azali,
Cürcan’dan Tus’a giderken, başından geçen ve ilmi şahsiyetinin
oluşmasında önemli rol oynayan bir vakıayı şöyle anlatır;
“Bu yolculuk esnasında eşkıyanın baskınına uğradık.
Eşkıyalar kafilemizi tesirsiz hale getirdi ve tüm eşyalarımızı
gasp ettiler. Gasp edilenler arasında, benim yıllarca uğraşıp
biriktirdiğim ve hocamın
ders tedrisleri sonrasında tuttuğum ders notlarım da vardı.
Notlarımın gasp edilmesine çok üzüldüğümden, koşarak eşkıyaların
reisine vardım ve eşyalarımın geri verilmesini istedim.
Bunun üzerine eşkıyaların başı:
- Bu notlar nedir diye sordu.
Cevaben:
- Tedrisat dönemince hocamdan dinlediğim ve tuttuğum ilmi
notlardır. Bunları temin etmek için memleketimden Cürcan’a
gittim ve çok emek harcadım, deyince eşkıyanın başı gülerek:
- Sen nasıl olur da ilim tahsil ettiğini iddia edebilirsin? Baksana defterlerin, notların
elinden alınınca ilimsiz, irfansız kaldın, diyerek alaylı
bir şekilde cevap verdi. Daha sonra tüm evrakım iade
edildi.”
Gazali,
450 (1058) ‘de Tus’ta doğdu. Babası, ölmezden önce, onu
ve öteki oğlu Ahmed’i mutasavvıf bir zata vasiyyet etmiş,
biraz da mal bırakmıştı.
Bu zat, babalarının geride bıraktığı az miktardaki mal tükeninceye
kadar bu iki çocuğun talim ve terbiyesiyle meşgul oldu. Bir süre
sonra mal bitince çocuklar medreseye girdiler.
Gazali, ilk tahsilini Tus’ta yaptı. Daha sonra tahsil
kastiyle seyahate çıktı. Cürcan’a gitti. Orada fıkıh ve
kelam öğrendi. Cüveyni’nin ölümü üzerine Nizamülmülk’ün
yanına gitti ve onun yanında büyük mevkiye yükseldi 484
(1091)’de henüz pek genç yaşında iken Bağdat’taki
Nizamiye medresesine müderris tayin edildi. Dört yıl burada
ders verdi. Okuduğu tasavvufi eserlerin etkisiyle ahiret kaygısına
düştü. Ruhu temizlemek için dünyevi mevkileri terk etmek
gerektiğine inandı. Bir yandan vicdanı ona gitmesini
emrederken bir yandan da dünya sevgisi onu tutuyordu. Altı ay
gideyim gitmeyeyim düşüncesi içinde bocaladı. Nihayet bu
ruhi sıkıntı , psişik bir hastalık doğurdu. 488
(1095)’de dili tutuldu, konuşamaz oldu. Bu dahili ıstıraptan
birkaç ay sonra Kasım 1095’te Bağdat’ı terk etti. Önce
Şam’a gitti. İki yıl kadar orada camide halvette kaldı.
Oradan Kudüs’e geçti. Sonra hacca gitti. Hacdan Irak’a döndü.
Şam’da on yıl kaldığı söylenirse de bunun doğru olmadığı
anlaşılmaktadır. Çünkü 491 (1097) Haziranından sonra Bağdat’ta
görülmüştü. Burada bir süre kaldıktan sonra Tus’a
gitti. Orada bir zühd ve tasavvuf hayatı sürdürdü. Şurada
burada münzevi bir hayat yaşayarak geçirdiği on yılı müteakip
499 (1106) senesinde yeni Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün oğlu
Fahru’l- Mülk’ün ısrarı üzerine Neysabur’daki
Nizamiye Medresesinde profesörlüğe başladı. Burada bir yıl
kaldı. Sonunda tekrar memleketi Tus’a döndü.
Tus’ta
evinin bir yanına bir medrese, sufiler için de bir tekke yaptırdı.
Bir taraftan öğrencilerine ders verirken diğer taraftan da
tasavvuf yolunun yolcularıyla sohbet ediyor, ibadet ve riyazat
ile meşgul oluyordu. Kur’an ve Buhari okuyup ibadet etmekle münzevi
bir şekilde ömrünü geçirirken 505 (1111)’de Allah’ın
rahmetine kavuştu.
a.
Tefsiri:
Gazali,
ilmi kariyerini tamamladıktan sonra, kendisini tasavvufa vermiştir.
Tasavvufun, Allah’a götüren en güzel yol olduğuna, ruhu
temizlemenin tasavvufta bulunduğuna “Bütün akıllılar ve
şeraitin esrarına vakıf olanlar toplansalar, mutasavvıfların huylarından ve gidişlerinden daha güzel bir huy ve gidiş
bulamayacakları”na inanmıştır. İşte bu açıdan İslam
akide ve amelini yeniden gözden geçirip tasavvufi bir çeşni
ile karıştırarak yazmış, eserlerinde zahirle batını birleştirmiştir.
Bu başarısından dolayı kendisine “Huccetu’l İslam “,
“ Zeynu’d- din gibi “ unvanlar verilmiştir. Çağının
her ilim dalında olduğu gibi tefsir ilminde de üstün olan
Gazali, bu alanda da eserler yazmıştır. İhya’ul
Ulumid-din’i de bir çeşit tefsirdir.
Gazali’ye
göre Kur’an’ın dış manâları altında iç manâları
vardır. Bu iç manâlar, tıpkı kabuğun özü gibidir. “İnsanlar
yalnız duyular alemini görürler. Duyular alemi, öz olan
melekut aleminin kabuğu durumundadır. Bu dış alemi geçemeyen
kimse; narın sadece kabuğunu, insanın da sadece derisini görmüş
olur. İçeriye nüfuz edemez.”
Kur’an’ın
lafızları, bütün ilimlerin sedefleridir. Sedefte kalan,
inciyi bulamaz. Fıkıh,
tefsir ilimleri Kur’an’dan çıktığı gibi; tıp,
astroloji, astronomi, anatomi, büyü ve tılsımlar gibi
ilimlere de Kur’an’da işaret vardır. Bunların ilk
prensipleri Kur’an’ın dışında değildir. Zira bütün
ilimler,Allah’ın bilgi denizinden avuçlanmıştır. O
denizin kıyısı yoktur. “ Rabbımın kelimelerini yazmak için
denizler mürekkep olsa, Rabbımın kelimeleri tükenmeden
denizler tükenir.” Mesela şifa, Tanrı’nın fiil
denizlerinden bir denizdir. Nitekim yüce Tanrı, İbrahim’den
naklen “Ben hasta olduğum zaman o bana şifa verir” buyurmuştur.
Allah’ın şifa fiilini, ancak tıbbı gereği gibi bilen
anlayabilir. Allah’ın güneşi ve ayı bir hesaba göre yürütmesi
de O’nun bir fiilidir. “Güneş ve ay bir hesap iledir.”
“Ayın tutulduğu, güneşin ve ayın bir araya getirildiği
zaman....” “Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar.”
“Güneş yerleştirildiği yerde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü
ve bilgin (Allah’ın ) takdiridir.” diyor. Şimdi güneşin
ve ayın bir hesaba göre seyrini, bunların nasıl tutulduklarını,
gecenin gündüze, gündüzün geceye dolanmasının ve bunların
böyle tekerrürünün mahiyetini ancak göklerin ve yerlerin
nasıl meydana geldiğini bilen kimse anlar ki, bunu bilmek de
ayrı bir ilimdir (astronomi ). Beri taraftan, Kur’an’ı
Kerim, “Ey insan, seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen,
mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden çok cömert
Rabbine karşı seni mağrur kılan nedir?” diyor. Bunun manâsını
anlamak için de insanın dış ve iç organlarını, anatomi
ilmini bilmek gerekir.
İşte
bu ayetleri okuyunca insan bu ilimleri öğrenmeye koyulur.
Ondan aldığı ilhamla her şeyi öğrenmeye çalışır. Demek
her ilmin özü Kur’an’da vardır Öncelerin ve sonraların
ilmi onda toplanmıştır.
Zahir
ilimlerinde bu böyle olduğu gibi batın ilimlerinde de böyledir.
Kur’an’da her kelimenin altında birbirinden gizli manâlar,
remiz ve işaretler vardır. Bunları ancak mülk ve şehadet
alemiyle gayb ve melekut alemi arasındaki dengeyi idrak eden
kimse anlayabilir.
Gazali’ye
göre mülk ve şehadet aleminde bulunan her şey, melekut
alemindeki ruhani her şeyin (yani idenin) örneğidir. Görünüşte
bu, onun aynı değilse de ruh ve manâda onun aynıdır. Şehadet
alemindeki cisimler, o alemdeki ruhani varlıklara delalet eder.
Dünyadaki her şeyin melekut aleminde bir gerçeği vardır. Bu
şekilden o hakikati anlamak gerekir. Nasıl kalıptan öze geçilirse,
cisimler alemindeki şekillerden de o alemdeki gerçeğe çıkılır.
İki alem arasındaki dengeye örnek verelim:
Doğru
rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçasıdır.
Rüyada görülen manâlar, dünyevi şekillere bürünerek görülürler.
Mesela birisi rüya da domuzlara inci taktığını görmüştür.
Biri de elinde mühür, kadınların edep yerlerini, erkeklerin
ağızlarını mühürlediğini görmüştür. İbn Şirin,
bunu görenin, Ramazanda sabahleyin vaktinden önce ezan
okuduğuna yormuş, gören öyle yaptığını itiraf etmiştir.
Bir başkası da rüyasında zeytinin içine zeytinyağı döktüğünü
görmüş, İbn Şirin bunu da şöyle yormuştur; “Senin altındaki
cariyen, senin annendir. Esir edilip satılmış, sen de
bilmeyerek onu satın almışsın.” Gerçekten öyle olduğu
anlaşılmış. Kur’an’da manâların şekillere bürünerek
ifade edildiği birçok ayet vardır. Mesela; “Allah, gökten
bir su indirdi, dereler onunla dolup taştı. Sel, üste çıkan
köpüğü alıp götürdü. Süslenmek veya faydalanmak için
ateşte erittikleriniz de buna benzer bir köpüktür”
ayetinde ilim su ile; kalpler, vadiler ve kaynaklar ile, sapıklık
köpük ile temsil edilmiştir. Cenab-ı Hak, bunun mesel olduğunu,
ayetin sonunda ayrıca açıklamıştır: “İşte Allah böyle
meseller verir.” demiştir.
“İnsanlar
uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” hadisinin de
bildirdiği üzere insanlar dünyada uyumaktadırlar. Nasıl rüyadakilere
manâlar şekillere büründürülerek gösteriliyorsa dünyada
uyuyan insanlara da hakikâtler böyle mesellerle şekillere büründürülerek
gösterilir. Dünya sevgisiyle kirlenmiş kalplere melekut sırları
kapalıdır.
Gazali,
ölülerin dirilmesini, akılları ve ruhları dirilten ilmin
tesiriyle cehalet ve sapıklığın gitmesi; Musa’nın asasının,
sihirbazların sihirlerini yutmasını, inkâr kabul etmeyen
Tanrısal delilleri inkâr edenlerin, şüphelerini ,iptal
etmesi şeklinde anlayarak dış manâyı inkâr edenlere çatmakta
ve bu te’villeri yapan İhvan’ı Safa’ya Haşviyettu’l-
Felasife demektedir. Ona göre zahir ile batın bir arada yürür.
Zahiri inkâr etmek, şaşı gözle iki alemden yalnız birini görüp
bunlar arasındaki dengeden habersiz olan ve bundan dolayı da
ötekini kavramaktan aciz bulunan batınilerin görüşleridir.
Nasıl ki sırları yok saymak da kabukçuların yoludur.
Zahiri, manâdan ayıran haşvi; manâyı zahirden ayıran batınidir.
İkisini birleştiren, olgundur.
Gazali’ye
göre re’y ile tefsiri yasaklayan haber, Kur’an’ı bile
bile fırkanın akide ve görüşlerine alet etmeyi, yanlış
olduğunu bildiği halde kasten Kur’an’ı aykırı bir manâya
çekmeyi yasaklamaktadır. Yoksa, sahih niyetle kendi istinbatını
söylemek yasak edilmemiştir. Nitekim, İbn Abbas ve İbn
Mes’ud gibi ünlü müfessirler, kendi görüşlerini söylemekten
geri durmamışlardır.
Gazali,
işari tefsiri benimsemekle beraber, bunun felsefi bir nitelik
almasına razı olmaz: “Zahir tefsiri bilmeden yalnız Arapça
bilmekle hemen batıni manâlar istinbatına çalışan kimse çok
hatadadır. Kur’an’ı re’y ile tefsir edenler zümresine
girer. Zahir tefsirde nakil ve sema lazımdır. Bunu bilmeden,
zahiri hükümlere vakıf olmadan Kur’an’ ın sırlarını
bildiğini iddia eden kimse, kapıdan içeri girmeden odanın üst
köşesine oturduğunu söyleyen, ya da Türkçe’yi bilmeden Türklerin
sözlerini anladığını iddia eden insan gibidir.”
Bazı
vaizler, sözlerini güzelleştirmek ve dinleyiciyi teşvik için:
“ Firavn’e git, zira o azdı” ayetini okuyup kalplerine işaret
ederler. Bu suretle Firavn ile nefsin kastedildiğini ima etmek
isterler. Bunlar iyi niyetle bunu yapıyorlar. Batıniler de
halkı aldatıp batıniliğe çekmek için böyle tevillere
gidiyorlar. Her ikisi de yasaktır. Re’y ile tefsire girer.
Bununla
beraber Gazali, bazı ayetlerin tefsirinde böyle tevillerde
hayli ileri gitmiş, İhvan-ı Safa’nın yoluna yaklaşmıştır.
Mişkatu’l-Envar’da bazı ayetleri yeni Eflatuncu metodla
tevilde çok ileri gitmiştir.
<Devam
Edecek>
İstanbul
- 06.03.2001
http://afyuksel.com
|