74. Bölüm

VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ RUHİYYE"   BEYÂNINDADIR

İşte bunun için Resûl (a.s.) ………………….. (Hûd, 11/112) kav­linden, hâvî olduğu şeyden nâşi, "Sûre-i Hûd ve ahavâtı beni ihtiyârlattı" buyurdu. İmdi onu "Kemâ ümirte" ihti­yarlattı. Zirâ o bilmez ki, irâdeye muvâfık olan şeyle mi emr olundu? Tas ki o şey vâkı' olsun; veyâhut irâdeye mu­hâlif olan şeyle mi me'mûr oldu? Tâ ki vâkı' olmasın. Ve hiçbir kimse, hükm-i irâdeyi bilmez. Ancak murâdın vu­kuundan sonra bilir. Allah'ın ayn-ı basiretini açtığı kimse müstesnâdır. İmdi a'yân-ı mümkinâtı / sâbit oldukları hâl­de, alâ-mâ-hiye-aleyh idrâk eder. Böyle olunca bunun üze­rine gördüğü şeyle hükm eder (13).

Ya'nî "emr-i irâdî" (ilmi suretlerin istidadlarının gereği olan emirler) başka ve"emr-i teklîfî" (teklif edilen emirler) başka olduğu ve Resûl ise her birerleri hakkındaki emr-i irâdî (ilmi suretlerin istidadında bulunanlar) neden ibâret olursa olsun, ibâ­dın cümlesine (kulların hepsine) müsâvâten (eşit olarak) "emr-i teklîfi"yi tebliğe (teklif edilen emirleri ulaştırmaya) me'mûr (vazifeli) bulundu­ğu için, Resûl (a.s), iblâğda (haberi ulaştırmada) ihtimâmı (duyduğu sıkıntıdan, elemden dolayı) muntazammın olan (daima) …………………….. 11/112) âyet-i kerimesinden ve bunun emsâli  (örnekleri) ve ahavâtı (benzerleri) olan ………………………………………………… (Mâide, 5/67) ve  (Kehf, 18/6) gibi âyât-ı Kur'âniyye-i sâireden (Kur’an’daki diğer ayetlerden) dolayı; "Sure-i Hûd ve ahavâtı (benzerleri) beni ihtiyârlattı" buyurdu. Çünkü Resul ancak teblîğe (haberi ulaştırmaya) me'mûrdur (görevlidir).Nitekim buyurulur:­ ………………………………. (Mâide, 5/99) Halbuki "emr-i teklîfi"nin (teklif edilen emirlerin) "emr-i irâdî" (ilmi suretin istidadında olanlar)  ile münâsebeti (ilgisi) yoktur. Adem-i münâsebetin (ilişkisinin olmayışının) sebebi bu­dur ki, Hak bir şeyin vâkı' olmayacağını (gerçekleşmeyeceğini) bilir. Ve onun adem-i vu­kûunu (olmayışını), bu ilmine mebnî (dayanarak) irâde eder (diler).  Ve ilim dahî abd-i me'mûrun (görevli kulun) ayn-ı sâbitesindeki (ilmi suretindeki) hâline ve isti'dâdına tâbi' (bağlı) olur. Ya'nî onun bu hâli (oluşu) ve isti'dâdı Hakk'a o ilmi i'tâ eder (verir). İmdi Hak Teâlâ, lisân-ı Re­sûl (Peygamber vasıtası) ile ibâdına (kullarına) "Namaz kılın, oruç tutun!" diye sûret-i umûmiyyede (genelde, herkese) emreder. Maahâzâ (farz edelimki) bu ibâdın (kulların) içinde bu emre muvâfakat (kabul) edecekler ve etmeyecekler vardır. İşte bu emirde "irâde" yoktur. Eğer olsa idi, ibâdın (kulların) hiçbirisi muhâlefet edemez (karşı çıkamaz) idi. Böyle olunca, me'mûrun (görevli olanın) ayn-ı sâbitesinde (ilmi suretinde) gizli olan muhâlefet (karşı çıkmak) ve isyân zâhir olup (açığa çıkıp) ber-muktezâ-yı adl (adalet gereğince) kendisine ıkâb (cezayla) teveccüh etmek (yönelmek) ve müstaid (istidadı müsait olanların) ve emre imtisâl (itaat) edenlerin dahî saâdeti zâhir olmak (açığa çıkmak) için, "emr-i teklîfi" (teklif edilen emirleri) bilâ-irâde (iradesi dışında) li­sân-ı Resul (Peygamber vasıtası) ile ibâda (kullara) umûmen (herkese) ve müsâvâten (eşit olarak) teblîğ olundu (ulaştırıldı). Eğer böyle olmasa, abd-i muhâlifin (uygunsuzluk gösteren kul) ayn-ı sâbitesinde (ilmi suretinde) bi'l-kuvve (kuvvet, güç olarak) mevcûd olan şekâvet (bedbahtlık) zuhûra gelmez (meydana çıkmaz) ve şekâvet zuhûr etmeyince (meydana çıkmayınca),  ıkâb (cezalandırmak) için hüccet­i İlâhiyye (İlahi delil) sâbit (mevcut) olmaz idi. Mün'im (nimetlendirenin) ve Muazzib'in (azap verenin) ahkâmı (hükümleri) zâhir ol­mak (meydana çıkmak) için bu, böyle oldu.

İmdi Resul (a.s.) "emr-i teklîfî"yi (teklif edilen emirleri) teblîğe (iletmeye) me'mûr (vazifeli) olmakla berâber, acabâ "irâde"ye muvâfık (uygun) şeyle mi me'mûr oldu (vazifelendirildi) ki, o şey vâkı' ola­caktır. (gerçekleşecektir) Veyâhut "irâde"ye muhâlif (aykırı) olan şeyle mi me'mûr oldu (vazifelendirildi) ki, o şey vâkı olmayacaktır. (gerçekleşmeyecektir) Bunu bilmediği cihetle muztarib olur (sıkılır).  Zîrâ Resûl, halkı da'vetle mukayyed (kayıtlı) iken, ibâdın (kulların) a'yân-ı sâbitelerindeki (terkiplerindeki, ilmi suretlerindeki) isti'dâdlarından ve icâbet (kabul edeceklerinden) ve adem-i icâbetlerinden (kabul etmeyeceklerinden) muhtecibdir (örtülüdür, perdelidir). Eğer da'vete adem-i icâbet (daveti kabul etmeme) istidâdında bulunanlara vâkıf olsa (bilse),  onu da'vet etmekten fütûr lâzım gelir (bezginlik duyar) ve emr-i dâ'vette (davet etme işinde) noksan üzere (eksik) olur ve bu sûrette de, a'yân beyninde (ilmi suretler arasında) adem-i imtiyâz îcâb eder (farklılık kalmaz) idi. Resûl bu hicâba mebnî (perdeden dolayı), da'vetin "irâde"ye muvâfık mı (uygun mu), yoksa muhâlif mi (aykırı mı) olduğunu bilmez. O ancak da'vete me'mûrdur (davet etmekle görevlidir).

"İrâde"ye muvâfık (uygun) olan emirden (hususlardan) bahse (konuşmaya) lüzum yoktur. Çünkü bu emir, Resûl'den sâdır olunca (çıkınca)  vâkı olur (gerçekleşir). Velâkin "irâde"ye muhâlif (aykırı) olan emri teblîğ ettiği (ulaştırdığı) vakit, icâbet olunmadığını (kabul edilmediğini) görüp muztarib olur (üzülür, sıkılır).  Ve "irâde"ye muhalif (aykırı) olduğu için icâbet olunmadığını (kabul edilmediğini) fehm etmez (anlayamaz). Eğer da'vette kedisinin noksânına haml edip (yetersizliğine dayandırıp) mübâlâğa etse (aşırıya gitse) …………………………………. (Bakara, 2/286) kavl-i kerîmine (Kuran’ı Kerim’in bu sözlerine) muhâlif (aykırı) ola­rak vüs' (güç) ve tâkatten hâriç bir şeyle emretmiş olmasından hazer eder (sakınır, çekinir).  Zîrâ Resûl, âlemlere rahmettir. Vüs' (güç) ve tâkatten ziyâde (fazla) teklîfe me'­mûr (vazifeli) değildir. Ve ızhâr-ı hüccette (delil göstermede) mübâlâğa etmek (aşırıya gitmek) ümmetin helâki­ne (mahvolmasına) sa'y etmektir (çalışmaktır) . Ve eğer teklîf-i mâlâ-yutâktan (güç yetmeyecek emirlerle mükellef kılmaktan) hazer edip (sakınıp) da'vette mübâlâğa etmezse, (aşırıya gitmezse) adem-i icâbeti (kabulün olmadığını) görünce, kendisinin da'vette nok­sânına haml eder (davetteki yetersizliğine yükler).  Binâenaleyh (nitekim) bu sebepler ile ıztırâba düşer. Bu­nun için "Sûre-i Hûd ve emsâli (benzerleri) beni ihtiyârlattı" buyurmuştur. Çünkü Sûre-i Hüd'da, emir ve nehyde (yasaklarda) istikâmet (doğru hareket) üzere olması emr olunur.  …………………. kaydı, emr-i da'vet tarafına (davet hususunu) şâmil olunca  (içine alınca), Resul'ü emr-i da'vete (davet işine) terğîb (teşvik etme) ve bu bâbda (konuda) onu ihmâl ve müsâheleden (kolaylık göstermekten) tahzîr eder (yasaklar, sakındırır). Ve terhîb (korkutmak) için olursa, med'uvv tarafına da (davet edilenleri de) şâmil olur (içine alır) ki, bu surette ona vüs' (güç) ve tâkatten ziyâde (fazla) teklîf etmemek lâzım gelir. Binâenaleyh (nitekim) Resûl (a.s), ………………..  kaydından anlaşılan iki emr (husus) arasında müte­reddid (tereddüd eder, kararsız) olur. Böyle olunca emr-i da'vet (davet hususu),  Resûl hakkında ibtilâ-i İlâhidir (İlahi imtihandır).

Ve hükm-i irâde (Hakk’ın abd hakkındaki batıni hükmi (ilmi suretlerin istidatları) ancak vukuundan (olayın olmasından) sonra bilinir. Meselâ Ebu Ce­hil imân etmedi ve küfr üzere gitti. Ancak bu hâlin vukuundan (oluşmasından) sonra Ebû Cehil'in îmân etmemesi hakkında irâde-i İlâhiyye taalluk ettiği (İlahi irade ile ‘ilmi suretler ile’ alakalı olduğu) ve onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) talebi (isteği) küfr olduğu anlaşıldı. Ve kezâ Resûl (a.s), amm-i nebevîleri (Resullah’ın amcası) bulunan Ebû Tâlib'in îmân etmesini son derece arzû buyurduğu ve ona tebliğde (bildirmede) mübâlağa ettiği (aşırıya gittiği) hâlde ………………………………………………………… (Kasas, 28/56) ayet-i ke­rîmesi nâzil oldukda (indiğinde) hakkındaki "emr-i irâdî"nin (Hakk’ın kul hakkındaki batıni hükmü) onun adem-i ihti­dâsına olduğu (istidadında olmadığı) tebeyyün eyledi (anlaşıldı). Evvelce onların bu halleri meczûm (kat’i) değil ve îmân etmeleri me'mûl (umulur, beklenir) idi. Maahâzâ (bununla beraber), Hak Teâlâ Hazretleri bir kimsenin basar-ı basîretini (kalp gözünü) açınca, o kimse hükm-i irâdeyi, (ilmi suretlerin istidadını) mu­râdın vukûundan (olmasından) evvel bilir. Ya'nî bir abdin (kulun) ayn-ı sâbitesindeki (ilmi suretindeki) hâ­line nazaran (göre), kendisinden saâdet ve şekavet eseri zâhir olmadan (meydana çıkmadan) ev­vel, onun saîd (bahtlı, cennetlik) veyâ şakî (bahtsız, cehennemlik) olduğunu bilir ve o abd (kul) hakkında ona göre hükmeder (karar verir).

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
12
.08.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail