VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ
RÜHİYYE"
BEYÂNINDADIR
Abdülkerim
Cîlî (k.sJ el-İnsânu'l-Kâmil nâmındaki eser-i şerîfinin on birinci bâbında
(bölümünde)
Ya'nî
"İlim, sıfât-ı nefsiyye-i ezeliyyedir (nefsin
ezeli sıfatıdır). Binâenaleyh
(nitekim),
Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın kendi nefsine ve
halkına (yarattıklarına)
olan ilmi, ilm-i vâhid (tek
ilim) olup gayr-ı münkasimdir (bölünmez)
ve taaddüd etmez (çoğalmaz,
sayısı artmaz).
Velâkin o, kendi nefsini, kendine mahsûs (ait,
özel) olan şeyle ve halkını (yarattıklarını)
dahî, üzerinde bulundukları şeyle (hakikâtleriyle) bilir.
Ve bir şeyin kendisinin gayrından müstefâd (kendisinin
dışında bir yerden kazanılmış) olması lâzım
gelmemek için, ma'lûmât (bilinenler)
kendi nefislerinden ilmi i'tâ ettiler (verdiler)
demek câiz (doğru)
olmaz. İmam Muhyiddîn ibn Arabî (r.a), muhakkak
ma'lûmât-ı Hak (Hakk’ta
bilinenler),
kendi nefislerinden Hakk'a ilim i'tâ eyledi (verdi),
dediği
cihetten (yönden)
sehv (yanıldı,
hata) etti. İmdi biz onu ma'zûr görürüz; ve bu
onun ilminin bâlig (eriştiği,
ulaşmış) olduğu mertebedir, demeyiz"
kavliyle (sözleriyle)
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)’in gerek Fusüsu'l-Hikem'deki
ve gerek Fütühât-ı
Mekkiyye'deki beyânât-ı aliyyelerine (yüce
açıklamalarına) muhâlefet buyururlar (karşı çıkarlar).
Velâkin, bâlâdaki (yukarıdaki)
misâl, insanın kendi nefsine tatbik olunursa (uygulanırsa) zevkan
(manevi
zevkle) ma'lûm olur (bilinir)
ki, Hz. Şeyh'in beyânât-ı aliyyelerinde (yüce
açıklamalarında) sehv (hata) yoktur.
Zîrâ ………………………………………… (İsrâ,
17/14) buyurulmuştur. Ve ilmin "Zâti" (Zât’ına ait) ve
"sıfâtî" (sıfatlarına
ait) olmak üzere taksîmi (bölünmesi)
ve ta'dîdi (çoğalması),
vücud-i Vâhid'deki i'tibârâttır (tek
vücuttaki tahminler, kabul edişlerdir) ; ve
bu i'tibârâtın (faraziyelerin,
kabul edişlerin) gayr addiyle (başka
sayılmasıyla), ilmin
gayrdan müstefâd (başka
bir yerden kazanılmış) olduğuna hükmetmek garîb
görünür. Ve ma'lûmât-ı Hak (Hakk’ın
ilminde olanlar) ,
Hakk'ın gayrı (Hak’tan
başka) değildir ki, Hak ilmini gayrdan (başka
birinden) almış olsun. Hiç şüphe yoktur ki, bu
mes'ele Hz. Şeyh'in buyurdukları gibidir. Husûsiyle bu Füsusu'l-Hikem
(S.a.v) Efendimiz (Hz.
Muhammed) tarafından ihsân buyurulmuştur (bağışlanmıştır).
Ve Hz. Şeyh ancak mütercimdir (tercümandır)
.
Binâenaleyh (nitekim)
bu beyânâta (açıklamalara) sehv
isnâdı (hatalıdır
diyerek iftirada bulunmak) ,
iki nokta-i nazardan (iki görüşten
dolayı) asla câiz (katiyyen
doğru) değildir: Birisi budur ki, bu Füsusu'l-Hikem'in
a'ref-i Enbiyâ (S.a.v) Efendimiz tarafından verildiği ve
kendilerinin ancak mütercim (tercüman)
olduğu hakkındaki beyânât-ı (açıklamaları)
Şeyh-i Ekber'e (Şeyhlerin
en büyüğüne)
i'timâd edilmemiş (güvenilmemiş)
olur. İkincisi de budur ki, bu ihbâra (anlatılanlara) i'timâd
olunup da (güvenip
de) ondaki beyânata (anlatılanlara,
açıklananlara) sehv isnâdında (hatalı
olduğuna dair) ısrâr edilirse,
bu isnâd (yakıştırma)
,
(Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e râci' olur
(geri
döner, ait olur) .
Bunların ikisi de câiz (doğru) değildir.
Fakat ne çâre ki, ihtilâf-ı ezvâk (zevklerin
farklı oluşu) ve meşârib, (huyların
değişik oluşu) Abdülkerim Cîlî (k.s) hazretleri
gibi hakikaten mümtâz-ı urefâ (seçilmiş
ariflerden) olan bir Zât-ı şerîfı (şeref
sahibi bir Zât’ı) bu gibi mütâlaâta (düşüncelere)
sevketmiştir.
Ve'l-hâsıl
(sözün kısası) ilim,
ma'lûma (bilinene)
tâbi'dir (bağlıdır).
Ve a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) Hakk'a ne ilim i'tâ etmişlerse (vermişlerse), o sûretlerde
Hakk'ın ma'lûmu (Hakk’ta
bilinen) olurlar; ve bu sûretle de Allah için hüccet-i
bâliğa (kuvvetli
delil) sâbit (mevcut) olur.
Vaktâki
(ne vakit ki) Hak
Teâlâ münkirlere, (inkârcılara)
"Cehenneme gidiniz!" buyurur. "Niçin?"
derler. "Akâidi-i nâ-şâyesteniz (uygun
olmayan inanışlarınız) sebebiyle..."
buyrulur. Derler ki: "Küfrümüz irâde-i İlâhiyyen (İlahi
iraden) ile vâkı' olmamış mı (oluşmamış
mı) idi?" Buyurur ki: "Evet, fakat irâdem
ilmime ve ilmim dahî, sizin hakâyıkınızdan (hakikatlerinizden)
ibâret olan ma'lûma (bilinene)
tâbi'dir. (bağlıdır) "
Ve bu cevâb üzerine münkirler (inkâr
edenler) bilirler ve anlarlar ki, kendilerine gelen
azâb yine kendilerindendir. Kendi düşen ağlamaz, deyip mebhût
olurlar (şaşırırlar,
hayrette kalırlar). Fakat
bu ifâdât (ifadeler)
zevk-i isneyniyyet (ikilik
zevki) içinde bulunan kâriîn (okuyucular)
için
kâfî değildir. Zîrâ onların nazarlarında (görüşlerinde)
Hakk'ın ve kendilerinin ve eşyânın (varlıkların)
ayrı ayrı vücûdları vardır. Bu sebeple
suallerini teselsül ettirirler
(sorularını sormaya devam ederler).
Ondan
sonra bu mes'ele mislinde, bu sırrın fevkinde olan sırr budur
ki, muhakkak mümkinât, ademden olan aslı üzerine sâbittir.
Ve mümkinâtın nefislerinde ve ayınlarında, üzerinde
bulundukları ahvâlin sûretlerine mülâbis olan Hakk'ın vücudundan
gayrı bir vücûd yoktur. İmdi sen mültezz ve müteellim
olanın kim olduğunu ve ahvâlden her bir hâli ta'kîb edenin
ne şey olduğunu bildin; ve o sebeble "ukûbet" ve
"ıkâb" tesmiye olundu. / Ve o, hayırda ve şerde
câizdir. Şu kadar vardır ki, örf onu, hayırda "sevâb"
ve şerde "ıkâb" tesmiye etti. Ve işte bunun için
din, "âdet" ile tesmiye veyâ şerh olundu. Zirâ
onun hâlinin iktizâ ettiği veyâ taleb eylediği şey, onun
üzerine avdet etti. Böyle olunca dîn, âdettir. Şâir ………………………..
dedi. Ya'nî "Senin âdetin" demektir. Ve "âdet"ten
ma'kul, emrin ayniyle kendi hâline avdetidir. Ve bu, ya'nî
ayniyle avdet, vâkı' değildir; zîrâ âdet, tekrârdır (8).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) ………………….. buyurmuş ve emr-i Ulûhiyyet'in
sûret-i inkıyâdını (teslim
olma şeklini) lisân-ı zâhir (açık
ifade) ile îzâh eylemiş (anlatmış)
ve ba'dehû (daha
sonra) onun sırrını ve bâtınını (gizli
yönlerini) beyân etmiş (açıklamış)
idi. Şimdi de bu mes'elenin bir kat daha lübbüne (özüne)
ve hakîkatine nüfûz ederek buyururlar ki: Mümkinât
(mümkin olanlar,
olabilirlikler) , ademden
(yokluktan) ibâret
olan aslı üzerine sâbittir (mevcutturlar).
Çünki onların vücûdu izâfi (Hakk’ın
varlığı ile mevcut, kayıtlı) ve i'tibârîdir (gerçekte
olmayıp var kabul edilendir).
Nitekim, buzun ve suyun vücûdları buhara nazaran (göre)
izâfı (buharın
vücuduna bağlı) ve i'tibâridir (aslında
olmayıp var kabul edilir) ve vücûdlarında istiklâl
yoktur (bağımsız
değildirler).
Onların kayyûmu (özdenliği)
olan buharı kaldırıverirsek, bunlar da yok
olurlar. Bâlâda (yukarıda) îzâh
edildiği (anlatıldığı)
üzere, halktan (yaratılmışlardan)
ibâret olan mümkinâtın (mümkin
olanların, olabilirliklerin) vücûdu ile Hakk'ın vücûdu
arasındaki münâsebet (ilişki,
bağlılık) dahî böyledir. Binâenaleyh (nitekim)
meydanda Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûd
yoktur. Vücûd-ı Hak o mümkinât-ı ma'dûmenin, (yokluk
içinde, yok durumunda olan mümkünlerin, olabilirliklerin) ahvâl-i
ma'dûmesi (açığa
çıkmamış,
yok durumunda olan halleri) sûretiyle mütelebbis (giyinmiş)
olup zâhir olmuştur (açığa
çıkmıştır).
Binâenaleyh (nitekim)
mümkinâtın ahvâli (mümkin
olanların halleri, olabilirlikler) sûretlerinde zâhir
olan (açığa
çıkan, görülen),
ancak Hakk'ın vücûdudur. Mümkinât (mümkin
olan şeyler, olabilirlikler) ise, ademiyyet-i
asliyyesi (yok oldukları asıl)
üzerine sâbittir (mevcuttur).
Bu sırrı böylece bildiğin vakitte, suver-i ahvâl-i
mümkinâtta (mümkün olan
suretlerin hallerinde, oluşlarında) mütelezziz (lezzet
alanın) ve müteellim olanın (eziyet
çekenin) kim olduğunu bilmiş olursun. Ya'nî vücûd-ı
Hak, ibâdının (kullarının) ve
onların ahvâlinin (hallerinin)
sûretlerine bürünüp zâhir olduğundan, (meydana
çıktığından) abdin (kulun) hoşuna
gidecek mükâfât ile ona inkıyâd eyledikde (teslim
olduğunda, boyun eğdiğinde) mütelezziz olan (tad
alan, hoşlanan) ve hoşuna gitmeyecek cezâ ile münkad
(boyun eğen) oldukda
dahî müteellim olanın (eziyet
çekenin) yine Hakk'ın kendisi olduğunu bilirsin.
Velâkin "iltizâz" (lezzet
alma) ile "teellüm" (kederlenme)
sıfât-ı halkıyye (yaratılmışlara
ait sıfatlardan) ve kevniyyedendir
(varlıkla,
var olmakla alakalıdır).
Mekr (hile,
aldatma) ve istihzâ ve ezâ (alay
etme, eğlenme) ve keyd (oyun,
tuzak) gibi sıfât-ı kevniyye (varoluş
ile ilgili sıfatlar) ve halkıyye (yaratılmışlıkla
ilgili sıfatlar),
Hakk'a ancak mertebe-i halkıyyete (var
oluş, yaratılış mertebesine) tenezzülünde (inişinde)
izâfe olunur (mal
edilir). Nitekim,
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: …………………………..
(Şûrâ, 42/19) ya'nî "Allah denilen ma'nâ, latîfdir.
İbâdına (kullarına)
mülâbis (iç içe,
birlikte) olduğu halde dilediğini irzâk eder (rızıklandırır)
. "
…………
deki "bâ" mülâbese (münasebet,
yakınlık) içindir. Demek ki Allah Zü'l-celâl,
ibâdının (kullarının)
kisve-i taayyünününe (taayyün
elbisesine) bürünüp zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır).
Bu mertebede ise telezzüz (hoşlanma,
lezzet alma) ve teellüm (kederlenme)
gibi birtakım sıfât-ı halkıyye (yaratılmışlara
ait sıfatlar) vardır. Binâenaleyh (nitekim),
onun bu mertebesinde bu sıfât dahî ona izâfe
olunur (mal
edilir).
Fakat vücûd-ı Hakk'ın mertebe-i Ahadiyyesi (Ahadiyet
mertebesi, Zât’ı) ,
ya'nî Zât-ı Sırf mertebesi, nazar-ı i'tibâra alınacak
(göz
önünde bulundurulacak) olursa, sıfât-ı Hakkıyye
(Hakk’ın
sıfatları) ve halkıyyenin (yaratılmışların)
cümlesi (hepsi)
Zâtında mahv (helak olmuş) ve
müstehlektir
(yok olmuştur) .
O
mertebede Hak iltizâz (lezzetlenmeken) ve
teellümden (acı,
keder duymaktan) münezzehdir (beridir)
ve tenzîhden (beri kılmaktan) dahî
münezzehdir (arıdır,
beridir). Zîrâ
münezzehiyet (beri
kılmaklık) dahî bir sıfattır.
İmdi
bu sırrı anlayınca mertebe-i imkânda (şehadet
aleminde, dünyada) müteellim (eziyet
çekenin) ve mütelezziz olanın (lezzetlenenin)
kim olduğunu bildiğin gibi, hâllerden her bir hâli
ta'kîb edenin dahî ne şey olduğunu bilirsin. Ve "cezâ"
hâlin "akîb"i (bir
önceki halin karşılığı) olduğu için
"ukûbet"" (cezalandırma)
ve "ıkâb" (azab)
nâmını (adını)
iktisâb eyledi (edindi).
Ve "ıkab" (azab) lügat
i'tibâriyle (bakımından)
hayırda ve şerde câizdir (olur).
Ve meselâ umûr-ı dünyeviyye (dünya
işlerini, hususlarını) ve uhreviyyeye de
(ahiretle ilgili hususları da) şâmildir (kapsar,
içine alır). Nitekim
açlık bir hâldir ki, onu ekl-i taâm (yemek
yemek) hâli tâ'kîb eder. Ve ekl-i taâm (yemek yemek) hâlini
de tokluk hâli ve tokluk hâlini def-i tabîî (abdest
bozma) hâli ve def’-i tabiî (abdest
bozma) hâlini kezâ, açlık hâli ta'kîb eder. Ve
her bir hâlin akîbi olan (arkasından takip
eden) hâl, hâl-i evvelin (bir
önceki halin) "cezâ"sıdır (karşılığıdır)
. Bu
düstûru (kaideyi) ahvâl-i
nâ-mütenahiyyeye (sonsuz
hallere) tatbîk et! Umûr-ı uhreviyye (ahiretle
ilgili işler) de böyledir. Ve bir hâlin akîbi
olarak (arkasından
gelen) tekevvün eden (oluşan)
hâl-i sânî (ikinci hal), hâl-i
evvele (bir önceki hale) tâbi'dir
(bağlıdır).
Eğer hâl-i evvel (bir
önceki hal) hoş ise, cezâsı (karşılığı)
da hoş olur; nâ-hoş (hoş
değil) ise, hâl-i sâni (ondan
sonraki ikinci hal) de nâ-hoş olur (hoş olmaz).
Ya'nî
ne ekersen onu biçersin. Meselâ birisine şetm edersen (söversen) şetm
(sövmek) ile
mukâbele (karşılık)
görürsün. Ve kıs alâ-hâzâ (buna
göre diğerlerini kıyas et) !...
Beyit:
(Tercüme)
"İyi olsun kötü olsun, kim ne yaparsa kendine yapar. Kişinin
kendi eliyle yaptığını onun hakkında kimse yapmaz."
İşte
hâl-i sânî (ikinci
hal), hâl-i
evveli (bir
önceki hali) ta'kîb ettiği için ona "ukûbet"
(ceza,
azap) ve "ıkâb" (azap,
eza, cefa) denildi. Ancak örf-i şer'î (şeriat
adetlerine göre) "hayır" dediğimiz hâlî
ta'kîb eden cezâya, ya'nî
hâl-i sânîye (sonraki
ikinci hale) "sevâb';
ve şerri (kötülüğü)
ta'kîb eden cezâya (karşılığını
almaya) da "ıkâb" (azap)
tesmiye etti (dendi).
Ve abdin (kulun)
hâl-i evvelinin (ilk
halinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
veyâ taleb eylediği (istediği)
hâl-i sânî (ikinci
hal) ne ise onun üzerine âit olup döndüğü için
dîn, "âdet" ile tesmiye olundu (âdet
ismiyle adlandırıldı).
Demek ki bu i'tibarla (bakımdan) dîni
"âdet" ma'nâsına da almak câizdir (olur,
olabilir). Nitekim
şâirin biri şu ………………………….. mısra'ında
dîni, "âdet" ma'nâsında isti'mâl etmiş (kullanmış),
"Senin âdetin" demeği murâd eylemiştir.
Ve "âdet" denildiği vakit, aklen anlaşılan ma'nâ,
bir emrin (işin,
hususun) aynıyla kendi hâlinde avdetidir (aynının,
bizzat kendinin geri dönmesidir).
Halbuki emr-i sâbıkın (önceden geçmiş
işlerin, hallerin) aynı ile avdet etmesi (aynın,
kendinin geri dönmesi) vücûdda (varlıkta)
vâkı (olagelmiş) değildir.
Zîrâ "âdet" denildiği vakit aklen tekrâr ma'nâsı
anlaşılır. Tecellîde (oluşmalarda,
belirmelerde) tekrâr yoktur. Belki misliyyet (benzerlik) ve
müşâbehet (benzeyiş)
vardır. Meselâ bu yazdığımız satırları yüksek sadâ (ses) ile
birisine karşı okuduk. Okurken nefesimizi harf ve savt (sesimiz)
ile teksîf ederek (kalınlaştırarak)
salıverdik. Muhâtabımız (karşımızdaki
şahıs) bu ibâreleri (cümleleri)
tekrâr okumamızı teklîf etti. Bir daha okuduk.
Bu ikinci kırâat (okuma),
evvelki kırâatın (okumanın)
aynı değildir; belki mislidir (benzeridir).
Zîrâ, evvelki kırâatta (okumada) ihrâc
ettiğimiz nefes (dışarı
çıkardığımız nefes),
kırâat-ı sânîde (ikinci
okumada) sarf ettiğimiz (harcadığımız)
nefesin aynı değildir. Bu hâli, fenn daha çabuk
teslim eder. Çünkü nefes, mahrec-i (genzimizden
çıkan nefes) hâmız-ı fahmdır (asit
karboniktir). Bizim
evvelki kırâatta (ilk
okuyuşta) ciğerlerimizden çıkardığımız hâmız-ı
fahmın (asit
karboniğin) zerrâtı (zerrecikleri)
havâ-yı hâricîye (dıştaki
havaya) karışıp gitti. Kırâat-i sânîde (ikinci okuyuşta) çıkan
hâmız-ı fahm (asit
karbonik) zerrâtı (zerreleri)
ise gidenin aynı değildir; belki misli ve müşâbihidir
(benzeridir). Ve kezâ
sadâmızı (sesimizi)
muhâtabımızın (karşımızdaki
kişinin) sem'ine (kulağına)
îsâl eden (ulaştıran) temevvücât-ı
havâiyye (havadaki
ses dalgaları) de kırâat-ı evvel (ilk
önceki okuma) ve sânidekilerin (ikincilerin)
aynı değildir; misli ve müşâbihidir (benzeridir).
Velâkin, histeki bu misliyyet (aynılık)
ve müşâbehet (benzerlik)
"tekrar" lâfzının isti'mâline (kelimesinin kullanılmasına)
sebeb oluyor. İşte bu müşâbehet (benzerlik)
ve misliyyet sebebiyle Kur'ân-ı Kerim'de "i â
d e" ta'bîri mesbûktur (geçmiştir).
Nitekim
buyurulur:
………………………………………………………
(Enbiyâ, 21/104) ya'nî "O günde ki biz gökleri,
kitaplar tomar olup büküldüğü gibi tayy ederiz (dürüp bükeriz). Nitekim
evvel-i halka bed' etmiş idik. Onu iâde ederiz."
Erbâb-ı
fenne ma'lûmdur ki
(fen
ilmiyle uğraşanlar bilirler ki) semâvât (semalar)
ta'bîr ettiğimiz (dediğimiz)
ecrâm-ı semâviyye (gök
cisimleri) ibtidâ-yı tekevvünlerinde (ilk
oluşmalarında) sehâb-ı muzî (parlak
bulutlar) hâlinde idiler. Bunların fezâda küre
hâlinde devirlerinde (kendi
etraflarında dönmelerinde) kuvve-i
ani'l-merkeziyyeleri (merkezkaç
kuvveti) sebebiyle, kendilerinden birer küreler
infikâk ederek (ayrılarak)
onların etrâfında devre (dönmeye)
başladılar. Edvâr-ı medîdenin (uzun
devirlerin, zamanların) mürûruyla (geçmesiyle) tasallub
ettiler (katılaştılar).
Merkezde
kalan cirim (cisim)
,
vüs'at (genişliği)
ve cesâmeti (büyüklüğü)
hasebiyle teberrüd (soğuyup)
ve tasallub etmeyerek (sertleşmeyerek)
buhâr-ı nârî (ateşten
buhar) hâlinde kendi mihveri (ekseni)
etrafında devreyledi (döndü).
Ve
kendinden infikâk eden (ayrılan)
ecrâm-ı müteberride (soğuyan maddi
cisimleri) ve mutasallibeyi (katılaşanları)
harâretiyle teshîn (ısıtıp)
ve ziyâsıyla (ışığıyla) münevver
etti (nurlandırdı).
Ya'nî bu manzûmenin (sistemin)
şemsi (güneşi)
oldu. Fezâda bu gibi manzûmeler (sistemler)
lâ-yuad ve lâ-yuhsâdır (sayılıp
hesap edilemeyecek kadar çoktur).
Bizim manzûmemiz (sistemimizin) dahî
Utârid (Merkür),
Zühre
(Venüs), Arz (dünya),
Merih
(Mars),
Müşterî (Jüpiter),
Zuhal (Satürn),
Uranus, Neptün cirimlerinden (cisimlerinin)
mürekkeb olarak (bir
araya gelmeleriyle) teşekkül edip (oluşup)
Şems (güneş)
etrafında devrederler (dönerler).
Râkib olduğumuz (gözlemlediğimiz)
"arz"a (dünyaya)
nazaran (göre),
Şems (güneş)
ve seb'a-i seyyâre (yedi
gezegen) ve Merih (Mars)
ile Müşteri (Jüpiter) arasındaki
seyyârât-ı sağîre (küçük
gezegenler) bizim semâmız, ya'nî ulüvvümüzdür
(yükseğimizdedir).
Ve bu babdaki (konudaki)
ba'zı îzâhat (açıklamalar)
Fass·ı Îdrîsi"de
münderic olduğu (içinde
yer aldığı) gibi, Fass-ı Îsevî'de dahî gelecektir. Ve ibtidâyı hilkatte (ilk
yaratılışta) semâvât (göklerin)
ve "arz"ın (yerin)
bitişik olduğu halde, yekdîğerinden (birbirlerinden)
ayrıldığı âyet-i kerîmede beyân buyurulur: (bildirilir)
…………………………………………………………………
(Enbiyâ, 21/30) ya'nî "Hakîkati setr edenler (örtenler)
nazar-ı istidlâl (aklını
kullanarak, akli görüş) ile görmediler mi ki,
muhakkak semâvât (gökler)
ve arz (yer, dünya) bitişik
idiler. Biz onları fetk ettik (parçaladık,
yardık)
ve ayırdık."
Bundan
anlaşılır ki, kıyâmet-i kübrâda (büyük
kıyamette) tomar hâlinde yazılmış bir kitâbın
sahifeleri nasıl dürülüp bükülürse, semâvâtı (semaları) teşkîl
eden ecrâm (cisimler)
dahî, muvâzenesini (dengesini)
gâib ederek (kaybederek)
yekdiğerleriyle (bir diğeriyle) tesâdüm
(çarpışarak)
ve bu müsâdemeden (çarpışmadan)
harâret-i azîme (çok
büyük hararet) tekevvün edip (oluşup)
cümlesi eriyecek ve kitap sahîfelerinin intivâsı
(sarılıp,
dürülmesi) gibi birbirine indimâc (kenetlenip)
ve intivâ eyleyerek (dürülerek)
yine sehâb-ı muzî (parlak
bulut) hâline gelecek; ve fakat bu sehâb-ı muzî, (parlak
bulutlar) manzûmemizi (güneş
sistemimizi) teşkîl eden (meydana
getiren) sehâb-ı muzînin (parlak
bulutların) aynı değil, misli ve müşâbihi (benzeri) olacaktır.
İşte bu misliyyet ve müşâbehete mebnî (benzerlikten
dolayı) Hak Teâlâ
…………………………………………….. (Enbiyâ,
21/104) âyet-i kerîmesinde "iâde" lâfzını (sözünü)
isti'mâl buyurmuştur (kullanmıştır).
Ondan
sonra âlem-i şehâdetin (içinde
bulunduğumuz âlemin) taayyünü (yapısı),
zuhûrlarına (meydana
çıkmalarına) müsâid bulunmayan (izin
vermeyen) esmâ-i nâ-mütenâhîyye-i İlâhiyye’nin
(sonsuz
İlahi esmanın) mazâhirini (birimlerini)
ihtivâ edebilecek (içinde
bulundurabilecek) olan bir taayyünde (yapıda),
o
sehâb-ı muziden (parlak
bulutlardan) …………………………….
(İbrahim, 14/48) âyet-i kerîmesindeki işâret vech ile
(işaret ettiği biçimde) cennet ve cehennem-i
cismânîyi (cennet
ve cehennemin madde yapılarını) müştemil (kavrayan, içine
alan) bir manzûme-i âhiret/tekevvün eder
(ahiret sistemi oluşur) ki, bu cismâniyyette (cisimlenmede),
âlem-i
şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlem) gibi, neş'e-i nefsâniyye (nefsani
neş’et, nefsten ileri gelenler) gâlib (üstün)
olmayıp neş'e-i rûhâniyye (ruhani
neş’et, ruhtan ileri gelenler) gâlib (üstün)
bulunur. Ve ervâha (ruhlara)
verilecek kalıblar (bedenler,
şekiller) dahî, âlem-i şehâdettekilerin (dünyadakilerin)
aynı olmayıp, kezâlik (böylece)
onlar dahî, neş'e-i rûhâniyye (ruhani
neş’et) gâlib (üstün) olmak
üzere, başka kalıblar (bedenler)
verilmek sûretiyle ba's olunurlar. (diriltirler)
Nitekim âyet-i kerîmede buna işâret buyrulur:
……………………………………………. (Fâtır
35/9) Zîrâ fasl-ı şitâda (kış
mevsiminde) meyvesiz ve yapraksız kalarak meyyit (ölü)
hâline gelen ağaçların fasl-ı rebî'de (ilkbaharda)
tekevvün eden (oluşan)
berg-ü bârı (yaprak
ve meyveleri) sene-i sâbıkadakilerin (daha önceki
senelerin) aynı değildir. Belki onların mislidir (benzeridir).
Hak
Teâlâ Hazretleri "İşte nüşûr da
(öldükten sonra dirilme de) bunun gibidir"
buyuruyor. Ve bundan müstebân olur (açık
olarak anlaşılır) ki, yevm-i ba'sde (tekrar
dirildiğin gün) herkese başka kalıblar (bedenler)
verilecektir. Binâenaleyh (nitekim)
tekevvünde (tecellilerde,
oluşmalarda) tekrar yoktur. Çünkü tekrârın
sebebi darlıktır. Hak Teâlâ ise Vâsi'dir (genişliktir,
rahmeti bol olandır).
Ve bu sebeple tecelliyâtına (belirmelerde,
oluşmalarda) nihâyet (bir
son) yoktur.
<devam
edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
15.06.2003
http://gulizk.com
|