71. Bölüm

VIII

BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR

İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) "âdet" hakkında misâl îrâdı (söylemek) sûretiyle îzâhât  i'tâsına (malumat vermeye) şürû' edip (başlayıp) buyururlar ki:

Lâkin âdet, hakikat-i ma'kuledir; ve teşâbüh süretlerde mevcûddur. İmdi biz biliriz ki muhakkak Zeyd, insanlıkta Amr'ın aynıdır. Halbuki insanlık avdet etmedi. Zirâ avdet edeydi, tekessür ederdi. O ise hakîkat-i vâhidedir. Vâhid ise, kendi  nefsinde mütekessir olmaz. Yine biz biliriz ki, şahsiyette muhakkak Zeyd, Amr'ın aynı değildir. İmdi iki­sinde de şahsiyetin vücudu, şahsiyyeti sebebiyle tahakkuk etmekle berâber, Zeyd'in şahsı, Amr'ın şahsı değildir. Bi­nâenaleyh biz bu şibhden dolayı histe, insâniyyet avdet et­ti, deriz ve hükm-i sahîhde etmedi deriz. Böyle olunca onun bir vechiyle "âdet" yoktur ve bir vechiyle âdet vardır. Nitekim bir vecih ile "cezâ" vardır ve bir vecih ile yoktur. Zîrâ "cezâ" kezâlik mümkinde, mümkinin ahvâlinden bir hâldir. Ve bu bir mes'eledir ki, bu şânın ulemâsı, onu iğ­fâl ettiler, ya'nî lâyık olduğu üzere onun îzâhını iğfâl etti­ler. Yoksa onlar, onu câhil değildirler. Zîrâ o, halâik üzeri­ne müstahkem olan sırr-ı kaderdendir (9).

Ya'nî vücûdda (varlıkta) zâhir olan (görülen) sûretlerde müşâbehet (benzerlik) ve mümâselet (eşlik, andırma) mev­cûd olduğundan âdet ve tekrar yok ise de, bu "âdet" dediğimiz mefhûm-ı küllî, (adet dediğimiz kavram bütünlüğü) mertebe-i akılda sâbittir (akılda mevcuttur).  Zîrâ akıl, bir şeyin aynı ile tekerrürü (tekrarını) ve avdeti (geri dönme) ma'nâsını idrâk (anlar) ve bu ma'nânın vücûdunu (varlığını) ka­bûl eder; fakat o hakîkat-i ma'kuleyi (anlaşılan manayı) hâricde (dışarda) ve mertebe-i histe (duyularında) temsîl eden eşhâs (kişiler) ve efrâd (fertler) zâhir oldukda (meydana çıktığnda), görülür ki o eşhâs (kişiler) yekdi­ğerinin (biri diğerinin) aynı değildir; belki mümâsili (eşi) ve müşâbihidir (benzeridir). İşte bu sûret­lerdeki müşâbeheti (benzerliği) "âdet" ve "tekrar" tevehhüm ettiler. (kuruntusuna kapıldılar) Yoksa bun­lar mükerrer (tekrarlanmış) değildir.

