33. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Beyt-i Sa'dî (k.s):
(Tercüme) "Cihân ile o sebebden hurremim (sevinçliyim) ki, cihân ondan hurremdir. (sevinçlidir) Bütün âleme âşıkım, zîrâ bütün âlem ondandır."/

Ma'lûm olsun ki, beyne'l-muhakkıkîn Hak ile halk (yaratılmışlar) arasındaki nis­bet (ölçüyü) iki meşreb (karakter) üzerine beyân olunur (anlatılır): Birisi "Heme ez öst", ya'nî "Hep O'ndandır", diğeri "Heme öst", ya'nî "Hep Odur". Hz. Şeyh (r.a.) ev­velki meşrebe' (karaktere) göre …………… buyurmuşlar ve Hz. Sa'dî'nin beyti dahi kezâ bu meşrebe (karaktere) göre vâkı' olmuştur.

Reşehâtü Ayni'l-Hâyât'da mezkûrdur (adı geçer) ki: "Hâce Ubeydullah Ah­râr (k.a.s.) buyurmuşlar ki: Bir gün Şeyh Bahâeddin Ömer Hazretle­rine gittim. Âdetleri vech ile "Şehirde ne haber var?" diye sordular. "İki türlü haber var" dedim. "O iki türlü haber nedir?" buyurdular. Cevap verdim ki: "Şeyh Zeynüddîn ve ashâbı "Heme ez öst", ya'nî "Hep O'ndandır" derler. Ve Seyyid Kâsım ve etbâ'ı ise "Heme âst", ya'nî "Hep O'dur" derler. Siz ne buyurursunuz?" Buyurdular ki: "Şeyh Zeynüddîn takımı doğru söylerler." Ondan sonra Şeyh Zey­nüddîn'in kavlini (sözünü) tavkiye (desteklemek) için delîl ikâmesine (ortaya koymaya) başladılar. Fakat ikâ­me ettikleri (ortaya koydukları) delâil (deliller), Seyyid Kâsım'ın sözünü te'yîd etmekte (desteklemekte) idi. De­dim ki: "Îrâd buyurduğunuz (söylediğiniz) delâil (deliller) Seyyid Kâsım tarafının kavlini (sözünü) te'yîd ediyor (doğruluyor)?" Hz. Şeyh, yine delâil-i kaviyye (kuvvetli deliller) serd etmeğe (söylemeye) başladı. Fakat yine Seyyid Kâsım tarafının kavlini (sözünü) te'yîd etmekte (desteklemekte) idi. An­ladım ki, murâd-ı şerîfleri (niyetleri) bi-hasebi'l-bâtın (gizli bilinmeyenler, ruh dolayısıyle) "Heme öst" (hep O’dur) olduğuna i'ti­kâd etmek (inanmak) ve bi-hasebi'z-zâhir (bilinenler, meydana çıkmışlar, suretler bakımından) "Heme ez öst" (hep O’ndandır) kavlini (sözünü) ityân eylemek (söylemek, ispat etmek) husûsunu tavsiyeden ibârettir."

Zîrâ ukûl-i zaîfe (zayıf olan akıl), âlemin (evrenin) Hak olduğunu kolayca idrâk edemez. Ve îcâbât-ı merâtibi (mertebelerin gereklerini) bilememesi, kendisini çâh-ı dalâlete (delalet çukuruna) düşürür. Ve mâ­demki bu iki kavl (söz) dahi esas i'tibâriyle doğrudur, ehl-i hakîkât, (hakikât sahipleri) terahhümen-li'l-ibâd, (kullarına merhametten dolayı) avâma (insanlara, beşere) evvelki kavl (söz) ile zâhir olurlar (görünürler). Ve sâlik (Allah yolunda yürüyen kimse) maârif-i İlâhiyye’de (İlahî bilgilerde) terakkî ettikçe (ilerledikçe) Vücûd-i Mutlak’ın (hakiki vücûdun) her mertebede­ki îcâbâtına (gereklerine) muttali' (vakıf) olup ta'tîl-i şerîat (şeriat hükümlerini yok sayma) tehlikesinden yakasını kurtarır. Ve o vakit "Âlem (evren ve evrendekiler) hep O'dur" i'tikâdında (inancında) bulunur. Bunun için Hz. Şeyh (r.a), ibtidâ (başlangıçta) "Hâlık (Yaratıcı) ve mahlûk hep ayn-ı vâhidedendir (tek hakikâttendir) " buyurduktan sonra / bu ma'nâdan terakkîye (ilerlemesine) işâreten: "Hayır, belki o ayn-ı vâhidedir" (tek hakikâttir) buyururlar. Ya'nî merâtib (mertebeler, dereceler) hasebiyle hâlikıyyet (yaratıcılık) ve mahlûkıyyetle (yaratılmışlıkla) müteayyin olan (meydana çıkan, beliren) vücûd, ayn-ı vâhideden (tek hakikâtten) değil, belki vâhidiyyet-i İlâhiyye’nin (Vahidiyet mertebesindeki bütün ilmi suretlerin)  hakîkati i'tibâriyle (bakımından) ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Ve merâtib-i müteaddidede (birçok mertebede) ve mezâhir-i kesîrede (çoklukların görüntü yerlerinde, birimlerde) taayyünü (belirmeleri) ve zuhûru (meydana çıkışı) i'tibâriyle (bakımından), o vücûd, uyûn-i kesîredir (çokluk pınarlarıdır). Nitekim, a'dâdın kâffesi, (sayıların hepsi) ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan vâhidden (bir’den) neş'et etmiştir (meydana çıkmıştır) . Ve belki cümlesi (bütün hepsi) vâhidin (tekin) aynı­dır. Şu halde vâhid (bir) ,  birçok mertebe-i adedde (sayıların mertebelerinde) müteayyin olan (meydana çıkan, görülen) uyûn-i kesîredir (çokluk pınarlarıdır).  "Vâhid" (bir) ile merâtib-i "a'dâd" (sayıların mertebeleri) arasındaki fark, icmâl (hülasa, öz) ve tafsîlden (teferruattan, açılımlardan) ibârettir. İmdi Şeyh (r.a.), vücûd-i vâhidin (tek vücûdun) taayyünât (belirme, meydana çıkma) ile ke­sîr (çokluk) ve taayyünât-ı kesîrenin (oluşan çoklukların) hakîkatte vücûd-i vâhid (tek vücût) olduğunu îzâ­han (anlatarak) İbrâhîm (a.s.) kıssasının (hikâyesinin) beyânına (açıklamasına) şürû' edip (başlayıp) buyururlar ki:

İmdi bak, ne görürsün! "Ey babacağım, emrolduğun şeyi yap! dedi." (Saffât, 37/102) Veled, babasının aynıdır. İmdi o nefsinin gayrını zebh eder görmedi. Ve ona zibh-i azîmi fidâ kıldı. İmdi, insan sûretiyle zâhir olan kimse, kebş sû­retiyle zâhir oldu. Böyle olunca veled sûretiyle zâhir oldu. Hayır, belki vâlidin aynı olan kimse, veled hükmünde zâ­hir oldu. Ve ondan onun zevcini halk etti. Binâenaleyh, nefsinin gayrini nikâh etmedi. Şu halde sâhibesi ve veledi on­dandır. Halbuki emr, adedde vâhiddir (11).

Hz. Şeyh (r.a.) ibârât-ı Fusûs'un (Füsus’ta geçen cümlelerin) ekserîsini (çoğunu), işârât derecesinde müc­mel (öz, özet) olarak îrâd buyurmuşlardır (anlatmışlardır) .  Onun için kelime-be-kelime (kelimesi kelimesine) vâkı olan (gerçekleşen) tercümesi lisân-ı Arab (Arapça) ile lisân-ı Türkî (Türkçe) arasında, maânî-i keli­mât (kelimelerin manâsı) ve zamâirin şümûl (zamiri içine alması) ve vuzûhu (anlaşılır olması) nokta-i nazarından (bakış açısından) fark-ı küllî (bütünüyle farklı) olduğu cihetle (hususuyla) , işârât derecesinde olan aslından daha ziyâde (fazla) muh­tâc-ı şerh (ihtiyaç duyulan açıklama) ve tefsîrdir (yorumdur). Binâenaleyh (nitekim), mücmelin (hülasanın, özetin) şerhi (açıklaması) şu vech (yön) ile olur:

