34. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN: "HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi "tabîat" kimdir ve ondan zâhir olan kimdir? Ve biz onu kendisinden zâhir olan şeyle nâkıs ve zâhir olan şeyin ademi ile zâid olduğunu görmedik. Ve zâhir olan şey onun gayri değildir. Ve ihtilâf-ı suverden nâşi onun üzeri­ne bu, bârid ü yâbistir ve bu, hârr u yâbistir diye hüküm ile berâber, zâhir olan şey onun aynı değildir. Böyle olun­ca "tabîat" yebsi cem'etti ve bundan gayrisini de ayırdı. Halbuki câmi' olan tabîattir. Hayır, belki "ayn" tabîattir. Binâenaleyh, âlem-i tabîat, bir âyînede olan sûretlerdir. Ha­yır, belki muhtelif âyînelerde olan bir sûrettir. Şu halde teferruk-ı nazardan dolayı, ancak "hayret" vardır (12).

Ma'lûm olsun ki, insan denilen mahlûk-ı mütefekkir (düşünen yaratık),  kendi vücû­dunu ve muhîtindeki (etrafındaki) mevcûdâtı idrâke başlayınca fikri bunların meb­deini (başlangıcını, evvelini) taharrîye (araştırmaya) kıyâm eder (kalkar). Akvâm-ı vahşiyyenin (vahşi kavimler) bile bir mûcidin (Yaratıcı’nın) vücûdunu kabûl ile şuna buna tapmaları bu taharrî-i efkârın (düşündüklerini araştırmaları) netîce­sidir. İnsanların sûretlerindeki tefâvüt (farklılık) gibi akılları da mütefâvit (farklı) bulunduğundan ukûl (akıllar) sûret-i umûmiyyede (umumi şekilde) terbiye ve tahsîl ile tenev­vür edip (aydınlanıp) düşünceleri o nisbette (ölçüde) teâlî eder (yükselir) . Fakat akıl ne kadar te­nevvür (nurlansa, aydınlansa) ve teâlî ederse etsin (yükselirse yükselsin), vehm ile meşûb (karışık) olduğundan hakayık-ı eşyâya (varlıkların hakikâtlerini) ıttılâ' (öğrenmek) için icrâ ettiği (yaptığı) tedkîkat-ı amîkada (derin incelemelerde) vehmin hükmünden tecerrüd edemez (kurtulamaz).  Binâenaleyh (nitekim), ben aklımla hakîkati bulurum, diyen herhangi bir âkıl-i mütefekkirin (aklı ile hareket edenin) vehm ile meşûb (karışık) olan aklının verdi­ği bir hüküm, onun hükm-i vehminden hâriç (vehminden aldığı emirler dışında) bulunan diğer bir âkıl tarafından bir delîl ikâme olunarak (delil ortaya koyarak) çürütülür. Fakat ibtâl-ı delîl eden (delili hükümsüz bırakan) müdekkıkın (iyice inceleyenin) vehmi dahi kendi vücûdunda hâkim (hüküm süren, emreden) olduğu için, onun vaz' ettiği (koyduğu) kavâid-i felsefiyye (felsefe kaideleri) dahi o kimsenin hükm-i vehmin­den hâriç (vehminden gelen emirlerin dışına çıkmış) olan diğer biri tarafından ibtâl olunur (geçersiz bırakılır) . Bu hal böylece teselsül edip (zincirleme) gider. İşte bunun netîcesi olarak âlemde birçok mesâ­lik-i felsefiyye (felsefe meslekleri) zuhûra gelmiştir. Vâkiâ (ne zaman ki) / her birerlerinin hakayıka (hakikâtlere) temâs ettiği nukat (noktalar) mevcuttur. Fakat akıllarına hâkim (akıllarını etkisi altına almış) olan vehim­leri, dâimâ sırât-ı müstakîmden (doğru yoldan) ayaklarını kaydırmıştır. Zamânımı­zın mütefekkirîni (düşünürleri) ise fen dâiresinde âlem-i tabîatı tedkîk (tabiat âlemini inceleyip) ve ha­kâyıkı mahsüsâttan (gözle görülür meydana çıkmış hakikâtlerden) istidlâl etmek (akıl yürütmek) usûlünü ta'kîb ederler. Fakat mahsüsâttan (gözle görülen şeylerden) müteselsilen (sırayla birbirlerini takip ederek), mebdee vusûl (başlangıca, öze ulaşmak) mümkün değildir. Bir hadd (sınır) gelir ki mahsüsât (gözle görülürler) müzmahıl (çökmüş, yıkılmış, yok) olur. İşte bu zaman, yine sâha-i ma'­kûlâta (akılla idrak etme sahasına) dalmak ve vehmin kuvve-i kahiresi (vehmin kahredici üstün gücü) altında zebûn (güçsüz) kalmak vardır. Binâenaleyh (nitekim), hakâyıkı (hakikâtleri) akıllarıyla bulup çıkarmak için mesâî-i dâimede bulunanlar (gayret sarf edenler) Ömer Hayyâm hazretlerinin şu:

