VIII
BU
FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ
RUHİYYE"
BEYÂNINDADIR
İşte
Enbiyâ (Peygamberler)
ve onların vârisleri (mirasçıları)
olan Evliyâ dahî, hizmet-i Hak'ta (Hakk’a
hizmet etmekte)
etıbbâya (doktorlara) benzerler.
Ümmeti is'âd (insanlara
yardım etmek, mutlu yapmak) ve ıslâh ettiklerine (iyileştirdiklerine,
düzelttiklerine) göre emr-i İlâhî'ye (Hakk’a)
hizmet ederler. Ve adîmü'l-isti'dâd olan (istidatlarında
olmayan) kimselere hidâyet-bahş olmadıklarına
(hidayet veremediklerine, doğru yolu gösteremediklerine) göre
de hizmet etmezler. Bu sûrette onlar, da'vet ettikleri
kimselerin â’yân-ı sâbiteleri (esma
terkipleri) neyi iktizâ ediyorsa (gerektiriyorsa), nefs-i
emrde (hakikâtte)
ona hizmet ederler. Ya'nî saîdin (mutlu,
cennetlik yaratılmışın) izdiyâd-ı saâdetine (mutluluğunun
artmasına) ve şakînin (mutsuz,
cehennemlik yaratılmışın) izdiyâdı şekâvetine
(mutsuzluğunun
artmasına) hâdimdirler (hizmet
ederler). Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) Rusül (Peygamberlerin)
ve veresenin (varislerin, mirasçıların)
hizmet-i Hak'ta (Hakk’a
hizmet etmekte) etıbbâya (doktorlara)
müşâbehetlerinin (benzerliklerinin) tafsîline
(geniş
açıklamasına) şurû' edip (başlayıp)
buyururlar ki:
Ve
Hak, ahvâl-i mükellefin hakkında, hükümde iki vecih üzeredir.
İmdi abdden emr,
irâde-i Hakk'ın iktizâ ettiği şeyin hasebi üzere cârî
olur. Ve irâde-i Hak dahî, ilm-i Hakk'ın iktizâ eylediği şeye
taalluk eder. Ve ilm-i Hak da ma'lumun kendi zâtından Hakk'a
i'tâ ettiği şeye müteallık olur. Binâenaleyh o, ancak
kendi sûretiyle zâhir oldu. Böyle olunca resûl ile vâris,
irâde ile olan emr-i İlâhî’ye hâdimdirler; irâdeye hâdim
değildirler. İmdi o, mükellefin saâdetini talebden nâşî,
onun üzerine, onunla vârid olur. Eğer irâde-i İlâhiyye’ye
hizmet ede idi, nasîhat etmezdi. Halbuki ancak bununla, ya'nî
irâde ile nasîhat etti. İmdi Resûl ile vâris, nüfûs için
tabîb-i uhrevidir. Onun emri hîninde Allah'ın emrine münkâddır.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın emrine nazar eder; ve onun irâdesine
nazar eder. Ya'nî Hakk'ı, irâdesine muhâlif şeyle ona
emrettiğini görür. Halbuki ancak Hakk'ın irâde ettiği şey
vâkı' olur. Ve işte bunun için emr vâkı' oldu. İmdi
emri murâd etti, vâkı' oldu ve me'mûra emr edip, vukuunu murâd
etmediği şey dahî me'mûrdan vâkı' olmadı. Böyle olunca
muhâlefet ve ma'siyet tesmiye olundu. Böyle olunca Resûl mübelliğdir,
başka değil (12).
Ya'nî
Hak Teâlâ Hazretleri ahvâl-i mükellefin (mükellef
olanların durumları) hakkında iki vech (şekil)
üzere hükmeder: Birisi bâtınî (ruhu
ile ilgili), diğeri
zâhirîdir
(dış âlemi ile ilgilidir) .
Hükm-i bâtınî (iç
âlemi ile ilgili emirler, kararlar) abdin (kulun),
ilm-i İlâhî’de (Hakk’ın
ilminde) ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) hîn-i sübûtunda (meydana
çıktığı esnada),
Hakk'a verdiği ilim neden ibâret ise, irâde-i İlâhiyye’nin
(Hakk’ın
iradesinin) bu ilme taalluk etmesidir (alakalı olmasıdır).
Ya'nî eğer abdin (kulun)
ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) mü'min (Müslüman) olarak
ma'lûm-i İlâhî olmuş (Hakk’ta
bilinmiş) ise, Hak onun- îmânına hükmeder (karar verir). Ve kâfir
olarak ma'lûm-ı İlâhî olmuş (Hakk’ın
ilminde bilinmiş) ise küfrüne hükm eyler (karar verir).
Binâenaleyh
(nitekim)
abdden (kuldan)
emr (işler,
hususlar), irâde-i
Hakk'ın (Hakk’ın
iradesinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
şeyin hasebi (özelliği, niteliği)
üzere
cârî olur (cereyan
eder).
Yoksa ilm-i İlâhî’de (Hakk’ın
ilminde) mü'min (Müslüman) olarak
sâbit (mevcut)
olandan, âlem-i şehâdette (dünyada)
küfür ve kâfir olarak sâbit (mevcut)
olandan dahi îmân sâdır olmaz (çıkmaz).
Ve
ilm-i Hakk'ın (Hak
ilminin) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
şey, eğer îmân ise, irâde-i Hak (Hakk’ın
iradesi) îmâna ve eğer küfr ise, küfre taalluk
eder (alakalıdır).
Ve
ilm-i Hak (Hakk’ın
ilmi) dahî, ma'lûm olan (bilinen) abdin
(kulun) ayn-ı
sâbitesinin (ilmi
suretinin) kendi zâtından Hakk'a i'tâ ettiği (verdiği)
şey, îmân ve küfürden hangisi ise ona müteallık
(bağlı)
olur. Zîrâ, yukarıda îzâh edilmiş (anlatılmış) olduğu
üzere, Hakk'ın ilmi, ma'lûm olan (bilinen)
abdin (kulun) ayn-ı
sâbitesine (ilmi
suretine) ve irâdesi dahî, ilmine tâbi'dir. (bağlıdır)
Demek ki abd (kul), ancak
şey'-i ma'lum (bilinen
şey) olan ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) sûretiyle zâhir oldu (meydana
çıktı).
İşte bu, Hakk'ın abd (kul)
hakkında hükm-i bâtınîsidir (batını
ile ilgili hükmüdür, kararıdır) ki, buna
"emr-i irâdî" derler. Diğeri Hakk'ın hükm-i zâhirîsidir
(dünya
ile, görünüş ile ilgili hükümlerdir) ki, Resülleri
(Peygamberleri) vâsıtasıyla
bilcümle ibâdı (bütün
kullar) hakkında bilâ-istisnâ (istisnasız)
vâkı' olan (gerçekleşen) hükmüdür.
Buna da "emr-i teklîfi" (teklif
edilen emirler) derler.
İmdi
abdin (kulun) ayn-ı
sâbitesi (ilmi
suretinin) iktizâsınca (gereğince),
irâde-i
İlâhiyye (Hakk’ın
iradesi) onun îmânına olur ve resûlün da'veti
üzerine de îmân eder: Bu sûrette (şekilde)
Resûl irâde ile olan "emr-i teklîfi"ye (teklif
edilen emirlere) hâdim (hizmet
eden) olur. Yâhut abdin (kulun)
ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) iktizâsınca (gereğince), irâde-i
İlâhiyye (Hakk’ın
iradesi) onun küfrüne olur ve Resûl’ün da'veti
üzerine de îmân etmez. Bu sûrette (şekilde)
de Resûl, iblâğ (ulaştırmak)
cihetinden (bakımından)
"emr-i teklîfı"ye (teklif
edilen emirlere) hâdim (hizmet
eden, hizmetçi) olur. Velâkin Resül, her iki sûrette
(şekilde)
dahî, "irâde-i İlâhiyye"ye (Hakk’ın
iradesine) hâdim (hizmet
eden) değildir.
İşte
Resûl (Peygamber)
ve vâris, (mirasçısı
olanlar (Veliler) abd-i mükellefin (İlahi emirleri
yapmakla görevli olan kulun) saâdetini taleb ettiği
(istediği)
için, o abd (kul)
üzerine emr-i İlâhî (Hakk’ın
emirleri), ya'ni
"emr-i teklîfi" ile (teklif
edilen emirler olarak) vârid olur (gelir). Zîrâ
abdin (kulun) saâdeti
"emr-i teklîfî"ye (teklif
edilen emirlere) münkâd olmasındadır (boyun eğmesindendir,
uymasındandır).
Binâenaleyh (nitekim)
abd-i mükelleften (mükellef
olan kuldan) fıil-i kabîh (kötü
fiiller) sâdır oldukda (çıktığında), Resûl (Peygamber) ve
vâris (mirasçısı,
Veli) onun saâdetini istedikleri cihetle, (bakımından)
emr-i İlâhî’den (Hakk’ın
emirlerinden) ibâret olan şerîatla reddederler.
Eğer mutlaka "irâde-i İlâhiyye"ye (Hakk’ın
iradesine) hizmet etse idiler, o fiil-i kabîhi (kötü
fiilleri) reddetmezlerdi. Zîrâ hayır ve şer (kötülükler)
irâde-i Hak (Hakk’ın
dileği, buyruğu) ile zuhûra gelir (meydana gelir). Halbuki
Resûl ve vâris (Veli),
ancak
irâde ile
nasîhat ettiler. Ya'nî ilm-i İlâhî’de (Hakk’ın
ilminde) sâbi't (mevcut) oldu
ki, Resûller, (Peygamberler)
ibâdın (kulların)
isti'dâdât-ı ezeliyyeleri (önceden
belirlenmiş istidatları) ne hâli iktizâ ederse
etsin
(gerektirirse, gerektirsin),
onları sûret-i umûmiyyede (umumi, genel bir
biçimde) şerîata da'vet edeceklerdir. Bu da'vet
üzerine onlar ister îmân etsinler, ister etmesinler, nazar-ı
iblâğda (tebliğ
etmede)
müsâvîdir
(eşittir).
Ve irâde-i İlâhiyye’de
(Hakk’ın iradesinde) bu sâbit (mevcut)
olan ilme
taalluk etmiştir (bağlıdır).
Binâenaleyh (nitekim),
Resûlün dâ'veti ve nasîhati, ancak irâde-i İlâhiyye
(Hakk’ın
iradesi)
ile
olmuş olur.
İmdi
Resûl ile vâris (veli), insanlardaki
emrâz-ı ahlâkıyye ve
ma'neviyyeyi (ahlaki
ve manevi hastalıkları) tedâvîye sa'y ettikleri (gayret ettikleri) cihetle
(yönüyle)
tabîb-i uhrevîdir (ahiret
doktorudur). Cenâb-ı
Hak, "Kullarımı da'vet et!" diye emrettiği vakit,
Hakk'ın bu emrine inkıyâd ederek (boyun
eğerek) halkı da'vet eyler. Fakat bir, Allâh'ın
emr-i zâhirîsi ve teklîfisine (zahiri
emirlerine ve tekliflerine),
bir de emr-i bâtınîsi (batıni
emirlerine) ve irâdîsine nazar eder (bakar)
görür ki; Hak
kendisine irâde-i İlâhiyye’sine (Hakk’ın
iradesine) muhâlif (uymayan, ters) bir
şeyle emretmiştir. Halbuki hadd-i zâtında (esasında)
ancak Hakk'ın irâde ettiği (dilediği,
hükmettiği) şey zuhûra gelir (meydana
çıkar). Onun irâde
etmediği (dilemediği)
şeyin vukûu (olması)
münteni'dir (imkânsız,
düşünülemezdir). Ve vâkı' olan (olagelen)
şeylerin cümlesi (hepsi),
onun irâdesi olduğundan
dolayı vâkı' olmuştur (olagelmiştir).
Binâenaleyh
(nitekim)
Resûl ve vâris (mirasçısı
olan veliler), zâhirde
(dünyada)
da'vet ettiği vakit, vukuuna (olmasına)
irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın
iradesine, dileğine) taalluk etmiş olan
emr (işler, hususlar) vâkı'
olur (gerçekleşir).
Ve eğer Hakk'ın lisân-ı Resûl (Peygamber
vasıtası) ile abd-i (kulu)
me'mûra emrettiği şeyin
(vazifelendirdiği görevin, işin) vukuuna (olmasına) irâde-i
İlâhiyyesi taalluk etmemiş (İlahi
iradeye bağlı değil) ise,o emrler (işler) abd-i
me'mûrdan (görevli
kuldan) zuhûra gelmez (meydana
çıkmaz).
Emrin (işlerin)
abd-i me'mûrdan (görev alan
kuldan) vâkı olmamasına (gerçekleşmemesine)
"muhâlefet" ve "ma'siyet"
tesmiye olunur (denir).
Velâkin bu tesmiye (isimlendirme),
emr-i
zâhirî ve teklîfiye (teklif
edilen zahiri hususlara) nisbetledir (göredir).
Yoksa
irâde-i İlâhiyye’ye (Hakk’ın
iradesine, dilemesine) nisbeten (göre)
ma'siyet (itaatsizlik, günah)
ve muhâlefet (uygunsuzluk,
aykırılık) tesmiye olunmaz (denmez).
Zîrâ abdin (kulun)
nâsiyesinden (alnından) çekip
götüren ism-i hâssı (öz
ismi) ondan râzıdır ve marzî (kendisinden
razı olunan, beğenilen) ise saîddir (mutlu,
cennetliktir) ve irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın
iradesi) de bu husûsa taalluk etmiştir (bağlıdır).
Nitekim Fass-ı
İsmâîlî'de beyân olundu (anlatıldı)
ve tafsîlât-ı sâire de
(diğer geniş açıklamalar da) Fass-ı
Hûdî'de gelecektir.
<devam
edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
29.07.2003
http://gulizk.com
|