BU
FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN
BEYÂNINDADIR
Ve
ammâ hâssaten "Allah" ismi ile müsemmânın gayrisi
ki,
onun için meclâdır, yâhut
onda bir sûrettir. Eğer onun için meclâ olursa, tefâzul vâkı'
olur. Bir meclâ ile bir meclâ arasında bu, lâ-büddür. Ve
eğer onda bir sûret olursa, imdi
o sûret, ayn-ı kemâl-i zâtîdir. Zîrâ o, onda zâhir olan
şeyin aynıdır. Böyle olunca "Allah" ile müsemmâ
olan için sâbit olan, bu sûret için de sâbit olur. Ve o sûret
odur ve onun gayridir, denilmez (18).
Ya'nî
hâssaten (sadece)
"Allah" ismiyle müsemmâ (isimlenmiş) olanın
gayrisine (başkasına)
gelince: O, ya "Allah" için meclâdır (mazhardır,
aynadır) ; veyâhut
vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın
vücut aynasında) zâhir olan (görülen)
bir sûrettir. Ya'nî ya vücûd-i hâricî (madde
beden) ve hissî (duyular)
ile müteayyin olan (meydana
çıkan) suver-i avâlimden (âlem,
evren sûretlerinden) bir meclâ (mazhar,
tecelli yeri) ve âyîne (ayna)
olup onu ızhâr eder (açığa çıkarır)
. Veyâhut
vücûd-i hâricî (madde
beden) ve hissî (duyular)
ile müteayyin olmayıp (meydana
çıkmayıp) vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut
aynasında) mertebe-i akılda zâhir olan (meydana
çıkan) bir sûret olur. Binâenaleyh (nitekim),
suver-i âlemden (evren sûretlerinden)
biri gibi ism-i "gayr" (“başka”
ismi) ile müsemmâ olan (isimlenen)
şey, Allah için meclâ (tecelli
yeri) ve âyîne (ayna)
olursa, o vakit bu mecâlî (görüntü
yerleri) arasında tefâzul (birbirlerine
göre üstünlük) vâkı' olur. Meselâ suver-i âlemden
(evren
sûretlerinden) bir sûret olan İnsân-ı Kâmil,
cemî'-i esmâ (bütün
esma) için meclâ (mazhar,
tecelli yeri) ise de, o sûretlerden birisi olan insân-ı
gayr-i kâmil (kâmil
olmayan insan),
bilcümle esmâ (bütün
esma) için meclâ (görüntü,
tecelli yeri) değildir. / Belki esmânın ba'zıları
onda zâhir olmamıştır (açığa çıkmamıştır).
Ve kezâ her birerleri birer meclâ (tecelli
yeri) olan hayvan ve nebât ve cemâd (cansızlar,
madenler) dahi böyledir. Hayvanda zâhir olan esmâ,
nebâta ve nebâtta zâhir olan esmâ cemâda (madenlere)
nisbetle daha ziyâdedir (fazladır)
.
İşte mecâlî (tecelli
yerleri) arasında böylece tefâzul (birine göre üstünlük)
vâkı' olur. Şu halde, meclâlardan (tecelli
yerlerinden, aynalardan) her bir meclâ (tecelli
yeri, birim) için kemâl-i Zâtî (Zât’ın
kemalatı) yoktur. Belki o meclâların (görüntü
yerlerinin, birimlerin) mazhar oldukları (görüntü
yeri oldukları) isimlere göre kemâlden nasîbleri
vardır. Binâenaleyh (nitekim),
her birisinin ulüvv-i Zâtî’den (Zât’ın
yüceliğinden) dahi nasîbleri ancak ihâtalarına (anlayışlarına,
kavrayışlarına) göre olur.
Ve
eğer ism-i "gayr" ile müsemmâ (isimlenmiş)
olan şey, vücûd-i hâricî (madde
beden) ve hissi (duyular)
ile müteayyin olmayıp (görünmeyip)
vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut
aynasında) mertebe-i akılda zâhir olan (açığa
çıkan) bir sûret olursa, ya'nî ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın
ilminde) peydâ olan a'yân-ı sâbiteden (manâlardan,
ilmi sûretlerden) biri ve suver-i ilmiyye-i İlâhiyye’den
(Allah’ın
ilmindeki sûretlerden) bir sûret olursa, o sûret için
ayn-ı kemâl-i Zâtî (Zât’ın
aynı kemali) âsıldır. Zîrâ
o sûret, içinde zâhir olduğu (göründüğü)
vücûdun aynıdır. Demek ki "Allah" ile
müsemmâ (isimlenmiş) olan
vücûd için sâbit (mevcut)
olan kemâl-i Zâtî (Zât’ın
kemali),
vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın
vücûdunda) zâhir olan (meydana
çıkan) o sûret-i vâhide (tek
sûret) için dahi sâbit (mevcut) olur.
Ve "Allah" ile müsemmâ (isimlenmiş)
olan zât için sâbit (mevcut)
olan sûrete, Hakk'ın aynıdır denilmez. Zîrâ bir
şeyin sûreti, her vech (yönü)
ile o şeyin aynı değildir. Ve kezâ o sûrete,
"Allah" ile müsemmâ (isimlenmiş)
olan Zât’ın her vech ile gayridir (başkadır)
dahi denilmez. Çünkü Zât’a mensûb (ait)
olan bir sûret olup esmâdan münfekk (ayrı)
değildir.
Misâl:
Bilfarz (diyelim
ki),
kendisinde hattâtlık (yazı
yazma sanatı) ,
ressâmlık ve nakkâşlık (süsleme sanatı) sıfatları
bulunan bir kimse, hattât ve ressâm ve nakkâş isimleriyle zâhir
olmak (açığa
çıkmak) için hâriçte (dışta)
bir yazı ve resim levhası vücûda getirir ve bir
nakış (işleme, süs) gösterir.
İşte mertebe-i histe (hislerde)
meşhûd (görülmüş)
olan bu sûretler, o şahsın bu isimlerinin birer
meclâ (tecelli yerleri) ve
âyîneleridir. Ve bu sûretler arasında tefâzul (üstünlük)
bulunduğu zâhirdir (meydandadır).
Çünkü
yazı levhasında o şahsın ressâmlığı ve nakkâşlığı (işlemeciliği) görünmez.
Ve resim levhasiyle nakşında (işleme
sanatında) dahi onun hattâtıyeti (yazma
sanatı) meşhud olmaz (görülmez).
Fakat o şahıs, bunları henüz tahrîr (yazma)
ve resm (çizme) ve
nakşetmemiş, ancak onların ilminde / sûretlerini tasarlamış
bulunursa, o sûretler vücûd-i hissî (hissedilir,
görülür vücutları) ile müteayyin olmayıp (belirlilik
kazanmadıkları için) henüz mertebe-i akıldadırlar.
Ve bunlar o şahsın vücûdunun hâricinde (dışında) müteayyin
olmadığı (görünmediği)
için, kendisinin aynı olurlar. İşte bâlâdaki (yukarıdaki)
hakayıkın (hakikâtlerin) her
ciheti (yönü)
bu misâle ta'tbîk olunabilir. İyi teemmül etmek
(etraflı düşünmek)
lâzımdır.
Ve
muhakkak, Ebû Kasım ibn Kasiyy, Hal'ında: "Tahkîkan her
bir ism-i İlâhî cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ile mütesemmî
've onlar ile men'ût olur" kavli ile buna işâret etti.
Ve burada beyânı budur ki, muhakkak her bir isim Zât’a ve
kendisi için vaz' olunan ma'nâya delâlet eder ki, onu taleb
eder. Binâenaleyh, onun Zât’a delâleti haysiyyetinden, onun
için cemî'-i esmâ-i İlâhiyye hâsıldır. Ve onunla infirâd
eylediği ma'nâya delâleti haysiyyetinden, Rab ve Hâlık ve
Musavvir ve bunların gayri gibi, kendisinin gayrinden temeyyüz
eder. İmdi isim, Zât cihetinden müsemmâdır. Ve isim, kendisi
için vaz' olunan ma'nâdan ona muhtass olan şey cihetinden müsemmânın
gayridir (19).
Ya'nî
Ebû'l-Kasım b. Kasiyy (k.s.) Hazretleri, ki meşâyih-i Mağrib'in
ekâbirindendir, (batının
büyük şeyhlerindendir) te'lîf buyurmuş (yazmış) olduğu
Hal'-i Na'leyn nâmındaki kitâb-ı münîfinde (meşhur kitabında)
ibâre-i fassta mürûr eden (konuda
geçen
cümlelerde) ma'nâya işâreten buyururlar
ki: Herhangi bir ism-i İlâhî’yi alırsan al o isim, esmâ-i
İlâhiyye'nin / kâffesiyle (hepsiyle)
mütesemmî (isimlenir) ve
o isimler ile men'ût (sıfatlanmış)
olur. Hz. Şeyh (r.a), zâten Hal'-i
Na'leyn kitabını tamâmen şerh buyurmuş (açıklamış)
oldukları gibi, burada da kitabın bu ibâresini (cümlesini)
îzâhan buyururlar ki: Her bir ism-i İlâhî’nin
medlûlü (manâsı)
ikidir: Birisi Zât, diğeri kendisinin mevzû' (konu)
olduğu ma'nâ-yı husûsîdir (özel
manâsıdır) .
Meselâ "Rezzâk" dediğimiz vâkitte hatıra
Zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı)
hutûr eder (akla
gelir) . Zîrâ
Rezzâk-ı hakîkî (hakiki
rezzak sahibi) ancak Zât-ı Hak'tır. Fakat rızk
verebilmek için Rezzâk, Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Hâlık,
Rab, Musavvir, Ganiyy ilh... ne kadar esmâ var ise cümlesini hâiz
(hepsine
sahip) olmak lâzım gelir. Binâenaleyh (nitekim),
Rezzâk ismi Zât’a delâlet (işaret) etmesi
cihetinden (bakımından)
kâffe-i esmâ (bütün
esma) ile mütesemmî (isimlenmiş)
ve men'ût (sıfatlanmış) olur.
Ve fakat kendine mahsûs (ait)
olan ma'nâ cihetinden (yönünden)
diğer isimlerden ayrılır. Zîrâ Rezzâk'ın gördüğü
iş, Alim ve Semî' ve Musavvir'den beklenmez. Şu halde isim,
Zât’a delâleti (işareti) cihetinden
müsemmâdır (isimlenmiştir).
Fakat vaz' olunduğu (konduğu)
ma'nâ-yı husûsîye (özel
manâsına) delâleti (işareti) cihetinden
müsemmânın gayri (isimlenenden
başka) olur.
İmdi,
sen bizim zikrettiğimiz "Aliyy"yi anladığın vakit,
muhakkak onun ulüvv-i mekân ve ulüvv-i
mekânet olmadığını bildin. Zîrâ ulüvv-i mekânet,
sultân ve hükkâm ve vüzerâ ve kuzât ve bu mansıba
ehliyeti bulunsun bulunmasın, her bir mansıb sâhibi gibi
veliyyü'l-emr olanlara muhtasstır (20).
Ya'nî
biz bu fass-ı şerîfte (şerefli
konuda) "ulüvv" (yükseklik,
yücelik) hâkkında tafsîlât (geniş
açıklama) verdik. Bu mezkûrâtı (anlatılanları)
anladığın vakit, Hak hakkındaki ulüvvün (yüksekliğin),
ulüvv-i
mekân (yer,
mahal yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (makam,
rütbe yüksekliği) olmadığını bilmiş oldun.
Binâenaleyh (nitekim),
Hak, Zâtiyle "Aliyy"dir (yücedir).
Zîrâ
ulüvv-i mekân (mekânsal
olarak yükseklik),
cisme muhtasstır (özeldir, ona
aittir) .
Hak cisim değildir ki, mekân ile âlî (yüksek)
olsun. Ve ulüvv-i mekânet (yüksek
rütbe, makam) ise, ehliyeti olsun olmasın, hâkimler,
vezirler ve kadılar gibi mansıb (yüksek
memuriyet) sâhiblerine mahsûs (ait)
olan arazdan (başka bir
cevherle meydana gelen hal ve keyfiyetten) ibârettir.
Ve kezâ Hak cevher değildir ki, ona araz lâhık olabilsin.
Onun ulüvvü (yüceliği)
,
ancak ulüvv-i Zâtî’dir (Zât’ının yüceliğidir).
Ve
sıfât ile olan ulüvv böyle değildir. Zîrâ kendisi için
mansıb-ı tahakküm bulunan kimsenin, her ne kadar nâsın
echeli olsa da, ba'zan nâsın aleminde tahakküm ettiği vâkı'
olur. Böyle olunca bu, bî-hükmi't-teba', mekânet ile
"aliyy"dir. O kendi nefsinde "aliyy" değildir.
Binâenaleyh, azl olunduğu vakit, rif'ati zâil olur. Halbuki
âlim, böyle değildir (21).
Hz.
Şeyh (r.a.) burada ulüvv-i Zâtî (Zâti
yükseklik, yücelik) ile mekân (yer)
veyâ mekânet (rütbe,
derece) vâsıtalarıyla iktisâb olunan (kazanılan) ulüvv-i
teba'î (tâbi’
olmakla ilgili yükseklik) aralarındaki farkı beyân,
buyururlar (açıklarlar).
Zîrâ, ulüvv-i Zâtî, (Zâti
yücelik) mekân (yer)
veyâ
mekânet (rütbe,
makam) vâsıtalarıyla olan ulüvv (yükseklik)
gibi değildir. Ulüvv-i mekân (yüksek
yer işgâl etmek) ile olan ulüvv (yükseklik)
, mahsüstür
(sadece
o yere aittir). Mekânet
(rütbe)
ve mertebe ile olan ulüvv (yükseklik)
ise, ulüvv-i ma'kûldür (ilimle,
akılla olan yüksekliktir). Halbuki,
Zât’ı ile "Aliyy" (yüksek,
yüce) olan Hak Teâlâ Hazretleri, maânî-i ma'kûle
(akla
gelen manâlardan) ve mahsûseden (beş
duyu ile hissedilebilen manâlardan) münezzehdir (arıdır,
beridir, temizdir) .
İşte Hakk'ın ulüvv-i Zâtîsi (Zât’ının yüceliği)
böyledir. Ve ulüvv-i
sıfâtîsi (sıfatlarının yüceliği)
dahi menâsıb erbâbının (rütbe
sahiplerinin) ulüvv-i mekâneti (makamlarının
yüksekliği) gibi' değildir. Zîra, kemâl-i
mutlak-ı hakîkî (Zât’ın
mutlak kemali) ancak kendisine mahsûstur (aittir).
Ve onun ulüvv-i sıfâtîsi (sıfatlarının
yüceliği) ma'kûl (akıl ile idrak
edilebilenler) ve mahsüs (duyular
ile bilinenler, hissedilenler) olmayıp belki akıl
ve hissin aslıdır (özüdür).
Çünkü ondan o sıfâtın zevâli (yok
olması) mümkün değildir. Belki niseb-i Zâtiyyesinden
(Zâti
sıfatlarından) ibâret bulunan o sıfât, ezelî ve
ebedî bulunan Zât’iyle berâber ezelî ve ebedîdir. Ve bu
ulüvv-i sıfât (sıfat yüceliği),
mahlûkât mâbeyninde (yaratılmışlar
arasında) dahi ulüvv-i mekân (yer,
mekân yüksekliğinden) ve ulüvv-i mekânetten (rütbe
yüksekliğinden) farklıdır. Zîrâ bir câhil, menâsıb-ı
hükûmetten (devlet
makamlarından) birine geçip zîr-i idâresinde (idaresi altında) bulunan
âlimlere hükmeder. O câhil, âlimlerden ulüvv-i mekânet (makam yüksekliği)
ile ve o âlimler dahi o mansıb (rütbe)
sâhibi olan câhilden ulüvv-i sıfât (sıfat yüceliği)
ile aliyydir (yüksektir).
Ve kezâ bir câhil kürsiye çıkar ve bir âlim
dahi yerde oturur. O câhil orada ulüvv-i mekân (yüksek
yer işgâl etmek) ile ve âlim ise ulüvv-i sıfât (sıfatların yüksekliği)
ile aliyydir (yüksektir,
yücedir). Binâenaleyh
(nitekim),
ûlüvv-i mekân (yüksek
yer) ve mekânet (rütbe) ile
aliyy (yüce)
olan kimsenin ulüvvü (yüceliği),
mekâna (yere)
ve mertebeye tebean (tâbi’
olarak, uyarak) olur. Ulüvv-i mekânet (yüksek
rütbe) ve mertebe ile aliyy (yüksek)
olan kimse, o mertebeden azlolunduğu (çıkarıldığı,
atıldığı) veyâ yüksek bir mekânda (yerde) bulunmak
sûretiyle aliyy (yüce)
olan kimse, o mekândan indiği vakit, o ulüvvler (yücelikler)
ondan zâil (yok) olur.
Fakat ulüvv-i sıfât (sıfatların
yüksekliği) ile âlî (yüksek)
olan âlim, ister âlî (yüksek) veyâ
sâfil (alt)
mekânda bulunsun ve ister ehl-i mansıb (rütbe
sahibi) veyâ âhâd-i nâstan (halktan
biri) olsun, dâimâ ulüvv-i sıfât (sıfatların
yüceliği) ile "aliyy"dir. (yücedir)
Çünkü onun ulüvvü / teba'î (tâbi’
olarak, uyum sağlayarak) değil, nefsîdir (kendisidir,
kendindendir).
Şu
halde ulüvv (yükseklik,
yücelik),
dört kısım üzerine olmuş olur. A'lâsı (en
yükseği) "ulüvv-i Zâtî" (Zâti
yücelik) ;
ba'dehû (daha
sonra) "ulüvv-i sıfâtî" (sıfat
yüceliği);
ba'dehû (daha
sonra) "ulüvv-i mekânet" (rütbe
makam yüksekliği);
ba'dehû (daha
sonra) "ulüvv-i mekân"dır (mekan,
yer yüksekliğidir) . Ve
Hak Teâlâ cem'an (topluca)
ve tafsîlen (ayrıntılı,
açıklamalı olarak) bu dört kısım ulüvv (yükseklik)
ile "Aliyy" (yüce)
olur. Zîrâ Hak, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât
mertebesinde) "ulüvv-i Zâtî" (Zâti
yücelik) ile ve mertebe-i vâhidiyyete (sıfat
mertebesine) tenezzülünde (inişinde)
dahi "ulüvv-i sıfât" (sıfat
yüceliği) ile ve mertebe-i şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme) tenezzülünde (inişinde)
dahi "ulüvv-i mekânet" (rütbe,
makam yüksekliği) ve "ulüvv-i mekân" (yer, mekân yüksekliği)
ile "Aliyy" (yüce,
yüksektir) dir. Ve "Allah" ism-i câmi'inin
mazharı (bütün
isimlerin aşikâre çıktığı mahal, birim) olan
İdrîs (a.s.) gibi, İnsân-ı Kâmil’in bu dört kısım
ulüvvden (yükseklikten)
nasîb-i evferi (bol nasibi) vardır.
Zîrâ İdrîs (a.s.) da şeref-i zâtî (şerefli
zât) gibi "ulüvv-i Zâtî" (Zâti
yücelik) ve kemâl-i ilim (kemal
bulmuş ilim)
gibi "ulüvv-i sıfâtî" (sıfat
yüceliği) ve mertebe-i Nübüvvet (Peygamberlik
görevi) gibi "ulüvv-i mekânet" (rütbe, makam yüksekliği)
ve ……………………………… (Meryem,
19/57) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere "ulüvv-i
mekân" (yer,
mekân yüksekliği) mevcûddur.
İntihâ:
17 Muharrem 336; 2 Teşrin-i sânî 833 yevm-i cum'a sabâhı, sâat
3.
<devam
edecek>
29.10.2002
http://sufizmveinsan.com
|