BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ
KUDDÛSİYYE"NİN
BEYÂNINDADIR
Ve
ma'dûddan ba'zısı ademdir ve ondan ba'zısı vücûddur.
Binâenaleyh, vakit olur ki, bir şey min-haysü'l-hiss ma'dûm
olur. Halbuki o şey, min-haysü'l-akl meycûddur. İmdi aded
ve ma'dûd lâ-büddür. Böyle olunca vâhid, lâ-büddür ki
adedi inşâ ede. Şu halde aded, vâhid sebebiyle zâhir
olur. Ve her ne kadar meselâ dokuz, on gibi aşağıya ve ilâ-gayri'n
nihâye eksere kadar olan adedin her bir mertebesi hakîkat-i
vâhide ise de o, mecmû' değildir. Ve ondan cemî'-i âhâdın
ismi münfekk olmaz. Zîrâ "iki" hakîkat-i vâhidedir.
Ve "üç" de hakîkat-i vâhidedir. Bu merâtib
gittiği yere kadar böyledir. Ve her ne kadar hakîkat-i vâhide
ise de onlardan ayn-ı vâhide bâkî kalan şeyin aynı değildir.
Böyle olunca cem' tutar. Şu halde cem', onlardan onlar ile kâildir.
Ve onlar ile onlar üzerine hâkimdir. Ve muhakkak bu kavilde
yirmi mertebe zâhir oldu. Binâenaleyh terkîb, o merâtibe
dâhil olur. Böyle olunca sen indinde li-zâtihi menfi olan
şeyin aynını isbât etmekten münfekk olmazsın (9).
Ya'nî
ma'dûd (muayyen)
ve sayılmış olan şeyin ba'zısı, histe ve hâriçte
(dışta) yoktur ve ba'zısı dahi
vardır. Binâenaleyh (nitekim)
ba'zan bir şey, his cihetinden ma'dum (yok)
olur; fakat o şey akıl cihetinden mevcûddur.
Meselâ dört elma ile beş armudu bir tabağa koyduk. Dört
ile beş adedleri, ma'dûd (sayılmış) olan armut ve elmanın
vücûdiyle histe (duyularda)
mevcûd oldu. Ya'nî hissen dört ile beş
adedini gözümüz gördü. Fakat aded bunlardan ibâret değildir.
İki, üç, altı, yedi ilh... birçok adedler daha vardır.
Ma'dûd olmadığı (sayılmadığı)
için o adedlerin vücûdu histe görünmüyor
(hissedilmiyor) .
Ancak akılda mevcûddur. Ve kezâ ma'dûd (sayılmış)
olan elma' ile armudu yedik. Dört ile beş adedi
his mertebesinden akıl mertebesine intikâl etti (geçti) ; ya'nî his
mertebesinde ma'dûm (yok)
ve akıl mertebesinde mevcûd oldu. Şu halde ya
akılda veyâhut histe aded (sayı)
ile ma'dûd (sayılmış) elbette lâzımdır. Ve
aded ile ma'dûd (sayılmış,
muayyen) lâzım olunca adedi inşâ ve îcâd
etmek (yaratmak) için de vâhidin (tekin,
birin) vücûdu iktizâ eder (gerekir).
Binâenaleyh (nitekim)
aded (sayı)
,
vâhidin (bir’in)
vücûdu sebebiyle zâhir olur.
Şiir:
(Tercüme)
"Eğer her iki âlemde yüz bin mevc (dalga)
izhâr ederlerse (gösterirlerse), cümlesi (hepsi) birdir. Tekrâr ile zâhir
olmuştur. Bâğ-ı aşkta (aşk
bahçesinde) bâkî (ebedi) olan bir ahadiyyet (tek
zat, teklik), dal
ve ağaç ve gül yaprağı ve diken olarak gelmiştir. Vahdet
(teklik)
perdesinin altından bir akis (zıddı)
yaprak çıkıp, yüz bin vehm ü gümân (vehim
ve şüphe) perdesinde zuhûr etmiştir (meydana
çıkmıştır) . Bir
ayn-ı müttefık (birleşmiş)
ve müttehıd (bir
olmuş) ki, onun gayri (ondan
başka) bir zerre yok idi; zâhir olunca (görülünce,
meydana çıkınca) bütün bu ağyâr (mâsivâ,
Hak’tan gayrı olan şeyler) zuhûra geldi (meydana
çıktı).
Bir gayr (başka)
nasıl yüz gösterir? Zîrâ zâhir olan (görülen)
"ayn", (kendi) gayr (başka) dediğimiz şey hep
birdir."
Gülşen-i
Râz'dan:
Tercüme:
"Bu meşhedde (şehadet yerinde) mecmû'-i efrâd (bütün herkes) birdir. Adedlerin (sayıların)
"ayn"ından (kendisinden)
sârî olan (yayılan)
vâhid (bir)
gibidir. Sen vahdetin (birin)
"ayn"ı (tıpkı,
kendi) olan
bir
mecmû'sun (toplanmışısın,
cem olmuşusun) . Ve
sen kesretin (görünen
çoklukların, varlıkların) "ayn"ı (özü) olan vâhidsin
(birsin)."
İmdi
vâhid (bir)
sebebiyle zâhir (görülür)
olan a'dâdın
(sayıların) dokuzdan aşağıya ve
ondan ilâ-gayri'n-nihâye (sonsuza
kadar) yukarıya kadar olan her bir mertebesi, gerçi
birer hakîkat-i vâhidedir (gerçekte
tektir) . Ya'nî dokuz, sekiz, yedi, altı
dediğimiz vakitte her bir aded bir mefhûm (kavram,
manâ) beyân eder (anlatır) ki, o mefhûm (manâ)
diğerlerinde yoktur. Meselâ altı adedinin (sayısının)
mefhûmu (manâsı) beşte, dörtte, sekizde
ve dokuzda yoktur. Böyle olmakla berâber, her bir mertebe
dahi merâtibin (mertebelerin)
mecmû'u (toplamı)
değildir. Çünkü her birinin mefhûmu (manâsı)
kendine münha (bildirilmiş) sırdır. Ve merâtibi
(mertebeleri)
teşkîl eden âhâdın (tekin)
mecmû'u (bütün
toplamı) değildir. Zîrâ diğer a'dâdı (sayıları)
teşkîl edecek olan nâ-mütenâhî âhâd (tek
sonsuzluğu), kendi
mertebesinin hâricinde (dışında)
kaldı. Ve hakîkat-i vâhide (tek
hakikât) olan o mertebe âhâdın (birin)
kâffesini (hepsini)
câmi' (kendinde toplamış) olmamakla berâber
cem'-i âhâd (toplanmış
birin) ismi kendisinden münfekk (ayrılmış)
olmaz. Zîrâ "altı" adedi husûle
gelmek için vâhiddin (birin) altı defa cem'i (toplamı)
lâzım gelir. (1+1+1+1+1+1=6) gibi. Ve kezâ
"iki" hakîkat-i vâhidedir (bir
hakikâttir) . "Üç"
dahi hakîkat-i vâhidedir. (tek
hakikâttir) Bu merâtib (mertebeler)
böylece gittiği yere kadar gider. Ve a'dâdın (sayıların)
her bir mertebesi her ne kadar hakîkat-i vâhide (tek hakikât) ise de, onlardan
herhangi birisini alsan, o aldığın ayn-ı vâhide, (tek hakikât) merâtib-i bâkıyeden
(geri
kalan mertebelerden) hiçbirisinin aynı değildir.
Meselâ iki üçün, dördün ve beşin ilh... aynı olmadığı
gibi, bunların her birerleri dahi yekdîğerinin (bir
diğerinin) aynı değildir.
İmdi,
bilcümle (bütün)
merâtib-i a'dâdı (sayıların mertebelerini) tutan, âhâdın
(birin)
toplanmasıdır. Şu halde cem'-i âhâd (toplamış,
bir araya gelmiş birler) hakîkat-i câmi'asından
(toplu
bulunduğu kendi hakikâtinde) o, merâtib (mertebeler) ile kâildir (düşünür)
.
Ve o hakîkat ile / onların üzerine hâkimdir.
Meselâ cem'-i âhâd (bir
araya gelmiş, toplanmış bir) "üç."
mertebesinde bu mertebenin lisâniyle "Ben üçüm"
der. Ve onun lisâniyle onun üzerine hükm eyler. Ve bu
kavilde (deyişte)
merâtib-i adedi (sayıların
mertebelerini) temsîl eden yirmi mertebe zâhir
oldu ki, onlar da: (1,2,3,4,5,6,7,8,9) adedlerinden ibâret
olan âhâd (birler)
mertebeleri ve (10,20,30,40,50,60,70,80,90 ve 100)
adedlerinden ibâret olan aşerât (onlar)
mertebeleri ve bir de (1000) mertebesidir. İşte
bu mertebelerin mecmûu (toplamı)
"yirmi" olur. Bunlardan her bir mertebe için
hakîkat-i vâhide (tek hakikat) sâbit olur (vardır)
ki, bu hakîkat-i sâbite (mevcut
olan bu hakikât) ile yekdîğerinden (birbirlerinden)
temeyyüz ederler (ayrılırlar).
Ve cem'-i âhâd (bir
araya gelmiş, toplanmış bir) ismi bu mertebelerin
her birerlerine şâmildir (içine
almış, kaplamıştır). Ancak
"vâhid" (bir) cem'-i âhâddan (birlerin
toplamından) husûle gelmiş bir aded (sayı)
olmadığı için bu isim ona şâmil (onu
kaplamış, içine almış) değildir. Ve "vâhid"
(bir) aded değildir. Belki bilcümle adedlerin (bütün
sayıların) aslı ve menşeidir (köküdür).
Binâenaleyh (nitekim)
bu yirmi mertebeye terkîb dâhil olur. Ve cem'-i
âhâd (toplanmış tek olmuş bir) ismi
"vâhid" den
(bir sayısından) gayri (başka) bir mertebeye şâmil
bulunur (içine
alır). Böyle
olunca sen li-zâtihi (kendi
zâtı) indinde (katında)
menfi (olumsuz,
negatif) olan şeyin "ayn"ını (hakikâtini) isbât etmekten münfekk
(ayırmış)
olmazsın. Ya'nî sen dersin ki: "Vâhid
aded değildir, belki a'dâdın menşeidir (çıkış
yeri, köküdür).
Ondan sonra müfred (tek) olsun mürekkeb (birleşik)
olsun ne kadar aded gelirse, hepsi vâhidin
gayridir (bir’ den başkadır) ."
Bu sözün ile cemî'-i merâtibde (bütün
mertebelerde) vâhidi (bir sayısını) nefy edersin. (atarsın,
uzaklaştırırsın) Ba'dehû (daha
sonra) dönüp dersin ki: "Bi'l-farz (diyelim
ki) (5) adedi "vâhid"in (bir
sayısının) beş defa tekerrüründen (tekrarından)
husûle gelen bir mertebedir. Ve vâhid beş defa
tekerrür (tekrar) edip ictimâ'
etmese (bir
araya gelmese) bu mertebenin vücûdu olmazdı."
Halbuki ibtidâ (başlangıçta)
(5) adedine (sayısına)
"vâhid"in gayri (bir
sayısından başka) deyip vâhidi (bir
sayısını) ondan nefy etmiş (çıkarmış,
uzaklaştırmış) idin. Ba'dehû (daha
sonra) bu sûretle isbât etmiş oldun. Ta'bîr-i dîğerle
(başka
bir anlatışla), sen
taaddüd şânından
(tabiatında çoğalma) olmayan "vâhid"i
(bir sayısını) , zâtından dolayı icmâlinin (hülasasının,
özünün) mertebesinde bilcümle merâtib-i
adediyyeden (sayı
mertebelerinin bütün hepsinden) nefy edip (uzaklaştırıp)
onlar vâhidin gayridir (bir
sayısından başkadır) dedin. Sonra da onun sıfât-ı
ârızası (sonradan kazanılmış sıfatları) olan
tekerrüründen (tekrarlarından)
dolayı mertebe-i tafsîlinde (genişletilmiş,
açılmış mertebelerde) isbât ettin (vardır
dedin).
Gülşen-i
Râz'dan:
(Tercüme)
"O vahdet (bir)
bu kesretten (çoklardan) zâhir oldu (meydana
geldi) . "Bir"i
tekrâr ile saydığın vakit çok oldu. Vâkıâ (ne
zaman ki) aded (sayı) bidâyette (başlangıçta)
"bir"dir. Velâkin onun aslâ nihâyeti (sonu)
yoktur."
Ve
kim ki, a'dâd hakkında takrîr ettiğimizi ve muhakkak onların
nefyi, onların ayn-ı sebti olduğunu ârif olsa, her ne
kadar halk, Hâlık'tan mütemeyyiz oldu ise de, muhakkak
Hakk-ı münezzehin halk-ı müşebbeh olduğunu bilir. İmdi
emr budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine emr budur ki, mahlûk
Hâlık'tır. Bunun hepsi ayn-ı vâhidedendir. Hayır belki
o, ayn-ı vâhidedir; o uyun-i kesiredir (10).
Ya'nî
vâhid, (tek,
bir) adedi (sayıyı)
îcâd ettiğini (yarattığını)
ve aded (sayılar)
dahi "vâhid"i (teki)
tafsîl eylediğini (genişlettiğini,
açtığını) ve "vâhid"in (bir
sayısını) adedlerden (sayılardan) nefyi (çıkarılması,
uzaklaştırılması),
onlarda onun ayn-ı isbâtı olduğunu ve her bir mertebe-i
adediyye (sayı
mertebeleri) bir i'tibâr (kabul
ediş) ile diğer mertebelerin gayri (ayrı,
başka) olan bir hakîkat-i vâhide (tek,
bir hakikât) olduğunu ve fakat cümlesi (hepsi)
vâhidin (tekin)
ictimâından (bir
araya gelmesinden) husûle gelmiş olan birer
mertebe olmak i'tibâriyle (bakımından),
yekdîğerinin (bir
diğerinden) aynı bulunduğunu ârif olan (anlayan,
bilen) kimse bildi ki, hakîkat-i Ahadiyyesi (Ahad
olan Zât’ı) i'tibâriyle (bakımından) teşbîhden (benzetmeden)
münezzeh (tenzih
edilmiş) olan Hak, müteayyin olan (meydana
çıkan) sûretteki tecellîsi (görünmeleri,
belirmeleri) i'tibâriyle (bakımından)
halk-ı müşebbehdir (yaratılmışlara
benzetilir).
Maahâzâ (bununla
beraber) halk (yaratılmış), Hâlık'tan
(Yaratan’dan)
mütemeyyizdir (farklıdır).
Zîrâ îcâd olunan (yaratılan)
şey, mûcidin (vücût
verenden, yaratandan) gayridir (başkadır).
Nitekim
"vâhid" (bir)
dokuz adedini (sayısını)
îcâd eder (yaratır).
Fakat,
"dokuz" vâhidin (birin)
aynı değildir; yekdîğerinden (birbirlerinden)
mütemeyyizdir (farklıdır).
Ve
kezâ "vâhid" tektir. "İki" adedi ise çifttir.
Tek ile çift arasındaki / fark ve temeyyüz (ayrıcalık,
ayrı oluş) ise zâhirdir (meydandadır).
Ve vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu) ile vücûd-i
halk (yaratılmışların
vücûtları) arasındaki münâsebetin ne sûrette
(şekilde) bulunduğu bâlâda (yukarıda)
mürûr eden (geçen)
buhar, bulut, su ve buz misallerinde îzâh olundu (anlatıldı).
Beyinlerindeki
(aralarındaki)
fark, letâfet (şeffaflıktan)
ve kesâfetten (koyuluktan)
ibârettir. İşte bu hakîkati ızhâren (meydana
çıkararak) ârif-i billâh Ebu'l-Hasan Gûrî
(k.s.) hazretleri ……………………… ya'nî "O
zât-ı celîlü’ş-ânı tenzîh ederim (yaratılmışlardan
ayrı tutarım) ki, nefesini* ve zâtını latîf kılıp
onu "Hak" tesmiye etti (olarak isimlendirdi) Ve
kezâ zâtını ve nefesini kesîf kılıp (yoğunlaştırıp)
onu "halk" tesmiye eyledi" (olarak
isimlendirdi) buyurur. Binâenaleyh (nitekim),
"halk" (yaratılmış) dediğimiz âlem-i
ecsâm, (madde
âlemi) kendinin mâ-fevkınde (üstünde)
bulunan âlem-i misâle (misal
âlemine) nisbeten (göre) kesîftir (koyudur) . Ve âlem-i misal dahi âlem-i ervâha;
(ruhlar
alemine) ve âlem-i ervâh da
(ruhlar alemi de) âlem-i ilme; (manâ
mertebesine) ve âlem-i ilm ise Zât-ı Hakk'a (Hakk’ın
Zâtına) nisbeten (göre) kesîftirler (koyudur).
Ve cümlesi, Hakk'ın zât-ı latîfinin (Zât’ının
nuru) derece derece merâtib-i kesîfeye (koyu
mertebelere, maddeye) tenezzülünden (inişinden)
husûle gelmiştir. Şu kadar ki zât-ı latîf
(Zât’ının
nuru) her bir mertebeye tenezzül edip (inip)
kesâfetle (koyulaşarak) mütecellî oldukda (oluştukça,
belirginleştikçe) birer isimle tesmiye olunur (isimlendirilir).
Artık onlara "zât" denemez: Nitekim buhâr-ı
latîf (şeffaf olan buhar) tenezzül edip (inip)
bir derece kesâfetle (koyulaşarak)
mütecellî olunca (belirip
göründükçe) ona "bulut" deriz. Ve diğer
merâtib-i kesîfesinde (diğer
koyu mertebelerinde) dahi "su" ve
"buz" tesmiye ederiz (isimlendiririz)
. Buz her ne kadar buhardan ibâret
ise de, buza buhar ismini vermek câiz
(doğru)
değildir. Zîrâ aralarında fark-ı küllî (büyük
fark) vardır.
Bu
îzâhdan (açıklamadan)
tezâhür eylediği (meydana
çıktığı) üzere emrin hakîkâti budur ki, Halik (Yaratıcı) mahlûktur ve onun aksi (tersi)
olmak üzere, mahlûk Hâlik'tir (Yaratıcıdır).
Ya'nî taayyün (oluşma, bellilik kazanma) ve zuhûr
(meydana
çıkma) ancak kendisinin olması i'tibâriyle, (bakımından)
Hâlik (Yaratıcı) mahlûktur. Ve vücûdu
müstakil (kendine
ait, müstakil bir vücûdu) olmayıp ancak Zât-ı
latîfin (Zât’ın
nurunun) mertebe-i kesîfeye (koyu
mertebelere) tenezzülünden (inişlerinden)
husûle geldiği için, mahlûk dahi Hâlik'tir (Yaratıcıdır).
Ve
Hâlik (Yaratıcı)
ile mâhlûkun kâffesi (hepsi)
ayn-ı vâhidedendir (aynı
tektendir, bir hakikattendir). Ya'nî
ayn-ı vâhideden (tek
hakikâtten) zuhûra gelmiştir.(meydana
çıkmıştır)
--------------------------------
Buradaki
"nefes" kelimesini "nefs" okumak mümkündür.
Zâten şârih de tercümesinde "zat" kelimesini ilâve
ederek,'"nefes" okunması hâlinde de, ma`nânın
"zât" ile eşanlamlı olacağına işâret etmiş
olmaktadır. (Nâşirler)
<devam
edecek>
01.10.2002
http://sufizmveinsan.com
|