Kur'ân-ı Kerîm’de zebh kıssası (kurban bahsi) sûre-i Sâffât'ta ……………………… ……………………………… (Saffât, 37/102) âyet-i ke­rîmesinde beyân buyrulmuştur (bildirilmiştir) . Hz. Şeyh (r.a.), bir vücûdun taayyü­nât (meydana gelmesi, belirmesi) ile kesîr (çokluk) ve taayyünât-ı kesîrenin (oluşmuş, meydana gelmiş çoklukların) hakîkatte bir vücûd olduğunu bu âyet-i kerîmeyi beyân ile (bildirisiyle) îzâh buyurur (anlatır). Ya'nî vücûd-i vâhidin (tek olan hakiki vücûdun) bir mazhar-ı müteayyini olan (meydana gelmiş görüntü yeri, birim olan) İbrâhîm (a.s.), o vücûd-i vâhidin taayyünü (tek vücûdun belirmesi, görüntüsü) olan kendi oğluna hitâb  edip der ki: "Ey oğlum, ben seni rü'yâda zebh (kurban) eder olduğumu gördüm. Sen basarın (gözün) ve basîretin (kalp gözün) ile bak ki ne görürsün? Zîra emr-i vücûd (Hakk’ın vücûdu) vâhiddir (tektir) . O vücûd-i vâhidi (tek vücûdu) Hâlık mı (Yaratıcı mı) , yok­sa mahlûk mu (yaratılmış varlık mı) görürsün? Eğer onu "Hâlık" (Yaratıcı) görürsen, maksûd olan (istenilen) ma'rifet (bilgi, ilim) budur. Ve eğer "mahlûk" (yaratılmış, varlık) görürsen, bu ancak emr-i vücûdu (Hakk’ın vücûdunu) hakîkat-i hâl (gerçek halinin) hilâfında (zıddında) görmen için, cesed-i tabîî (bedenin tabiatı) ve unsurînin (madde bedenin) basa­rını (gözünü) ve basîretini (kalp gözünü) istîlâ etmiş (ele geçirmiş) olmasından nâşîdir. (dolayıdır) Şu halde senin zebhin (kurban olman) ve cesed-i unsurî (madde bedeninin) hükmünün senden ref’i (uzaklaştırılması) lâzımdır, tâ ki Emr-i Vücûdu (Hakk’ın vücûdunu) hakîkat-i hâl, (gerçek hali) üzere göresin."

İmdi vücûd-i vâhid (tek vücût,) ki Hak'tır, İshak (a.s.)’ın sûretiyle mütelebbis (bürünmüş, giyinmiş) olduğu halde, İbrâhîm (a.s.) sûretinde müteayyin olan (meydana çıkan) kendi nefsine hitâben: …………. "Ey babacığım", ya'nî "Ey kendi sûretinde Hak zâ­hir (görünmüş) olup, o zuhûr (meydana çıkmak) 'vâsıtasıyla Hakk'ı benim sûretimde ızhâr eden (açığa çıkaran) taayyün-i şerîf !" ……..ya'nî "Fiil-i Hakk'ın (Hakk’ın fiili) senin sûretinde zuhû­runa (sende açığa çıkmasına görünmesine) mübâşir (elçi, aracı) ol!" dedi. / Halbuki baba, oğlunun aynıdır. Zîrâ, oğlunun vücûdu, pederin eczâ-yı vücûdundan (vücûdunun parçasından) münfekk (ayrılmış) olan nutfeden (spermden) ibâ­rettir. Ve nutfe (sperm) ise, sûreten (suret olarak) pederin gayri (babadan başka) ise de, ma'nen ve hakîka­ten (hakikât yönünden) gayri (başka) değildir. Şu halde İbrâhîm (a.s.) rü'yâsında oğlu olan İshak (a.s)’ı boğazladığını gördüğü vakit, kendi nefsinden başkasını boğazlar görmedi; ya'nî kendi nefsini boğazlar gördü. Ve zebîh (kurban edilecek) İshak (a.s) mıdır, yoksa İbrahim (a.s.) mıdır? Bu husûs, Fass-ı İshâkî'nin mukaddemesinde (başlangıcında) tafsîlen (geniş olarak) beyân olunur (açıklanır). Hz. İbrâhîm'in Hz. İshâk sû­retinde zâhir olan (görünen) nefsine Allah Teâlâ, zibh-i azîmi (büyük koçu) fıdâ (fedâ) eyledi. Binâ­enaleyh (nitekim), âlem-i hayâlde (hayal mertebesinde) "insan" sûretinde zâhir olan (görülen) kimse, âlem-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) "koç" sûretinde (şeklinde) zâhir oldu (göründü) ki, bunun sırrı Hz. Şeyh (r.a) tara­fından Fass-ı İshâkî'de (İshak konusunda) îzâh buyrulmuştur (açıklanmıştır).

