69. Bölüm

VIII

BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR

"Zât-ı sırf"da (Zât mertebesinde) şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ın fiilleri) arasında temâyüz (ayrılık, farklılık) olmadığı halde, bu mertebede ilmen (ilim olarak) yekdîğerinden (bir diğerinden) ayrılırlar. Meselâ Hâdî ismi Mu­dill'den ve Dârr ismi Nâfi'den temeyyüz eder (farklılık gösterir, ayrılır).  

Zât-ı Mutlak-ı lâtif (mutlak Zât’ın nuru) bu mertebeden sonra, ilimde sâbit (mevcut) olan suver (suretler) hasebiyle, cevâhir-i nûrâniyyeden (nur cevherlerinden) ibâret olarak mertebe-i ervâha (esma mertebesine, ruhlar mertebesine) te­nezzül eder (iner). Ve bu mertebede her bir isim, cevher-i nûrânî (nurdan cevher) olarak vü­cûd bulur. Bunlar dahî Hakk-ı Latîf in (Hakk’ın nurunun) bizzât taayyün (şekillenmesi, meydana çıkması) ve tekâsüfün­den (kesifleşmesinden, yoğunlaşmasından) başka bir şey değildirler. Ve buna âlem-i emr de derler.

Fakat bu tenezzülât-ı vücûddan (vücudun inişlerinden) maksad, kemâl-i zuhûr (kemalini açığa çıkarmak) ve ızhâr (göstermek) ol­duğundan, bu mertebe-i tenezzül (mertebeye inişi) ile iktifâ (yeterli görmek), münâfi-i gâye (gayesine aykırı) idi. Binâenaleyh (nitekim), Zât-ı Latîf (Zât’ın nuru) bundan sonra bir mertebe daha tenezzül buyurdu (indi). Ve bu cevâhir-i mücerredeye (birbirinden ayrılmış cevherlere) birer suver-i hayâliyye (hayali suretler) iksâ eyledi (giydirdi) ki, bu mertebeye: Âlem-i melekût, âlem-i misâl, âlem-i hayâl, berzah-ı suğrâ ve âlem-i tafsil derler. Velâkin bu âlemde (mertebede) dahî kemâl-i zu­hûr (tam mükemmellikte açığa çıkış) ve ızhâr (kendini gösterme) hâsıl olmaz (oluşmaz). Çünki suver-i hayâliyye (hayali suretler) her ne kadar açık bir sûrette (şekilde) görülür ve arzı (genişliği, eni) ve tûlü (uzunluğu) ve umku (derinliği) ölçülebilir ise de, kesâ­feti (katı, madde) olmadığından vezn edilemez (tartılamaz). Aynada muntabi' olan (görülen) sûret gibi.

Binâenaleyh (nitekim), bu gâyeye vusûl (ulaşmak) için, Zât-ı mutlak-ı latîf, (mutlak Zât’ın nuru) bizzât (kendisi) bir derece daha kesîf (koyu, yoğun) olan libâs-i taayyüne (taayyün elbisesine) büründü. Ve bu suretle (şekilde) bil­cümle esmâ ve sıfâtının (esma ve sıfatlarının bütün hepsinin) sûretlerini, kendi vücûdu âyînesinde (vücut aynasında) kemâ­liyle (tam olarak, mükemmelliğiyle) müşâhede eyledi (gördü, seyretti). Ve bu mertebe, merâtibin (mertebelerin) eksefi (en kesifi, koyusu) olup, ehl-i hakîkat (hakikâte erenler) bu mertebeyi: Şuhûd-ı mutlak, âlem-i şehâdet, âlem-i mülk, âlem-i nâsût, âlem-i halk, âlem-i hiss, âlem-i anâsır, âlem-i ec­sâm, âlem-i mevâlîd ilh... gibi esâmi (isimler) ile tevsîm ederler (adlandırırlar).

İmdi bu tenezzülâtın cümlesi (alçalanların, inenlerin bütün hepsi) Zât-ı latîf i Hakk'ın (Hakk’ın nurunun) mertebe mertebe suver-i kesîfeye (koyu, katı süretlere) bürünerek zâhir olmasından (meydana çıkmasından) ibârettir. Nitekim, Ebu'l­Hasen Gûrî (k.s) buyurur:

……………………………………………………. ya'nî "O Zât-i ecell ü a'lâyı (O, yüce Zât’ı) tenzîh ederim ki, nefsini ve Zât’ını lâtif kılıp Hak tesmiye etti (Hak olarak isimlendirdi) ve kesîf kılıp (koyu katı yapıp) halk tesmiye etti (halk diye isimlendirdi)". Ve bu hakîkâti tavzîhan (açıklayarak)  Abdülkerim Cilî (k.s.) el­-İnsânu'l-Kâmil nâmındaki eser-i âlîlerinde (yüce eserlerinde) âtîdeki (aşağıdaki) beyânâtta (açıklamalarda) bulun­muşlardır:

Tercümesi: "Hakk Teâlâ, âlemin "heyûlâ"sıdır (ilk cevheri, ilk maddesidir). Allah Teâlâ "Semâ­vât (gökleri) ve arz'ı (dünyayı) ve onların mâ-beynindeki (aralarında) olan eşyâyı (varlıkları), ancak Hak ile yarattık" (Hicr, 15/85) buyurdu. İmdi âlemin meseli (misali),  kara benzer ve Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, karın aslı olan su gibidir. Binâenaleyh (nitekim), bu karın ismi, bu mün'akad (katılaşması) üzerine  iâre olunmuştur (ödünç verilmiştir). Ve onun üze­rine ism-i mâiyyet (suyun  ismi) hakîkâttir. Ve ben bu hakîkate Bevâdirü'l-Gay­biyye fi Nevâdiri'l-Ayniyye ismi ile müsemmâ olan (adlandırılan) kasîdede tenbîh eyledim. Ve o, öyle bir kasîde-i azîmedir (büyük kasidedir) ki, zaman onun kümm-i hakâyıkı (hakikât gömlekleri) üzerine, onun tırâzı (nakışı) gibi dokumadı. Ve dehr, (çok uzun zaman) onlara vukûf (ulaşmak) için, tefhîm (anlatmak) husûsunda müsâmaha (aldırış etmemezlik) etmedi. Kavlimde (sözlerimde) mevzî'-i tenbîh (uyarı olan yer) şu beyitlerdir:

"Halk, (insanlar) timsâl (sureti, heykeli) husûsunda ancak kara benzer ve sen nâbi' olan (fışkıran, kaynayan) su­sun ki, o halkı mülâbissin (yaratılmışlık örtüsüne bürünmüşsün). Ve kar, bizim tahkîkimizde (araştırmamız, incelememizde), suyun gayrı (sudan başkası) değildir. Ve halbuki şerâyi'in (şeriatin) da'vet eylediği hükümde her ikisi de yekdîğerinin gayrıdır (bir diğerinden başkadır).  Velâkin, kar eriyip, onun hükmü kalkar ve su­yun hükmü vaz' edilir (konulur) ve emr-i vücûd böyle vâkı'dır (olur).

İmdi tenezzülât-ı vücûdu (vücudun alçalmalarını, inmelerini) biraz daha îzâh için bu misâli tevsî' ede­lim (genişletelim): Hevâ-yı nesîmîde (havada, atmosferde) olan buhar, kemâl-i letâfetinden (şeffaflığından) dolayı havâss-i hamse (beş duyu) ile hissedilmez. Bir derece tenezzül edince (alçalınca, inince), kesîf (koyu) bir bulut olur. Bu halde iken gözle görülür. Bir derece daha tenezzül edip (inip, alçalıp) su olduk­da evvelki mertebeden daha kesîf (koyu) olur. Ve bir mertebe daha tenez­zül edip (inip) buz olduğu vakit, merâtib-i sâbıkanın (önceki mertebelerin) cümlesinden (hepsinden) eksef (koyu, katı) olur. Maahâzâ (bununla beraber) bulut, su ve buz, buhârın vücûduna başka bir madde dâhil olmakla (girmekle) tahassul etmedi (oluşmadı). Belki bunlar ba'zı şerâit tahtında (hükümler altında) buhârın muhtelif (çeşitli) libâs-ı taayyünâta (taayyün elbiselerine) bürünerek zâhir olmasından (belli olmasından, görünmesinden) ibârettir. Bu­rada gördüğümüz tahavvülâtın kâffesi (değişiklerin hepsi), buharın min-haysü's-sıfât (sıfatları, özellikleri dolayısıyla) ta­ğayyürâtıdır (başkalaşımlarıdır). Yoksa buhâr, min-haysü'z-zât (zâtı bakımından) bu merâtibin (mertebelerin) hiçbirisin­de mütehavvil değildir (değişmez, değişikliğe uğramaz).  Zîrâ, mütehavvil (değişse) ve müteğayyir olsa (farklılaşsa, başkalaşsa) idi, buz eridiği vakit su ve harâretin te'siriyle bulut ve bulut dahi, yine mertebe-i letâfete (şeffaf mertebeye) rücü' (geri dönmesi) ile bilâ-tağayyür (başkalaşmaksızın) evvelki gibi buhâr olama­mak lâzım gelirdi. İmdi buhâr, her bir libâs-ı taayyüne (taayyün elbisesine) büründükçe, başka bir isim ile tevsîm edilmiş (isimlendirilmiş) oluyor. Ve o mertebede aldığı isim ile yâd olunup (anılıp) artık ona buhâr denmiyor. Meselâ buluta, suya ve buza "buhâr" tesmiye olunamayacağı (buhar olarak isimlendirilemeyeceği) gibi, bunlara buhâr da dene­mez. Zîrâ buhâr, min-haysü'z-zât (zâtı bakımından) bunlar gibi değildir. Ve buhârın gayrı (buhardan başkası) da denemez. Çünkü vücûd-i müstakılleri (kendilerine has bağımsız bir vücutları) yoktur. Hepsinin vücûdu izâf"i (bir şeye göre olan, nisbi bir vücuttur) ve i'tibârîdir (bir var kabul ediştir, farz ediştir).  Ve hakîkatte cümlesi (bütün hepsi) buhârdan başka bir şey değildir. Velâkin, zâhirde (görünüşte) birbirine muğâyir (aykırı) göründükleri gibi, nazar-ı şerîat­ta, (şeriat görüşünde) başka başka ahkâmı (hükümleri) hâizdirler (taşırlar). Buzun hakîkati su olmakla berâ­ber, suyun vazîfesini göremez. Su ile tahâret (temizlenmek) mümkündür; fakat kar ve buz tahâret (temizlenmek, yıkanmak) için isti'mâl edilemez (kullanılamaz).  Meğer ki eriyip su ola.

İmdi (şimdi) fezâ-yı bî-nihâyede, (sonsuz evrende) nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) olan "esîr"den, (kâinatı dolduran ve bütün cisimlere nüfûz eden) sehâb-ı mu­zîlerin (parlak bulutların) bi't-tekâsüf (kesifleşerek, yoğunlaşarak) zuhûru (ortaya çıkışı) ve onların dahî derece derece buhâr-ı nârî (ateşten buhar) ve mâyi-i nârî (kaynar sıvı) hâlinde küreler şeklinde tekâsüfleri (kesifleşmeleri, yoğunlaşmaları) ve bâ’dehû (daha sonra) kışr (kabuk) bağ­layıp avâlim-i kesife (kesif, madde âlemler) hâlinde devirleri (dönmeleri), bu misâle mutâbıktır (uygundur). Ve "ne­fes-i rahmânî" hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı İsevî'de gelecektir.

Bu mukaddime (başlangıç) ma'lûm olduktan (anlaşıldıktan) sonra, metnin şerhine (açıklamasına) mübâşeret edelim (başlayalım): Metn-i sâbıktaki (daha önce geçen yazılarda) beyânât (bildirilen) lisân-ı zâhir üzere (açık ifadeyle) vâkı' olmuş (oluşmuş) idi. Fakat beyânâtın (açıklananların) sırrı ve bâtını budur ki: Hak Teâlâ, isimleriyle a'yân­ı sâbite (ilmi suretler) âyînelerinde (aynalarında) ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahî vücûd-ı Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut aynasında) zâhir olur (görülür).  Şu hâlde a'yân-ı sâbite (manalar) Hakk'ın ve Hak dahî a'yân-ı sâbi­tenin (manaların) âyinesi (aynası) olmuş olur. İmdi Hak, a'yân-ı sâbiteye (manalara) âyîne (ayna) olunca, abd (kul), ayn-ı sâbitesi i'tibâriyla (kendi manası bakımından) Hakk'ın âyîne-i vücûdunda (ayna olan vücudunda) ayn-ı müm­kine (mümkün olan mana) hasebiyle, Deyyân (hesaba çeken, hüküm veren) isminden zâhir olan (görülen) bir tecellîdir. Demek ki, Hakk'ın abd-i mütedeyyine (dinine bağlı olan kulun) inkıyâdı (teslim olması, boyun eğmesi),  kendisinin tab'ına (tabiatına, huyuna) mülâyim (hoş, güzel) olan şey ile, Hak'tan celâsını taleb eylediği (görünmek, ortaya çıkmak istediği) ve istid'â eylediği (yalvararak, dua ederek istediği) ism-i Dey­yân'ın (hesaba çeken, hüküm veren, Deyyan isminin) tecellîsidir. Ta'bîr-i dîğerle (diğer bir ifadeyle) abd-i mütedeyyin (dine bağlı kul) öyle bir ismin mazharıdır ki (göründüğü yer, mahaldir ki),  o isim onun mütedeyyin (dinine bağlı) olmasını iktizâ eder (gerektirir).  Ve onun ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti), ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olduğu hînde (esnada), bu sûretle ma'lûm-ı İlâhî (Hakk’ta bilinen) olmuştur. Ve o abdin (kulun) hakikati, ya'nî ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti), Hak'tan bu tecellîyi taleb etmiştir (istemiştir). Hak dahî ifâza-i vücûd (vücut vermek) ile onun talebini (isteğini) is'âf etmiştir (kabul edip yerine getirmiştir). Binâenaleyh (nitekim), abd-i mütedeyyin (dinine bağlı kul),  mecbûren mütedeyyindir (dinine bağlıdır). Fa­kat bu cebir (zorlama),  ona kendi hakîkatinden ve isti'dâd-ı ezelîsinden (önceden oluşmuş istidadından) gelir. Ve onun hakîkâtinin isti'dâdı mec'ûl (yapılmış) değildir, ya'nî mahlûkıyyetle (yaratılmışlıkla) mevsûf (vasıflanmış) değildir. Ve kezâ (böylece) gayr-i mütedeyyin (dinsiz) olan abdin (kulun) adem-i inkı­yâdı (teslim olmaması) dahî, isti'dâd-ı ezelîsinden (önceden oluşmuş istidadından) gelir. Binâenaleyh (nitekim), o da mecbûrdur. Şu hâlde bunların zâtları ve hakîkatları Hakk'a ezelde (geçmişte) ne ilim i'tâ etmişlerse (vermişlerse),  âlem-i imkânda, ya'nî hazret-i şehâdette (dünyada), onların üzerine âit olan şey dahî ancak odur. Ve mümkinâttan (meydana gelmişlerden) her bir ferdin (kişinin),  ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) mutlaka birer sûreti vardır. Ve bu sûretler yekdîğerinden (biri diğerinden) mü­temeyyizdir (farklıdır) ; birbirine benzemez. Çünki esmâ-i İlâhiyye’nin havâssı (hususiyetleri) muhteliftir (çeşitlidir). Bu sûretler ise, o esmânın in'ikâsâtıdır (aksidir, yansımasıdır).  Böyle olunca, bu ihtilâf-ı ahvâlden (farklı durumlardan) dolayı, Hakk'ın tecellîsi (görünmesi, belirmesi) dahî muhtelif (çeşitli) olur. Bi­nâenaleyh (nitekim), Hak tarafından "cezâ" (karşılığını verme), a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) Hakk'a verdik­leri ilim hasebiyle ve Hakk'ın âyine-i vücûdunda (ayna olan vücudunda)  mütecellî olan (görülen) sûret iktizâsıyladır (suretin gereğiyledir).  Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler), ne hâl (oluş) üzere idiyseler, kendilerine o şeyin teklîf olunmasını ve kendilerine o ahvâl (haller, durumlar) ile "cezâ" eylemesi­ni (karşılığın verilmesini), Hakk'a teklîf ederler. Ve onların bu teklîfini Hak dahî, "cezâ" (karşılık) olarak onlara verir. Ve bi'n-netîce (netice olarak) abdin (kulun) üzerinde Hakk'ın eseri, an­cak abdin hasebi (kul dolayısıyle), ya'nî ezelde (geçmişte) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) bulunduğu hâl (oluş) üzere vukû bulur (oluşur).  Ve bu hakîkate işâreten hadîs-i şerîfte ………………….. ve âyet-i kerîmede dahi ………………………… (İsra, 17/84) buyrulmuştur. Binâenaleyh (nitekim), bir kimse ezelde (geçmişte) hangi ismin mazharı (göründüğü yer) ola­rak ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olmuş ise, bu âlem-i dünyada, o ismin hazîne­sinde meknûz (saklı, gömülü) olan ahvâli (halleri) ızhâr etmek (açığa çıkarmak) o kimseye bilâ-külfet (külfet olmaksızın) âsân (kolay) gelir. Abd-i mütedeyyine (dinine bağlı kula), gayr-i mütedeyyin (dinsiz) olmak güç geldiği gibi, gayr-i mütedeyyin (dinsiz) olan kimseye mütedeyyin olmak (dinine bağlı olmak) dahi ölümden beter ge­lir. Bu bahiste (mevzuda) suâl ve cevap çoktur. Fakat Fusûsu'l-Hikem'in maâ­rif (bilgileri) ve hakâyıkı (hakikâtleri), alâ-tarîkı'l-ihâta (idrak etmek, ihata etmek suretiyle) ma'lûm olunca (bilinince) bunların hiçbirisi­ne hâcet (ihtiyaç) kalmaz. Nitekim, bu bahsin (konunun) istinâd ettiği (dayandığı) en mühim nokta isti'dâdın gayr-ı mec'ûl (kılınmamış, yapılmamış istidad) olmasıdır ki, bu da Fass-ı Uzeyrî'de îzâh olunur (açıklanır).

İmdi, gerek hayrı ve gerek zıdd-ı hayrı (hayırsız olanı), abde (kula) kendi zâtının gayrı olan (kendinden başka) biri vermedi. Belki abd (kul) ezelde (geçmişte) Hak'tan bunlar ile zuhûru (meydana çıkmayı) taleb etti (istedi).  Ve Hak dahî onun talebini is'âfen (isteğini kabul ederek) ifâza-i vücûd eyledi (vücut verdi).  Şu halde, zâtına in'âm (iyilik) eden ve zâtını ta'zîb (üzen, eziyet) eden, ancak abdin (kulun) kendidir. Eğer abde (kulda) cezâ-yı gayr-ı mülâyim (hoşa gitmeyen ceza) isâbet ederse (rastlarsa), abd (kul) kendisini zemm et­melidir (kötülemeli, yermelidir). Çünki, bu azâbın menbaı (çıkış noktası, kaynağı) kendidir. Ve cezâ-yı mülâyim (hoşa gidecek bir ceza) ve sevâb isâbet ederse, yine kendi nefsine hamd (övüp medh) etmelidir. Çünkü menba­ı in'âm (iyiliklerin çıkış noktası, kaynağı) kendidir. Demek ki, Hakk'ın ibâdıyla (kullarına) muâmelesi, ancak on­ların ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübûtu (mevcut oldukları) ve sûretlerinin irtisâmı (resmedilmesi, şekillenmesi) hasebiyledir. Bu hâlde Allah için hüccet-i bâliğa (en yüksek mertebede olan hüccet, delil) sâbit (mevcut) olur. Çünkü bâlâdaki (yukarıdaki) mukad­dimede (girişte) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak, hakiki vücut sahibi Hakk’ın, Zât’ın) ilk tenezzü­lünde, (inişinde, alçalışında) o ibâdın hakâyıkı (kulların hakikâtleri) Hakk'ın ne süretle ma'lûmu olmuş (Hakk’ta ne şekilde bilinmiş) iseler, Hak bu ilmi hasebiyle onların üzerine hükmetti. Ve Hakk'ın ilmi ise, bu ma'lûmâta (bilinenlere) tâbi'dir (bağlıdır).  İlmin ma'lûma (bilinene) tâbi' (bağlı) olduğu Fass-ı Şîsî'­de îzâh edilmiş (anlatılmış) ise de, kâriîn-i kirâmı (kıymetli okuyucuları) külfet-i tetebbu'dan (konuyu anlamak için  çektikleri sıkıntıdan)  tahlîs (kurtarmak) için, ba'zı fevâid (faydalı bilgiler) ilâvesiyle burada dahî mücmelen (kısaca, öz olarak) tekrâr olunur:

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, ilm-i Hak (Hakk’ın ilmi), biri Zâtî (Zât’ına ait) ve diğeri sıfâtî ve esmâî (sıfat ve esmasıyla ilgili) ol­mak üzere iki nevi'dir (çeşittir) :  "İlm-i Zâtî" (Zâtına ait ilim), Zât-ı mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zât’ı) bilcümle sıfât ve esmâ (bütün esma ve sıfatların) izâfesinden (katılımından) münezzeh (temiz, arı ve beridir) ve müstağnî (doygun) bulunduğu mertebe-i ahadiyyette (Zât mertebesinde),  kendi Zât’ına olan ilminden ibârettir. Bu ilim, Zât-ı Mut­lak'ın (Hakk’ın Zât’ının) aynı olup, bu mertebede ilim, âlim, (bilen) ma'lûm (bilinen) nisbetleri (vasıfları) Zât-ı sırfda (Zât mertebesinde) mahv (yok olmuş) ve müstehlektir (helak olmuştur). Binâenaleyh (nitekim), bu mertebede ilmin ma'lûma (bilinene) tâ­biiyyeti (bağlılığı) mes'elesi (konusu) mevzû'-i bahs olamaz (bahsedilemez, konuşulamaz). "İlm-i sıfâtî ve esmâî" (esmasına ve sıfatlarına olan ilmi) ise, Zât-ı sırfda (Zât mertebesinde) ve mertebe-i gaybu'l-guyûb'da (ortada hiç eser olmayan, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan Zât mertebesinde) bi'l-kuvve (güç, kuvvet olarak) mevcûd ve muh­tefi (gizlenmiş) olan bi'l-cümle nisebin (bütün vasıfların, sıfatların) suver-i ilmiyye (ilmi suretler) ile zuhûr ettiği (meydana çıktığı) mertebe-i vâhidiyyete (mana mertebesine) taalluk ettiğinden (alakalı olduğundan) burada ilim, âlim (bilen) ve ma'lûm (bilinen) nisbetle­ri (vasıfları) yekdîğerinden (birbirlerinden) temeyyüz eder (ayrılırlar). Ve Mudill (delalete sevkeden) isminin sûretlerinden bir sûret olarak ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan bir kâfirin (günahkârın) ayn-ı sâbitesi, (ilmi sureti) o sû­retle ma'lûm-ı İlâhî (Allah’ın ilminde bilinen) olur. Ve Hakk'ın ilmi dahî o ma'lûma (bilinene) tâbi' olur. Böyle olunca Hakk'a mertebe-i sıfât ve esmâda (esma ve sıfat mertebesinde) ilmi i'tâ eden (veren), ma'lû­mât (bilinenler) olmuş olur.

Misâl: İnsanın gülme, ağlama gibi birçok niseb-i Zâtiyyesi (Zâtına ait vasıfları, özellikleri) vardır. Bi't-farz (farz edelim ki) hiç gülmemiş ve ağlamamış olan bir insan, kendinde bu nis­betlerin (vasıfların) mevcûdiyetini bilir ve bu ilim, insanın kendi zâtına olan il­midir. Fakat bu ilm-i zâtî (Zâtına ait olan ilim) mücmeldir (öz, özettir).  İnsanın zâtına, gülmesinin ve ağlamasının tarzı (biçimi, usülü) mahfidir (gizlidir, bilinmez).  Bu ihtifâ (gizlilik), ancak zuhûr (meydana çıkmak) ile zâhir olur (görülür). Vak­tâki (ne zaman ki) insan ağlar ve güler, ona bunların tarzı tafsîlen (teferruatlı bir şekilde) ma'lûm olur (bilinir, anlaşılır).  Evvelki mertebede bu niseb (sıfatlar) insanın zâtının aynı ve onun olduğu bir zamandan beri kendi vücûdu ile berâber idi. Fakat insan, sonradan sadâ ile (sesli) güldü ve ağladı ve kendisinin vechinde (çehresinde) hâsıl olan  hâlleri âyînede (aynada) müşâhede etti (gördü). Bu defa kendisinin ne vech ile (ne şekilde) gülüp ağladı­ğını alâ-tarîkı'l-müşâhede (görmek, seyretmek suretiyle) bildi ve evvelki ilmine nazaran (göre), bu ilim hâdis oldu (sonradan meydana geldi). Fakat bu ikinci ilm-i tafsîlîyi (geniş, etraflı ilmi) insan, hâriçten (dışardan, başka birinden) almadı. Belki bu ilmi, yine insanın zâtı zâtına i'tâ eyledi (verdi). Binâenaleyh (nitekim), bu ilim, gayrdan müstefâd (başka bir yerden kazanılmış) değildir. Zîrâ "ma'lûm" (bilinenler) insanın şuûnâtından (işlerinden, fiillerinden) bi­rer şe'ndir (fiildir, iştir) ki, mertebe-i zuhûrda (meydana çıktığı mertebede) ma'lûmiyyetle (bilinmekle) muttasıf (vasıflanmış) oldu. On­dan evvel, mertebe-i Zât'ta (Zât mertebesinde)  enker-i nekerâttan (belirsizlerin en belirsizi, bilinmeyen, gizli) idi. Nitekim bu bah­sin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Lokmânî'de gelecektir.

<devam edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

08.06.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail