VIII
BU
FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ
RÜHİYYE" BEYÂNINDADIR
"Zât-ı
sırf"da (Zât
mertebesinde) şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ın
fiilleri) arasında temâyüz (ayrılık,
farklılık) olmadığı halde, bu mertebede ilmen (ilim olarak) yekdîğerinden (bir
diğerinden) ayrılırlar. Meselâ Hâdî ismi Mudill'den
ve Dârr ismi Nâfi'den temeyyüz eder (farklılık
gösterir, ayrılır).
Zât-ı
Mutlak-ı lâtif (mutlak Zât’ın nuru) bu
mertebeden sonra, ilimde sâbit (mevcut)
olan suver (suretler) hasebiyle, cevâhir-i nûrâniyyeden
(nur
cevherlerinden) ibâret olarak mertebe-i
ervâha (esma
mertebesine, ruhlar mertebesine) tenezzül eder (iner). Ve bu mertebede her bir isim,
cevher-i nûrânî (nurdan
cevher) olarak vücûd bulur. Bunlar dahî Hakk-ı
Latîf in (Hakk’ın
nurunun) bizzât taayyün (şekillenmesi,
meydana çıkması) ve tekâsüfünden (kesifleşmesinden, yoğunlaşmasından) başka
bir şey değildirler. Ve buna âlem-i
emr de derler.
Fakat
bu tenezzülât-ı vücûddan (vücudun inişlerinden) maksad, kemâl-i
zuhûr (kemalini
açığa çıkarmak) ve ızhâr (göstermek)
olduğundan, bu mertebe-i tenezzül (mertebeye
inişi) ile iktifâ (yeterli
görmek),
münâfi-i gâye (gayesine
aykırı) idi. Binâenaleyh (nitekim),
Zât-ı Latîf (Zât’ın
nuru) bundan sonra bir mertebe daha tenezzül
buyurdu (indi).
Ve bu cevâhir-i mücerredeye (birbirinden
ayrılmış cevherlere) birer suver-i hayâliyye (hayali
suretler) iksâ eyledi (giydirdi)
ki, bu mertebeye: Âlem-i melekût, âlem-i misâl, âlem-i hayâl, berzah-ı suğrâ ve
âlem-i tafsil derler.
Velâkin bu âlemde (mertebede)
dahî kemâl-i zuhûr (tam
mükemmellikte açığa çıkış) ve ızhâr (kendini gösterme) hâsıl olmaz
(oluşmaz).
Çünki suver-i hayâliyye (hayali suretler) her ne kadar açık bir sûrette (şekilde)
görülür ve arzı (genişliği,
eni) ve tûlü (uzunluğu)
ve umku (derinliği) ölçülebilir ise de,
kesâfeti (katı,
madde) olmadığından vezn edilemez (tartılamaz).
Aynada muntabi' olan
(görülen) sûret gibi.
Binâenaleyh
(nitekim),
bu gâyeye vusûl (ulaşmak)
için, Zât-ı mutlak-ı latîf, (mutlak
Zât’ın nuru) bizzât (kendisi)
bir derece daha kesîf (koyu,
yoğun) olan libâs-i taayyüne (taayyün
elbisesine) büründü. Ve bu suretle (şekilde) bilcümle esmâ ve sıfâtının
(esma ve sıfatlarının bütün hepsinin) sûretlerini,
kendi vücûdu âyînesinde (vücut
aynasında) kemâliyle (tam
olarak, mükemmelliğiyle) müşâhede eyledi (gördü,
seyretti).
Ve bu mertebe, merâtibin (mertebelerin)
eksefi (en kesifi, koyusu) olup, ehl-i hakîkat
(hakikâte
erenler) bu mertebeyi: Şuhûd-ı
mutlak, âlem-i şehâdet, âlem-i mülk, âlem-i nâsût, âlem-i
halk, âlem-i hiss, âlem-i anâsır, âlem-i ecsâm, âlem-i
mevâlîd ilh... gibi esâmi (isimler)
ile tevsîm ederler (adlandırırlar).
İmdi
bu tenezzülâtın cümlesi (alçalanların, inenlerin bütün hepsi) Zât-ı
latîf i Hakk'ın (Hakk’ın
nurunun) mertebe mertebe suver-i kesîfeye (koyu, katı süretlere) bürünerek
zâhir olmasından (meydana
çıkmasından) ibârettir. Nitekim, Ebu'lHasen Gûrî
(k.s) buyurur:
…………………………………………………….
ya'nî "O Zât-i ecell ü a'lâyı (O,
yüce Zât’ı) tenzîh ederim ki, nefsini ve Zât’ını
lâtif kılıp Hak tesmiye etti (Hak
olarak isimlendirdi) ve kesîf kılıp (koyu
katı yapıp) halk tesmiye etti (halk
diye isimlendirdi)".
Ve bu hakîkâti tavzîhan (açıklayarak) Abdülkerim
Cilî (k.s.) el-İnsânu'l-Kâmil nâmındaki eser-i âlîlerinde (yüce eserlerinde) âtîdeki (aşağıdaki)
beyânâtta (açıklamalarda)
bulunmuşlardır:
Tercümesi:
"Hakk Teâlâ, âlemin "heyûlâ"sıdır (ilk cevheri, ilk maddesidir).
Allah Teâlâ "Semâvât (gökleri)
ve arz'ı (dünyayı) ve onların mâ-beynindeki
(aralarında)
olan eşyâyı (varlıkları),
ancak Hak ile yarattık" (Hicr, 15/85)
buyurdu. İmdi âlemin meseli (misali),
kara
benzer ve Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, karın aslı olan su
gibidir. Binâenaleyh (nitekim), bu
karın ismi, bu mün'akad (katılaşması)
üzerine iâre
olunmuştur (ödünç
verilmiştir).
Ve onun üzerine ism-i mâiyyet (suyun
ismi) hakîkâttir. Ve ben bu hakîkate Bevâdirü'l-Gaybiyye
fi Nevâdiri'l-Ayniyye ismi ile müsemmâ olan (adlandırılan) kasîdede tenbîh
eyledim.
Ve o, öyle bir kasîde-i azîmedir (büyük
kasidedir) ki, zaman onun kümm-i hakâyıkı (hakikât
gömlekleri) üzerine, onun tırâzı (nakışı)
gibi dokumadı. Ve dehr, (çok
uzun zaman) onlara vukûf (ulaşmak)
için, tefhîm (anlatmak)
husûsunda müsâmaha (aldırış
etmemezlik) etmedi. Kavlimde (sözlerimde)
mevzî'-i tenbîh (uyarı
olan yer) şu beyitlerdir:
"Halk,
(insanlar)
timsâl (sureti, heykeli) husûsunda ancak
kara benzer ve sen nâbi' olan (fışkıran,
kaynayan) susun ki, o halkı mülâbissin (yaratılmışlık
örtüsüne bürünmüşsün).
Ve kar, bizim tahkîkimizde (araştırmamız, incelememizde),
suyun gayrı (sudan
başkası) değildir. Ve halbuki şerâyi'in (şeriatin) da'vet eylediği hükümde
her ikisi de yekdîğerinin gayrıdır (bir
diğerinden başkadır). Velâkin,
kar eriyip, onun hükmü kalkar ve suyun hükmü vaz' edilir
(konulur) ve emr-i vücûd böyle vâkı'dır
(olur).
İmdi
tenezzülât-ı vücûdu (vücudun
alçalmalarını, inmelerini) biraz daha îzâh için
bu misâli tevsî' edelim (genişletelim):
Hevâ-yı nesîmîde (havada,
atmosferde) olan buhar, kemâl-i letâfetinden (şeffaflığından)
dolayı havâss-i hamse (beş
duyu) ile hissedilmez. Bir derece tenezzül edince (alçalınca,
inince), kesîf (koyu) bir bulut olur. Bu halde iken
gözle görülür. Bir derece daha tenezzül edip (inip, alçalıp) su oldukda
evvelki mertebeden daha kesîf (koyu)
olur. Ve bir mertebe daha tenezzül edip (inip)
buz olduğu vakit, merâtib-i sâbıkanın (önceki
mertebelerin) cümlesinden (hepsinden)
eksef (koyu,
katı) olur. Maahâzâ (bununla
beraber) bulut, su ve buz, buhârın vücûduna başka
bir madde dâhil olmakla
(girmekle) tahassul etmedi (oluşmadı).
Belki bunlar ba'zı şerâit tahtında (hükümler
altında) buhârın muhtelif (çeşitli)
libâs-ı taayyünâta (taayyün
elbiselerine) bürünerek zâhir olmasından (belli
olmasından, görünmesinden) ibârettir. Burada gördüğümüz
tahavvülâtın kâffesi (değişiklerin
hepsi),
buharın min-haysü's-sıfât (sıfatları, özellikleri dolayısıyla) tağayyürâtıdır (başkalaşımlarıdır).
Yoksa buhâr, min-haysü'z-zât (zâtı
bakımından) bu merâtibin (mertebelerin)
hiçbirisinde mütehavvil değildir (değişmez,
değişikliğe uğramaz).
Zîrâ,
mütehavvil (değişse) ve müteğayyir olsa
(farklılaşsa, başkalaşsa) idi, buz eridiği vakit
su ve harâretin te'siriyle bulut ve bulut dahi, yine mertebe-i
letâfete (şeffaf
mertebeye) rücü' (geri dönmesi) ile bilâ-tağayyür (başkalaşmaksızın)
evvelki gibi buhâr olamamak lâzım gelirdi. İmdi
buhâr, her bir libâs-ı taayyüne (taayyün
elbisesine) büründükçe, başka bir isim ile tevsîm
edilmiş (isimlendirilmiş) oluyor. Ve o
mertebede aldığı isim ile yâd olunup (anılıp)
artık ona buhâr denmiyor. Meselâ buluta, suya ve
buza "buhâr" tesmiye olunamayacağı (buhar olarak isimlendirilemeyeceği) gibi,
bunlara buhâr da denemez. Zîrâ buhâr, min-haysü'z-zât (zâtı bakımından) bunlar gibi değildir.
Ve buhârın gayrı (buhardan
başkası) da denemez. Çünkü vücûd-i müstakılleri
(kendilerine
has bağımsız bir vücutları) yoktur. Hepsinin vücûdu
izâf"i (bir
şeye göre olan, nisbi bir vücuttur) ve i'tibârîdir
(bir var kabul ediştir, farz ediştir).
Ve
hakîkatte cümlesi (bütün
hepsi) buhârdan başka bir şey değildir. Velâkin,
zâhirde (görünüşte)
birbirine muğâyir (aykırı) göründükleri gibi,
nazar-ı şerîatta, (şeriat
görüşünde) başka başka ahkâmı (hükümleri)
hâizdirler (taşırlar). Buzun hakîkati su olmakla berâber,
suyun vazîfesini göremez. Su ile tahâret (temizlenmek)
mümkündür; fakat kar ve buz tahâret (temizlenmek,
yıkanmak) için isti'mâl edilemez (kullanılamaz).
Meğer ki
eriyip su ola.
İmdi
(şimdi)
fezâ-yı bî-nihâyede, (sonsuz evrende) nefes-i rahmânî (rahmanın
nefesi) olan "esîr"den, (kâinatı
dolduran ve bütün cisimlere nüfûz eden) sehâb-ı
muzîlerin (parlak
bulutların) bi't-tekâsüf (kesifleşerek,
yoğunlaşarak) zuhûru (ortaya
çıkışı) ve onların dahî derece derece buhâr-ı
nârî (ateşten
buhar) ve mâyi-i nârî (kaynar
sıvı) hâlinde küreler şeklinde tekâsüfleri (kesifleşmeleri,
yoğunlaşmaları) ve bâ’dehû (daha
sonra) kışr (kabuk)
bağlayıp avâlim-i kesife (kesif,
madde âlemler) hâlinde devirleri (dönmeleri),
bu misâle mutâbıktır (uygundur).
Ve "nefes-i rahmânî" hakkındaki tafsîlât
(geniş
açıklama) Fass-ı
İsevî'de gelecektir.
Bu
mukaddime (başlangıç)
ma'lûm olduktan (anlaşıldıktan)
sonra, metnin şerhine (açıklamasına)
mübâşeret edelim (başlayalım):
Metn-i sâbıktaki (daha
önce geçen yazılarda) beyânât (bildirilen)
lisân-ı zâhir üzere
(açık ifadeyle) vâkı'
olmuş (oluşmuş) idi. Fakat beyânâtın (açıklananların)
sırrı ve bâtını budur ki: Hak Teâlâ,
isimleriyle a'yânı sâbite (ilmi suretler) âyînelerinde (aynalarında)
ve a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) dahî vücûd-ı Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut aynasında) zâhir
olur (görülür).
Şu
hâlde a'yân-ı sâbite (manalar)
Hakk'ın ve Hak dahî a'yân-ı sâbitenin (manaların)
âyinesi (aynası) olmuş olur. İmdi Hak, a'yân-ı
sâbiteye (manalara)
âyîne (ayna)
olunca, abd (kul),
ayn-ı sâbitesi i'tibâriyla (kendi manası bakımından) Hakk'ın
âyîne-i vücûdunda (ayna olan vücudunda) ayn-ı mümkine (mümkün olan mana) hasebiyle, Deyyân
(hesaba
çeken, hüküm veren) isminden zâhir olan (görülen)
bir tecellîdir. Demek ki, Hakk'ın abd-i mütedeyyine
(dinine
bağlı olan kulun) inkıyâdı (teslim
olması, boyun eğmesi), kendisinin
tab'ına (tabiatına,
huyuna) mülâyim (hoş,
güzel) olan şey ile, Hak'tan celâsını taleb
eylediği (görünmek,
ortaya çıkmak istediği) ve istid'â eylediği (yalvararak,
dua ederek istediği) ism-i Deyyân'ın (hesaba çeken, hüküm veren, Deyyan isminin) tecellîsidir.
Ta'bîr-i dîğerle (diğer
bir ifadeyle) abd-i mütedeyyin (dine
bağlı kul) öyle bir ismin mazharıdır ki (göründüğü
yer, mahaldir ki), o
isim onun mütedeyyin (dinine
bağlı) olmasını iktizâ eder (gerektirir).
Ve
onun ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti),
ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olduğu
hînde (esnada),
bu sûretle ma'lûm-ı İlâhî (Hakk’ta
bilinen) olmuştur.
Ve o abdin (kulun)
hakikati, ya'nî ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti),
Hak'tan bu tecellîyi taleb etmiştir (istemiştir).
Hak dahî ifâza-i vücûd (vücut
vermek) ile onun talebini (isteğini)
is'âf etmiştir (kabul edip yerine getirmiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
abd-i mütedeyyin (dinine bağlı kul), mecbûren
mütedeyyindir (dinine
bağlıdır).
Fakat bu cebir (zorlama),
ona
kendi hakîkatinden ve isti'dâd-ı ezelîsinden (önceden
oluşmuş istidadından) gelir. Ve onun hakîkâtinin
isti'dâdı mec'ûl (yapılmış)
değildir, ya'nî mahlûkıyyetle (yaratılmışlıkla)
mevsûf (vasıflanmış)
değildir. Ve kezâ (böylece)
gayr-i mütedeyyin (dinsiz)
olan abdin (kulun)
adem-i inkıyâdı (teslim olmaması) dahî, isti'dâd-ı
ezelîsinden (önceden
oluşmuş istidadından) gelir. Binâenaleyh (nitekim), o
da mecbûrdur. Şu hâlde bunların zâtları ve hakîkatları
Hakk'a ezelde (geçmişte)
ne ilim i'tâ etmişlerse (vermişlerse),
âlem-i
imkânda, ya'nî hazret-i şehâdette (dünyada),
onların üzerine âit olan şey dahî ancak odur. Ve
mümkinâttan (meydana
gelmişlerden) her bir ferdin (kişinin),
ilm-i
İlâhîde (Allah’ın
ilminde) mutlaka birer sûreti vardır. Ve bu sûretler
yekdîğerinden (biri
diğerinden) mütemeyyizdir (farklıdır)
; birbirine
benzemez. Çünki esmâ-i İlâhiyye’nin havâssı (hususiyetleri)
muhteliftir (çeşitlidir). Bu sûretler ise, o esmânın in'ikâsâtıdır
(aksidir,
yansımasıdır). Böyle
olunca, bu ihtilâf-ı ahvâlden (farklı
durumlardan) dolayı, Hakk'ın tecellîsi (görünmesi,
belirmesi) dahî muhtelif (çeşitli)
olur. Binâenaleyh (nitekim), Hak
tarafından "cezâ" (karşılığını
verme), a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) Hakk'a verdikleri ilim hasebiyle ve
Hakk'ın âyine-i vücûdunda (ayna olan vücudunda) mütecellî
olan (görülen) sûret iktizâsıyladır (suretin
gereğiyledir). Ve
a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler),
ne hâl (oluş)
üzere idiyseler, kendilerine o şeyin teklîf
olunmasını ve kendilerine o ahvâl (haller,
durumlar) ile "cezâ" eylemesini (karşılığın
verilmesini),
Hakk'a teklîf ederler. Ve onların bu teklîfini Hak
dahî, "cezâ" (karşılık)
olarak onlara verir. Ve bi'n-netîce (netice
olarak) abdin (kulun)
üzerinde Hakk'ın eseri, ancak abdin hasebi
(kul dolayısıyle), ya'nî ezelde (geçmişte)
ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) bulunduğu hâl (oluş)
üzere vukû bulur (oluşur). Ve bu hakîkate
işâreten hadîs-i şerîfte ………………….. ve âyet-i
kerîmede dahi …………………………
(İsra, 17/84) buyrulmuştur. Binâenaleyh (nitekim),
bir kimse ezelde (geçmişte) hangi ismin mazharı (göründüğü
yer) olarak ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olmuş ise, bu âlem-i dünyada, o ismin hazînesinde
meknûz (saklı,
gömülü) olan ahvâli (halleri) ızhâr etmek (açığa
çıkarmak) o kimseye bilâ-külfet (külfet
olmaksızın) âsân (kolay) gelir. Abd-i mütedeyyine (dinine
bağlı kula),
gayr-i mütedeyyin (dinsiz)
olmak güç geldiği gibi, gayr-i mütedeyyin (dinsiz) olan kimseye mütedeyyin
olmak (dinine
bağlı olmak) dahi ölümden beter gelir. Bu
bahiste (mevzuda)
suâl ve cevap çoktur. Fakat Fusûsu'l-Hikem'in
maârif (bilgileri)
ve hakâyıkı (hakikâtleri),
alâ-tarîkı'l-ihâta (idrak etmek, ihata etmek suretiyle) ma'lûm
olunca (bilinince)
bunların hiçbirisine hâcet (ihtiyaç)
kalmaz. Nitekim, bu bahsin (konunun)
istinâd ettiği (dayandığı)
en mühim nokta isti'dâdın gayr-ı mec'ûl (kılınmamış, yapılmamış istidad) olmasıdır
ki, bu da Fass-ı Uzeyrî'de
îzâh olunur (açıklanır).
İmdi,
gerek hayrı ve gerek zıdd-ı hayrı (hayırsız
olanı), abde (kula) kendi zâtının gayrı olan (kendinden
başka) biri vermedi. Belki abd (kul)
ezelde (geçmişte)
Hak'tan bunlar ile zuhûru (meydana
çıkmayı) taleb etti (istedi).
Ve
Hak dahî onun talebini is'âfen (isteğini
kabul ederek) ifâza-i vücûd eyledi (vücut
verdi). Şu
halde, zâtına in'âm (iyilik)
eden ve zâtını ta'zîb (üzen,
eziyet) eden, ancak abdin (kulun)
kendidir. Eğer abde (kulda)
cezâ-yı gayr-ı mülâyim (hoşa
gitmeyen ceza) isâbet ederse (rastlarsa),
abd (kul)
kendisini zemm etmelidir (kötülemeli,
yermelidir).
Çünki, bu azâbın menbaı (çıkış noktası, kaynağı) kendidir.
Ve cezâ-yı mülâyim (hoşa
gidecek bir ceza) ve sevâb isâbet ederse, yine
kendi nefsine hamd (övüp
medh) etmelidir. Çünkü menbaı in'âm (iyiliklerin
çıkış noktası, kaynağı) kendidir. Demek ki,
Hakk'ın ibâdıyla (kullarına)
muâmelesi, ancak onların ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübûtu (mevcut oldukları) ve sûretlerinin
irtisâmı (resmedilmesi,
şekillenmesi) hasebiyledir. Bu hâlde Allah için hüccet-i
bâliğa (en
yüksek mertebede olan hüccet, delil) sâbit (mevcut)
olur. Çünkü bâlâdaki (yukarıdaki) mukaddimede (girişte)
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere, vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak,
hakiki vücut sahibi Hakk’ın, Zât’ın) ilk
tenezzülünde, (inişinde,
alçalışında) o ibâdın hakâyıkı (kulların
hakikâtleri) Hakk'ın ne süretle ma'lûmu olmuş (Hakk’ta
ne şekilde bilinmiş) iseler, Hak bu ilmi hasebiyle
onların üzerine hükmetti. Ve Hakk'ın ilmi ise, bu ma'lûmâta
(bilinenlere)
tâbi'dir (bağlıdır). İlmin ma'lûma
(bilinene)
tâbi' (bağlı)
olduğu Fass-ı
Şîsî'de îzâh edilmiş (anlatılmış)
ise de, kâriîn-i kirâmı (kıymetli
okuyucuları) külfet-i tetebbu'dan (konuyu
anlamak için çektikleri
sıkıntıdan) tahlîs
(kurtarmak)
için, ba'zı fevâid (faydalı
bilgiler) ilâvesiyle burada dahî mücmelen (kısaca,
öz olarak) tekrâr olunur:
Ma'lûm
olsun (bilinsin)
ki, ilm-i Hak (Hakk’ın
ilmi),
biri Zâtî (Zât’ına
ait) ve diğeri sıfâtî ve esmâî (sıfat
ve esmasıyla ilgili) olmak üzere iki nevi'dir (çeşittir) : "İlm-i
Zâtî" (Zâtına
ait ilim),
Zât-ı mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zât’ı) bilcümle sıfât
ve esmâ (bütün
esma ve sıfatların) izâfesinden (katılımından)
münezzeh (temiz, arı ve beridir) ve müstağnî
(doygun)
bulunduğu mertebe-i ahadiyyette (Zât
mertebesinde), kendi Zât’ına
olan ilminden ibârettir. Bu ilim, Zât-ı Mutlak'ın (Hakk’ın Zât’ının) aynı
olup, bu mertebede ilim, âlim, (bilen)
ma'lûm (bilinen)
nisbetleri (vasıfları) Zât-ı sırfda (Zât
mertebesinde) mahv (yok
olmuş) ve müstehlektir (helak
olmuştur).
Binâenaleyh (nitekim),
bu mertebede ilmin ma'lûma (bilinene)
tâbiiyyeti (bağlılığı) mes'elesi (konusu)
mevzû'-i bahs olamaz (bahsedilemez,
konuşulamaz).
"İlm-i sıfâtî ve esmâî" (esmasına
ve sıfatlarına olan ilmi) ise, Zât-ı sırfda (Zât mertebesinde) ve mertebe-i
gaybu'l-guyûb'da (ortada
hiç eser olmayan, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı
olmayan Zât mertebesinde) bi'l-kuvve (güç,
kuvvet olarak) mevcûd ve muhtefi (gizlenmiş)
olan bi'l-cümle nisebin (bütün
vasıfların, sıfatların) suver-i ilmiyye (ilmi
suretler) ile zuhûr ettiği (meydana
çıktığı) mertebe-i vâhidiyyete (mana
mertebesine) taalluk ettiğinden (alakalı
olduğundan) burada ilim, âlim (bilen)
ve ma'lûm (bilinen) nisbetleri (vasıfları)
yekdîğerinden (birbirlerinden)
temeyyüz eder (ayrılırlar).
Ve Mudill (delalete
sevkeden) isminin sûretlerinden bir sûret olarak
ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olan bir kâfirin (günahkârın)
ayn-ı sâbitesi, (ilmi
sureti) o sûretle ma'lûm-ı İlâhî (Allah’ın
ilminde bilinen) olur.
Ve Hakk'ın ilmi dahî o ma'lûma (bilinene)
tâbi' olur. Böyle olunca Hakk'a mertebe-i sıfât
ve esmâda (esma
ve sıfat mertebesinde) ilmi i'tâ eden (veren),
ma'lûmât (bilinenler)
olmuş olur.
Misâl:
İnsanın
gülme, ağlama gibi birçok niseb-i Zâtiyyesi (Zâtına
ait vasıfları, özellikleri) vardır. Bi't-farz (farz
edelim ki) hiç gülmemiş ve ağlamamış olan bir
insan, kendinde bu nisbetlerin (vasıfların)
mevcûdiyetini bilir ve bu ilim, insanın kendi zâtına
olan ilmidir. Fakat bu ilm-i zâtî (Zâtına
ait olan ilim) mücmeldir (öz,
özettir). İnsanın
zâtına, gülmesinin ve ağlamasının tarzı (biçimi,
usülü) mahfidir (gizlidir, bilinmez). Bu
ihtifâ (gizlilik), ancak
zuhûr (meydana
çıkmak) ile zâhir olur (görülür).
Vaktâki (ne
zaman ki) insan ağlar ve güler, ona bunların tarzı
tafsîlen (teferruatlı
bir şekilde) ma'lûm olur (bilinir,
anlaşılır). Evvelki
mertebede bu niseb (sıfatlar)
insanın zâtının aynı ve onun olduğu bir
zamandan beri kendi vücûdu ile berâber idi. Fakat insan,
sonradan sadâ ile
(sesli) güldü ve ağladı ve kendisinin vechinde (çehresinde)
hâsıl olan hâlleri âyînede
(aynada)
müşâhede etti (gördü).
Bu defa kendisinin ne vech ile (ne
şekilde) gülüp ağladığını alâ-tarîkı'l-müşâhede
(görmek,
seyretmek suretiyle) bildi ve evvelki ilmine nazaran (göre),
bu ilim hâdis oldu (sonradan
meydana geldi).
Fakat bu ikinci ilm-i tafsîlîyi (geniş,
etraflı ilmi) insan, hâriçten (dışardan,
başka birinden) almadı. Belki bu ilmi, yine insanın
zâtı zâtına i'tâ eyledi (verdi).
Binâenaleyh (nitekim),
bu ilim, gayrdan müstefâd (başka
bir yerden kazanılmış) değildir. Zîrâ
"ma'lûm" (bilinenler)
insanın şuûnâtından (işlerinden,
fiillerinden) birer şe'ndir (fiildir,
iştir) ki, mertebe-i zuhûrda (meydana
çıktığı mertebede) ma'lûmiyyetle (bilinmekle)
muttasıf (vasıflanmış) oldu. Ondan evvel,
mertebe-i Zât'ta (Zât
mertebesinde) enker-i
nekerâttan (belirsizlerin
en belirsizi, bilinmeyen, gizli) idi. Nitekim bu bahsin
(konunun)
tafsîli (geniş
açıklaması) Fass-ı
Lokmânî'de gelecektir.
<devam
edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
08.06.2003
http://gulizk.com
|