İmdi cemî'-i mezâhirde (bütün görüntü mahallerinde, birimlerde) şahsiyetle (Zât’ıyla) müteayyin olan (beliren, görünen hissedilen) Vücûd-i Vâhid-i Hakîkî (tek hakiki vücut sahibi olan Hakk) , oğul sûretinde, hayır belki oğul hükmünde zâhir oldu (göründü). Zîrâ oğul ile babanın sûreti, hakîkat-i nev'iyyede (çeşitliliklerin özünde) müttehıd (birleşmiş) olmaları i'ti­bâriyle (bakımından) birdir. Çünkü ikisi de sûret-i insâniyyede (insan suretinde) müteayyindir (meydana çıkmıştır).  Mu­ğâyeret (başkalık) ancak babalık ile oğulluğun hükümlerinde ve sûret-i şahsi­yededir (kendi suretlerindedir) . Cenâb-ı Şeyh (r.a.) vücûd-i vâhidin (tek vücûdun) taayyünât (belirmeler) ile kesîr (çokluk) ve taayyünât-ı kesîrenin (beliren, görünen çoklukların) hakîkatte vücûd-i vâhid (gerçekte tek vücût) olduğunu, ya'nî ayn-ı vâhidenin (kendi tekliğinin, tek Zât’ın) uyûn-ı kesîre (çokluk pınarları) ile zâhir olduğunu (göründüğünü)  ……………………………………………. (Nisâ, 4/1) ya'nî "Ey nâs, (insanlar) sizi nefs-i vâhideden (tek nefisten) halk eden (yaratan) ve ondan zevcesini (eşini) yaratan ve onlardan birçok erkek ve kadınları neşreden (dirilten) Rabb’iniz­den sakının!" âyet-i kerîmesiyle istişhâden (göstererek) buyurur ki: Vücûd-i Vâhid-i Hakîkî (tek olan hakiki vücût), nefs-i vâhideden (tek nefisten) onun zevcini (eşini) halk etti (yarattı). Ya'nî vücûd-i vâhid-i hakîkî (hakiki tek vücût sahibi) kemâlât-ı esmâiyyesini (esmasının kemalini) ızhâr (açığa çıkarmak) için  merâtibe (mertebelere) tenezzül edip (inip) "Âdem" dediğimiz şahıs' ile müteayyin oldu (meydana çıktı, göründü) ki, nefs-i vâhidedir. (tek nefistir) / Ve o nefs-i vâhideden (tek nefisten) onun zevcesi (eşi) olan Havvâ'yı ızhâr edip (açığa çıkarıp) şahs-ı Hav­vâ ile (Havva olarak) müteayyin (göründü, aşıkar) oldu.  Şu halde Hz. Âdem kendi nefsinden gayrisini (başkasını) nikâh etmemiş oldu. Binâenaleyh (nitekim), onun sâhibesi (dişisi) olan Hz. Havvâ, Hz. Âdem'in kendi nefsinden mahlûktur (yaratılmıştır) .  Ve Âdem (a.s) nasıl ki, zevcesi (eşi) sûretinde kendi nefsini nikâh etmiş ise, İbrâhim (a.s.) dahi oğlunun sûretinde öylece âlem-i hayâlde kendi nefsini boğazlar görüp âlem-i histe de, (içinde bulunduğumuz âlemde de) koç sûretinde, yine kendi nefsini fıdâ (fedâ, kurban) etti. Halbuki emr-i vücûd (Hakk’ın vücûdu) , hakîkatte aded (sayı) sûretinde vâhidden (bir’den) ibârettir. Nitekim merâtib-i a'dâdın (sayıların mertebeleri) vâhidden (bir’den) ne vech (husus) ile zuhûra geldiği (meydana çıktığı) bâlâda (yukarıda) tafsîl edilmiş (açık olarak anlatılmış) idi.

Ma'lum olsun ki, hakîkât-i külliyye (bütün hakikâtlerin hepsi) olan ayn-ı vâhide (tek hakikat), taayyün-i küllî (bütün taayyünleri) ile müteayyin olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) vakit, insâniyyet-i mutlaka (kayıtsız, salt, tek İnsan) olur. Zîrâ âlem­de ne kadar efrâd-ı insâniyye (insan ırkı) varsa "insan" mefhûm-i küllîsi tahtı­na (bütünüyle insan  manâsı hükmü altına) dâhil olur. Bu taayyün (meydana çıkış) ,  ayn-ı vâhidenin (tek hakikâtin) taayyün-i nev'î (çeşitli belirmeler, suretler) ile müte­ayyin olmasıdır (görünmesi, meydana çıkmasıdır). Ve yine o ayn-ı vâhide (tek hakikât) taayyün-i cüz'î (cüzi, bir kısmın  belirmesi, görünmesi) ile müteay­yin olduğu (aşikâr olduğu, göründüğü) vakit, efrâd-ı insâniyyeden (insan ırkından) bir ferd ve bir şahıs olur. Binâenaleyh (nitekim), hakîkat-i vâhide (tek hakikât) olan Vücûd-i Vâhid-i Hak (tek olan Hakk’ın vücûdu) merâtib-i mü­teaddidede (türlü türlü, çeşitli mertebelerde) zâhir (meydana çıkar, görülür) ve taayyünât-ı kesîrede (meydana gelmiş çokluklarda, birimlerde) müteayyindir (görünmektedir) . Ve her bir mertebe ve taayyünde (birimde, surette) bir isim ile müsemmâ olur (isimlenir) .  Meselâ mertebe-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) eşhâs-ı insâniyyeden (insanlardan) birer şahsın sûretleri ile müteayyin oldukda (belirdiğinde) Mehmed, Es'ad, Ahmed, Avnî ilh... gibi esâmî-i hâssa (özel isimler) ile müsemmâdır (isimlenmiştir) .  Bu eşhâstan (şahıslardan) tenâsül vukû'unda (üreme hadisesinde) "nutfe" (sperme) denilir. Rahm-i mâderde (ana rahminde) "alaka" (pıhtılaşmış kan), "mudğa" (küçük et parçası), "cenîn" ve ba'dehû (daha sonra) "tıfl" (bebek, çocuk) ve "insan" isimleriyle müsemmâ olur (isimlenir) .  Ve bir sûretle müteayyin olduğu (meydana geldiği) vakit, o sûrete verilen isim, diğer taayyünâta (surete, birime) verilmez. Binâenaleyh (nitekim), "sûret" ne kadar kesîr (çok) olursa olsun "hakîkat"leri birdir; mugâyeret (başkalık, farklılık), ancak sûretlerdedir. Hz. Mevlânâ (r.a.) bu hakikâte işâreten Mesnevî-i Şerîf’te âtîdeki (aşağıdaki) ebyâtı (beyiti) îrâd buyururlar (söylerler):

Mesnevî:
(Tercüme) Türlü türlü yüz bin taâm (yemek) vardır. İ'tibârda (takdîrde, değerde) hepsi bir şey­dir. Birinden tamâmen doyduğun vâkit, gönlün elli taamdan (yemekten) soğur. Sen açlık emrinde şaşı olmuşsun. Zîrâ biri yüz bin görmüşsün."

Ve bu ma'nâyı Fîhi Mâ-fîh nâmındaki eser-i âlîlerinde  (yüce eserlerinde) de te'yîden (destekleyerek, sağlamlaştırarak) böyle îzâh buyururlar: "Hakîkatte cezb eden (kendine çeken) birdir, fakat müteaddid (çok) görünür. Görmez misin ki, bir adam gûnâ-gûn (çeşit, çeşit) yüz şey arzû eder. Meselâ “tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, yahni isterim, meyve isterim, hurma isterim, incir isterim” der. Ve bunları ta'dâd ile (saymakla) lisâna getirir. Ve lâkin, onun aslı açlıktır, o da birdir. Görmez misin ki, bir şeyden doyunca bunların hiçbirisi lâzım değildir, der. Binâenaleyh (nitekim), ma'lûm oldu (bilindi) ki, on ve yüz yoktur, belki bir vardır. …………………………(Müdessir, 74/31). "Halkın bu ta'dâdı (sayıp dökmesi) fitnedir (fesatlıktır) .

<devam edecek>

08.10.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail