32. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve ma'dûddan ba'zısı ademdir ve ondan ba'zısı vücûddur. Binâenaleyh, vakit olur ki, bir şey min-haysü'l-hiss ma'dûm olur. Halbuki o şey, min-haysü'l-akl meycûddur. İmdi aded ve ma'dûd lâ-büddür. Böyle olunca vâhid, lâ-büddür ki ade­di inşâ ede. Şu halde aded, vâhid sebebiyle zâhir olur. Ve her ne kadar meselâ dokuz, on gibi aşağıya ve ilâ-gayri'n­ nihâye eksere kadar olan adedin her bir mertebesi hakîkat-i vâhide ise de o, mecmû' değildir. Ve ondan cemî'-i âhâdın ismi münfekk olmaz. Zîrâ "iki" hakîkat-i vâhidedir. Ve "üç" de hakîkat-i vâhidedir. Bu merâtib gittiği yere kadar böy­ledir. Ve her ne kadar hakîkat-i vâhide ise de onlardan ay­n-ı vâhide bâkî kalan şeyin aynı değildir. Böyle olunca cem' tutar. Şu halde cem', onlardan onlar ile kâildir. Ve onlar ile onlar üzerine hâkimdir. Ve muhakkak bu kavilde yir­mi mertebe zâhir oldu. Binâenaleyh terkîb, o merâtibe dâ­hil olur. Böyle olunca sen indinde li-zâtihi menfi olan şe­yin aynını isbât etmekten münfekk olmazsın (9).

Ya'nî ma'dûd (muayyen) ve sayılmış olan şeyin ba'zısı, histe ve hâriçte (dışta) yok­tur ve ba'zısı dahi vardır. Binâenaleyh (nitekim) ba'zan bir şey, his cihetin­den ma'dum (yok) olur; fakat o şey akıl cihetinden mevcûddur. Meselâ dört elma ile beş armudu bir tabağa koyduk. Dört ile beş adedleri, ma'­dûd (sayılmış) olan armut ve elmanın vücûdiyle histe (duyularda) mevcûd oldu. Ya'nî his­sen dört ile beş adedini gözümüz gördü. Fakat aded bunlardan ibâ­ret değildir. İki, üç, altı, yedi ilh... birçok adedler daha vardır. Ma'­dûd olmadığı (sayılmadığı) için o adedlerin vücûdu histe  görünmüyor (hissedilmiyor) . Ancak akıl­da mevcûddur. Ve kezâ ma'dûd (sayılmış) olan elma' ile armudu yedik. Dört ile beş adedi his mertebesinden akıl mertebesine intikâl etti (geçti) ;  ya'nî his mertebesinde ma'dûm (yok) ve akıl mertebesinde mevcûd oldu. Şu hal­de ya akılda veyâhut histe aded (sayı) ile ma'dûd (sayılmış) elbette lâzımdır. Ve aded ile ma'dûd (sayılmış, muayyen) lâzım olunca adedi inşâ ve îcâd etmek (yaratmak) için de vâhidin (tekin, birin) vücûdu iktizâ eder (gerekir). Binâenaleyh (nitekim) aded (sayı) , vâhidin (bir’in) vücûdu sebebiyle zâ­hir olur.

Şiir:

(Tercüme) "Eğer her iki âlemde yüz bin mevc (dalga) izhâr ederlerse (gösterirlerse), cüm­lesi (hepsi) birdir. Tekrâr ile zâhir olmuştur. Bâğ-ı aşkta (aşk bahçesinde) bâkî (ebedi) olan bir aha­diyyet (tek zat, teklik),  dal ve ağaç ve gül yaprağı ve diken olarak gelmiştir. Vahdet (teklik) perdesinin altından bir akis (zıddı) yaprak çıkıp, yüz bin vehm ü gümân (vehim ve şüphe) perdesinde zuhûr etmiştir (meydana çıkmıştır) .   Bir ayn-ı müttefık (birleşmiş) ve müttehıd (bir olmuş) ki, onun gayri (ondan başka) bir zerre yok idi; zâhir olunca (görülünce, meydana çıkınca) bütün bu ağyâr (mâsivâ, Hak’tan gayrı olan şeyler) zuhûra geldi (meydana çıktı). Bir gayr (başka) nasıl yüz gösterir? Zîrâ zâhir olan (görülen) "ayn", (kendi) gayr (başka) dediğimiz şey hep birdir."

Gülşen-i Râz'dan:

Tercüme: "Bu meşhedde (şehadet yerinde) mecmû'-i efrâd (bütün herkes) birdir. Adedlerin (sayıların) "ayn"ın­dan (kendisinden) sârî olan (yayılan) vâhid (bir) gibidir. Sen vahdetin (birin) "ayn"ı  (tıpkı, kendi) olan  bir mecmû'sun (toplanmışısın, cem olmuşusun) .  Ve sen kesretin (görünen çoklukların, varlıkların) "ayn"ı (özü) olan vâhidsin (birsin)."

İmdi vâhid (bir) sebebiyle zâhir (görülür) olan  a'dâdın (sayıların) dokuzdan aşağıya ve on­dan ilâ-gayri'n-nihâye (sonsuza kadar) yukarıya kadar olan her bir mertebesi, gerçi birer hakîkat-i vâhidedir (gerçekte tektir) . Ya'nî dokuz, sekiz, yedi, altı dediğimiz va­kitte her bir aded bir mefhûm (kavram, manâ) beyân eder (anlatır) ki, o mefhûm (manâ) diğerlerinde yoktur. Meselâ altı adedinin (sayısının) mefhûmu (manâsı) beşte, dörtte, sekizde ve do­kuzda yoktur. Böyle olmakla berâber, her bir mertebe dahi merâti­bin (mertebelerin) mecmû'u (toplamı) değildir. Çünkü her birinin mefhûmu (manâsı) kendine münha­ (bildirilmiş) sırdır. Ve merâtibi (mertebeleri) teşkîl eden âhâdın (tekin) mecmû'u (bütün toplamı) değildir. Zîrâ diğer a'dâdı (sayıları) teşkîl edecek olan nâ-mütenâhî âhâd (tek sonsuzluğu),  kendi mertebesinin hâ­ricinde (dışında) kaldı. Ve hakîkat-i vâhide (tek hakikât) olan o mertebe âhâdın (birin) kâffesini (hepsini) câmi' (kendinde toplamış) olmamakla berâber cem'-i âhâd (toplanmış birin) ismi kendisinden münfekk (ayrılmış) ol­maz. Zîrâ "altı" adedi husûle gelmek için vâhiddin (birin) altı defa cem'i (toplamı) lâzım gelir. (1+1+1+1+1+1=6) gibi. Ve kezâ "iki" hakîkat-i vâhi­dedir (bir hakikâttir) .  "Üç" dahi hakîkat-i vâhidedir. (tek hakikâttir) Bu merâtib (mertebeler) böylece gittiği ye­re kadar gider. Ve a'dâdın (sayıların) her bir mertebesi her ne kadar hakîkat-i vâhide (tek hakikât) ise de, onlardan herhangi birisini alsan, o aldığın ayn-ı vâ­hide, (tek hakikât) merâtib-i bâkıyeden (geri kalan mertebelerden) hiçbirisinin aynı değildir. Meselâ iki üçün, dördün ve beşin ilh... aynı olmadığı gibi, bunların her birerleri dahi yekdîğerinin (bir diğerinin) aynı değildir.

İmdi, bilcümle (bütün) merâtib-i a'dâdı (sayıların mertebelerini) tutan, âhâdın (birin) toplanmasıdır. Şu halde cem'-i âhâd (toplamış, bir araya gelmiş birler) hakîkat-i câmi'asından (toplu bulunduğu kendi hakikâtinde) o, merâtib (mertebeler) ile kâildir (düşünür) . Ve o ha­kîkat ile / onların üzerine hâkimdir. Meselâ cem'-i âhâd (bir araya gelmiş, toplanmış bir) "üç." merte­besinde bu mertebenin lisâniyle "Ben üçüm" der. Ve onun lisâniyle onun üzerine hükm eyler. Ve bu kavilde (deyişte) merâtib-i adedi (sayıların mertebelerini) temsîl eden yirmi mertebe zâhir oldu ki, onlar da: (1,2,3,4,5,6,7,8,9) adedlerinden ibâret olan âhâd (birler) mertebeleri ve (10,20,30,40,50,60,70,80,90 ve 100) adedlerinden ibâret olan aşerât (onlar) mertebeleri ve bir de (1000) merte­besidir. İşte bu mertebelerin mecmûu (toplamı) "yirmi" olur. Bunlardan her bir mertebe için hakîkat-i vâhide (tek hakikat) sâbit olur (vardır) ki, bu hakîkat-i sâbite (mevcut olan bu hakikât) ile yekdîğerinden (birbirlerinden) temeyyüz ederler (ayrılırlar). Ve cem'-i âhâd (bir araya gelmiş, toplanmış bir) ismi bu mertebe­lerin her birerlerine şâmildir (içine almış, kaplamıştır).  Ancak "vâhid" (bir) cem'-i âhâddan (birlerin toplamından) husûle gelmiş bir aded (sayı) olmadığı için bu isim ona şâmil (onu kaplamış, içine almış) değildir. Ve "vâhid" (bir) aded değildir. Belki bilcümle adedlerin (bütün sayıların) aslı ve menşeidir (köküdür). Binâena­leyh (nitekim) bu yirmi mertebeye terkîb dâhil olur. Ve cem'-i âhâd (toplanmış tek olmuş bir) ismi "vâ­hid" den (bir sayısından) gayri (başka) bir mertebeye şâmil bulunur (içine alır).  Böyle olunca sen li-zâtihi (kendi zâtı) indinde (katında) menfi (olumsuz, negatif) olan şeyin "ayn"ını (hakikâtini) isbât etmekten münfekk (ayırmış) olmaz­sın. Ya'nî sen dersin ki: "Vâhid aded değildir, belki a'dâdın menşei­dir (çıkış yeri, köküdür). Ondan sonra müfred (tek) olsun mürekkeb (birleşik) olsun ne kadar aded gelir­se, hepsi vâhidin gayridir (bir’ den başkadır) ." Bu sözün ile cemî'-i merâtibde (bütün mertebelerde) vâhidi (bir sayısını) nefy edersin. (atarsın, uzaklaştırırsın) Ba'dehû (daha sonra) dönüp dersin ki: "Bi'l-farz (diyelim ki) (5) adedi "vâhid"in (bir sayısının) beş defa tekerrüründen (tekrarından) husûle gelen bir mertebedir. Ve vâhid beş defa tekerrür (tekrar) edip  ictimâ' etmese (bir araya gelmese) bu mertebenin vücûdu olmazdı." Hal­buki ibtidâ (başlangıçta) (5) adedine (sayısına) "vâhid"in gayri (bir sayısından başka) deyip vâhidi (bir sayısını) ondan nefy et­miş (çıkarmış, uzaklaştırmış) idin. Ba'dehû (daha sonra) bu sûretle isbât etmiş oldun. Ta'bîr-i dîğerle (başka bir anlatışla), sen taaddüd şânından (tabiatında çoğalma) olmayan "vâhid"i (bir sayısını) , zâtından dolayı icmâlinin (hülasasının, özünün) mertebesinde bilcümle merâtib-i adediyyeden (sayı mertebelerinin bütün hepsinden) nefy edip (uzaklaştırıp) onlar vâhidin gayridir (bir sayısından başkadır) dedin. Sonra da onun sıfât-ı ârızası (sonradan kazanılmış sıfatları) olan tekerrüründen (tekrarlarından) dolayı mertebe-i tafsîlinde (genişletilmiş, açılmış mertebelerde) isbât ettin (vardır dedin).

Gülşen-i Râz'dan:

(Tercüme) "O vahdet (bir) bu kesretten (çoklardan) zâhir oldu (meydana geldi) .  "Bir"i tekrâr ile say­dığın vakit çok oldu. Vâkıâ (ne zaman ki) aded (sayı) bidâyette (başlangıçta) "bir"dir. Velâkin onun aslâ nihâyeti (sonu) yoktur."

Ve kim ki, a'dâd hakkında takrîr ettiğimizi ve muhakkak onların nefyi, onların ayn-ı sebti olduğunu ârif olsa, her ne kadar halk, Hâlık'tan mütemeyyiz oldu ise de, muhak­kak Hakk-ı münezzehin halk-ı müşebbeh olduğunu bilir. İmdi emr budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine emr budur ki, mahlûk Hâlık'tır. Bunun hepsi ayn-ı vâhidedendir. Hayır belki o, ayn-ı vâhidedir; o uyun-i kesiredir (10).

Ya'nî vâhid, (tek, bir) adedi (sayıyı) îcâd ettiğini (yarattığını) ve aded (sayılar) dahi "vâhid"i (teki) tafsîl eyledi­ğini (genişlettiğini, açtığını) ve "vâhid"in (bir sayısını) adedlerden (sayılardan) nefyi (çıkarılması, uzaklaştırılması), onlarda onun ayn-ı isbâtı oldu­ğunu ve her bir mertebe-i adediyye (sayı mertebeleri) bir i'tibâr (kabul ediş) ile diğer mertebelerin gayri (ayrı, başka) olan bir hakîkat-i vâhide (tek, bir hakikât) olduğunu ve fakat cümlesi (hepsi) vâhidin (tekin) ictimâından (bir araya gelmesinden) husûle gelmiş olan birer mertebe olmak i'tibâriyle (bakımından), yekdîğerinin (bir diğerinden) aynı bulunduğunu ârif olan (anlayan, bilen) kimse bildi ki, hakîkat-i Ahadiyyesi (Ahad olan Zât’ı) i'tibâriyle (bakımından) teşbîhden (benzetmeden) münezzeh (tenzih edilmiş) olan Hak, müteayyin olan (meydana çıkan) sûretteki tecellîsi (görünmeleri, belirmeleri) i'tibâriyle (bakımından) halk-ı müşebbehdir (yaratılmışlara benzetilir). Maahâzâ (bununla beraber) halk (yaratılmış), Hâlık'­tan (Yaratan’dan) mütemeyyizdir (farklıdır). Zîrâ îcâd olunan (yaratılan) şey, mûcidin (vücût verenden, yaratandan) gayridir (başkadır).  Nitekim "vâhid" (bir) dokuz adedini (sayısını) îcâd eder (yaratır).  Fakat, "dokuz" vâhidin (birin) aynı değildir; yekdîğerinden (birbirlerinden) mütemeyyizdir (farklıdır).  Ve kezâ "vâhid" tektir. "İki" adedi ise çifttir. Tek ile çift arasındaki / fark ve temeyyüz (ayrıcalık, ayrı oluş) ise zâhirdir (meydandadır). Ve vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu) ile vücûd-i halk (yaratılmışların vücûtları) arasındaki münâsebetin ne sûrette (şekilde) ­bulunduğu bâlâda (yukarıda) mürûr eden (geçen) buhar, bulut, su ve buz misallerinde îzâh olundu (anlatıldı).  Beyinlerindeki (aralarındaki) fark, letâfet (şeffaflıktan) ve kesâfetten (koyuluktan) ibârettir. İşte bu hakîkati ızhâren (meydana çıkararak) ârif-i billâh Ebu'l-Hasan Gûrî (k.s.) hazretle­ri ……………………… ya'nî "O zât-ı celîlü’ş-ânı tenzîh ederim (yaratılmışlardan ayrı tutarım) ki, nefesini* ve zâtını latîf kılıp onu "Hak" tesmiye etti (olarak isimlendirdi)  Ve kezâ zâtını ve nefesini kesîf kılıp (yoğunlaştırıp) onu "halk" tesmi­ye eyledi" (olarak isimlendirdi) buyurur. Binâenaleyh (nitekim), "halk" (yaratılmış) dediğimiz âlem-i ecsâm, (madde âlemi) kendinin mâ-fevkınde (üstünde) bulunan âlem-i misâle (misal âlemine) nisbeten (göre) kesîftir (koyudur) . Ve âle­m-i misal dahi âlem-i ervâha; (ruhlar alemine) ve âlem-i ervâh da (ruhlar alemi de) âlem-i ilme; (manâ mertebesine) ve âlem-i ilm ise Zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zâtına) nisbeten (göre) kesîftirler (koyudur). Ve cümlesi, Hakk'ın zât-ı latîfinin (Zât’ının nuru) derece derece merâtib-i kesîfeye (koyu mertebelere, maddeye) tenezzülünden (inişinden) husûle gelmiştir. Şu kadar ki zât-ı latîf (Zât’ının nuru) her bir mertebeye tenezzül edip (inip) kesâ­fetle (koyulaşarak) mütecellî oldukda (oluştukça, belirginleştikçe) birer isimle tesmiye olunur (isimlendirilir). Artık onlara "zât" denemez: Nitekim buhâr-ı latîf (şeffaf olan buhar) tenezzül edip (inip) bir derece kesâfetle (koyulaşarak) mü­tecellî olunca (belirip göründükçe) ona "bulut" deriz. Ve diğer merâtib-i kesîfesinde (diğer koyu mertebelerinde) dahi "su" ve "buz" tesmiye ederiz (isimlendiririz) . Buz her ne kadar buhardan ibâret ise de, buza buhar ismini vermek câiz  (doğru) değildir. Zîrâ aralarında fark-ı küllî (büyük fark) vardır.

Bu îzâhdan (açıklamadan) tezâhür eylediği (meydana çıktığı)  üzere emrin hakîkâti budur ki, Halik (Yaratıcı) mahlûktur ve onun aksi (tersi) olmak üzere, mahlûk Hâlik'tir (Yaratıcıdır). Ya'nî taay­yün (oluşma, bellilik kazanma) ve zuhûr (meydana çıkma) ancak kendisinin olması i'tibâriyle, (bakımından) Hâlik (Yaratıcı) mahlûktur. Ve vücûdu müstakil (kendine ait, müstakil bir vücûdu) olmayıp ancak Zât-ı latîfin (Zât’ın nurunun) mertebe-i kesîfeye (koyu mertebelere) tenezzülünden (inişlerinden) husûle geldiği için, mahlûk dahi Hâlik'tir (Yaratıcıdır).

Ve Hâlik (Yaratıcı) ile mâhlûkun kâffesi (hepsi) ayn-ı vâhidedendir (aynı tektendir, bir hakikattendir). Ya'nî ayn-ı vâhideden (tek hakikâtten) zu­hûra gelmiştir.(meydana çıkmıştır)

--------------------------------

Buradaki "nefes" kelimesini "nefs" okumak mümkündür. Zâten şârih de tercümesin­de "zat" kelimesini ilâve ederek,'"nefes" okunması hâlinde de, ma`nânın "zât" ile eşan­lamlı olacağına işâret etmiş olmaktadır. (Nâşirler)

<devam edecek>

01.10.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail