabii olarak) hükm-i tefâzul (fazlalık, çokluk) bunlarda da cârîdir (geçerlidir) .  Binâenaleyh (nitekim), ulüvv-i izâfet (bir şey ile kayıtlı yücelik) ayn-ı vâhidede (tek hakikâtte) bu vücûh-i kesîre cihetinden (çokluk oluşu bakımından) mevcûddur. Şu halde biz âlem (evren) hakkında bi-hasebi'l-hakîka (hakikâti dolayısıyla) Hak'tır ve bi-hasebi't-taayyün (meydana çıkmışlar, oluşmuş birimler bakımından) Hak değildir; ve kezâ (böylece) "sûret" (biçim, şekil, görünüş) hase­biyle sensin ve "hakîkat" hasebiyle sen değilsin, deriz.

Misâl: Buhâr bir madde-i latîfedir (şeffaf maddedir).  Bir mertebe tekâsüf edip (yoğunlaşıp) tenez­zül edince (inince) bulut olup gözle görülür. Ve bir mertebe daha tenezzül ettikde (indiğinde) su olup kuvve-i lâmise (dokunma, hissetme duyusu) onun vücûdunu hisseder. Ve bir mer­tebe daha tenezzül edince (inince) incimâd edip (donup) buz olur. Bu tenezzülâtta (inişlerde) bu­harın zâtı tağayyür etmedi (değişmedi). Zîrâ tağayyür etse (değişse), buz eriyip su ve su tebahhur edip (buharlaşıp) bulut ve bulut telattuf edip (lâtifleşip) tekrâr buhar olmamak lâzım gelir. Ve bu tenezzülâtında (inişlerinde) buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmadı. Belki buharın her bir mertebede iktisâb ettiği (kazandığı) sûret, onun sıfât-ı ârızasından (sonradan kazandığı sıfatlarından) ibârettir. Buzun hüviyyeti (hakikâti) ve bâtını (ruhu) buhar­dır. Ve buz buharın zâhiridir (dış görünüşüdür). Buzun vücûdundaki buhar buza "hulûl" etmedi (girmedi) ve buzun vücûdiyle "ittihâd" eylemedi (birleşmedi). Buz buharın aynı de­ğildir, gayri (başka) dahi değildir. Binâenaleyh (nitekim), biz buz hakkında bi-hasebi'l ­"hakîka" (hakikâti bakımından) buhardır ve bi-hasebi't-“taayyün" (oluşumları, görünmeleri bakımından) buhar değildir, deriz:

Ebû Saîd Harrâz (k.s.) buyurdu: Halbuki o hazret Hakk'ın vecihle­rinden (yüzlerinden) bir vecihdir (yüzdür) ve onun lisanlarından bir lisandır. Ona "Hakk'ı ne şeyle bildin?" dediler. O zât-ı saâdet-simât (saadetli zât) ezdâdı câmi' (zıtları kendinde toplamış) olan Hakk'­ın sûreti üzere olmakla bu suâle cevâben buyurdular ki: ……………. ya'nî "Ezdâd (zıtlar) ile onun üzerine hükm (emir) etmekte onu cem' etmekle (toplamakla) bildim." Zîrâ Hak ahadiyyü'z-Zât (Zâtı bakımından Ahad) ve Ahadiyyü'l-esmâ ve's­sıfâttır (Esma ve sıfatları bakımından Ahad’dır) . Ve hüviyyet-i İlâhiyye (İlahi Zât, Allah) kâffe-i esmâ-i  mütekâbile (birbirine karşıt, zıt olan bütün esmayı) ve mütezâddeyi (zıt olanları) câmi'dir (kendinde toplamıştır). Ve tezâd (zıd olma) ve tekâbül (karşı karşıya olma), esmâ beynindeki (esmalar arasındaki) nisbetlerden (sıfatlardan, özelliklerden) ibârettir. Yoksa hüviyyet-i İlâhiyye’ye nisbetle (Hakk’ın Zât’ına göre) tezâd (bir zıdlık) ve tekâbül (karşıtlık) yok­tur. Binâenaleyh (nitekim), Hak bilcümle ezdâdı (bütün zıdları) cem' etmekle (kendinde toplamakla) bilinir. Zîrâ Ce­lîl ve Cemîl ve Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâf' ve Muhyî ve Mümît ancak O'dur. Şu halde Hak üzerine cemî-i ezdâd (bütün zıdlar) ile hükm olunur. Ve mâdemki, Hak ezdâdı câmi'dir (zıdları kendinde toplamıştır) ,   şu halde Hak Evvel'dir ve evve­lin zıddı ve mukâbili (karşılığı) olan Âhir'dir. Ve kezâ Hak Zâhir'dir ve Zâ­hir'in zıddı ve mukâbili (karşılığı) olan Bâtın'dır. Ve Hak zâhir olan şeyin "ayn"ıdır (zatıdır, hakikâtidir) . Ve zuhûru (meydana çıkışı) hâlinde bâtın (gizli) olan şeyin "ayn"ıdır (kendidir) . Ve vücûd­da O'ndan gayri (başka) bir kimse yoktur ki, zâhir (meydanda, görülür) olduğu vakit O'nu gör­sün. Ve kezâ vücûdda bir kimse yoktur ki, O'ndan bâtın (gizli) olsun. Binâenaleyh (nitekim), Hak zuhûru (meydana çıkışı) hâlinde kendi nefsine zâhir olur (görünür).  Ve bâtın (gizli) olduğu vakit dahi zâhir olan (görülen) kendi nefsinden yine kendi nefsi bâtın (gizli) olur. Ve bu menâzil-i ekvâna (mertebelere, boyutlara) tenezzülâtı (inişleri) hasebiyle Ebû Saîd Harrâz ile Cüneyd Bağdâdî ve Şiblî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtı gibi sâir (diğer) muhdesât isimleriyle (varlık isimleriyle) müsemmâ (isimlenmiş) olan ancak O'dur.

İmdi Zâhir "ben" dediği vakit, Bâtın hayır, der. Ve Bâtın "ben" dediği vakit, Zâhir hayır, der. Ve bu, her bir zıdda vardır. Halbuki mütekellim vâhiddir. Ve o sâmi'in aynıdır (7).

Ya'nî ism-i Zâhir (zahir esması) kendi enâniyyetini (benliğini) ızhâr (açığa çıkarmak) ve ism-i Bâtın'ı nefy ede­rek (olumsuz yaparak, gizleyerek) kendisini isbât için "ben" dediği vakit, onun zıddı olan ism-i Bâ­tın ona mukâbele edip (karşılık verip) "hayır, sen değilsin" der. Ve kezâ ism-i Bâ­tın kendisini isbât edip "Ben" dediği vakit, ism-i Zâhir ona mukâbele edip (karşılık verip) "hayır sen değilsin" der. Zîrâ zıd zıddı nefy eder (olumsuz hale getirir). İşte bu hüküm her bir zıdda böyledir. Zîrâ her biri kendi zâtının mukte­zâsını (gereğini) isbât ve kendisine mukâbil (karşılık) olan zıddın muktezâsını (gereğini) nefy (olumsuzlaştırır, yok) eder. Halbuki Zâhir (görülen) ve Bâtın (gizli) olan ancak ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hak ol­duğu için "ben" lafzıyla mütekellim olan (“ben” kelimesi ile konuşan) vâhiddir (tektir) ve "ben" lafzını (sözünü) sâmi' olanın (işitenin) "ayn"ıdır (aynıdır, zatıdır).

Nebî (a.s.) buyurur ki: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefisleri­nin söylediği, onların söylemedikleri, yâhut işlemedikleri şe­yi ümmetimden tecâvüz etti." İmdi nefis, kendi hadîsini muhdis ve sâmi'dir. Ve nefsin tahdîs ettiği şeyi âlimdir. Ve halbuki her ne kadar ahkâm muhtelif ise de, "ayn" birdir. Ve bunun mislinin cehline yol yoktur. Zîrâ her bir insan kendi nefsinden bunu âlimdir. Ve insan Hakk'ın sûretidir. Binâenaleyh, umûr muhtelif oldu. Ve a'dâd, merâtib-i ma'lûmede vâhid ile zâhir oldu. Böyle olunca vâhid, adedi îcâd etti. Ve aded dahi vâhidi tafsîl eyledi. Ve adedin hükmü ancak ma'dûd ile zâhir oldu (8).

Bâlâda (yukarıda) Zâhir ve Bâtın ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hak'tan ibâret bulundu­ğu için "ben" lafzını (sözünü) söyleyen bu lafzı (sözü) işitenin "ayn"ıdır, (kendidir) denilmiş idi. Hz. Şeyh (r.a.) bu hâli tavzîh (açık anlatmak) için misâl îrâd edip (getirip) buyururlar ki; Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin tekellüm ettiği (söylediği) ve fakat onların harf ve savt (ses) ile bi't ­tekellüm (konuşmak sûretiyle) hârice (dışarı) çıkarmadıkları veyâhut işlemedikleri şeyi ümmetim­den afv ve tecâvüz eyledi" buyurur. Meselâ bir kimse birine gazab etti. (öfkelendi) Bâtınından (içinden) kendisine hitâben "Ona şu vech ile söv; veyâhut bir tokat vur!" denildi. O kimse bâtınının ilkâ eylediği (içinden geldiği) tarz sebbi (şekilde küfür) lisâ­niyle tekellüm eder (konuşur) ve tokadı vurursa, bu kelâm ve ameline cezâ terettüb (icabet) eder. Bir şey söylemez ve bir amelde bulunmazsa nefsin o lakırdısı ma'füvvdür (af olunmuştur) . İmdi nefis, hem kendi söylüyor, hem de kendi dinliyor. Ve bir kimsenin nefsi kendisine bu lakırdıları söylediği hîn­de/yanında oturan kimselerin haberi bile olmamakla berâber, o kim­se, nefsinin kendisine söylediğini bilir. Ve bu, insanın "bâtın"ının (ruhunun) "zâhir"ine (bedenine) olan emridir. Halbuki insanın bâtınının (içinin, ruhunun) söyleyip zâhiri­nin (bedeninin) dinlemesiyle onun "ayn"ı taaddüd etmez (kendisi, zatı çoğalmaz) ; o yine ayn-ı vâhideden (tek Zât’tan) ibârettir. Söyleyen ve işiten yine insanın nefsidir. İhtilâf (farklılık, uyuşmazlık) ancak zuhûr (meydana çıkış) mertebelerindedir. Bir mertebeden söyler, diğer mertebeden işitir. Ve merâtib-i zuhûrâtta (meydana çıktığı mertebelerde) ihtilâf (farklılığın, uyuşmazlığın) bulunması insanın ayn-ı vâhideden (tek Zât’tan) ibâ­ret olmasına mâni' değildir. Ve hiçbir insan, kendi nefsi söyleyip yine kendi nefsi dinlemesi mes'elesinin câhili değildir. Bunun böyle  olduğunu herkes bilir. Ve bu, ondan dolayı böyledir ki, insan Hakk'ın sûretidir (dış görünüşüdür). Nitekim hadîs-i şerifte ………………………… buyrulmuş­tur: Zîrâ Hak bi-hasebi'z-Zât vâhiddir (Zâtı bakımından tektir) .  Esmâ ve sıfât-ı müte­kâbilesiyle (esma ve sıfatlarının zıtlıklarıyla) kesîrdir (çoktur). Ve bâlâda (yukarıda) beyân olduğu (açıklandığı) üzere Ebû Saîd el-­Harrâz (k.a.s.).hazretlerinin buyurduğu gibi Allah Teâlâ esmâ ve sıfât-ı mütezâdde (esma ve sıfatlarındaki zıtlığın) beynini (arasını) cem' etmekle (toplamakla) bilinir. Böyle olunca umûr-i müte­kerrire (devamlı tekrarlanan işler, hususlar) ayn-ı vâhidede (aynı tekte) ihtilât etti (birleşti) ve onda ictimâ' eyledi (toplandı) ve kesret-i esmâiyye (esmanın çokluğu) zâhir oldu (meydana çıktı). Buna misâl istersen, a'dâda (sayılara) nazar et (bak)!  Zîrâ a'­dâd (sayı) iki, üç, dört, on, yüz, bin ilh... gibi merâtib-i mâ'lûmede (bilinen mertebelerde) vâhidin (Tek’in) tekerrürü (tekrar edilmesi) ile zâhir oldu (meydana çıktı).  Binâenaleyh (nitekim), vâhid, (bir) tekerrür (kendini tekrar etmek) ile adedi (sayıları) îcâd etti (yarattı). Ve aded (sayı) dahi merâtib-i ma'lûmede (bilinen mertebelerde) vâhidi (teki) tafsîl eyledi (genişletti,  açtı).

Ma'lûm olsun ki, "vâhid"in vâhidiyyeti (Tek’in tekliği) bir mefhûmdur (kavramdır, manâdır) ki, onda as­lâ kesret (çokluk) yoktur. Zîrâ "vâhidiyyet" dediğimiz vakit zihnimizde an­cak bir ma'nâ hâsıl olur; zihinde ikinci bir ma'nâ tahassul etmez (hasıl olmaz) .  Ve vâhid (bir) aded  (sayı) değildir. Çünkü ta'dâd (saymak) ile husûle gelen bir şey değil­dir. Belki a'dâdın (sayının) menşe' (kökü) ve masdarıdır. Bilcümle (bütün) adedler (sayılar) vâhidden (birden) zuhûr eder (çıkar) . Meselâ iki, üç, dört ilh... birer adeddir... Çünkü vâhidi, ikide iki ve üçte üç ve dörtte dört defa sayarız. Bu hal (durum) şekl-i riyâzî­de (aritmetikle ilgili şekillerde) daha açık görünür. (1+1=2) ve (1+1+1=3) ve (1+1+1+1=4) / ve (1+1+1+1+1=5) ve nâmütenâhî (sonsuz) olarak böylece teselsül edip (birbiri ardınca) gider. Ve birden dokuza kadar olan âhâd mertebeleri (birler hanesi) vâhidin (tekin) merâtib-i cüz'iyyesi (cüzi mertebeleri, kısımları) ve aşerât (onlar hanesi) ve miât (yüzler hanesi) ve ulûf mertebeleri (binler haneleri) dahi merâtib-i külliye­sidir (bütünlük mertebeleridir). Bununla berâber, vâhidin tekerrüründen (tekrarlanmasından) tehaddüs eden (ortaya çıkan) adedle­rin her birisi dahi birer adeddir. Meselâ (1 + I + 1 + 1 + 1= 5) dediğimiz vakit, bu hey'et-i mecmûa (hepsinin toplamı) ki, "beş''ten ibârettir, aded-i vâhiddir (tek sayıdır).  Zî­râ, "beş" dediğimiz vakit, zihnimizde ancak bir adedin (sayının) ma'nâsı bulu­nur; zihnimiz diğer adedlerden (sayılardan) hâlîdir (soyulmuş, temizlenmiştir). Binâenaleyh (nitekim), (5) sûret (şekil) ve madde ve mecmû' (toplamı) i'tibâriyle vâhiddir (birdir).  Şu kadar vardır ki, kesret sûretinde (çokluk şeklinde) tecellî etmiştir (oluşmuştur). Bu hal, merâtib-i külliyyede (bütünlük mertebelerinde) dahi böyledir. Meselâ "on" adedi, ahadin (birin) on defa ve "yüz" adedi dahi yüz defa ve "bin" adedi dahi bin kerre tekerrür etmesiyle (tekrarlanmasıyla) hâsıl olur. Sâir merâtib (diğer mertebeler) de buna makistir (bunun gibidir). Ve bu merâtib-i külliyyeyi (tam, bütünlük mertebelerini) gösteren adedlerin her biri (10) ve (100) ve (1000) gibi sûret ve madde ve mecmû' (toplamı) i'tibâriy­le (bakımından) vâhiddir (tektir). Zîrâ herhangi birisinden vâhid (bir) çıkarılsa o mertebe bo­zulur. Şu halde adedlerin bilcümle (bütün) merâtibinde (mertebelerinde) ve adedlerin (sayıların) isimlerinde ve sûretlerinde dâhil (şekillerin içinde) ve onlar ile berâber müsemmâdır (isimlenmiştir). Ya'nî "üç" âded-i vâhiddir (birdir).  "Üç" dediğimiz vakit, üç defa tekerrür (tekrar) eden vâhidi (biri) zikretmiş (anlatmış) oluruz. Ve vâhid (bir),  üçün üçüncüsü ve dördün dör­düncüsü ve beşin beşincisi ve altının altıncısıdır. Zîrâ her birin­den vâhid (bir) çıkarılsa adedin (sayının) ismi değişir. Şu halde vâhid (bir), adedi (sayıyı) îcâd (yaratıyor) ve aded (sayı) dahi vâhidi (biri) tafsîl ediyor (genişletiyor, açıyor). Ve adedin (sayının) 'hükmü ancak ma'dûd (saymak) ile zâhir olur (meydana çıkar). Zîrâ vâhid (bir) teşkîl edeceğimiz aded (sayı) mikdârınca sayıl­madıkça o aded (sayı) zâhir olmaz (görülmez).

<devam edecek>

23.09.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail