VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ
RÜHİYYE"
BEYÂNINDADIR
İmdi
Cenâb-ı Şeyh (r.a) "âdet" hakkında misâl îrâdı
(söylemek)
sûretiyle îzâhât
i'tâsına (malumat
vermeye) şürû' edip (başlayıp) buyururlar
ki:
Lâkin
âdet, hakikat-i ma'kuledir; ve teşâbüh süretlerde mevcûddur.
İmdi biz biliriz ki muhakkak Zeyd, insanlıkta Amr'ın aynıdır.
Halbuki insanlık avdet etmedi. Zirâ avdet edeydi, tekessür
ederdi. O ise hakîkat-i vâhidedir. Vâhid ise, kendi
nefsinde mütekessir olmaz. Yine biz biliriz ki, şahsiyette
muhakkak Zeyd, Amr'ın aynı değildir. İmdi ikisinde de şahsiyetin
vücudu, şahsiyyeti sebebiyle tahakkuk etmekle berâber,
Zeyd'in şahsı, Amr'ın şahsı değildir. Binâenaleyh biz
bu şibhden dolayı histe, insâniyyet avdet etti, deriz ve hükm-i
sahîhde etmedi deriz. Böyle olunca onun bir vechiyle "âdet"
yoktur ve bir vechiyle âdet vardır. Nitekim bir vecih ile
"cezâ" vardır ve bir vecih ile yoktur. Zîrâ
"cezâ" kezâlik mümkinde, mümkinin ahvâlinden bir
hâldir. Ve bu bir mes'eledir ki, bu şânın ulemâsı, onu iğfâl
ettiler, ya'nî lâyık olduğu üzere onun îzâhını iğfâl
ettiler. Yoksa onlar, onu câhil değildirler. Zîrâ o, halâik
üzerine müstahkem olan sırr-ı kaderdendir (9).
Ya'nî
vücûdda (varlıkta)
zâhir olan (görülen) sûretlerde
müşâbehet (benzerlik)
ve mümâselet (eşlik,
andırma) mevcûd olduğundan âdet ve tekrar yok
ise de, bu "âdet" dediğimiz mefhûm-ı küllî, (adet
dediğimiz kavram bütünlüğü) mertebe-i akılda sâbittir
(akılda
mevcuttur). Zîrâ
akıl, bir şeyin aynı ile tekerrürü (tekrarını)
ve avdeti (geri dönme) ma'nâsını
idrâk (anlar)
ve bu ma'nânın vücûdunu (varlığını)
kabûl eder; fakat o hakîkat-i ma'kuleyi (anlaşılan
manayı) hâricde (dışarda)
ve mertebe-i histe (duyularında) temsîl
eden
eşhâs (kişiler)
ve efrâd (fertler)
zâhir oldukda (meydana
çıktığnda),
görülür ki o eşhâs (kişiler) yekdiğerinin
(biri
diğerinin) aynı değildir; belki mümâsili (eşi)
ve müşâbihidir (benzeridir). İşte
bu sûretlerdeki müşâbeheti (benzerliği)
"âdet" ve "tekrar" tevehhüm
ettiler. (kuruntusuna
kapıldılar) Yoksa bunlar mükerrer (tekrarlanmış)
değildir.
Meselâ
biz biliriz ki, insâniyyet (insanlık
kavramı) , mertebe-i
akılda (bilinçte)
sâbit (mevcut)
olan hakîkat-i vâhidedir (tek
hakikâttir). Vâhid (tek) ise
dâimâ vâhiddir (tektir).
Kendi nefsinde aslâ tekessür etmez (çoğalmaz).
Bu
hakîkat-i vâhideyi (tek
hakikâti) mertebe-i histe (dünyada)
ızhâr eden (açığa
çıkaran) Zeyd ile Amr, insâniyyette (insan olmakla) yekdîğerinin
(birbirlerinin)
aynıdır. Zîra her birisi ayrı ayrı insâniyyet
ma'nâsını ızhar eder (açığa çıkarır). Böyle
olmakla berâber insâniyyet (insanlık)
tekerrür etmez (tekrarlanmaz).
Eğer tekerrür ede (tekrarlansa)
idi, tekessür ederdi (çoğalırdı).
Diğer taraftan Zeyd ile Amr'da şahsiyyetin vücûdu
(şahsiyetlerinin
varlığı) ,
onlardaki kesâfet-i şahsiyye (şahıslarının
madde bedeni)
ve husûsiyyet-i eşkâl (kendilerine
has özel biçimleri) hasebiyle tahakkuk
etmekle (gerçekleşmesiyle),
Zeyd'in
şahsı, Amr'ın şahsı değildir. Velâkin beynlerinde (aralarında)
mümâselet (benzerlik) vardır.
İşte bu mümâselet (eş
görünürlük) ve müşâbehetten (benzerlikten)
dolayı biz histe (duyularımızda),
insâniyyet advet etti (geri
döndü) deriz. Çünkü hakîkat-i vâhide-i insâniyyeti
(tek
hakikât olan insanlık kavramını) ızhâr eden (açığa
çıkaran) eşhâs (şahısların) ve
efrâdın (kişilerin)
sûretlerinde teşâbüh (şekillerinde
birbirine benzeme) vardır. Binâenaleyh (nitekim) "avdet"
(geri
gelme, dönme) ve "tekrar" müşâbehet (benzerlik)
i'tibâriyledir (bakımındandır).
Ve
hâl-i sânî (sonraki, ikinci
hal), histe
evvelki
hâlin misli (benzeri)
olduğu için ona "avdet" ıtlâk olunur (denir).
Ve hükm-i sahîhde (gerçek hükümde)
ise, insâniyyet avdet etmedi (geri
dönmedi, tekrarlanmadı) deriz. Çünkü hakîkât-i
vâhide-i ma'kule, (bilinen
tek hakikât) eşhâsın (şahısların)
tekessürü (çoğalması) ile
mütekessir (çok)
olmaz. Demek ki hakikat cihetinden (yönünden)
insâniyyette bir vecih ile (bir
bakımdan) âdet (tekrar)
yoktur. Zîrâ o hakîkat, dâimâ kendi mertebesinde,
ya'nî mertebe-i akılda durur ve aslâ oradan münfekk olmaz (ayrılmaz).
Velâkin, eşhâsının (kişilerin) mümâseleti
(eş
oluşu, misli oluşu) ve müşâbeheti (benzerliği)
cihetinden (bakımından) mertebe-i
histe (hissedilen
âlemde, dünyada) insâniyyette (insanlıkta)
"âdet" (tekrar) vardır.
Şu halde insâniyyette bir vech ile (yönüyle)
âdet ve tekrar yoktur ve bir vech ile (yönüyle)
vardır.
Nasıl
ki "cezâ" (karşılık)
bir vecih ile (yönüyle) vardır
ve bir vecih ile (yönüyle)
de yoktur. Zîrâ cezâ (karşılığını
verme) mümkinin ahvâlinden (mevcut birimin
hallerinden) mümkinde (mevcut
birimde) bir hâldir. Ya'nî bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere,
hâl-i evvel (önceki
hal) hâl-i sânîyi (arkasından
gelen ikinci hali) ta'kib ettiği cihetle (yönüyle) bu
hâl-i sânî (ikinci
hal), hâl-i
evvelin (ilk halin) "cezâ"sıdır
(karşılığıdır).
Binâenaleyh
(nitekim),
bu i'tibâr (husus)
ile "cezâ" (karşılığını
alma) vardır. Velâkin hâl-i sânî (ikinci hal), mümkinin
(mevcut birimin) sâir
ahvâli (diğer
halleri) gibi, mümkinin (mevcut
birimin) bir hâlinden ibâret olduğundan ve hâl
ise "cezâ" (karşılık)
olmadığından, bu i'tibâr ile (hususla)
"cezâ" yoktur. Meselâ açlık insanın
bir hâlidir. Onu ekl-i taâm (yemek
yeme) hâli ta'kîb eder. Binâenaleyh (nitekim)
açlık hâlinin "ukubet"i (cezası)
ve "cezâ"sı (karşılığı)
ekl-i taâm (yemek yemek) hâlidir.
Fakat ekl-i taâm (yemek
yeme) hâli, açlık hâli gibi insanın ahvâlinden
(hallerinden) bir
hâl olduğundan ve hayât-ı insâniyye (insanların
hayatı) ise ahvâlinin hey'et-i mecmûasından (bütün
hallerinin toplamından) ibâret olup, bu ahvâl (haller) ise
"cezâ" olmadığından, bu i'tibârla (bakımdan)
ekl-i taâm (yemek yeme) hâli
"cezâ" değildir. Ve kezâ amel iyi olsun kötü
olsun, insanın ahvâlinden (hallerinden)
birer hâldir. Ve her bir hâli bir sûretin tekevvünü
(oluşması) ta'kîb
eder. Ve her bir sûret hâl-i sânîdir. (önceki
halin sonucu olarak meydana getirilmiş haldir) Ve bu
hâl-i sânî (önceki
halin sonucu olarak oluşan bu ikinci hal) o amelin (işlenilen
işlerin) cezâsıdır (karşılığıdır).
Velâkin, o ameli işleyen kimsenin Rabb-ı hâssı (terkibinin
ağırlıklı ismi) olan ism-i İlâhî (esması),
ondan
evvelâ bir amelin sudûru (çıkması)
hâlini ve sâniyen (ikinci
olarak),
o amele münâsib (uygun) olan
sûretin tekevvünü (oluşması)
hâlini iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden),
bu iki hâl o kimsenin ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) îcâb eylediği (gerektirdiği)
ahvâlden (hallerden)
bir hâl olur. Binâenaleyh (nitekim)
iyi amel sâhibinin fiiline mütekabil (karşılık),
tekevvün eden (oluşan)
suret-i hasene (iyi
suretler) ve kötü amel sâhibinin fiiline münâsib
(uygun)
olarak
tekevvün eden (oluşan) sûret-i
kabîha (çirkin
suretler),
bu i'tibâr (husus)
ile "cezâ" değildir.
Bunun
daha açıkçası budur ki, efrâd-ı insâniyye (insanlar)
esmâ-i İlâhiyye’den birer ismin mazharıdır (göründüğü
yerdir). Ve o
isimler, onların Rabb-i hâsslarıdır (terkibinde
tasarruf eden isimdir, öz Rabbidir) ki, nâsiyelerinden
(alınlarından)
tutup onları sırât-ı müstakîmi (doğru
yolları) üzerinde kendi kemâlleri (mükemmelliyeti)
tarafına çekip götürür. Binâenaleyh (nitekim),
her bir ismin hazînesinde meknûz (saklı)
olan âsâr (eserler) ve
ahvâlin (hallerin)
kâffesi (bütün
hepsi) kendi mazharında (görüntü
mahallerinden) mutlaka zâhir olacaktır (meydana çıkacaktır).
Ve bu ahvâl (haller)
ve âsârın (eserlerin)
ânen-fe-ânen (an
ve an) sudûru (çıkışı) ve
zuhûru (meydana
gelişi) elbette cezâ değildir. Belki ahvâlden (hallerden)
birer hâldir. Fakat bir anda zuhûr eden (meydana
çıkan) hâli, diğer anda zuhûr eden (meydana çıkan) hâl
"ta'kîb" ettiğinden ve hâl-i sânî (sonraki
hal) hâl-i evvelin (önceki halin) münâsibi
(uygunu)
olarak zâhir olduğundan (açığa
çıktığından, görüldüğünden),
bu hâl-i sâniye (sonraki, ikinci
hale) "cezâ" denilmiştir. Demek ki bir
vecih ile (yönüyle)
cezâ vardır, bir vecih ile (yönüyle)
de yoktur.
İşte
bu îzâh olunan (anlatılan)
mes'ele, öyle bir mes'eledir ki, bu fennin ulemâsı
(fen
alimleri),
onda gaflet (boş
verme, ihmal) ettiler. Ya'nî lâyık olduğu üzere,
o mes'elenin îzâhında (açıklamasında)
gaflet ettiler (umursamazlıktan
geldiler).
Fakat onların bu adem-i îzâhları (anlatmadıkları),
bu mes'eleyi bilmediklerinden değil, belki nâs (insanlar)
üzerinde hükümrân olan sırr-ı kadere (kader
sırrına) taalluk ettiği (alakalı
olduğu) için onun îzâhını (anlatılmasını)
bi'l-iltizâm (bile bile) terk
ettiler. Bu mes'eleyi cenâb-ı Şeyh (r.a.), emr-i Resûlullah
(s.a.v) (Allah Resulü’nün
emri) ile ihrâc buyurduğunu (çıkardığını),
bu Fusüsu'l-Hikem'de îzâh buyurdular (anlattılar)
İmdi
bu bahisden bir suâl tahaddüs eder (ortaya
çıkar). Şöyle
ki: "Efrâd-ı insâniyyeden (insanlardan)
her bir ferdin (kişinin) Rabb-i
hâssı (kendi
hakikâti) olan ism-i İlâhî’nin hazînesinde
meknûz (saklı)
olan ahvâl (haller)
ve âsâr (eserler)
ne ise, mutlaka o zuhûra gelecektir (meydana
çıkacaktır). Ve
onun hilâfında (zıddı
olan) bir şeyin ondan sudûru (çıkması)
mümkin değildir. Şu hâlde
bi'set-i Rusülün (Peygamber
göndermenin) ne fâidesi (faydası)
vardır?" Cenâb-ı Şeyhi Ekber (r.a) Efendimiz
bu suâle cevap olmak üzere buyurdular ki:
Ma'lüm
olsun ki, tabîb hakkında, o tabiata hizmet eder, denildiği
gibi Rusül ve verese hakkında dahî, umûm hakkında, emr-i
İlâhî’ye hizmet ederler, deniliyor. Halbuki onlar, nefs-i
emirde ahvâl-i mümkinâta hizmet ederler. Ve onların
hizmetleri, onların a'yânının sübütu hâlinde, üzerinde
bulundukları ahvâlin cümlesindendir. İmdi nazar et ki, bu ne
acib şeydir! (10).
Ya'nî
herkes tabîbi (doktoru),
tabîata
hizmet eder ve ıslâh-ı mizâc (huylarını
düzeltmek) için tabîatı takviye (tabiatını
kuvvetlendirmek) maksadıyla tedâvî eyler bilir.
Halbûki etıbbâ (doktorlar)
nefs-i emrde (gerçekte),
ahvâl-i
mümkinâta (varlıkların
durumlarına
göre)
hizmet ederler. Ve tabîbin (doktorun) maksadı
da hastaların ıslâh-ı emzicesi (huylarını
düzeltmek) olduğu hâlde, ba'zı ebdân (bedenler) derece-i
i'tidâlden (denge
derecesinden) baîd (uzak)
olduğundan ve tedâvîye kâbiliyyeti olmadığından,
tabîb (doktor)
tedâvî ettikçe marazı (hastalığı)
müştedd olur (azar,
şiddetlenir). Ve bu sûrette
(şekilde) tabîbin
(doktorun)
hizmeti, hastanın salâh-ı tab'ına (tabiatının
düzelmesine) değil, onun bedeninin isti'dâdına
olmuş olur. İşte bunun gibi herkes Rusül-i Kirâm’ı (Peygamber’i)
ve onların vârisleri (mirasçıları)
olan Evliyâ-yı Zevi'lihtirâmı (hürmetli
Velileri),
umûm hakkında (genel
olarak) emr-i İlâhî’ye (Hakk’a)
hizmet eder bilirler. Halbuki onlar, nefs-i emrde (gerçekte),
ahvâl-i mümkinâta (varlıkların
durumlarına göre)
hizmet ederler. Ya'nî Rusül (Peygamber)
ve veresenin (mirasçılarının)
maksadları, ervâh (ruhlar)
ve enfüsün (iç
âlemin) emrâz-ı ma'neviyyelerini (manevi rahatsızlıklarını)
izâle (iyileştirmek)
olduğu hâlde, ba'zı nüfûsun (kişilerin),
isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlü (yapılmamış
istidatları (potansiyel olarak bulunup açılmamış, gelişmemiş
istidatları) hasebiyle, hidâyete (doğru
yolu, hakk yolunu bulmaya) kâbiliyeti olmadığından,
onlar da'vet edip irşâd ettikçe (doğru
yolu gösterip uyardıkça),
bunların dalâleti (yoldan
sapmaları) tezâyüd eyler
(artar).
İmdi
etıbbâ (doktorlar)
ile Rusül’ün sa'yleri, (gayeleri)
ebdân (bedenler) ile
nüfûsun (ruhların)
sıhhat ve hidayetleri (doğru
yolu bulmaları) için olduğu hâlde, sıhhat ve hidâyete
kâbiliyeti olmayan kimselerin marazları (hastalıkları)
ve dalâletleri (yoldan
sapmaları) ziyâde olur (artar).
Ancak onların sa'yleri (gayretleri),
sıhhat ve hidâyete kâbiliyyeti olanlar hakkında müsmir
olur (fayda,
netice verir).
Zîrâ onların hizmetleri, hizmet ettikleri
kimselerin isti'dâdât-ı gayr-ı mec'ûlelerinin (yapılmamış
istidatlarının (açılmamış, gelişmemiş istidatlarının) inkişâfına
(açığa çıkmasına)
sebeb olur. Demek ki bunların a'yân-ı mümkinâta (mümkün
olan şeylere (hakikâtlere) hizmetleri, o a'yân (hakikâtler,
ilmi suretler) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) ne hâl üzere sâbit (mevcut)
olmuşlar ise, işte o ahvâle (o
duruma) göredir. Bundan dolayı
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a), etıbbâ (doktorların)
ve Rusül’ün kasdettikleri şeyden başka bir şeye
hizmet ettiklerinde taaccüb edip (şaşırıp,
hayrete düşüp) nazar et (bak,
gör) ki, bu ne kadar acîb (acaip)
bir şeydir, buyururlar. Ve fi'l-hakîkada (gerçekte)
insan sa'yini (çalışmasını,
gayretini) bir maksad-ı muayyene (belli
bir gayeye) sarfettiği halde, onun zımnında (dolayısıyla)
olan ve kasdettiği (yapmak
istediği) şeyin gayrı
bulunan
(değişiği olan) bir netîcenin (sonucun)
husûlü (çıkması)
acîb (acaip,
şaşılacak) bir şeydir.
Şu
kadar ki, burada matlûb olan hâdim, mahdûmunun mersûmu
indinde, ya hâl ile veyâ kavl ile vâkıf olan hâdimdir. Zîrâ,
ancak tabîb hakkında, eğer ona müsâade hükmü ile giderse,
hâdim-i tabîattır, denilmek sahîh olur. Zira tabîat
marizin cisminde bir mizâc-ı hâss i'ta eyledi ki, o sebeble
"marîz" tesmiye olundu ve eğer tabîb ona imdâd ede
idi, kezâlik marazın kemmiyetinde, onun sebebiyle ziyâde
ederdi. Ve ancak sıhhati taleb için onu men'eder. Halbuki sıhhat
dahî, bu mizâca muhâlif olan mizâc-ı âharı inşâ etmek
sûretiyle, kezâlik tabîattandır. İmdi bu vakitte tabîb tabîatın
hâdimi değildir. Ve o, ancak cism-i marizı ıslâh etmemesi
cihetinden ona hizmet eyler. Ve o mizâcı ancak yine tabîat
ile tağyir eder. Böyle olunca onun hakkında, vech-i âmm
ile değil, vech-i hâss ile sa'y eyler. Zîrâ bu mea'ele
mislinde umûm sahîh olmaz. İmdi tabib, tabîata hâdimdir;
hâdim değildir. Rusül ve verese dahi, hizmet-i Hak hakkında
bunun gibidir (11).
Ya'nî
tabîb doktor),
tabîatın (mizaçın,
yaradılışın) ve Resûller ile onların vârisleri
de (mirasçıları
da) emr-i İlâhî’nin hâdimidirler (hizmetçileridir).
Şu
kadar var ki, matlûb olan (arzu
edilen, istenilen) hâdim (hizmetçi),
hizmet
ettiği kimsenin ahvâli indinde (durumuna
göre), ya hâl
ile veyâ kavl (söz)
ile tevakkuf eden (duran)
bir hâdimdir (hizmetçidir).
Meselâ hâdim tabîb (hizmet eden
doktor) ise, isti'dâdı helâke (ölüme)
mütemâyil bulunan (istekli,
meyilli görünen) bir marîzı (hastayı)
ne kadar tedâvîye sa'y (geyret)
ederse etsin, bu hâl-i tedâvî (tedavi
şekli) ile onun helâkine (ölmesine)
sa'y etmiş
(çalışmış) olur. Ve kezâlik (böylece)
kavl (söz)
ile ne kadar vesâyâyı tıbbiyye (tıbbi
vasiyetler) icrâ ederse etsin (yaparsa
yapsın),
marîzın (hastanın)
helâkine (ölümüne)
sebeb olan şeyle emreder (şeyleri
yapar). Şu
hâlde, tabib (doktor)
hâdim-i tabîattır (tabiata
hizmet eder), demek
sahîh (doğru) olmaz.
Ancak eğer tabîb (doktor),
tabîatın
kendisine yardımı olan bir hüküm ile, emr-i tedâvîde
(tedavi
işini) meşy ederse, (yürütürse) o
vakit hâdim-i tabîattır (tabiatın
hizmetçisidir, tabiata hizmet eder), denilmek
sahîh (doğru) olur.
Zîra tabîat, marîzın (hastanın)
cisminde (bedeninde)
bir mizâc-ı husûsî (bedenine
karışmış özel bir şey) husûle getirdi. Ve tabîatın
tevlîd ettiği (sebep
olduğu, doğurduğu) bu mizâc (bulaşma)
sebebiyle marîza (hastaya)
, marîz (hasta) tesmiye
olundu (denildi).
Ya'nî hastalık dahî tabîat iktizâsındadır (gereklerindendir). Eğer
tabîb (doktor),
mutlaka
tabîata (yaradılışına,
mizacına) hizmet ede idi, tabîat sebebiyle tekevvün
eden (oluşan)
hastalığa yardım eder ve marazın (hastalığın)
kemmiyetini (niceliğini) ve
hastalığın seyrini (gidişatını)
tezyîd ederdi (arttırırdı).
Halbuki tabîb (doktor),
sıhhati
talebden (iyileşmeyi
arzu etmesinden) nâşî (dolayı)
tabîatı (mizacı)
marazdan (hasta olmaktan) men'eder.
Maahâzâ (bununla
beraber) sıhhat dahî, hastalığa sebebiyet veren
bu mizâca (bulaşmış
şeye) muhâlif (karşıt) olarak
başka bir mizâc (karışacak
şey) inşâ etmek (yapmak)
sûretiyle, yine tabîattan tekevvün eder (oluşur).
Bu takdirde tabîb (doktor) mutlaka
tabîatın hâdimi (hizmet
edeni, hizmetçisi) değildir.
Mes'eleyi
hulâsa edelim (özetleyelim):
Tabîb (doktor)
bir hâdimdir. (hizmet
eden, hizmetçidir) Fakat onun hizmeti, hastanın
kesb-i sıhhat etmesi (sıhhat
kazanması) maksadına ma'tûf (yönelmiş)
olduğu hâlde, eğer hastanın isti'dâdı helâkini
(ölmesini)
muktezî (gerektiriyor)
ise, tedâvî ile hâlen (şu
anda) ve vesâyâ-yı tıbbiyye (tıbbi
telkinler) ile kalen (sözlü olarak) vâkı'
olan (gerçekleşen)
hizmetleri helâke (ölümüne)
sebeb olur. Demek ki onların hizmeti hastanın
isti'dâdına tâbi'dir. (bağlıdır)
Bu sûrette tabib, (doktor)
bedendeki maraza (hastalığa)
sıhhat îrâs ikâmesi (vermesi)
cihetinden (bakımından)
mutlaka tabîata
hâdim (hizmet
eden) değildir. Velâkin maraz (hastalık)
dediğimiz hâl, (oluş)
tabîattan mütekevvin olduğundan (meydana
geldiğinden) ve tabîb (doktor)
dahî, isti'dâdı helâke (ölüme)
mütemâyil (meyilli)
olan hastadaki marazın (hastalığın)
kemmiyetini (niceliğini)
tedâvî ile / tezyîd ettiğinden, (arttırdığından)
bu cihetle (bakımdan)
tabiata
hâdim (hizmet
eden) olur. Velâkin bu hizmet, ne onun maksûdudur (maksadıdır)
ve ne de kendisinden beklenen bir hizmettir. Belki
ondan matlûb olan (istenilen)
hizmet, hastanın mizâcını tağyîr edip (değiştirip)
ona sıhhat îrâs etmek (vermek)
idi. Böyle olunca ıslâh-ı mizâc (mizacı
düzeltmek) cihetiyle (bakımından) tabîb,
(doktor)
tabîata (mizaça)
hâdim (hizmet
eden) olmadı. Demek ki tabîb (doktor)
tabîata hem hâdimdir; (hizmet
edendir) ve hem de hâdim (hizmet
eden) değildir. Şu hâlde, tabib (doktor)
sûret-i umûmiyyede (umumda,
genel olarak) tabîatın (mizacın)
hâdimidir, (hizmetçisidir)
demek sahîh (doğru)
olmaz.
<devam
edecek>
asliye@hotmail.com
22.06.2003
http://gulizk.com
|