BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN:
"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN
BEYÂNINDADIR
İmdi
"tabîat" kimdir ve ondan zâhir olan kimdir? Ve biz
onu kendisinden zâhir olan şeyle nâkıs ve zâhir olan şeyin
ademi ile zâid olduğunu görmedik. Ve zâhir olan şey onun
gayri değildir. Ve ihtilâf-ı suverden nâşi onun üzerine
bu, bârid ü yâbistir ve bu, hârr u yâbistir diye hüküm
ile berâber, zâhir olan şey onun aynı değildir. Böyle olunca
"tabîat" yebsi cem'etti ve bundan gayrisini de ayırdı.
Halbuki câmi' olan tabîattir. Hayır, belki "ayn"
tabîattir. Binâenaleyh, âlem-i tabîat, bir âyînede olan sûretlerdir.
Hayır, belki muhtelif âyînelerde olan bir sûrettir. Şu
halde teferruk-ı nazardan dolayı, ancak "hayret"
vardır (12).
Ma'lûm
olsun ki, insan denilen mahlûk-ı mütefekkir (düşünen
yaratık), kendi
vücûdunu ve muhîtindeki (etrafındaki)
mevcûdâtı idrâke başlayınca fikri bunların mebdeini
(başlangıcını,
evvelini) taharrîye (araştırmaya)
kıyâm eder (kalkar).
Akvâm-ı vahşiyyenin (vahşi
kavimler) bile bir mûcidin (Yaratıcı’nın)
vücûdunu kabûl ile şuna buna tapmaları bu taharrî-i
efkârın (düşündüklerini
araştırmaları) netîcesidir. İnsanların sûretlerindeki
tefâvüt (farklılık)
gibi akılları da mütefâvit (farklı)
bulunduğundan ukûl (akıllar)
sûret-i umûmiyyede (umumi
şekilde) terbiye ve tahsîl ile tenevvür edip (aydınlanıp) düşünceleri
o nisbette (ölçüde)
teâlî eder (yükselir)
.
Fakat akıl ne kadar tenevvür (nurlansa,
aydınlansa) ve teâlî ederse etsin (yükselirse
yükselsin),
vehm ile meşûb (karışık) olduğundan
hakayık-ı eşyâya (varlıkların
hakikâtlerini) ıttılâ' (öğrenmek)
için icrâ ettiği (yaptığı) tedkîkat-ı
amîkada (derin
incelemelerde) vehmin hükmünden tecerrüd edemez (kurtulamaz).
Binâenaleyh
(nitekim),
ben aklımla hakîkati bulurum, diyen herhangi bir âkıl-i
mütefekkirin (aklı
ile hareket edenin) vehm ile meşûb (karışık)
olan aklının verdiği bir hüküm, onun hükm-i
vehminden hâriç
(vehminden aldığı emirler dışında) bulunan diğer
bir âkıl tarafından bir delîl ikâme olunarak (delil ortaya
koyarak) çürütülür. Fakat ibtâl-ı delîl eden (delili
hükümsüz bırakan) müdekkıkın (iyice
inceleyenin) vehmi dahi kendi vücûdunda hâkim (hüküm
süren, emreden) olduğu için, onun vaz' ettiği (koyduğu)
kavâid-i felsefiyye (felsefe
kaideleri) dahi o kimsenin hükm-i vehminden hâriç
(vehminden
gelen emirlerin dışına çıkmış) olan diğer
biri tarafından ibtâl olunur
(geçersiz bırakılır) .
Bu hal böylece teselsül edip (zincirleme) gider.
İşte bunun netîcesi olarak âlemde birçok mesâlik-i
felsefiyye (felsefe
meslekleri) zuhûra gelmiştir. Vâkiâ (ne
zaman ki) / her birerlerinin hakayıka (hakikâtlere) temâs
ettiği nukat (noktalar)
mevcuttur. Fakat akıllarına hâkim (akıllarını
etkisi altına almış) olan vehimleri, dâimâ sırât-ı
müstakîmden (doğru
yoldan) ayaklarını kaydırmıştır. Zamânımızın
mütefekkirîni (düşünürleri)
ise fen dâiresinde âlem-i tabîatı tedkîk (tabiat âlemini
inceleyip) ve hakâyıkı mahsüsâttan (gözle
görülür meydana çıkmış hakikâtlerden) istidlâl
etmek (akıl
yürütmek) usûlünü ta'kîb ederler. Fakat mahsüsâttan
(gözle
görülen şeylerden) müteselsilen (sırayla
birbirlerini takip ederek), mebdee vusûl (başlangıca, öze
ulaşmak) mümkün değildir. Bir hadd (sınır)
gelir ki mahsüsât (gözle görülürler)
müzmahıl (çökmüş,
yıkılmış, yok) olur. İşte bu zaman, yine sâha-i
ma'kûlâta (akılla
idrak etme sahasına) dalmak ve vehmin kuvve-i
kahiresi (vehmin kahredici
üstün gücü) altında zebûn (güçsüz)
kalmak vardır. Binâenaleyh (nitekim),
hakâyıkı (hakikâtleri)
akıllarıyla bulup çıkarmak için mesâî-i dâimede
bulunanlar
(gayret sarf edenler) Ömer Hayyâm hazretlerinin şu:
Rubâî
(dörtlüğü)
:
(Tercüme)
"Onlar ki kâr-ı akıl ile
(Akılları sıra) sa'y (gayret)
ederler. Yazık ki hep öküzden süt sağarlar.
Libâs-ı belâheti (ahmaklık
elbisesi) giymeleri iyidir; öyle ki bugün akıl ile
yaprak bile satmasınlar!
Rubâîsinde
(dörtlüğünde) dediği
gibi öküzden süt sağmak kabîlinden beyhûde (boş
yere) izâ'-i ömr ederler (ömür tüketirler).
Bu
hâlin sebebi, hakâyık-ı esmâiyye ve sıfâtiyyesini (esmanın
sıfatlarını ve hakikatlerini) ta'lîm (öğretmek)
için mertebe-i şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme) bi't-tenezzül (inerek)
Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü's-selâm)’ın
taayyünleriyle (bedeni
ile) müteayyin olan (meydana
çıkan, görülen) vücûd-i vâhid-i hakîkînin (tek
hakiki vücûdun) ,
onların lisanlarından vâkı' olan
(gerçekleşen) ihbârâtına (bildirilerine)
kulak asmamaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz
………………. ya'nî "Ben muallim (öğretmen)
olarak ba's olundum (gönderildim)
" buyururlar. Hakîkat-i hâl (gerçek
durum) bu merkezde iken, ukalâ (akıllı
olanlar) kendi akıllarına i'timâd edip (güvenip)
"Bizim mûallime (öğretmene)
ihtiyâcımız
yoktur, biz aklımız ile hakâyıkı (hakikâtleri)
idrâk edinceye kadar çalışırız. Da'vâ-yı Nübüvvetle
(Peygamberlik iddia
eden) içimizden zuhûr eden (çıkan)
bizim gibi bir âkıle (akla)
niçin tâbi' olalım? (uyalım) "
deyip serkeşlik (baş
kaldırma, itaatsizlik) ederler. Eğer tâbi'
olsalardı (uysalardı) kendi
nefislerini bilmekle, Hak kendilerine zâhir olur (görülür)
idi. Nitekim Hak Teâlâ / Kur'ân-ı kerîmde
buyurur:
……………………………………………………………………..
(Fussılet, 41/53) ya'nî "Biz âyâtımızı (âyetlerimizi)
âfâkta (kendilerinin
dışında) ve kendi nefislerinde onlara gösteririz,
tâ ki Hak onlara zâhir (görülür)
olur." Binâenaleyh (nitekim),
hakayık-ı eşyâya (şeylerin
hakikâtini) ıttılâ' (öğrenmek)
için sa'y (gayret) edenler
mücmelen (esas
olarak) ikiye inkısâm eder (ayrılır)
:
Bir
kısım, çalışıp bulduk, derler. Bunlar Enbiyâ’ya (Peygambere)
tâbi' olup (uyup) onların
getirdikleri şerâyi'a (şeriate)
harfiyyen ittibâ' eden (uyan)
ve onların müvâcehesinde (karşısında)
akıllarını aslâ kullanmayan kimselerdir ki, ehl-i
hakîkât (hakikât
sahipleri) ve ehl-i tasavvuftur (tasavvuf
sahipleridir).
Bu tâife (kişiler)
kalden (laftan) ziyâde,
hâle rağbet ederler. Nitekim bu ma'nâyı ifhâmen (anlatarak)
Hakîm Senâî hazretleri buyurur:
(Tercüme)
"Söylediğim şeyden rücû' ettim (geri
döndüm) . Zîrâ
sözde ma'nâ ve ma'nâda söz yoktur."
İkinci
tâife: Şimdiye kadar çalıştık, henüz bulamadık ve
anlayamadık. Fakat yine çalışacağız. Elbette bir gün
bulup anlayacağız, derler. Bunlar, Enbiyâya (Peygamber’e) tebaiyyetten
(uymak
için) istiğnâ edip (ihtiyaç
duymayıp) akıllarına i'timâd edenlerdir (güvenenlerdir) ki,
bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu vech ile, bu yoldan mebde'lerine (asıllarına,
özlerine) vusûl (ulaşmak) mümkün
değildir. Ve bu hükümleri ancak vehimden münba'istir
(ileri gelir).
Âlem-i
tabîatin (tabiat
âleminin) yalnız akıl ile tedkîkı (incelenmesi)
, insanı
hakîkat-ı sırfa
(insanın hakikati olan öze) îsâl edemeyeceği (ulaştırmıyacağı)
îzâh olunduktan (açıklandıktan)
sonra imâmü'l-muhakkıkîn (hakikate
erenlerin imamı) ve zübdetü'l-mutasavvifîn (sofuların
en seçkini) olan Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin
lisân-ı Hak'la (hakk’ın
diliyle) "tabîat" hakkındaki beyânına (açıklamalarına)
rücû' edelim (geri
dönelim)
İstifhâm
(anlamak,
öğrenmek için soru sormak) sûretiyle buyururlar
ki: Tabîat dediğin nedir? Ve tabîattan zâhir olan (görülen)
kimdir? Ya'nî "tabîat", Ulûhiyyet’in zâhiriyyeti
(dış
yönü, görülen tarafı) olan hakîkat-i vâhidedir
(tek
hakikâttir) .
Ve yekdîğerine (biri diğerine) zıt,
birtakım keyfiyyetleri (hususlara)
hâiz (sahip)
olan ecsâm-ı tabîiyye (tabii
cisimler) , o
hakikat-i vâhideden (tek
hakikâtten) zâhir olup (meydana çıkıp) taayyünât-ı
müteaddide (birçok
oluşumlar, belirmeler) ile müteayyin olmuştur (görünmüştür). Binâenaleyh
(nitekim),
tabîat ve tabîattan zâhir olan (görülen)
ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat
cisimlerinin) hey'et-i mecmûası (bütün
hepsi) ; hakîkat
cihetinden (aslı,
özü hususiyetiyle) ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir)
.
Ve taayyün (meydana
gelişleri, suretleri) cihetinden (bakımından)
ise uyûn-i kesîredir (çokluk
pınarlarıdır) .
Ve "ayn-ı vâhide" (tek hakikât) dahi,
Hakk'ın hakîkati (Zât’ı,
özü) olan "ayn-ı Ahadiy’ye"dir. (Ahad
olan Zât’ıdır) Ve bu suver-i tabîiyye (tabiat
suretleri) / ayn-ı vâhidenin (tek
hakikâtin) taayyünât-ı muhtelifesi (göründüğü
suretler çeşitli) olduğu için, sâha-i taayyünâtta
(dünyada)
mevcûd olmayan bir şey tabîatten zuhûr ettikde (meydana
çıktığında) veyâhut ecsâm-ı mevcûdeden (mevcut
cisimlerden) birtakımı bozulup ma'dûm (yok)
oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (fazlalaşır)
. Belki
bu hâl letâfetten (şeffaflıktan)
kesâfete (katılığa,
koyuluğa)
ve kesâfetten (maddeden)
letâfete (nura)
intikâldir (geçiştir)
.
Binâenaleyh (nitekim)
zuhûr eden (açığa
çıkan) suver (suretler,
birimler) , adem-i
mahzdan (sırf, tam
yokluktan) gelmez. Ve ma'dûm (yok)
olan suver (suretler)
dahi adem-i mahza (sırf,
tam yokluğa) gitmez. Onların vücûd (varlıkları) ve
ademleri (yoklukları)
izâfidir (bir
şeye göredir) . Ve
"tabîat"tan zâhir olan (görülen)
şey, tabîatın gayrı (tabiattan başka) değildir.
Çünkü tabîattan zâhir olân (görülen)
ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat
cisimlerinin) hey'et-i mecmûası (bütün
hepsi) hakîkat cihetinden (Zâtı,
özü bakımından) ayn-ı vâhidedir (tek
hakikâttir) . Ve
tabîat kendisinden zâhir olan (meydana
çıkan) şeyin aynı değildir. Çünkü tabîattan
zâhir olan (meydana
çıkan) suver-i muhtelife (çeşitli
suretler) üzerine bu, soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak
ve kurudur, diye hükm olunur. Binâenaleyh (nitekim),
böyle muhtelif (çeşitli)
hükümleri hâiz (sahip)
bulunan iki şey arasında tabîat kuruluğu cem'
etti (kendinde
topladı) ; fakat
soğukluk ile sıcaklığı ayırdı. Şu halde, tabîat elbette
onların aynı olmaz. Çünkü tabîat bilcümle ahkâmı (bütün
hükümleri) câmi'dir (kendinde toplamıştır)
. Fakat,
tabîattan zâhir olan (meydana
çıkan) eşyâ (şeyler,
varlıklar) ,
tabîatın bâzı ahkâmı (kanunları) ile
zâhir olur. Şu halde ezdâdı (zıtları)
câmi' (toplamış)
olan tabîattır. Hayır, belki bu mevcûdâtın kâffesini
(varlıkların
hepsini) suver-i muhtelife (çeşitli
suretler) ile ızhâr eden (açığa
çıkaran) "ayn-ı vâhide"dir (tek
hakikâttir) ki, o ayn-ı vâhide (tek
hakikât) tabîatın aynıdır. Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i tabîat bir âyînede (aynada) /
muntabi' (şekli,
sureti belirmiş) olan suver-i muhtelifedir (çeşitli
suretlerdir) .
Ya'nî âlem-i tabîat, taaddüd (çoğalma)
ve tekessür (kısıtlama,
azalma) hâsıl olmaksızın Zât-ı İlâhiyye mir'âtında
(İlahi
Zât’ın aynasında) muntabi' (şekli
belirmiş) olan gûnâ-gûn (renk
renk, çeşit çeşit) sûretlerdir. İşte bu müşâhede
(görüş)
"muvahhid"in (tevhid
edenin, birleyenin) müşâhedesidir (görüşüdür).
Ondan
sonra Hz. Şeyh (r.a.) muhakkıkın (hakikâte
erenlerin) makâmını beyânen (açıklayarak)
buyururlar ki: Hayır, belki âlem-i tabîat Zât-ı
İlâhiyye’den (Allah’tan,
İlahi Zât’tan) ibâret olan sûret-i vâhidenin (tek
suretin) muhtelif âyîneler (çeşitli
aynalar) mesâbesinde (derecesinde) bulunan
suver-i a'yânda (açığa
çıkmış suretlerde) intibâ'ından (şekillerinin
belirmesinden) ibârettir. Nitekim şu beyitte işâret
olunur.
Beyt:
Tercüme ve îzâh: "Muhakkak vech-i vâhidin gayrı (tekin vechinden başka)
vücûdda bir şey yoktur. Sen âyîneleri (aynaları)
müteaddid kıldığın (çoğalttığın) vakit,
o vech-i vâhid (tek
yüz) dahi âyînelerin (aynaların)
iktizâsına (gereğine)
göre taaddüd eder. (çoğalır)"
Şu
halde ehl-i hicâbın (perdeli olan kişilerin)
nazarı (görüşleri)
müteferrık (ayrı
ayrı) olduğu için vücûdda "hayret"ten
başka bir şey yoktur. Zîrâ fıkr-i aklîsi (aklına
gelen fikirler) kendisine hicâb (perde)
olan kimse, âlem-i tabîatta mütekevvin (var)
olan suver-i muhtelifeye (çeşitli
suretlere) nazar ettiği (baktığı)
vakit: Bu suver-i kesîre (çokluk
suretleri) nedir ve hakîkat-i vâhide (tek hakikât) ile
aralarındaki nisbet (ilişki,
bağlantı) ne gibi bir şeydir? der ve tedkîk ettikçe
hayreti artar. Ve işin hakîkâtini anlayamadığı için çırpınır
durur. Bunlardan birinin mütâlaâtını (düşüncelerini)
hulâseten (kısaca)
burada zikretmek (bahsetmek),
fâideden hâlî (faydasız)
değildir: "Haydi kabûl edelim ki, bir hakîkat-i
mutlaka (mutlak, kayıtsız
bir hakikât) ve bizden müstakıllen (bağımsız)
mevcûd bir "varlık" vardır. Ve biz o
hakîkat-i mutlaka (bağımsız,
gerçek hakikât) ile her sâniye, her ân bir temâs-ı
samîmîde (yakın
ilişkide) bulunuruz. Lâkin bu temâs onun hakîkat-i
Zâtiyyesine (Zât’ının
hakikâtini) muttali' olmak (bilmek)
için kifâyet etmiyor (yeterli
gelmiyor) .
Muhakkaktır ki, bizim için ilk vâsıta-i idrâk,
havâstir (anlamamıza
vasıta olan bizdeki hassalar, duyulardır) . Havâs (duyular) ise,
bize olduğu gibi, o hakayık-ı eşyâyı (varlıkların
hakikâtini) bildirmiyor. Onların ancak bizim vicdânımızda
vâkı' (var)
olan
te'sîrâtını (tesirlerini)
ihsâs ediyor (hissettiriyor)
.
Bu ancak eserdir. Halbuki biz müessir-i hakîkîyi (hakiki etkileyeni)
hakîkat-i Zâtiyyesiyle (kendi
Zât’ıyla) ,
ya'nî hadd-i zâtında (aslında) olduğu
gibi görmek, bilmek ve anlamak kaydındayız. / Bunun sebebi budur
ki, bizim makinemiz, evvelâ düşünmek değil, icrâ etmek (yapmak)
,
hareket eylemek için yapılmıştır.
Yaşamak ve menâfı'-i hayâtiyyeyi
(hayatın
menfaatlerini)
mümkün olduğu kadar sür'at ve kat'iyyet (kesinlik)
ile takdîr (değerlendirebilme)
ve ta'yîn edebilmek için, uzviyyetimiz (uzuvlarımız)
,
kendi muhîtine (çevresine) mutâbakat
etmek (uymak)
mecbûriyyetindedir. Zâten başka türlü olamazdı.
Eğer olsa idi, birer vücûd-i uzvî (vücûdun
organları) olarak baka (bakilik)
bulup tekâmül edemez (gelişemez)
idik. İşte bunun için biz, bu havâssimizle (duyularımızla) kâinâta
baktığımız vakit, onda meknûz (saklı)
olan hakîkât-i Zâtiyye'yi (gerçek
Zât’ı) değil, ancak işimize yarayan ve bakâ-yı
şahsımıza (kendimize
devamlı) hâdim olan (hizmet
eden) hâdisât-ı sathıyyeyi (yüzeyde
olan olayları) telâkkî (anlayabiliyoruz,
kabul) edebiliyoruz. Binâenaleyh (nitekim),
aradığımız hakîkate bedel (karşılık)
, onun zâtına,
aslına kat'iyyen (asla)
benzemeyen bir timsâl-i fıkrî (misal,
sembol fikirler) elde edebiliyoruz. Şu halde ne
yapmalı da hakîkat-i eşyâyi (şeylerin
hakikâtini) idrâke yol bulmalı? Bâtına (içe,
ruha) tevcîh-i- nazar edip (bakışlarımızı
çevirip)
keyfıyyât-ı vicdâniyyeyi (vicdanımızın
niteliklerini) inceden inceye tahlîl etmeli;
ilh...."
İşte
görülüyor ki, bu feylesof (filozof) mahsüsâttan
(gözle
görülen şeylerden) ma'kûlâta (akıl
ile idrak edilen şeylere) intikâl ediyor (geçiyor)
. Fakat
ma'kulâtı da (akılla
idrak edilen şeylerde de) şevâib-i gûnâ-gûndan
hâlî (çeşitli hataları,
noksanlıkları) görmüyor. Tedkîkâta (incelemeye)
girişiyor. Emîn olsun ki, bu tedkîkât-ı
akliyyesi (aklının
incelemesi) de vehminin taht-ı te'sîrindedir (vehmin tesiri altındadır).
Vehim ise vücûd-ı hayvânîde (hayvanların
vücutlarında) keyfiyyât-ı vicdâniyyenin (vicdani
hususların) en kavîsidir (güçlüsüdür).
İşte nazar-ı fıkrî (fikri görüş) ile
mebdee (başlangıca,
öze) doğru bu kadar gidilebilir. Diğer
feylesofların (filozofların)
nazariyyâtı (görüşleri) dahi
hep bunun gibidir. Onun için Hz. Hayyâm onların hâlini şu
rubâîde (dörtlükte) ne
güzel tasvîr buyurmuştur. (yazmıştır)
Rubâî:
(Tercüme)
"Âlemde (dünyada)
türlü türlü sözler söylediler. Bu hakîkat-i
halden (gerçek
durumdan) bî-haber (habersiz,
bilgisiz) olanlar ma'rifet gevherini (ilim cevherini) deldiler.
Vaktâki (ne
zaman ki) esrâr-ı âleme (âlemin
sırlarına) ve hakâyık-ı eşyâya (şeylerin,
varlıkların hakikâtlerine) vâkıf olmadılar (bilmediler,
anlayamadılar) ,
evvelâ çene çaldılar; sonra da uyudular."
Halbuki
suver-i Enbiyâda (Peygamberlerin
suretlerinde) müteayyin olan (meydana
çıkan) hakîkat-i vâhidenin (tek
hakikâtin)
evhâm-ı akliyyeden (vehmin tesiri altında
olan akıldan) müberrâ (münezzeh,
pak, temiz) olan / ihbârat (bildirilerini)
ve ta'lîmâtını (emirlerini)
sem'-i (işitip)
i'tibâra (değer
vermedikçe, ibret) almadıkça hakîkate vusûl (ulaşmak) mümkün
değildir. Zîrâ bu ihbârât (bildiriler)
o hakîkat-i vâhidenin (tek
hakikâtin) kendisi tarafından, yine kendi vücûh-i
kesîre
sine, (çokluk
görüntüleri bakımından) külliyyât-ı esmâ (bütün esmasını)
ve sıfâtını teblîğden (bildirmekten)
ibârettir. Eğer o hakîkat-i
vâhide (tek
hakikât) mertebe-i Nübüvvet ve risâlete tenezzül
etmese (inmese) idi,
herkes ken
di Rabb-i hâssına (kendi Rabbına,
terkibine) müteveccih (yönelik)
kalır ve Rabbü'l-erbâb (Rablerin
Rabb’ı) ve Vâhid-i Kahhâr (tek
Kahhar sahibi) olan Allah'tan gâfil bulunurdu.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de buyrulur:
…………………………………………….. (Yûsuf;
12/39) ya'nî "Erbâbı müteferrika (tek,
tek ayrışmış
Rablar)
mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr (tek
Kahhar) olan Allâh mı hayırlıdır?"
<devam
edecek>
15.10.2002
http://sufizmveinsan.com
|