Kayıt için burayı tıklayın


Ebu Hamid Muhammed  (450-505/1058-1111)

azali, Cürcan’dan Tus’a giderken, başından geçen ve ilmi şahsiyetinin oluşmasında önemli rol oynayan bir vakıayı şöyle anlatır;

“Bu yolculuk esnasında eşkıyanın baskınına uğradık. Eşkıyalar kafilemizi tesirsiz hale getirdi ve tüm eşyalarımızı gasp ettiler. Gasp edilenler arasında, benim yıllarca uğraşıp biriktirdiğim ve  hocamın ders tedrisleri sonrasında tuttuğum ders notlarım da vardı. Notlarımın gasp edilmesine çok üzüldüğümden, koşarak eşkıyaların reisine vardım ve eşyalarımın geri verilmesini istedim. Bunun üzerine eşkıyaların başı:
- Bu notlar nedir diye sordu.
Cevaben:
- Tedrisat dönemince hocamdan dinlediğim ve tuttuğum ilmi notlardır. Bunları temin etmek için memleketimden Cürcan’a gittim ve çok emek harcadım, deyince eşkıyanın başı gülerek:
- Sen nasıl olur da ilim tahsil ettiğini iddia edebilirsin? Baksana defterlerin, notların elinden alınınca ilimsiz, irfansız kaldın, diyerek alaylı bir şekilde cevap verdi. Daha sonra tüm evrakım iade edildi.”

Gazali, 450 (1058) ‘de Tus’ta doğdu. Babası, ölmezden önce, onu ve öteki oğlu Ahmed’i mutasavvıf bir zata vasiyyet etmiş, biraz  da mal bırakmıştı. Bu zat, babalarının geride bıraktığı az miktardaki mal tükeninceye kadar bu iki çocuğun talim ve terbiyesiyle meşgul oldu. Bir süre sonra mal bitince çocuklar medreseye girdiler.
Gazali, ilk tahsilini Tus’ta yaptı. Daha sonra tahsil kastiyle seyahate çıktı. Cürcan’a gitti. Orada fıkıh ve kelam öğrendi. Cüveyni’nin ölümü üzerine Nizamülmülk’ün yanına gitti ve onun yanında büyük mevkiye yükseldi 484 (1091)’de henüz pek genç yaşında iken Bağdat’taki Nizamiye medresesine müderris tayin edildi. Dört yıl burada ders verdi. Okuduğu tasavvufi eserlerin etkisiyle ahiret kaygısına düştü. Ruhu temizlemek için dünyevi mevkileri terk etmek gerektiğine inandı. Bir yandan vicdanı ona gitmesini emrederken bir yandan da dünya sevgisi onu tutuyordu. Altı ay gideyim gitmeyeyim düşüncesi içinde bocaladı. Nihayet bu ruhi sıkıntı , psişik bir hastalık doğurdu. 488 (1095)’de dili tutuldu, konuşamaz oldu. Bu dahili ıstıraptan birkaç ay sonra Kasım 1095’te Bağdat’ı terk etti. Önce Şam’a gitti. İki yıl kadar orada camide halvette kaldı. Oradan Kudüs’e geçti. Sonra hacca gitti. Hacdan Irak’a döndü. Şam’da on yıl kaldığı söylenirse de bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü 491 (1097) Haziranından sonra Bağdat’ta görülmüştü. Burada bir süre kaldıktan sonra Tus’a gitti. Orada bir zühd ve tasavvuf hayatı sürdürdü. Şurada burada münzevi bir hayat yaşayarak geçirdiği on yılı müteakip 499 (1106) senesinde yeni Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün oğlu Fahru’l- Mülk’ün ısrarı üzerine Neysabur’daki Nizamiye Medresesinde profesörlüğe başladı. Burada bir yıl kaldı. Sonunda tekrar memleketi Tus’a döndü.

Tus’ta evinin bir yanına bir medrese, sufiler için de bir tekke yaptırdı. Bir taraftan öğrencilerine ders verirken diğer taraftan da tasavvuf yolunun yolcularıyla sohbet ediyor, ibadet ve riyazat ile meşgul oluyordu. Kur’an ve Buhari okuyup ibadet etmekle münzevi bir şekilde ömrünü geçirirken 505 (1111)’de Allah’ın rahmetine kavuştu.

a. Tefsiri:

Gazali, ilmi kariyerini tamamladıktan sonra, kendisini tasavvufa vermiştir. Tasavvufun, Allah’a götüren en güzel yol olduğuna, ruhu temizlemenin tasavvufta bulunduğuna “Bütün akıllılar ve şeraitin esrarına vakıf olanlar toplansalar, mutasavvıfların  huylarından ve gidişlerinden daha güzel bir huy ve gidiş bulamayacakları”na inanmıştır. İşte bu açıdan İslam akide ve amelini yeniden gözden geçirip tasavvufi bir çeşni ile karıştırarak yazmış, eserlerinde zahirle batını birleştirmiştir. Bu başarısından dolayı kendisine “Huccetu’l İslam “, “ Zeynu’d- din gibi “ unvanlar verilmiştir. Çağının her ilim dalında olduğu gibi tefsir ilminde de üstün olan Gazali, bu alanda da eserler yazmıştır. İhya’ul Ulumid-din’i de bir çeşit tefsirdir.

Gazali’ye göre Kur’an’ın dış manâları altında iç manâları vardır. Bu iç manâlar, tıpkı kabuğun özü gibidir. “İnsanlar yalnız duyular alemini görürler. Duyular alemi, öz olan melekut aleminin kabuğu durumundadır. Bu dış alemi geçemeyen kimse; narın sadece kabuğunu, insanın da sadece derisini görmüş olur. İçeriye nüfuz edemez.”

Kur’an’ın lafızları, bütün ilimlerin sedefleridir. Sedefte kalan, inciyi bulamaz.  Fıkıh, tefsir ilimleri Kur’an’dan çıktığı gibi; tıp, astroloji, astronomi, anatomi, büyü ve tılsımlar gibi ilimlere de Kur’an’da işaret vardır. Bunların ilk prensipleri Kur’an’ın dışında değildir. Zira bütün ilimler,Allah’ın bilgi denizinden avuçlanmıştır. O denizin kıyısı yoktur. “ Rabbımın kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbımın kelimeleri tükenmeden denizler tükenir.” Mesela şifa, Tanrı’nın fiil denizlerinden bir denizdir. Nitekim yüce Tanrı, İbrahim’den naklen “Ben hasta olduğum zaman o bana şifa verir” buyurmuştur. Allah’ın şifa fiilini, ancak tıbbı gereği gibi bilen anlayabilir. Allah’ın güneşi ve ayı bir hesaba göre yürütmesi de O’nun bir fiilidir. “Güneş ve ay bir hesap iledir.” “Ayın tutulduğu, güneşin ve ayın bir araya getirildiği zaman....” “Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar.” “Güneş yerleştirildiği yerde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin (Allah’ın ) takdiridir.” diyor. Şimdi güneşin ve ayın bir hesaba göre seyrini, bunların nasıl tutulduklarını, gecenin gündüze, gündüzün geceye dolanmasının ve bunların böyle tekerrürünün mahiyetini ancak göklerin ve yerlerin nasıl meydana geldiğini bilen kimse anlar ki, bunu bilmek de ayrı bir ilimdir (astronomi ). Beri taraftan, Kur’an’ı Kerim, “Ey insan, seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden çok cömert Rabbine karşı seni mağrur kılan nedir?” diyor. Bunun manâsını anlamak için de insanın dış ve iç organlarını, anatomi ilmini bilmek gerekir.

İşte bu ayetleri okuyunca insan bu ilimleri öğrenmeye koyulur. Ondan aldığı ilhamla her şeyi öğrenmeye çalışır. Demek her ilmin özü Kur’an’da vardır Öncelerin ve sonraların ilmi onda toplanmıştır.

Zahir ilimlerinde bu böyle olduğu gibi batın ilimlerinde de böyledir. Kur’an’da her kelimenin altında birbirinden gizli manâlar, remiz ve işaretler vardır. Bunları ancak mülk ve şehadet alemiyle gayb ve melekut alemi arasındaki dengeyi idrak eden kimse anlayabilir.

Gazali’ye göre mülk ve şehadet aleminde bulunan her şey, melekut alemindeki ruhani her şeyin (yani idenin) örneğidir. Görünüşte bu, onun aynı değilse de ruh ve manâda onun aynıdır. Şehadet alemindeki cisimler, o alemdeki ruhani varlıklara delalet eder. Dünyadaki her şeyin melekut aleminde bir gerçeği vardır. Bu şekilden o hakikati anlamak gerekir. Nasıl kalıptan öze geçilirse, cisimler alemindeki şekillerden de o alemdeki gerçeğe çıkılır. İki alem arasındaki dengeye örnek verelim:

Doğru rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçasıdır. Rüyada görülen manâlar, dünyevi şekillere bürünerek görülürler. Mesela birisi rüya da domuzlara inci taktığını görmüştür. Biri de elinde mühür, kadınların edep yerlerini, erkeklerin ağızlarını mühürlediğini görmüştür. İbn Şirin,  bunu görenin, Ramazanda sabahleyin vaktinden önce ezan okuduğuna yormuş, gören öyle yaptığını itiraf etmiştir. Bir başkası da rüyasında zeytinin içine zeytinyağı döktüğünü görmüş, İbn Şirin bunu da şöyle yormuştur; “Senin altındaki cariyen, senin annendir. Esir edilip satılmış, sen de bilmeyerek onu satın almışsın.” Gerçekten öyle olduğu anlaşılmış. Kur’an’da manâların şekillere bürünerek ifade edildiği birçok ayet vardır. Mesela; “Allah, gökten bir su indirdi, dereler onunla dolup taştı. Sel, üste çıkan köpüğü alıp götürdü. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittikleriniz de buna benzer bir köpüktür” ayetinde ilim su ile; kalpler, vadiler ve kaynaklar ile, sapıklık köpük ile temsil edilmiştir. Cenab-ı Hak, bunun mesel olduğunu, ayetin sonunda ayrıca açıklamıştır: “İşte Allah böyle meseller verir.” demiştir.

“İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” hadisinin de bildirdiği üzere insanlar dünyada uyumaktadırlar. Nasıl rüyadakilere manâlar şekillere büründürülerek gösteriliyorsa dünyada uyuyan insanlara da hakikâtler böyle mesellerle şekillere büründürülerek gösterilir. Dünya sevgisiyle kirlenmiş kalplere melekut sırları kapalıdır.

Gazali, ölülerin dirilmesini, akılları ve ruhları dirilten ilmin tesiriyle cehalet ve sapıklığın gitmesi; Musa’nın asasının, sihirbazların sihirlerini yutmasını, inkâr kabul etmeyen Tanrısal delilleri inkâr edenlerin, şüphelerini ,iptal etmesi şeklinde anlayarak dış manâyı inkâr edenlere çatmakta ve bu te’villeri yapan İhvan’ı Safa’ya Haşviyettu’l- Felasife demektedir. Ona göre zahir ile batın bir arada yürür. Zahiri inkâr etmek, şaşı gözle iki alemden yalnız birini görüp bunlar arasındaki dengeden habersiz olan ve bundan dolayı da ötekini kavramaktan aciz bulunan batınilerin görüşleridir. Nasıl ki sırları yok saymak da kabukçuların yoludur. Zahiri, manâdan ayıran haşvi; manâyı zahirden ayıran batınidir. İkisini birleştiren, olgundur.

Gazali’ye göre re’y ile tefsiri yasaklayan haber, Kur’an’ı bile bile fırkanın akide ve görüşlerine alet etmeyi, yanlış olduğunu bildiği halde kasten Kur’an’ı aykırı bir manâya çekmeyi yasaklamaktadır. Yoksa, sahih niyetle kendi istinbatını söylemek yasak edilmemiştir. Nitekim, İbn Abbas ve İbn Mes’ud gibi ünlü müfessirler, kendi görüşlerini söylemekten geri durmamışlardır.

Gazali, işari tefsiri benimsemekle beraber, bunun felsefi bir nitelik almasına razı olmaz: “Zahir tefsiri bilmeden yalnız Arapça bilmekle hemen batıni manâlar istinbatına çalışan kimse çok hatadadır. Kur’an’ı re’y ile tefsir edenler zümresine girer. Zahir tefsirde nakil ve sema lazımdır. Bunu bilmeden, zahiri hükümlere vakıf olmadan Kur’an’ ın sırlarını bildiğini iddia eden kimse, kapıdan içeri girmeden odanın üst köşesine oturduğunu söyleyen, ya da Türkçe’yi bilmeden Türklerin sözlerini anladığını iddia eden insan gibidir.”

Bazı vaizler, sözlerini güzelleştirmek ve dinleyiciyi teşvik için: “ Firavn’e git, zira o azdı” ayetini okuyup kalplerine işaret ederler. Bu suretle Firavn ile nefsin kastedildiğini ima etmek isterler. Bunlar iyi niyetle bunu yapıyorlar. Batıniler de halkı aldatıp batıniliğe çekmek için böyle tevillere gidiyorlar. Her ikisi de yasaktır. Re’y ile tefsire girer.

Bununla beraber Gazali, bazı ayetlerin tefsirinde böyle tevillerde hayli ileri gitmiş, İhvan-ı Safa’nın yoluna yaklaşmıştır. Mişkatu’l-Envar’da bazı ayetleri yeni Eflatuncu metodla tevilde çok ileri gitmiştir.

<Devam Edecek>

İstanbul - 06.03.2001
http://afyuksel.com

 


Üst Ana sayfa e-mail