Rubâî (dörtlüğü) :
(Tercüme) "Onlar ki kâr-ı akıl ile (Akılları sıra) sa'y (gayret) ederler. Yazık ki hep öküz­den süt sağarlar. Libâs-ı belâheti (ahmaklık elbisesi) giymeleri iyidir; öyle ki bugün akıl ile yaprak bile satmasınlar!

Rubâîsinde (dörtlüğünde) dediği gibi öküzden süt sağmak kabîlinden beyhûde (boş yere) izâ'-i ömr ederler (ömür tüketirler).  Bu hâlin sebebi, hakâyık-ı esmâiyye ve sıfâtiyyesini (esmanın  sıfatlarını ve hakikatlerini) ta'lîm (öğretmek) için mertebe-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) bi't-tenezzül (inerek) Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü's-selâm)’ın taayyünleriyle (bedeni ile) müteayyin olan (meydana çıkan, görülen) vücûd-i vâhid-i hakîkînin (tek hakiki vücûdun) , onların li­sanlarından vâkı' olan (gerçekleşen) ihbârâtına (bildirilerine) kulak asmamaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz ………………. ya'nî "Ben muallim (öğretmen) olarak ba's olundum (gönderildim) " buyururlar. Hakîkat-i hâl (gerçek durum) bu merkezde iken, ukalâ (akıllı olanlar) kendi akıllarına i'­timâd edip (güvenip) "Bizim mûallime (öğretmene) ihtiyâcımız yoktur, biz aklımız ile ha­kâyıkı (hakikâtleri) idrâk edinceye kadar çalışırız. Da'vâ-yı Nübüvvetle (Peygamberlik iddia eden) içimizden zuhûr eden (çıkan) bizim gibi bir âkıle (akla) niçin tâbi' olalım? (uyalım) " deyip serkeşlik (baş kaldırma, itaatsizlik) ederler. Eğer tâbi' olsalardı (uysalardı) kendi nefislerini bilmekle, Hak kendile­rine zâhir olur (görülür) idi. Nitekim Hak Teâlâ / Kur'ân-ı kerîmde buyurur: …………………………………………………………………….. (Fussılet, 41/53) ya'nî "Biz âyâtımızı (âyetlerimizi) âfâkta (kendilerinin dışında) ve kendi nefislerinde onlara gösteririz, tâ ki Hak onlara zâhir (görülür) olur." Binâenaleyh (nitekim), hakayık-ı eşyâya (şeylerin hakikâtini) ıttılâ' (öğrenmek) için sa'y (gayret) edenler mücmelen (esas olarak) ikiye inkısâm eder (ayrılır) :

Bir kısım, çalışıp bulduk, derler. Bunlar Enbiyâ’ya (Peygambere) tâbi' olup (uyup) onla­rın getirdikleri şerâyi'a (şeriate) harfiyyen ittibâ' eden (uyan) ve onların müvâcehe­sinde (karşısında) akıllarını aslâ kullanmayan kimselerdir ki, ehl-i hakîkât (hakikât sahipleri) ve ehl-i tasavvuftur (tasavvuf sahipleridir). Bu tâife (kişiler) kalden (laftan) ziyâde, hâle rağbet ederler. Nite­kim bu ma'nâyı ifhâmen (anlatarak) Hakîm Senâî hazretleri buyurur:

(Tercüme) "Söylediğim şeyden rücû' ettim (geri döndüm) .  Zîrâ sözde ma'nâ ve ma'­nâda söz yoktur."

İkinci tâife: Şimdiye kadar çalıştık, henüz bulamadık ve anlayama­dık. Fakat yine çalışacağız. Elbette bir gün bulup anlayacağız, der­ler. Bunlar, Enbiyâya (Peygamber’e) tebaiyyetten (uymak için) istiğnâ edip (ihtiyaç duymayıp) akıllarına i'timâd eden­lerdir (güvenenlerdir) ki, bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu vech ile, bu yoldan mebde'lerine (asıllarına, özlerine) vu­sûl (ulaşmak) mümkün değildir. Ve bu hükümleri ancak vehimden münba'istir (ileri gelir).

Âlem-i tabîatin (tabiat âleminin) yalnız akıl ile tedkîkı (incelenmesi) ,  insanı hakîkat-ı sırfa (insanın hakikati olan öze) îsâl edemeyeceği (ulaştırmıyacağı) îzâh olunduktan (açıklandıktan) sonra imâmü'l-muhakkıkîn (hakikate erenlerin imamı) ve zübdetü'l-mutasavvifîn (sofuların en seçkini) olan Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin lisân-ı Hak'la (hakk’ın diliyle) "tabîat" hakkındaki beyânına (açıklamalarına) rücû' edelim (geri dönelim)

İstifhâm (anlamak, öğrenmek için soru sormak) sûretiyle buyururlar ki: Tabîat dediğin nedir? Ve tabîat­tan zâhir olan (görülen) kimdir? Ya'nî "tabîat", Ulûhiyyet’in zâhiriyyeti (dış yönü, görülen tarafı) olan hakîkat-i vâhidedir (tek hakikâttir) . Ve yekdîğerine (biri diğerine) zıt, birtakım keyfiyyetleri (hususlara) hâiz (sahip) olan ecsâm-ı tabîiyye (tabii cisimler) ,  o hakikat-i vâhideden (tek hakikâtten) zâhir olup (meydana çıkıp) taayyünât-ı müteaddide (birçok oluşumlar, belirmeler) ile müteayyin olmuştur (görünmüştür). Binâenaleyh (nitekim), tabîat ve tabîat­tan zâhir olan (görülen) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat cisimlerinin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) ;  hakîkat cihetinden (aslı, özü hususiyetiyle) ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir) . Ve taayyün (meydana gelişleri, suretleri) cihetinden (bakımından) ise uyûn-i kesîredir (çokluk pınarlarıdır) . Ve "ayn-ı vâhide" (tek hakikât) dahi, Hakk'ın hakîkati (Zât’ı, özü) olan "ayn-ı Ahadiy’ye"dir. (Ahad olan Zât’ıdır) Ve bu suver-i tabîiyye (tabiat suretleri) / ayn-ı vâhidenin (tek hakikâtin) taayyünât-ı muhtelifesi (göründüğü suretler çeşitli) ol­duğu için, sâha-i taayyünâtta (dünyada) mevcûd olmayan bir şey tabîatten zu­hûr ettikde (meydana çıktığında) veyâhut ecsâm-ı mevcûdeden (mevcut cisimlerden) birtakımı bozulup ma'dûm (yok) oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (fazlalaşır) . Belki bu hâl letâfet­ten (şeffaflıktan) kesâfete (katılığa, koyuluğa)  ve kesâfetten (maddeden) letâfete (nura) intikâldir (geçiştir) . Binâenaleyh (nitekim) zuhûr eden (açığa çıkan) suver (suretler, birimler) , adem-i mahzdan (sırf, tam yokluktan) gelmez. Ve ma'dûm (yok) olan suver (suretler) dahi adem-i mahza (sırf, tam yokluğa) gitmez. Onların vücûd (varlıkları) ve ademleri (yoklukları) izâfidir (bir şeye göredir) .  Ve "tabîat"tan zâhir olan (görülen) şey, tabîatın gayrı (tabiattan başka) değildir. Çünkü tabîattan zâhir olân (görülen) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat cisimlerinin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) hakîkat cihetinden (Zâtı, özü bakımından) ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir) .  Ve tabîat kendisinden zâhir olan (meydana çıkan) şeyin aynı değildir. Çünkü tabîattan zâhir olan (meydana çıkan) suver-i muhtelife (çeşitli suretler) üzerine bu, soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak ve kurudur, diye hükm olunur. Binâenaleyh (nitekim), böyle muh­telif (çeşitli) hükümleri hâiz (sahip) bulunan iki şey arasında tabîat kuruluğu cem' etti (kendinde topladı) ;  fakat soğukluk ile sıcaklığı ayırdı. Şu halde, tabîat elbette onla­rın aynı olmaz. Çünkü tabîat bilcümle ahkâmı (bütün hükümleri) câmi'dir (kendinde toplamıştır) .  Fakat, tabî­attan zâhir olan (meydana çıkan) eşyâ (şeyler, varlıklar) , tabîatın bâzı ahkâmı (kanunları) ile zâhir olur. Şu halde ezdâdı (zıtları) câmi' (toplamış) olan tabîattır. Hayır, belki bu mevcûdâtın kâffesini (varlıkların hepsini) su­ver-i muhtelife (çeşitli suretler) ile ızhâr eden (açığa çıkaran) "ayn-ı vâhide"dir (tek hakikâttir) ki, o ayn-ı vâhide (tek hakikât) tabîatın aynıdır. Binâenaleyh (nitekim), âlem-i tabîat bir âyînede (aynada) / muntabi' (şekli, sureti belirmiş) olan suver-i muhtelifedir (çeşitli suretlerdir) . Ya'nî âlem-i tabîat, taaddüd (çoğalma) ve tekessür (kısıtlama, azalma) hâsıl olmaksızın Zât-ı İlâhiyye mir'âtında (İlahi Zât’ın aynasında) muntabi' (şekli belirmiş) olan gûnâ-gûn (renk renk, çeşit çeşit) sûretlerdir. İşte bu müşâhede (görüş) "muvahhid"in (tevhid edenin, birleyenin) müşâhedesidir (görüşüdür).

Ondan sonra Hz. Şeyh (r.a.) muhakkıkın (hakikâte erenlerin) makâmını beyânen (açıklayarak) bu­yururlar ki: Hayır, belki âlem-i tabîat Zât-ı İlâhiyye’den (Allah’tan, İlahi Zât’tan) ibâret olan sûret-i vâhidenin (tek suretin) muhtelif âyîneler (çeşitli aynalar) mesâbesinde (derecesinde) bulunan suver-i a'­yânda (açığa çıkmış suretlerde) intibâ'ından (şekillerinin belirmesinden) ibârettir. Nitekim şu beyitte işâret olunur.

Beyt:
Tercüme ve îzâh: "Muhakkak vech-i vâhidin gayrı (tekin vechinden başka) vücûdda bir şey yoktur. Sen âyîneleri (aynaları) müteaddid kıldığın (çoğalttığın) vakit, o vech-i vâhid (tek yüz) dahi âyînelerin (aynaların) iktizâsına (gereğine) göre taaddüd eder. (çoğalır)"

Şu halde ehl-i hicâbın (perdeli olan kişilerin) nazarı (görüşleri) müteferrık (ayrı ayrı) olduğu için vücûdda "hay­ret"ten başka bir şey yoktur. Zîrâ fıkr-i aklîsi (aklına gelen fikirler) kendisine hicâb (perde) olan kimse, âlem-i tabîatta mütekevvin (var) olan suver-i muhtelifeye (çeşitli suretlere) nazar et­tiği (baktığı) vakit: Bu suver-i kesîre (çokluk suretleri) nedir ve hakîkat-i vâhide (tek hakikât) ile aralarında­ki nisbet (ilişki, bağlantı) ne gibi bir şeydir? der ve tedkîk ettikçe hayreti artar. Ve işin hakîkâtini anlayamadığı için çırpınır durur. Bunlardan birinin mütâlaâtını (düşüncelerini) hulâseten (kısaca) burada zikretmek (bahsetmek), fâideden hâlî (faydasız) değildir: "Hay­di kabûl edelim ki, bir hakîkat-i mutlaka (mutlak, kayıtsız bir hakikât) ve bizden müstakıllen (bağımsız) mev­cûd bir "varlık" vardır. Ve biz o hakîkat-i mutlaka (bağımsız, gerçek hakikât) ile her sâniye, her ân bir temâs-ı samîmîde (yakın ilişkide) bulunuruz. Lâkin bu temâs onun hakî­kat-i Zâtiyyesine (Zât’ının hakikâtini) muttali' olmak (bilmek) için kifâyet etmiyor (yeterli gelmiyor) . Muhakkaktır ki, bizim için ilk vâsıta-i idrâk, havâstir (anlamamıza vasıta olan bizdeki hassalar, duyulardır) . Havâs (duyular) ise, bize olduğu gibi, o hakayık-ı eşyâyı (varlıkların hakikâtini) bildirmiyor. Onların ancak bizim vicdânımızda vâkı' (var) olan te'sîrâtını (tesirlerini) ihsâs ediyor (hissettiriyor) . Bu ancak eserdir. Halbuki biz müessir-i hakîkîyi (hakiki etkileyeni) hakîkat-i Zâtiyyesiyle (kendi Zât’ıyla) , ya'nî hadd-i zâtında (aslında) oldu­ğu gibi görmek, bilmek ve anlamak kaydındayız. / Bunun sebebi bu­dur ki, bizim makinemiz, evvelâ düşünmek değil, icrâ etmek (yapmak) , hare­ket eylemek için yapılmıştır. Yaşamak ve menâfı'-i hayâtiyyeyi (hayatın menfaatlerini) müm­kün olduğu kadar sür'at ve kat'iyyet (kesinlik) ile takdîr (değerlendirebilme) ve ta'yîn edebilmek için, uzviyyetimiz (uzuvlarımız) , kendi muhîtine (çevresine) mutâbakat etmek (uymak) mecbûriyyetin­dedir. Zâten başka türlü olamazdı. Eğer olsa idi, birer vücûd-i uzvî (vücûdun organları) olarak baka (bakilik) bulup tekâmül edemez (gelişemez) idik. İşte bunun için biz, bu ha­vâssimizle (duyularımızla) kâinâta baktığımız vakit, onda meknûz (saklı) olan hakîkât-i Zâ­tiyye'yi (gerçek Zât’ı) değil, ancak işimize yarayan ve bakâ-yı şahsımıza (kendimize devamlı) hâdim olan (hizmet eden) hâdisât-ı sathıyyeyi (yüzeyde olan olayları) telâkkî (anlayabiliyoruz, kabul) edebiliyoruz. Binâenaleyh (nitekim), aradığı­mız hakîkate bedel (karşılık) , onun zâtına, aslına kat'iyyen (asla) benzemeyen bir timsâl-i fıkrî (misal, sembol fikirler) elde edebiliyoruz. Şu halde ne yapmalı da hakîkat-i eş­yâyi (şeylerin hakikâtini) idrâke yol bulmalı? Bâtına (içe, ruha) tevcîh-i- nazar edip (bakışlarımızı çevirip) keyfıyyât-ı vicdâ­niyyeyi (vicdanımızın niteliklerini) inceden inceye tahlîl etmeli; ilh...."

İşte görülüyor ki, bu feylesof (filozof) mahsüsâttan (gözle görülen şeylerden) ma'kûlâta (akıl ile idrak edilen şeylere) intikâl edi­yor (geçiyor) .  Fakat ma'kulâtı da (akılla idrak edilen şeylerde de) şevâib-i gûnâ-gûndan hâlî (çeşitli hataları, noksanlıkları) görmüyor. Tedkîkâta (incelemeye) girişiyor. Emîn olsun ki, bu tedkîkât-ı akliyyesi (aklının incelemesi) de veh­minin taht-ı te'sîrindedir (vehmin tesiri altındadır). Vehim ise vücûd-ı hayvânîde (hayvanların vücutlarında) keyfiyyât-ı vicdâniyyenin (vicdani hususların) en kavîsidir (güçlüsüdür). İşte nazar-ı fıkrî (fikri görüş) ile mebdee (başlangıca, öze) doğru bu ka­dar gidilebilir. Diğer feylesofların (filozofların) nazariyyâtı (görüşleri) dahi hep bunun gibidir. Onun için Hz. Hayyâm onların hâlini şu rubâîde (dörtlükte) ne güzel tasvîr buyurmuştur. (yazmıştır) Rubâî:

(Tercüme) "Âlemde (dünyada) türlü türlü sözler söylediler. Bu hakîkat-i hal­den (gerçek durumdan) bî-haber (habersiz, bilgisiz) olanlar ma'rifet gevherini (ilim cevherini) deldiler. Vaktâki (ne zaman ki) esrâr-ı âle­me (âlemin sırlarına) ve hakâyık-ı eşyâya (şeylerin, varlıkların hakikâtlerine) vâkıf olmadılar (bilmediler, anlayamadılar) , evvelâ çene çaldılar; son­ra da uyudular."

Halbuki suver-i Enbiyâda (Peygamberlerin suretlerinde) müteayyin olan (meydana çıkan) hakîkat-i vâhidenin (tek hakikâtin)        evhâm-ı akliyyeden (vehmin tesiri altında olan akıldan) müberrâ (münezzeh, pak, temiz) olan / ihbârat (bildirilerini) ve ta'lîmâtını (emirlerini) sem'-i (işitip) i'tibâra (değer vermedikçe, ibret) almadıkça hakîkate vusûl (ulaşmak) mümkün değildir. Zîrâ bu ihbârât (bildiriler)        o hakîkat-i vâhidenin (tek hakikâtin) kendisi tarafından, yine kendi vücûh-i kesîre­       sine, (çokluk görüntüleri bakımından) külliyyât-ı esmâ (bütün esmasını) ve sıfâtını teblîğden (bildirmekten) ibârettir. Eğer o hakîkat-i        vâhide (tek hakikât) mertebe-i Nübüvvet ve risâlete tenezzül etmese (inmese) idi, herkes ken­  di Rabb-i hâssına (kendi Rabbına, terkibine) müteveccih (yönelik) kalır ve Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabb’ı) ve Vâhid-i Kah­hâr (tek Kahhar sahibi) olan Allah'tan gâfil bulunurdu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de buy­rulur: …………………………………………….. (Yûsuf; 12/39) ya'nî "Erbâ­bı müteferrika (tek, tek ayrışmış Rablar) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr (tek Kahhar) olan Allâh mı hayırlıdır?"

<devam edecek>

15.10.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail