35. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ     KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve bizim dediğimiz şeyi ârif olan kimse, hayrete düşmez. Her ne kadar mezîd-i ilimde ise de, ancak mahallin hükmündedir. Halbuki mahal, ayn-ı sâbitenin aynıdır. Binâe­naleyh Hak, onunla meclâda mütenevvi' olur. Böyle olun­ca onun üzerine ahkâm tenevvü' eder. Şu halde her hük­mü kabûl eder. Halbuki onun üzerine ancak tecellî eyledi­ği "ayn" hükm eder. Ve, vâkı' olan âncak budur (13).

Ya'nî biz bâlâda (yukarıda) gerek merâtib-i a'dâdı (mertebelerin sayısını) ve gerek tabîatı îzah eyle­diğimiz sırada beyân ettik (açıkladık) ki, vücûd-ı vâhid-i Hak, (tek vücût sahibi olan Hak) Zât’ı cihetinden vâhid (tek) olup taaddüdü (çoğalmayı) kabûl etmez. Fakat kesîr (çok) olan esmâsı hasebiyle muhtelif (çeşitli) sûretler ile zâhir olup (meydana çıkıp) müteaddid (çoğalmış) görünür. İşte bunun / böyle olduğunu bilen kimse taayyünât-ı kesîreyi (oluşmuş çoklukları) görüp: "Müstakıll bir vücûd-i hakîkî (bağımsız bir gerçek vücût) vardır. Fakat bu kesretle (çoklukla) o vahdet (teklik) beynindeki (arasındaki) nisbet (ilşki, bağlantı) nedir? Ve o vücûd nasıl olmuş da suver-i muhtelife (çeşitli sûretler) ve vücûdât-ı mü­tenevvia (çeşitli vücûtlar) ile çoğalmıştır"?" diye ehl-i hicâb (perdelenmiş kişiler) gibi hayrete düşmez. Vâ­kıâ (gerçi) her bir nefesinde o ârifın (Hakk’ı bilenin) Hak ve halk (yaratılmış birimler) hakkındaki ilmi tezâyüd eder (artar) . Ve kendisi (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin isr-i âlîierine (yüce miraslarını) iktifâ­en (yeterli görerek) …………………… (Tâhâ, 20/114) der. Fakat bu ziyâde-i ilim (fazla ilim) hayreti iktizâ etmez (gerektirmez) ; belki o ulûm, (ilimler) ba'zısı ba'zısının fevkınde (üstünde) olarak ulûm-i yakîniyyedir (ilmi yakınlıktır) . Ve adem-i hayretle (hayret etmemekle) berâber, ilimdeki ziyâde, (fazlalık) ancak ma­hallin (o yerin, o birimin) hükmünden hâsıl olur (meydana gelir) . Ve mahal (yer, sûret) ayn-ı sâbitenin (ilmi sûretin) aynıdır ki, Hak o a'yân-ı sâbitenin (esma terkibinin) isti'dâdâtına göre meclâda (aynada) ve mezâhirde (çıktığı mahalde, birimde) tür­lü türlü görünür.

A'yân-ı sâbitenin (manâların) ne demek olduğu Fass-ı Uzeyrî'de misâl ile îzâh olunmuştur. A'yân-ı sâbitenin (manâların) yekdîğerinden (biri diğerinden) mümtâz (ayrılmış) oluşu, esmâ-i İlâhiyye arasındaki fark ve imtiyâzdan (ayrı oluşundan) münbaisdir (ileri gelmektedir). Zîrâ, a'yân-ı sâ­bite (manâlar) esmâ-i İlâhiyye’nin zılâlidir (gölgesidir) . Gölgeler ise, gölge sâhiblerinin biçi­mine göre zâhir olur. Vücûd-i vâhid-i (tek vücût sahibi) Hak ise bi't-tabi' (tabii olarak) kendi esmâ­sını câmi'dir (toplamıştır) . Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın kendi zâtına tecellîsi indinde (oluşumu yanında) , ken­di ilminde peydâ olan ve suver-i esmâiyyesinden (esma sûretlerinden) ibâret bulunan a'yâ­n-ı sâbite, (manâlar) Hak üzerine isti'dâdlarıyla (kendi istidatlarıyla) ne hüküm (emir) vermiş iseler, Hak o hükümleri (emirleri) kabûl eder; ya'nî Hak mahkûmün aleyh (hakkında hüküm verilen) olur. Fakat Hak üzerine hükm eden (emreden) a'yân (ilmi sûretler) onun Zât’ından hâriç (Zât’ı dışında) şeyler değildirler. Çün­kü a'yân-ı sâbite, (manalar, ilmi sûretler) ki mahall-i tecellîdir, (oluşumların meydana geldiği, tecelli ettiği yerdir) ilm-i ilâhîde (allah’ın ilminde) zâhir olan (meydana çıkan) suverden (sûretlerden) ibârettir. Ve suver-i ilmiyye (ilmi sûretler) ise, Alîm'in zâtından hâriç de­ğildir.

Meselâ bir ressam tasvîr edecegi (çizeceği) levhanın sûretini evvelâ zihninde tasavvur eder (düşünür) . Binâenaleyh (nitekim) levhanın vücûd-i ilmîsi (ilmî sûreti) ressâmın ilmin­de / peydâ olur. İşte bu sûret ressâmın kendi Zât’ından hâriç değildir. Ve kezâ o ressâm olan şahısta hattâtıyyet (yazı yazma) sıfatı dahi bulunup da bir yazı levhası tertîb etmek istese, yazacağı levhayı evvelâ yine zihninde tasavvur eder (düşünür) .  'Ve bu levhanın dahi sûret-i ilmîsi (ilmî sûreti)  peydâ olur. Fakat resim levhasıyla yazı levhası başka başka hükümleri hâizdir (sahiptir) . Zîrâ ressâmiyyet (resim yapma) ve hattâtiyyet (yazı yazma) sıfatları o şahıs üzerine lisân-ı isti'­dâdlarıyla (kendi istidadlarının diliyle) "Bizi böyle tasvîr et!" (çiz) diye hükmettiler. O şahıs dahi on­ların verdikleri hükme binâen (emre göre) , kendi zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, ilminde peydâ olan onların suver-i ilmiyyesine, (ilmi sûretlerine) o sûrette ol­malarına hükmetti (emir verdi) . Şu halde o şahs-ı vâhid (tek şahıs) hükmü, ancak kendi zâtından kabûl etmiş oldu. İşte hakîkâtte vâkı' olan (olagelen) hâl (durum) ancak bun­dan ibâretir. Ya'nî Hak üzerine hükmeden, ancak Hakk'ın tecellî eylediği (oluşturduğu) a'yân-ı sâbitedir (ilmî sûretlerdir) . Ve Hak, ayn-ı vâhide (tek hakikât) iken esmâ ve sıfâtı­nın sûretlerinden ibâret bulunan a'yân-ı sâbitenin (ilmî sûretlerin) verdiği hükümler ile müteaddid (çoğalmış) görünür. Ve ………………………….. (Rahman, 55/29) âyet­i kerîmesi mûcibince (gereğince) ebedü'l-âbâd (ebediyen) bu tecellîsi (oluşumları) devâm edip gider. Zîrâ esmâ-i İlâhiyye her ne kadar külliyâtı i'tibâriyle (bütünlüğü bakımından) kâbil-i ta'dâd (sayılabilir) ise de cüz'iyyâtı (kısımları, bölümleri) i'tibâriyle (bakımından) nâ-mütenâhîdir (sonsuzdur) . Binâenaleyh (nitekim) tecellîsi (oluşumları) dahi nâ­mütenâhî (sonsuz) olur.

Hz. Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda) beyan buyurduğu (açıkladığı) hakâyıkı (hakikâtleri) âtîdeki (aşağıdaki) ebyât-ı şerîfede (beyitinde) icmâl edip (özetleyip) buyururlar ki:

İmdi Hak, bu vech ile halktır. İbret alınız! O vech ile de halk değildir. Tezekkûr edinl (14)

Ya'nî a'yân âyînelerinde, (hakikât aynalarında) ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hakk'ın, o âyînelerin (aynaların) muktezâsına (gerektirdiğine) göre zuhûru (meydana çıkışı) i'tibâriyle (bakımından) tekevvün eden (oluşan) bu suver-i kesî­re (çokluk sûretleri) , ki biz ona "halk" ta'bîr ederiz (deriz) ,  onların cümlesi (hepsi) Hak'tır. Binâenaleyh (nitekim), bundan ibret alıp âyînelerin kesretini (çok olan aynaları) bırakârak, bu âyînelerde (aynalarda) mütecellî olan (görülen) vech-i vâhidi (tek yüzü) müşâhede  ediniz (görünüz)! Ve yine biliniz ki, vücûd-i latîf i Hak (şeffaf, nur olan Hakk’ın vücûdu) mertebe-i ahadiyyette (Zât mertebesinde) kesret (çokluk) ve kesâfetten (yoğunluktan, katılaşmaktan) mü­nezzehdir (temiz, arı, beridir) . İşte bu i'tibâr (husus)  ile Hak, "halk" (yaratılmış) dediğimiz bu suver-i kesîfe (yoğunlaşmış maddeleşmiş sûretler) değildir. Binâenaleyh (nitekim), vech-i vâhidi (tek yüzü) tezekkür edin (düşünün, hatırınıza getirin)!

Benim dediğim şeyi bilen kimsenin basîreti mahzûl olmaz. Ve onu ancak basarı olan kimse bilir (15).

Ya'nî Hakk'ın bir vech (yüz) ile halk (yaratılmışlar) olduğunu, bir vech ile olmadığını bilen kimsenin basar-ı basîreti avn (kalp gözü yardımcısı olur) ve nusret-i İlâhîye (İlahi üstünlüğe) nâil olur (ulaşır) . Ve avn-i İlâhî (Allah’ın yardımı) onun basîretini (sezişini, görüşünü) terk etmek sûretiyle mahzûl (perişan) olmaz. Ve bu zikrolunan (adı geçen) hakâyıkı (hakikâtleri) ancak basar-ı hadîd (demir gibi bir göz) ve keskin nazar (görüş) sahi­bi bilir ve anlar.

Cem' et ve fark et! Zîrâ "ayn" vâhidedir. Ve o kesîrdir; ib­ka etmez ve bırakmaz (16).

Ya'nî mertebe-i Ulûhiyyet’te (Vahdet mertebesinde) "cem"' (her şeyi kendinde bulma, toplama) ve "Vahdet" (Teklik) ile hükmet! (karar ver) Ve mertebe-i kesrette (çokluk âleminde) dahi "fark" (hakkı yaratılmışlardan beri kılmak, ayırmak) ile hükm eyle! Zîrâ hakîkatte "ayn", (zat) birden ibârettir. Ve o ayn-ı vâhide, (tek hakikât) ki vücûd-i vâhid-i hakîkîdir, (hakiki olan tek vücûttur) a'­yân âyînelerinde (hakikât aynalarında) mütecellî olan (görülen) esmâsı hasebiyle müteaddid (çoğalır) ve çok görünür. Vahdeti (tekliği) ile tecellî ettiği (göründüğü) hînde (vakitte) o keserâttan (çokluklardan) hiç bir şey ib­kâ etmez. (geride kalmaz) Ve onlardan hiç birisini hâli üzere (sahipsiz, boşlukta) terk etmez. (bırakmaz) Nitekim Hak Teâlâ buyurur: …………………………………….. (Mü'min, 40/16) Ya'­nî kıyâmet-i suğrâda (küçük kıyamette) ve kübrâda (büyük kıyamette) Hak, kesret-i esmâiyyesine (esma kalabalıklarına) hitâben "Mülk kimindir?" buyurur. / Halbuki o keserât (çokluklar) , ayn-ı Vâhide (Tek hakikât) olan kendi Vücûd-i Vâhid-i Hakîki’sinde (tek gerçek olan vücûdunda) ihtifâ eylediği cihetle (gizlenmiş olması bakımından) lisân-ı esmâ (esmanın dilleri) lâl ü ebkem (dilsiz, şaşakalmış) olup "senindir" veyâ "benimdir" diyen bulunmaz. Yal­nız, üç ismin ahkâmı (hükümleri) bâkî (daimi) olduğundan, cevap bilcümle esmâyı (bütün esmayı) taht-ı hîtasına (kuşatması, ihatası altına) almış olan "Allah" ismi tarafından sâdır olur (çıkar) .  Zîrâ "Kahhâr" ismi, bilcümle keserâta (bütün çokluklara) kahr (üstün gelme, zorlama, mahvetme, helak etme) ile tecellî edip onları Ayn-ı Vâhideye (Tek Hakikâte) ircâ' etmiştir. (döndürtmüştür) Ve "Vâhid" ismi dahi, o keserâtı (çoklukları) ism-i Kahhâr'ın ye­dinden (Kahhar isminin elinden) alıp kendinde cem' eylemiştir (toplamıştır) . Ve "Allah" ismi ise, cemî'-i esmâ (bütün isimler) gibi o mertebede Vâhid ve Kahhâr'ı dahi ihâta etmiştir (tam kavramış, kuşatmıştır). Binâ­enaleyh (nitekim), kıyâmet-i suğra  (küçük kıyamet) ve kübrâda (büyük kıyamette) esmâ-i İlâhiyye ta'tîl (İlahi isimlerin faaliyetlerinin durdurulması) ve tecelliyyât-ı Hak (Hakk’ın  görünmelerinin, oluşumlarının) munkatı' (devamı kesilmiş) olmayıp belki bu üç ismin kemâlâtı zu­hûra gelmiştir (açığa çıkmıştır) . Şu kadar ki, diğer esmânın ahkâmı (hükümleri) bu üç ismin zu­hûr-ı saltanatı indinde (hükümdarlığının açığa çıkması yanında) , onların zevâl-i ahkâmına (hükümlerinin yok olmasını) intizâren (bekleyerek) ihtifâ et­mişlerdir (gizlenmişlerdir) .  Nitekim Hak "rızâ" ile zâhir olduğu (göründüğü) anda "gazab" (hiddet, öfke) ile zâ­hir olmaz (görülmez) . Bundan onun gazabı muattal (öfke, hiddet faaliyetinin durdurulmuş) bulunduğu ma'nâsı anlaşılmaz. Ve meselâ güneş doğduğu vakit, yıldızların nûru muattal (failiyeti durdurulmuş) de­ğildir. Yine onlar neşr-i envâr (nurlarını yaymaya devam) ederler. Fakat nûr-i şemsin (güneşin nurunun) şiddetin­den onların ziyâları (ışıkları) görünmez. Ve kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet) hakkındaki tafsî­lât-ı sâire (diğer açıklamalar) Fass-ı Âdemî'de murûr etmiştir (geçmiştir).

Suâl: Kıyâmet-i suğrâ ve kübrâ ne demektir?

Cevap: "Kıyâmet-i suğrâ" (küçük kıyamet) ………………………………….  hadîs-i şerîfi mûcibin­ce (gereğince) her bir ferdin mevtiyle (ölümüyle) vâkı' olan (gerçekleşen) kıyâmettir. Mevt (ölüm) dahi iki tür­lüdür; birisi "mevt- irâdî" (kendi gayreti, isteği ile ölme) , diğeri "mevt-i ıztırârî"dir (herkesçe bilinen tabii ölümdür) .  "Mevt-i irâ­dî" (kendi gayreti ile fani olma, ölme) , tarîk-ı Hakk'a sâlik olanların (Hakk yolunda ilerleyenlerin) riyâzât-ı şedîde (güçlü nefis terbiyesiyle) ve mücâhedât-ı ke­sîreye muvâzabatla (çokluk görüntüleri ile savaşmak, uğraşmakla)  sıfât-ı nefsâniyyelerini (nefsi sıfatlarını) imhâ (yok) etmeleriyle zuhûra gelir. ……………………………. hadîs-i şerîfinde emr buyrulan (emredilen) mevt (ölüm) budur. Bu hâle gelen sâlikin (Hakk yolunda ilerleyenin) nazarında (görüşünde) , ne kendi vücûdu ve ne de keserât-ı âlemin (âlemde görülen çoklukların) vücûdu kalmaz. Her nereye baksa vech-i vâhidi (tek yüzü) görür. Belki onun görmesi, Hakk'ın kendisini / görmesi olur. "Mevt-i ıztırâri" (tabii ölüm) , hakâyık-ı ahvâlden (hakikâtlerden) bî-haber (habersiz) olan ve hayât-ı hayvâniyyede (hayvanların hayatlarında da) bilcümle (bütün)  hayvânatla müşterek (ortak) bulunan ehl-i hicâbın (perdelenmiş kişilerin) mevtidir (ölümüdür) . Bu bahsin tafsîli (açıklaması) uzundur. Bu kadar kifâyet eder (kâfidir).

"Kıyâmet-i kübrâ" (büyük kıyamet) dahi, hey'et-i mecmûa-i âlemin (âlemin toplamı (güneş sisteminin) vücûd-i izâfi-i Âdem (varlığını Hakk’tan alan İnsan) gibi vâkti gelince fenâ bulmasıdır (yok olmasıdır) . Zîrâ hey'et-i mecmûa-i âlem (bütün âlemin toplamı (güneş sistemi) , Âdem (İnsan) gibi bilcümle esmâ-i İlâhiyye’nin (bütün İlahi isimlerin) mazharı (görüldüğü mahal) olduğundan ehl-i ha­kîkat (hakikâte ermişler) "insân-ı kebîr" (büyük İnsan) tesmiye etmişlerdir (olarak adlandırmışlardır) .  Eceli gelince insân-ı sağîr (küçük insan, insanoğlu) nasıl ölür ve vücûd-i izâfisi (kayıtlı varlığı) muzmahil (yok) olursa, insân-ı kebîr (büyük insan (güneş sistemi) dahi öy­lece ölür ve vücûd-i izâfîsi (madde varlığı) mahv (yok) olur. Ve bu vakitte dahi bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere Allah, Vâhid ve Kahhâr isimlerinin kemâlâtı zuhûr eder (meydana çıkar) . Zîrâ kable'l-halk (yaratılmışlıktan önce) olan Ulûhiyyet ve Vâhidiyyet ve Kahhâriyyet ile ba'de'l-halk (yaratıldıktan sonra) olan Ulûhiyyet ve Vâhidiyyet ve Kahhâriyyet aralarında icmâl (öz, özet) ve tafsîl i'tibâriyle (teferruat bakımından) fark vardır. Tafsîlât-ı sâire (diğer açıklamalar) Fass-ı Âdemî'de mürûr etmiştir (geçmiştir).

Bu ebyât-ı şerîfeden (şerefli beyitten) sonra Hz. Şeyh (r.a.) Fass-ı İdrîsî'nin (İdris konusunun) beyânı­na (açıklamasına) rucû' edip (geri dönüp) buyururlar ki:

İmdi li-nefsihî "Aliyy" odur ki, onun için bir kemâl ola ki onunla cemî'-i umûr-i vücûdiyye ve niseb-i ademiyyeyi is­tiğrâk ede. O vech ile ki, ondan bir na't onu fevt etmek mümkün olmaya. Gerek örfen ve aklen ve şer'an mahmûd olsun ve gerek örfen ve aklen ve şer'an mezmûm olsun, müsâvîdir. Halbuki bu, ancak hâssaten "Allah" ismi ile mü­semmâ olan içindir (17).

Ya'nî kendi zâtı ve hakîkâti ile "Aliyy" (yüce) olan vücûd, o vücûddur ki, o vücûd için öyle bir kemâl sâbit olur (vardır) ki, ne kadar umûr-i vücû­diyye (açığa çıkmış ilmi sûretler) ve niseb-i ademiyye (açığa çıkmamış ilmi sûretler) varsa, o kemâl sebebiyle hepsini istiğrâk eder (hepsi kendi içinde gömülüdür) ve cümlesini muhît olur (hepsini ihata etmiş, kavramış, kuşatmıştır) . Ve bu istiğrâk (içinde gömülü bulundurma) ve ihâta (kuşatma) öyle bir istiğ­râk (gömülmüşlük) ve ihâtadır (içine alma, kuşatmadır) ki, o umûr-i vücûdiyye (açığa çıkmış hakikâtler) ve niseb-i ademiyyeden (açığa çıkmamış hakikâtlerden) hiçbir na't (sıfatın) onu fevt etmek (ondan kaçması) mümkün olmaz. "Umûr-i vücûdiyye"den mu­râd, hâriçte (dışarıda) mevcûd olan a'yândır (ilmi sûretler, hakikâtlerdir) . Ve "niseb-i ademiyye"den murâd dahi hâriçte mezâhiri (görüleceği mahal, beden) ve a'yânı (ilmi sûretleri) olmayan sıfât ve esmâdır. Ve o vücûdun istiğrâk ettiği (içinde gömülü olduğu) ve muhît bulunduğu (kuşatmış olduğu) umûr-i vücûdiyye (görülen, açığa çıkmış hakikâtler) ve niseb-i ademiyye, (batında kalmış, açığa çıkmamış olan ilmi sûretler) kerem (bağış yapan) ve şecâat (yiğitlik) ve kerîm (cömertlik) ve şecî' (cesaretlilik) gibi örfen (âdet üzre) ve ihsâna ihsân ile mukabele (karşılık verme) ve muhsin (ihsan eden) gibi aklen (akıl ile) ; katilin katli (öldürülmesi) ve cihâd ve bu husûstaki kâtil gibi şer'an (şeriate uygun olarak) mahmûd (övülen, hamd edilen) olabilir. Veyâhut buhl (kıskançlık) ve cübn (korkaklık) ve bahîl (cimrilik) ve cebân (korkak) gibi örfen (âdet üzere) ve inkâr-ı ihsân (ihsanı kabul etmeyen) ve münkir-i ihsân (ihsanı inkâr eden) gibi aklen (akıl ile) ve Allâh'ı inkâr eden münkir-i Ulûhiyyet (Uluhiyet’i kabul etmeyen) gibi şer'an (şeriat yönünden) mezmûm (yerilmiş, beğenilmemiş) olabilir. Böyle dahî olsa müsâvîdir (eşittir) . Zîrâ bunlar dahi mezâ­hir-i esmâdır (esmanın çıktığı mahaldir) . Ve ba'zı esmânın zuhûr-i kemâlâtı (bazı esmanın kemalatının açığa çıkması) bunların vücûdunu (meydana gelmesini) iktizâ eder (gerektirir) . Ve cemî'-i mehâmid (bütün övülecek şeyler) ve mezâmmın (zem edilen, ayıplanan şeyler) Hakk'a keyfıyyet-i rü­cû'u (ait olma hususu) bahsi Fass-ı İbrâhîmî'de tafsîl olunmuştur (açıklanmıştır) .  Oraya mürâcaat lâ­zımdır. Ve cemî-i mehâmid (bütün beğenilen, övülen şeylerin) ve mezâmmın (beğenilmeyen, ayıplanan şeylerin) vücûdu (varlığı) , Hakk'a nisbeten (göre) hikmettir. Mahmûdiyyet (övülmüşlük) ve mezmûmiyyet (ayıplanmışlık) halka (insanlara) nisbet iledir (göredir) .  Hal­buki bu ulüvv-i Zâtî  ve hakîkî (Zât’ın yüceliği ve gerçekliği) , ancak hâssaten (sadece) "Allah" ismi ile mü­semmâ (isimlenmiş) olan Zât için sâbittir (mevcuttur) . Ve "Allah" ismi ile müsemmâ (isimlenmiş) olan Zât Ahadiyyet (Zât) mertebesinden mertebe-i vâhidiyyete (sıfat mertebesine) tenezzül etmedikçe (inmedikçe) bu isim ile tevsîm (isimlendirilmiş) olunmaz. Zîrâ Zât-ı Ahadiyye (Ahad olan Zât’ı) hiçbir sıfât ve nuût (vasıf) ve esâmî (isimler) ile mevsûf (vasıflanmış) ve men'ût (sıfatlanmış) ve müsemmâ (isimlenmiş) degildir. Mertebe-i Zât-ı sırftan (sırf Zât mertebesinden) sıfât ve esmâ mertebesine bi't-tenezzül (inmek sûretiyle) "taayyün-i evvel" (vahdet mertebesi) ile müteayyin oldukda (meydana çıktığında) "Allah" ism-i câmi'iyle (bütün isimlerin toplu bulunduğu mertebe olan Allah ismi ile) müsemmâ ' (isimlenmiş) olur. Ve bu mertebe bilcümle (bütün) esmâ-i İlâhiyye suverinin (İlahi esma sûretlerinin) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ ola­rak yekdîğerinden (biri diğerinden) mümtâz (ayrılmış) olduğu mertebedir. Ve bu mertebe, / mâ­demki bilcümle esmâyı câmi'dir, (bütün esmayı toplamıştır) şu halde ne kadar umûr-i vücûdiy­ye (açığa çıkmış ilmi sûretler, hakikâtler) ve niseb-i ademiyye (açığa çıkmamış sıfatlar) varsa hapsini muhît olur. (ihata eder, kuşatır) Nitekim Hak Teâ­lâ buyurur ……………………………(Nisâ, 4/126)

Hikâye: Bir mutasavvıf (tasavvuf ilmiyle uğraşan) ile bir mütekellim (kelam âlimi) arasında mübâhase (karşılıklı konuşma) vâkı' oldu. Mütekellim dedi ki: "Ben kelb sûretinde (köpek sûretinde) dahi cilve-ger olan (görülen) Hu­dâ'dan (Hakk’tan) bîzârım (rahatsızım) . " Mutasavvıf dahi buyurdu ki: "Ben de kelb sûretinde (köpek süretinde) cilve-ger olmayan (görülmeyen) Hudâ'dan (Hakk’tan) bîzârım." (rahatsızım) Orada hâzır olanlar dedi­ler ki: "Bunlardan birisinin kavli (sözü) küfür oldu." Muhakkıkînden (hakikâte ermişlerden) bir zât cevap verdi ki "Hayır; hiçbiri kâfir olmadı. Zîrâ birinin sözü di­ğerine nazaran (göre) her ne kadar bed (kötü, çirkin) görünüyor ise de, mütekellim (kelam âlimi) , Hakk'­ın eşyâ-yı hasîsede (kıymetsiz, değersiz şeylerde) zuhûrunu (meydana çıkışını) münâsib (uygun) görmedi; ondan tenzîh etti. (beri kıldı, ayrı tuttu, münezzeh kıldı) Mutasavvıf (tasavvuf âlimi) ise Hakk'ın şerîf (şerefli, kıymetli) ve hasîs (değersiz) eşyâda cilve-ger olmasını (görünmesini) kemâlât-ı İlâhiyye’den bilip eşyâyı hasîseden (değersiz şeylerden) tenzîhi  (beri kılması, ayrı tutması, münezzeh kılması) bu kemâlâta mü­nâfi (zıt) buldu. Binaenaleyh (nitekim), her ikisi de zât-ı Hak hakkında (Hakk’ın Zât’ına) hüsn-i na­zar sâhibi olmuş (iltifat etmiş) oldu.

Ma'lûm olsun ki, şerâfet (şereflilik) ve hasâset (bayağılık) umûr-i nisbiyyeden (birbirine göre kıyaslamadan) ibârettir. Meselâ necâset (pislik) taayyün-i beşerîye (insanın yaratılışına) nazaran kabîhdir (çirkindir) ; ekl olunmaz (yenmez) ve şer'an (şeriate göre) haramdır. Ve üzerimize bulaşsa namaz kılınmaz; tahâret (temizlenmek) lâzımdır. Fakat bu hüküm taayyünât-ı sâireye (diğer yaratılmışlara) nazaran böyle değildir. Necâset, (pislik) necâset böceğine (pislik böceğine) nisbeten (göre) elbette şerîftir (kıymetlidir) .  Çünkü necâset (pislik) için­de taayyüş (yaşamına devam) eder. Ve kezâ domuz dahi onunla teğaddî eder (beslenir). Şu halde husün (güzellikler) ve kubuh (çirkinlikler) nisbîdir (görene göredir) . İnsan kendince kabîh (çirkin) gördüğü şeyde Hakk'ın zuhûrunu (açığa çıkışını) münâsib (uygun) görmez. Vâkıâ (ne zaman ki) bu edebdir, hoştur. Fakat hakîkat-i emrden (hakk’tan) gaflettir (dikkâtsiz, dalgın olmaktır) . Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a) Risâle-i Ahadiy­ye'lerinde (bir kitabındaki yazıda) buyururlar ki:

Ya'nî: "Eğer bir sâil (soru soran) suâl edip (soru sorup) cemî'-i mekrûhât (bütün çirkin görülen şeyler) ve mahbûbâta (sevilen şeylere) hangi nazar (bakış) ile bakalım? Bir revs (pislik) ve cîfeyi (leşi) gördüğümüz vakit, ona Allah Teâlâ mı diyelim?  Biz deriz ki, Hak Teâlâ bunlardan bir şey ol­maktan mukaddes (temiz, arı) ve âlîdir (yücedir) . Ve bizim kelâmımız (sözümüz) , revsi (pisliği) revs (pislik) ve cîfe­yi (leşi) cîfe (leş) görmeyen kimseyedir. Belki kelâmımız (sözümüz) basîreti (kalp gözü açık) olup ekmeh (anadan doğma kör) olmayan kimseyedir."

<devam edecek>

15.10.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail