BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Beyt-i
Sa'dî (k.s):
(Tercüme)
"Cihân ile o sebebden hurremim (sevinçliyim)
ki, cihân ondan hurremdir. (sevinçlidir)
Bütün âleme âşıkım, zîrâ bütün âlem ondandır."/
Ma'lûm
olsun ki, beyne'l-muhakkıkîn Hak ile halk (yaratılmışlar)
arasındaki nisbet (ölçüyü)
iki meşreb (karakter) üzerine beyân olunur (anlatılır):
Birisi "Heme ez öst", ya'nî "Hep O'ndandır",
diğeri "Heme öst", ya'nî "Hep Odur".
Hz. Şeyh (r.a.) evvelki meşrebe' (karaktere)
göre ……………
buyurmuşlar ve Hz. Sa'dî'nin beyti dahi kezâ bu meşrebe
(karaktere) göre vâkı'
olmuştur.
Reşehâtü
Ayni'l-Hâyât'da
mezkûrdur (adı geçer)
ki: "Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.a.s.) buyurmuşlar
ki: Bir gün Şeyh Bahâeddin Ömer Hazretlerine gittim. Âdetleri
vech ile "Şehirde ne haber var?" diye sordular.
"İki türlü haber var" dedim. "O iki türlü
haber nedir?" buyurdular. Cevap verdim ki: "Şeyh
Zeynüddîn ve ashâbı "Heme ez öst", ya'nî
"Hep O'ndandır" derler. Ve Seyyid Kâsım ve etbâ'ı
ise "Heme âst", ya'nî "Hep O'dur"
derler. Siz ne buyurursunuz?" Buyurdular ki: "Şeyh
Zeynüddîn takımı doğru söylerler." Ondan sonra Şeyh
Zeynüddîn'in kavlini (sözünü)
tavkiye (desteklemek) için delîl ikâmesine (ortaya koymaya) başladılar. Fakat ikâme ettikleri (ortaya
koydukları) delâil (deliller),
Seyyid Kâsım'ın sözünü te'yîd etmekte (desteklemekte)
idi. Dedim ki: "Îrâd buyurduğunuz (söylediğiniz)
delâil (deliller) Seyyid
Kâsım tarafının kavlini (sözünü)
te'yîd ediyor (doğruluyor)?"
Hz. Şeyh, yine delâil-i kaviyye (kuvvetli
deliller) serd etmeğe (söylemeye)
başladı. Fakat yine Seyyid Kâsım tarafının kavlini (sözünü)
te'yîd etmekte (desteklemekte)
idi. Anladım ki, murâd-ı şerîfleri (niyetleri)
bi-hasebi'l-bâtın (gizli
bilinmeyenler, ruh dolayısıyle) "Heme öst" (hep O’dur) olduğuna i'tikâd etmek (inanmak) ve bi-hasebi'z-zâhir (bilinenler,
meydana çıkmışlar, suretler bakımından) "Heme
ez öst" (hep
O’ndandır) kavlini (sözünü)
ityân eylemek (söylemek,
ispat etmek) husûsunu tavsiyeden ibârettir."
Zîrâ
ukûl-i zaîfe (zayıf
olan akıl), âlemin (evrenin)
Hak olduğunu kolayca idrâk edemez. Ve îcâbât-ı merâtibi
(mertebelerin
gereklerini) bilememesi, kendisini çâh-ı dalâlete (delalet çukuruna) düşürür. Ve mâdemki bu iki kavl (söz)
dahi esas i'tibâriyle doğrudur, ehl-i hakîkât, (hakikât
sahipleri) terahhümen-li'l-ibâd, (kullarına
merhametten dolayı) avâma (insanlara,
beşere) evvelki kavl (söz)
ile zâhir olurlar (görünürler). Ve sâlik (Allah yolunda yürüyen
kimse) maârif-i İlâhiyye’de (İlahî
bilgilerde) terakkî ettikçe (ilerledikçe)
Vücûd-i Mutlak’ın (hakiki
vücûdun) her mertebedeki îcâbâtına (gereklerine)
muttali' (vakıf) olup
ta'tîl-i şerîat (şeriat
hükümlerini yok sayma) tehlikesinden yakasını kurtarır.
Ve o vakit "Âlem (evren
ve evrendekiler) hep O'dur" i'tikâdında (inancında) bulunur. Bunun için Hz. Şeyh (r.a), ibtidâ (başlangıçta)
"Hâlık (Yaratıcı)
ve mahlûk hep ayn-ı vâhidedendir (tek
hakikâttendir) " buyurduktan sonra / bu ma'nâdan
terakkîye (ilerlemesine)
işâreten: "Hayır, belki o ayn-ı vâhidedir" (tek hakikâttir) buyururlar. Ya'nî merâtib (mertebeler, dereceler) hasebiyle hâlikıyyet (yaratıcılık) ve mahlûkıyyetle (yaratılmışlıkla)
müteayyin olan (meydana
çıkan, beliren) vücûd, ayn-ı vâhideden (tek
hakikâtten) değil, belki vâhidiyyet-i İlâhiyye’nin (Vahidiyet mertebesindeki bütün ilmi suretlerin)
hakîkati i'tibâriyle (bakımından)
ayn-ı vâhidedir (tek
hakikattir). Ve merâtib-i müteaddidede (birçok
mertebede) ve mezâhir-i kesîrede (çoklukların
görüntü yerlerinde, birimlerde) taayyünü (belirmeleri) ve zuhûru (meydana
çıkışı) i'tibâriyle (bakımından),
o vücûd, uyûn-i kesîredir (çokluk
pınarlarıdır). Nitekim,
a'dâdın kâffesi, (sayıların
hepsi) ayn-ı vâhide (tek
hakikât) olan vâhidden (bir’den)
neş'et etmiştir (meydana
çıkmıştır) . Ve
belki cümlesi (bütün hepsi) vâhidin (tekin)
aynıdır. Şu halde vâhid (bir)
, birçok
mertebe-i adedde (sayıların
mertebelerinde) müteayyin olan (meydana
çıkan, görülen) uyûn-i kesîredir (çokluk
pınarlarıdır). "Vâhid"
(bir) ile merâtib-i "a'dâd" (sayıların mertebeleri) arasındaki fark, icmâl (hülasa, öz) ve tafsîlden (teferruattan,
açılımlardan) ibârettir. İmdi Şeyh (r.a.), vücûd-i
vâhidin (tek vücûdun)
taayyünât (belirme,
meydana çıkma) ile kesîr (çokluk)
ve taayyünât-ı kesîrenin (oluşan
çoklukların) hakîkatte vücûd-i vâhid (tek
vücût) olduğunu îzâhan (anlatarak)
İbrâhîm (a.s.) kıssasının (hikâyesinin)
beyânına (açıklamasına)
şürû' edip (başlayıp)
buyururlar ki:
İmdi
bak, ne görürsün! "Ey babacağım, emrolduğun şeyi
yap! dedi." (Saffât, 37/102) Veled, babasının aynıdır.
İmdi o nefsinin gayrını zebh eder görmedi. Ve ona zibh-i
azîmi fidâ kıldı. İmdi, insan sûretiyle zâhir olan
kimse, kebş sûretiyle zâhir oldu. Böyle olunca veled sûretiyle
zâhir oldu. Hayır, belki vâlidin aynı olan kimse, veled hükmünde
zâhir oldu. Ve ondan onun zevcini halk etti. Binâenaleyh,
nefsinin gayrini nikâh etmedi. Şu halde sâhibesi ve veledi
ondandır. Halbuki emr, adedde vâhiddir
(11).
Hz.
Şeyh (r.a.) ibârât-ı Fusûs'un
(Füsus’ta geçen cümlelerin)
ekserîsini (çoğunu), işârât derecesinde mücmel (öz,
özet) olarak îrâd buyurmuşlardır
(anlatmışlardır) .
Onun
için kelime-be-kelime (kelimesi
kelimesine) vâkı olan (gerçekleşen)
tercümesi lisân-ı Arab (Arapça)
ile lisân-ı Türkî (Türkçe)
arasında, maânî-i kelimât (kelimelerin
manâsı) ve zamâirin şümûl (zamiri
içine alması) ve vuzûhu (anlaşılır
olması) nokta-i nazarından (bakış
açısından) fark-ı küllî (bütünüyle
farklı) olduğu cihetle (hususuyla)
, işârât derecesinde olan aslından daha ziyâde (fazla) muhtâc-ı şerh (ihtiyaç
duyulan açıklama) ve tefsîrdir (yorumdur).
Binâenaleyh (nitekim), mücmelin (hülasanın,
özetin) şerhi (açıklaması)
şu vech (yön) ile
olur:
Kur'ân-ı
Kerîm’de zebh kıssası (kurban
bahsi) sûre-i Sâffât'ta ………………………
……………………………… (Saffât, 37/102) âyet-i
kerîmesinde beyân buyrulmuştur (bildirilmiştir)
. Hz. Şeyh (r.a.), bir vücûdun taayyünât (meydana gelmesi, belirmesi) ile kesîr (çokluk) ve taayyünât-ı kesîrenin (oluşmuş, meydana gelmiş çoklukların) hakîkatte bir vücûd
olduğunu bu âyet-i kerîmeyi beyân ile
(bildirisiyle) îzâh buyurur (anlatır).
Ya'nî vücûd-i vâhidin (tek
olan hakiki vücûdun) bir mazhar-ı müteayyini olan
(meydana gelmiş görüntü yeri, birim olan) İbrâhîm
(a.s.), o vücûd-i vâhidin taayyünü (tek
vücûdun belirmesi, görüntüsü) olan kendi oğluna hitâb
edip der ki: "Ey oğlum, ben seni rü'yâda zebh (kurban)
eder olduğumu gördüm. Sen basarın (gözün)
ve basîretin (kalp
gözün) ile bak ki ne görürsün? Zîra emr-i vücûd (Hakk’ın
vücûdu) vâhiddir (tektir)
. O vücûd-i vâhidi
(tek vücûdu) Hâlık mı (Yaratıcı
mı) , yoksa
mahlûk mu (yaratılmış
varlık mı) görürsün? Eğer onu "Hâlık" (Yaratıcı)
görürsen, maksûd olan (istenilen)
ma'rifet (bilgi,
ilim) budur. Ve eğer "mahlûk" (yaratılmış,
varlık) görürsen, bu ancak emr-i vücûdu (Hakk’ın
vücûdunu) hakîkat-i hâl (gerçek
halinin) hilâfında (zıddında)
görmen için, cesed-i tabîî (bedenin
tabiatı) ve unsurînin (madde
bedenin) basarını (gözünü)
ve basîretini (kalp
gözünü) istîlâ etmiş (ele
geçirmiş) olmasından nâşîdir. (dolayıdır)
Şu halde senin zebhin (kurban
olman) ve cesed-i unsurî (madde
bedeninin) hükmünün senden ref’i (uzaklaştırılması)
lâzımdır, tâ ki Emr-i Vücûdu (Hakk’ın
vücûdunu) hakîkat-i hâl, (gerçek
hali) üzere göresin."
İmdi
vücûd-i vâhid (tek vücût,) ki Hak'tır, İshak (a.s.)’ın sûretiyle mütelebbis (bürünmüş,
giyinmiş) olduğu halde, İbrâhîm (a.s.) sûretinde müteayyin
olan (meydana çıkan) kendi
nefsine hitâben: …………. "Ey babacığım",
ya'nî "Ey kendi sûretinde Hak zâhir (görünmüş)
olup, o zuhûr (meydana
çıkmak) 'vâsıtasıyla Hakk'ı benim sûretimde ızhâr
eden (açığa çıkaran)
taayyün-i şerîf !" ……..ya'nî "Fiil-i
Hakk'ın (Hakk’ın
fiili) senin sûretinde
zuhûruna (sende açığa çıkmasına görünmesine) mübâşir (elçi, aracı) ol!" dedi.
/ Halbuki baba, oğlunun aynıdır. Zîrâ, oğlunun vücûdu,
pederin eczâ-yı vücûdundan (vücûdunun
parçasından) münfekk (ayrılmış)
olan nutfeden (spermden)
ibârettir. Ve nutfe (sperm)
ise, sûreten (suret
olarak) pederin gayri (babadan
başka) ise de, ma'nen ve hakîkaten (hakikât
yönünden) gayri (başka)
değildir. Şu halde İbrâhîm (a.s.) rü'yâsında oğlu
olan İshak (a.s)’ı boğazladığını gördüğü vakit,
kendi nefsinden başkasını boğazlar görmedi; ya'nî kendi
nefsini boğazlar gördü. Ve zebîh (kurban
edilecek) İshak (a.s) mıdır, yoksa İbrahim (a.s.) mıdır?
Bu husûs, Fass-ı İshâkî'nin mukaddemesinde (başlangıcında) tafsîlen (geniş
olarak) beyân olunur (açıklanır).
Hz. İbrâhîm'in Hz. İshâk sûretinde zâhir olan (görünen) nefsine Allah Teâlâ, zibh-i azîmi (büyük koçu) fıdâ (fedâ)
eyledi. Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i hayâlde (hayal
mertebesinde) "insan" sûretinde zâhir olan (görülen)
kimse, âlem-i histe (hissedilen
âlemde, dünyada) "koç" sûretinde (şeklinde)
zâhir oldu (göründü)
ki, bunun sırrı Hz. Şeyh (r.a) tarafından Fass-ı İshâkî'de
(İshak konusunda) îzâh
buyrulmuştur (açıklanmıştır).
İmdi
cemî'-i mezâhirde (bütün
görüntü mahallerinde, birimlerde) şahsiyetle (Zât’ıyla)
müteayyin olan (beliren,
görünen hissedilen) Vücûd-i Vâhid-i Hakîkî (tek
hakiki vücut sahibi olan Hakk) ,
oğul sûretinde, hayır belki oğul hükmünde zâhir
oldu (göründü).
Zîrâ oğul ile babanın sûreti, hakîkat-i nev'iyyede (çeşitliliklerin
özünde) müttehıd (birleşmiş)
olmaları i'tibâriyle (bakımından)
birdir. Çünkü ikisi de sûret-i insâniyyede (insan
suretinde) müteayyindir (meydana
çıkmıştır). Muğâyeret
(başkalık) ancak babalık ile oğulluğun hükümlerinde ve sûret-i
şahsiyededir (kendi
suretlerindedir) . Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) vücûd-i vâhidin (tek
vücûdun) taayyünât (belirmeler)
ile kesîr (çokluk)
ve taayyünât-ı kesîrenin (beliren,
görünen çoklukların) hakîkatte vücûd-i vâhid (gerçekte
tek vücût) olduğunu, ya'nî ayn-ı vâhidenin (kendi
tekliğinin, tek Zât’ın) uyûn-ı kesîre (çokluk
pınarları) ile zâhir olduğunu (göründüğünü)
…………………………………………….
(Nisâ, 4/1) ya'nî "Ey nâs, (insanlar)
sizi nefs-i vâhideden (tek
nefisten) halk eden (yaratan)
ve ondan zevcesini (eşini)
yaratan ve onlardan birçok erkek ve kadınları neşreden
(dirilten) Rabb’inizden
sakının!" âyet-i kerîmesiyle istişhâden (göstererek) buyurur ki: Vücûd-i Vâhid-i Hakîkî (tek
olan hakiki vücût),
nefs-i vâhideden (tek nefisten) onun zevcini (eşini)
halk etti (yarattı).
Ya'nî vücûd-i vâhid-i hakîkî (hakiki
tek vücût sahibi) kemâlât-ı esmâiyyesini (esmasının
kemalini) ızhâr (açığa
çıkarmak) için merâtibe
(mertebelere) tenezzül
edip (inip) "Âdem"
dediğimiz şahıs' ile müteayyin oldu (meydana
çıktı, göründü) ki, nefs-i vâhidedir. (tek
nefistir) / Ve o nefs-i vâhideden (tek
nefisten) onun zevcesi (eşi)
olan Havvâ'yı ızhâr edip (açığa
çıkarıp) şahs-ı Havvâ ile (Havva
olarak) müteayyin (göründü,
aşıkar) oldu. Şu
halde Hz. Âdem kendi nefsinden gayrisini (başkasını)
nikâh etmemiş oldu. Binâenaleyh (nitekim),
onun sâhibesi (dişisi)
olan Hz. Havvâ, Hz. Âdem'in kendi nefsinden mahlûktur (yaratılmıştır) . Ve
Âdem (a.s) nasıl ki, zevcesi (eşi)
sûretinde kendi nefsini nikâh etmiş ise, İbrâhim
(a.s.) dahi oğlunun sûretinde öylece âlem-i hayâlde kendi
nefsini boğazlar görüp âlem-i histe de, (içinde
bulunduğumuz âlemde de) koç sûretinde, yine kendi
nefsini fıdâ (fedâ,
kurban) etti. Halbuki emr-i vücûd (Hakk’ın
vücûdu) , hakîkatte
aded (sayı) sûretinde vâhidden (bir’den)
ibârettir. Nitekim merâtib-i a'dâdın (sayıların
mertebeleri) vâhidden (bir’den)
ne vech (husus) ile
zuhûra geldiği (meydana
çıktığı) bâlâda (yukarıda)
tafsîl edilmiş (açık
olarak anlatılmış) idi.
Ma'lum
olsun ki, hakîkât-i külliyye (bütün
hakikâtlerin hepsi) olan ayn-ı vâhide (tek
hakikat), taayyün-i küllî (bütün
taayyünleri) ile müteayyin olduğu (açığa
çıktığı, göründüğü) vakit, insâniyyet-i mutlaka (kayıtsız, salt, tek İnsan) olur. Zîrâ âlemde ne kadar efrâd-ı
insâniyye (insan ırkı) varsa
"insan" mefhûm-i küllîsi tahtına (bütünüyle
insan
manâsı hükmü altına) dâhil
olur. Bu taayyün (meydana çıkış) , ayn-ı
vâhidenin (tek hakikâtin) taayyün-i nev'î (çeşitli
belirmeler, suretler) ile müteayyin olmasıdır (görünmesi, meydana çıkmasıdır). Ve yine o ayn-ı vâhide (tek
hakikât) taayyün-i cüz'î (cüzi,
bir kısmın
belirmesi, görünmesi) ile müteayyin olduğu (aşikâr
olduğu, göründüğü) vakit, efrâd-ı insâniyyeden (insan
ırkından) bir ferd ve bir şahıs olur. Binâenaleyh (nitekim),
hakîkat-i vâhide (tek
hakikât) olan Vücûd-i Vâhid-i Hak
(tek olan Hakk’ın vücûdu) merâtib-i müteaddidede (türlü
türlü, çeşitli mertebelerde) zâhir (meydana
çıkar, görülür) ve taayyünât-ı kesîrede (meydana
gelmiş çokluklarda, birimlerde) müteayyindir (görünmektedir) . Ve her
bir mertebe ve taayyünde (birimde,
surette) bir isim ile müsemmâ olur (isimlenir)
. Meselâ
mertebe-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde, dünyada) eşhâs-ı insâniyyeden (insanlardan) birer şahsın sûretleri ile müteayyin oldukda (belirdiğinde)
Mehmed, Es'ad, Ahmed, Avnî ilh... gibi esâmî-i hâssa (özel
isimler) ile müsemmâdır (isimlenmiştir)
. Bu
eşhâstan (şahıslardan)
tenâsül vukû'unda (üreme
hadisesinde) "nutfe" (sperme)
denilir. Rahm-i mâderde (ana
rahminde) "alaka" (pıhtılaşmış
kan), "mudğa" (küçük
et parçası), "cenîn" ve ba'dehû (daha
sonra) "tıfl" (bebek,
çocuk) ve "insan" isimleriyle müsemmâ olur (isimlenir)
. Ve
bir sûretle müteayyin olduğu (meydana
geldiği) vakit, o sûrete verilen isim, diğer taayyünâta
(surete, birime) verilmez.
Binâenaleyh (nitekim), "sûret"
ne kadar kesîr (çok) olursa
olsun "hakîkat"leri birdir; mugâyeret (başkalık,
farklılık), ancak sûretlerdedir. Hz. Mevlânâ (r.a.) bu
hakikâte işâreten Mesnevî-i Şerîf’te âtîdeki (aşağıdaki)
ebyâtı (beyiti) îrâd
buyururlar (söylerler):
Mesnevî:
(Tercüme) Türlü türlü yüz bin taâm (yemek)
vardır. İ'tibârda (takdîrde,
değerde) hepsi bir şeydir. Birinden tamâmen doyduğun vâkit,
gönlün elli taamdan (yemekten)
soğur. Sen açlık emrinde şaşı olmuşsun. Zîrâ biri yüz
bin görmüşsün."
Ve
bu ma'nâyı Fîhi Mâ-fîh
nâmındaki eser-i âlîlerinde (yüce
eserlerinde) de te'yîden (destekleyerek, sağlamlaştırarak) böyle îzâh buyururlar:
"Hakîkatte cezb eden (kendine
çeken) birdir, fakat müteaddid (çok)
görünür. Görmez misin ki, bir adam gûnâ-gûn (çeşit,
çeşit) yüz şey arzû eder. Meselâ “tutmaç isterim, börek isterim,
helva isterim, yahni isterim, meyve isterim, hurma isterim,
incir isterim” der. Ve bunları ta'dâd ile (saymakla)
lisâna getirir. Ve lâkin, onun aslı açlıktır, o da
birdir. Görmez misin ki, bir şeyden doyunca bunların hiçbirisi
lâzım değildir, der. Binâenaleyh (nitekim),
ma'lûm oldu (bilindi)
ki, on ve yüz yoktur, belki bir vardır.
…………………………(Müdessir, 74/31). "Halkın
bu ta'dâdı (sayıp dökmesi)
fitnedir (fesatlıktır)
.
<devam
edecek>
08.10.2002
http://sufizmveinsan.com
|