Meselâ biz biliriz ki, insâniyyet (insanlık kavramı) ,  mertebe-i akılda (bilinçte) sâbit (mevcut) olan hakîkat-i vâhidedir (tek hakikâttir). Vâhid (tek) ise dâimâ vâhiddir (tektir). Kendi nefsinde aslâ tekessür etmez (çoğalmaz).  Bu hakîkat-i vâhideyi (tek hakikâti) mertebe-i histe (dünyada) ızhâr eden (açığa çıkaran) Zeyd ile Amr, insâniyyette (insan olmakla) yekdîğerinin (birbirlerinin) aynıdır. Zîra her birisi ayrı ayrı insâniy­yet ma'nâsını ızhar eder (açığa çıkarır). Böyle olmakla berâber insâniyyet (insanlık)  tekerrür etmez (tekrarlanmaz). Eğer tekerrür ede (tekrarlansa) idi, tekessür ederdi (çoğalırdı). Diğer taraftan Zeyd ile Amr'da şahsiyyetin vücûdu (şahsiyetlerinin varlığı) , onlardaki kesâfet-i şahsiyye (şahıslarının madde bedeni)  ve husûsiyyet-i eşkâl (kendilerine has özel biçimleri) hasebiyle  tahakkuk etmekle (gerçekleşmesiyle),  Zeyd'in şahsı, Amr'­ın şahsı değildir. Velâkin beynlerinde (aralarında) mümâselet (benzerlik) vardır. İşte bu mümâselet (eş görünürlük) ve müşâbehetten (benzerlikten) dolayı biz histe (duyularımızda), insâniyyet advet etti (geri döndü) deriz. Çünkü hakîkat-i vâhide-i insâniyyeti (tek hakikât olan insanlık kavramını) ızhâr eden (açığa çıkaran) eşhâs (şahısların) ve efrâ­dın (kişilerin) sûretlerinde teşâbüh (şekillerinde birbirine benzeme) vardır. Binâenaleyh (nitekim) "avdet" (geri gelme, dönme) ve "tekrar" mü­şâbehet (benzerlik) i'tibâriyledir (bakımındandır).  Ve hâl-i sânî (sonraki, ikinci hal), histe evvelki hâlin misli (benzeri) olduğu için ona "avdet" ıtlâk olunur (denir). Ve hükm-i sahîhde (gerçek hükümde) ise, insâniyyet av­det etmedi (geri dönmedi, tekrarlanmadı) deriz. Çünkü hakîkât-i vâhide-i ma'kule, (bilinen tek hakikât) eşhâsın (şahısların) tekes­sürü (çoğalması) ile mütekessir (çok) olmaz. Demek ki hakikat cihetinden (yönünden) insâniyyet­te bir vecih ile (bir bakımdan) âdet (tekrar) yoktur. Zîrâ o hakîkat, dâimâ kendi mertebesin­de, ya'nî mertebe-i akılda durur ve aslâ oradan münfekk olmaz (ayrılmaz). Ve­lâkin, eşhâsının (kişilerin) mümâseleti (eş oluşu, misli oluşu) ve müşâbeheti (benzerliği) cihetinden (bakımından) mertebe-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) insâniyyette (insanlıkta) "âdet" (tekrar) vardır. Şu halde insâniyyette bir vech ile (yönüyle) âdet ve tekrar yoktur ve bir vech ile (yönüyle) vardır.

Nasıl ki "cezâ" (karşılık) bir vecih ile (yönüyle) vardır ve bir vecih ile (yönüyle) de yoktur. Zîrâ cezâ (karşılığını verme) mümkinin ahvâlinden (mevcut birimin hallerinden) mümkinde (mevcut birimde) bir hâldir. Ya'nî bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, hâl-i evvel (önceki hal) hâl-i sânîyi (arkasından gelen ikinci hali) ta'kib ettiği cihetle (yönüyle) bu hâl-i sânî (ikinci hal),  hâl-i evvelin (ilk halin) "cezâ"sıdır (karşılığıdır).  Binâenaleyh (nitekim), bu i'tibâr (husus) ile "cezâ" (karşılığını alma) var­dır. Velâkin hâl-i sânî (ikinci hal), mümkinin (mevcut birimin) sâir ahvâli (diğer halleri) gibi, mümkinin (mevcut birimin) bir hâ­linden ibâret olduğundan ve hâl ise "cezâ" (karşılık) olmadığından, bu i'tibâr ile (hususla) "cezâ" yoktur. Meselâ açlık insanın bir hâlidir. Onu ekl-i taâm (yemek yeme) hâli ta'kîb eder. Binâenaleyh (nitekim) açlık hâlinin "ukubet"i (cezası) ve "cezâ"sı (karşılığı) ekl-i taâm (yemek yemek) hâlidir. Fakat ekl-i taâm (yemek yeme) hâli, açlık hâli gibi insanın ah­vâlinden (hallerinden) bir hâl olduğundan ve hayât-ı insâniyye (insanların hayatı) ise ahvâlinin hey'et-i mecmûasından (bütün hallerinin toplamından) ibâret olup, bu ahvâl (haller) ise "cezâ" olmadığından, bu i'­tibârla (bakımdan) ekl-i taâm (yemek yeme) hâli "cezâ" değildir. Ve kezâ amel iyi olsun kötü olsun, insanın ahvâlinden (hallerinden) birer hâldir. Ve her bir hâli bir sûretin tekevvünü (oluşması) ta'kîb eder. Ve her bir sûret hâl-i sânîdir. (önceki halin sonucu olarak meydana getirilmiş haldir) Ve bu hâl-i sânî (önceki halin sonucu olarak oluşan bu ikinci hal) o amelin (işlenilen işlerin) cezâsıdır (karşılığıdır). Velâkin, o ameli işleyen kimsenin Rabb-ı hâssı (terkibinin ağırlıklı ismi) olan ism-i İlâhî (esması),  ondan evvelâ bir amelin sudûru (çıkması) hâlini ve sâniyen (ikinci olarak), o amele münâsib (uygun) olan sûretin tekevvünü (oluşması) hâlini iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden), bu iki hâl o kimsenin ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) îcâb eylediği (gerektirdiği) ahvâlden (hallerden) bir hâl olur. Binâenaleyh (nitekim) iyi amel sâhibinin fiiline mütekabil (karşılık), tekevvün eden (oluşan) suret-i hasene (iyi suretler) ve kötü amel sâhibinin fiiline münâsib (uygun) olarak  tekevvün eden (oluşan) sûret-i kabîha (çirkin suretler), bu i'tibâr (husus) ile "cezâ"  değildir.

Bunun daha açıkçası budur ki, efrâd-ı insâniyye (insanlar) esmâ-i İlâhiyye’­den birer ismin mazharıdır (göründüğü yerdir). Ve o isimler, onların Rabb-i hâsslarıdır (terkibinde tasarruf eden isimdir, öz Rabbidir) ki, nâsiyelerinden (alınlarından) tutup onları sırât-ı müstakîmi (doğru yolları) üzerinde kendi ke­mâlleri (mükemmelliyeti) tarafına çekip götürür. Binâenaleyh (nitekim), her bir ismin hazînesin­de meknûz (saklı) olan âsâr (eserler) ve ahvâlin (hallerin) kâffesi (bütün hepsi) kendi mazharında (görüntü mahallerinden) mutlaka zâhir olacaktır (meydana çıkacaktır). Ve bu ahvâl (haller) ve âsârın (eserlerin) ânen-fe-ânen (an ve an) sudûru (çıkışı) ve zuhû­ru (meydana gelişi) elbette cezâ değildir. Belki ahvâlden (hallerden) birer hâldir. Fakat bir anda zuhûr eden (meydana çıkan) hâli, diğer anda zuhûr eden (meydana çıkan) hâl "ta'kîb" ettiğinden ve hâl-i sânî (sonraki hal) hâl-i evvelin (önceki halin) münâsibi (uygunu) olarak zâhir olduğundan (açığa çıktığından, görüldüğünden), bu hâl-i sâniye (sonraki, ikinci hale) "cezâ" denilmiştir. Demek ki bir vecih ile (yönüyle) cezâ vardır, bir ve­cih ile (yönüyle) de yoktur.

İşte bu îzâh olunan (anlatılan) mes'ele, öyle bir mes'eledir ki, bu fennin ule­mâsı (fen alimleri), onda gaflet (boş verme, ihmal) ettiler. Ya'nî lâyık olduğu üzere, o mes'elenin îzâhında (açıklamasında) gaflet ettiler (umursamazlıktan geldiler). Fakat onların bu adem-i îzâhları (anlatmadıkları), bu mes'eleyi bilmediklerinden değil, belki nâs (insanlar) üzerinde hükümrân olan sırr-ı kadere (kader sırrına) taalluk ettiği (alakalı olduğu) için onun îzâhını (anlatılmasını) bi'l-iltizâm (bile bile) terk ettiler. Bu mes'eleyi cenâb-ı Şeyh (r.a.), emr-i Resûlullah (s.a.v) (Allah Resulü’nün emri) ile ihrâc buyurduğunu (çıkardığını), bu Fusüsu'l-Hikem'de îzâh buyurdular (anlattılar)

İmdi bu bahisden bir suâl tahaddüs eder (ortaya çıkar).  Şöyle ki: "Efrâd-ı insâniyyeden (insanlardan) her bir ferdin (kişinin) Rabb-i hâssı (kendi hakikâti) olan ism-i İlâhî’nin hazînesinde  meknûz (saklı) olan ahvâl (haller) ve âsâr (eserler) ne ise, mutlaka o zuhûra gelecektir (meydana çıkacaktır). Ve  onun hilâfında (zıddı olan) bir şeyin ondan sudûru (çıkması) mümkin değildir. Şu hâlde  bi'set-i Rusülün (Peygamber göndermenin) ne fâidesi (faydası) vardır?" Cenâb-ı Şeyhi Ekber (r.a) Efendimiz bu suâle cevap olmak üzere buyurdular ki:

Ma'lüm olsun ki, tabîb hakkında, o tabiata hizmet eder, de­nildiği gibi Rusül ve verese hakkında dahî, umûm hak­kında, emr-i İlâhî’ye hizmet ederler, deniliyor. Halbuki on­lar, nefs-i emirde ahvâl-i mümkinâta hizmet ederler. Ve on­ların hizmetleri, onların a'yânının sübütu hâlinde, üzerin­de bulundukları ahvâlin cümlesindendir. İmdi nazar et ki, bu ne acib şeydir! (10).

Ya'nî herkes tabîbi (doktoru),  tabîata hizmet eder ve ıslâh-ı mizâc (huylarını düzeltmek) için tabî­atı takviye (tabiatını kuvvetlendirmek) maksadıyla tedâvî eyler bilir. Halbûki etıbbâ (doktorlar) nefs-i emr­de (gerçekte),  ahvâl-i mümkinâta (varlıkların durumlarına göre) hizmet ederler. Ve tabîbin (doktorun) maksadı da hasta­ların ıslâh-ı emzicesi (huylarını düzeltmek) olduğu hâlde, ba'zı ebdân (bedenler) derece-i i'tidâlden (denge derecesinden) baîd (uzak) olduğundan ve tedâvîye kâbiliyyeti olmadığından, tabîb (doktor) tedâvî et­tikçe marazı (hastalığı) müştedd olur (azar, şiddetlenir). Ve bu sûrette (şekilde) tabîbin (doktorun) hizmeti, hastanın salâh-ı tab'ına (tabiatının düzelmesine) değil, onun bedeninin isti'dâdına olmuş olur. İşte bu­nun gibi herkes Rusül-i Kirâm’ı (Peygamber’i) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan Evliyâ-yı Zevi'l­ihtirâmı (hürmetli Velileri), umûm hakkında (genel olarak) emr-i İlâhî’ye (Hakk’a) hizmet eder bilirler. Halbu­ki onlar, nefs-i emrde (gerçekte), ahvâl-i mümkinâta (varlıkların durumlarına göre) hizmet ederler. Ya'nî Ru­sül (Peygamber) ve veresenin (mirasçılarının) maksadları, ervâh (ruhlar) ve enfüsün (iç âlemin) emrâz-ı ma'neviyye­lerini (manevi rahatsızlıklarını) izâle (iyileştirmek) olduğu hâlde, ba'zı nüfûsun (kişilerin), isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlü (yapılmamış istidatları (potansiyel olarak bulunup açılmamış, gelişmemiş istidatları) ha­sebiyle, hidâyete (doğru yolu, hakk yolunu bulmaya) kâbiliyeti olmadığından, onlar da'vet edip irşâd et­tikçe (doğru yolu gösterip uyardıkça),  bunların dalâleti (yoldan sapmaları) tezâyüd eyler (artar).

İmdi etıbbâ (doktorlar) ile Rusül’ün sa'yleri, (gayeleri) ebdân (bedenler) ile nüfûsun (ruhların) sıhhat ve hida­yetleri (doğru yolu bulmaları) için olduğu hâlde, sıhhat ve hidâyete kâbiliyeti olmayan kimselerin marazları (hastalıkları) ve dalâletleri (yoldan sapmaları) ziyâde olur (artar). Ancak onların sa'­yleri (gayretleri), sıhhat ve hidâyete kâbiliyyeti olanlar hakkında müsmir olur (fayda, netice verir). Zîrâ onların hizmetleri, hizmet ettikleri kimselerin isti'dâdât-ı gay­r-ı mec'ûlelerinin (yapılmamış istidatlarının (açılmamış, gelişmemiş istidatlarının) inkişâfına (açığa çıkmasına) sebeb olur. Demek ki bunların a'yân-ı mümkinâta (mümkün olan şeylere (hakikâtlere) hizmetleri, o a'yân (hakikâtler, ilmi suretler) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) ne hâl üzere sâbit (mevcut) ol­muşlar ise, işte o ahvâle (o duruma) göredir. Bundan dolayı  Hz. Şeyh-i Ekber (r.a), etıbbâ (doktorların) ve Rusül’ün kasdettikleri şeyden başka bir şeye hizmet ettiklerinde taaccüb edip (şaşırıp, hayrete düşüp) nazar et (bak, gör) ki, bu ne kadar acîb (acaip) bir şeydir, buyururlar. Ve fi'l-hakîkada (gerçekte) insan sa'yini (çalışmasını, gayretini) bir maksad-ı muayyene (belli bir gayeye) sar­fettiği halde, onun zımnında (dolayısıyla) olan ve kasdettiği (yapmak istediği) şeyin gayrı bulunan (değişiği olan) bir netîcenin (sonucun) husûlü (çıkması) acîb (acaip, şaşılacak) bir şeydir.

Şu kadar ki, burada matlûb olan hâdim, mahdûmunun mer­sûmu indinde, ya hâl ile veyâ kavl ile vâkıf olan hâdim­dir. Zîrâ, ancak tabîb hakkında, eğer ona müsâade hükmü ile giderse, hâdim-i tabîattır, denilmek sahîh olur. Zira ta­bîat marizin cisminde bir mizâc-ı hâss i'ta eyledi ki, o sebeble "marîz" tesmiye olundu ve eğer tabîb ona imdâd ede idi, kezâlik marazın kemmiyetinde, onun sebebiyle ziyâde ederdi. Ve ancak sıhhati taleb için onu men'eder. Halbuki sıhhat dahî, bu mizâca muhâlif olan mizâc-ı âharı inşâ et­mek sûretiyle, kezâlik tabîattandır. İmdi bu vakitte tabîb tabîatın hâdimi değildir. Ve o, ancak cism-i marizı ıslâh et­memesi cihetinden ona hizmet eyler. Ve o mizâcı ancak yi­ne tabîat ile tağyir eder. Böyle olunca onun hakkında, vec­h-i âmm ile değil, vech-i hâss ile sa'y eyler. Zîrâ bu mea'­ele mislinde umûm sahîh olmaz. İmdi tabib, tabîata hâdim­dir; hâdim değildir. Rusül ve verese dahi, hizmet-i Hak hak­kında bunun gibidir (11).

Ya'nî tabîb doktor), tabîatın (mizaçın, yaradılışın) ve Resûller ile onların vârisleri de (mirasçıları da) emr-i İlâhî­’nin hâdimidirler (hizmetçileridir).  Şu kadar var ki, matlûb olan (arzu edilen, istenilen) hâdim (hizmetçi),  hizmet ettiği kimsenin ahvâli indinde (durumuna göre), ya hâl ile veyâ kavl (söz) ile tevakkuf eden (duran) bir hâdimdir (hizmetçidir). Meselâ hâdim tabîb (hizmet eden doktor) ise, isti'dâdı helâke (ölüme) mütemâyil bulu­nan (istekli, meyilli görünen) bir marîzı (hastayı) ne kadar tedâvîye sa'y (geyret) ederse etsin, bu hâl-i tedâvî (tedavi şekli) ile onun helâkine (ölmesine) sa'y etmiş (çalışmış) olur. Ve kezâlik (böylece) kavl (söz) ile ne kadar vesâyâ­yı tıbbiyye (tıbbi vasiyetler) icrâ ederse etsin (yaparsa yapsın), marîzın (hastanın) helâkine (ölümüne) sebeb olan şeyle em­reder (şeyleri yapar).  Şu hâlde, tabib (doktor) hâdim-i tabîattır (tabiata hizmet eder), demek sahîh (doğru) olmaz. Ancak eğer tabîb (doktor), tabîatın kendisine yardımı olan bir hüküm ile, emr-i te­dâvîde (tedavi işini) meşy ederse, (yürütürse) o vakit hâdim-i tabîattır (tabiatın hizmetçisidir, tabiata hizmet eder), denilmek sahîh (doğru) olur. Zîra tabîat, marîzın (hastanın) cisminde (bedeninde) bir mizâc-ı husûsî (bedenine karışmış özel bir şey) husûle getirdi. Ve tabîatın tevlîd ettiği (sebep olduğu, doğurduğu) bu mizâc (bulaşma) sebebiyle marîza (hastaya) , marîz (hasta) tesmiye olun­du (denildi). Ya'nî hastalık dahî tabîat iktizâsındadır (gereklerindendir). Eğer tabîb (doktor),  mutlaka tabîata (yaradılışına, mizacına) hizmet ede idi, tabîat sebebiyle tekevvün eden (oluşan) hastalığa yar­dım eder ve marazın (hastalığın) kemmiyetini (niceliğini) ve hastalığın seyrini (gidişatını) tezyîd eder­di (arttırırdı). Halbuki tabîb (doktor),  sıhhati talebden (iyileşmeyi arzu etmesinden) nâşî (dolayı) tabîatı (mizacı) marazdan (hasta olmaktan) men'eder. Maahâzâ (bununla beraber) sıhhat dahî, hastalığa sebebiyet veren bu mizâca (bulaşmış şeye) muhâlif (karşıt) olarak başka bir mizâc (karışacak şey) inşâ etmek (yapmak) sûretiyle, yine tabîattan tekev­vün eder (oluşur). Bu takdirde tabîb (doktor) mutlaka tabîatın hâdimi (hizmet edeni, hizmetçisi) değildir.

Mes'eleyi hulâsa edelim (özetleyelim): Tabîb (doktor) bir hâdimdir. (hizmet eden, hizmetçidir) Fakat onun hizmeti, hastanın kesb-i sıhhat etmesi (sıhhat kazanması) maksadına ma'tûf (yönelmiş) olduğu hâlde, eğer hastanın isti'dâdı helâkini (ölmesini) muktezî (gerektiriyor) ise, tedâvî ile hâlen (şu anda) ve vesâyâ-yı tıbbiyye (tıbbi telkinler) ile kalen (sözlü olarak) vâkı' olan (gerçekleşen) hizmetleri helâke (ölümüne) sebeb olur. Demek ki onların hizmeti hastanın isti'dâdına tâbi'dir. (bağlıdır) Bu sûrette tabib, (doktor) be­dendeki maraza (hastalığa) sıhhat îrâs ikâmesi (vermesi) cihetinden (bakımından) mutlaka tabîata hâ­dim (hizmet eden) değildir. Velâkin maraz (hastalık) dediğimiz hâl, (oluş) tabîattan mütekevvin ol­duğundan (meydana geldiğinden) ve tabîb (doktor) dahî, isti'dâdı helâke (ölüme) mütemâyil (meyilli) olan hastadaki marazın (hastalığın) kemmiyetini (niceliğini) tedâvî ile / tezyîd ettiğinden, (arttırdığından) bu cihetle (bakımdan) tabia­ta hâdim (hizmet eden) olur. Velâkin bu hizmet, ne onun maksûdudur (maksadıdır) ve ne de kendisinden beklenen bir hizmettir. Belki ondan matlûb olan (istenilen) hizmet, hastanın mizâcını tağyîr edip (değiştirip) ona sıhhat îrâs etmek (vermek) idi. Böyle olun­ca ıslâh-ı mizâc (mizacı düzeltmek) cihetiyle (bakımından) tabîb, (doktor) tabîata (mizaça) hâdim (hizmet eden) olmadı. Demek ki ta­bîb (doktor) tabîata hem hâdimdir; (hizmet edendir) ve hem de hâdim (hizmet eden) değildir. Şu hâlde, ta­bib (doktor) sûret-i umûmiyyede (umumda, genel olarak) tabîatın (mizacın) hâdimidir, (hizmetçisidir) demek sahîh (doğru) olmaz.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
22
.06.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail