b. Tefsirinden
örnekler:
Taha Sûresinde
geçen “İki ayakkabını çıkar” ayetindeki ‘iki
ayakkabı’dan maksadın, dünya ve ahiret olduğunu anlar ki,
bu ayet baştan beri tasavvufta bu anlama çekilmiştir. Yine bu
sûrede Hz. Musa’nın ateş görmesinden bahseden ayetlerdeki
“Kabes”, “Cezve” kelimelerini , görmeyip taklit eden
kimsenin haline işaret sayar. “Kalem, Levh ve Rakk-ı Menşur”
u da şöyle açıklar;
“Biz bir defa
Tanrılık huzuruna yükselerek deriz ki, o huzurda kendisi vasıtasıyla
mufassal ilimlerin, alıcı cevherlere çizildiği alet varsa
bunun misali kalemdir. O alıcı cevherler arasında ilimlerin
kendisine çizildiği bir şey
varsa, bunun misali levh, kitap, ar-rakku’l-menşurdur. İlimleri
yazan alete hükmedenin misali yed (el) dir. Eğer bu mertebede
yed’i, levh’i, kalem’i içine alan bir sistem varsa bunun
misali surettir.”
Lafzı tefsire göre
sırat kıldan ince, kılıçtan keskindir ve cennet ile
cehennemi ayıran sınırdır. Said (mutlu) olanlar bunu yıldırım
gibi geçip cennete girecekler, şakiler ise bunun üzerinde
duramayarak daha ilk adımda kayıp cehenneme düşeceklerdir.
Gazali bu hususta diyor ki: “Sırat gerçektir, ama onun kıl
gibi ince olduğunu sanmak doğru değildir. O kıldan da
incedir. Daha doğrusu, onun inceliği ile kılın inceliği, ya
da kılıcın keskinliği arasında hiçbir bağlantı yoktur.
Nasıl ki güneşle gölgeyi ayıran ve ne gölgeden ne de güneşten
sayılmayan hendesi (geometrik) çizginin inceliği ile kılın
inceliği arasında bir münasebet yoktur. Zira kılın bir
boyutu vardır. Oysa bu çizginin hiçbir boyutu yoktur, sırat
da böyledir. İşte yüce Tanrı’nın “Bize sırat-ı müstakimi
göster” ayetiyle açıkladığı sırat, budur. Bu sırat,
birbirine zıt olan huyları birbirinden ayıran çizgidir.
Bunun için Cenab-ı Allah, Fatiha’da böyle dua edilmesini öğretmiştir.
Selam üzerine olsun Mustafa için de: “Sen elbette sırat-ı
müstakimi gösterirsin” demiştir.
Allah’ın Resulü
de insanı helakten kurtaran bir orta çizgidir. Ateşte pullanmış
bir demir halka düşünelim. Bunun içine bir karınca düşmüş
olsa, tabii, ısıdan kaçacaktır. Bu karıncanın, tam merkez
noktasında durması lazımdır. Çünkü merkez, yakıcı çevreden
en uzakta bulunan noktadır. Bu noktanın boyutu yoktur. Bu
noktada durmak, insan gücünün dışındadır. İnsanın
ahlaki selametini koruması için tam ortada durması, hiçbir
tarafa eğilmemesi lazımdır. Gerçi bu, ancak meleklerin
yapabileceği bir şeydir. İnsan, taraflara eğilmeden yapamaz,
ama gaye hiçbir yana meyletmeden tam ortada durmaya çalışmaktır.
Bundan dolayı sırat, kıldan ince diye nitelendirilmiştir. Bu
dünyada Allah’ın: “İşte doğru yolum budur, ona
uyun"”ayetiyle beyan ettiği bu sırat üzerinde
durabilen mü’min, ahiretteki sırattan geçmeye alışır.
Onda hiçbir tarafa eğilmeden dimdik durabilir. Onun içindir
ki hadiste: “Mü’min sırat üzerinden yıldırım gibi geçer”
denmiştir.
Gazali,
ahiretteki sıratı olduğu gibi kabul eder. Burada açıkladığı
sırat, dünyada dinin emirlerinin teşkil ettiği doğru
yoldur. Gazali şefaat konusunda da şöyle bir tefsir ileri sürmüştür:
“Peygamberlerin ve velilerin şefaatlerine gelince, Şefaat,
Tanrısal mertebeden peygamberlik cevherine vuran bir nurdur.
Oradan da sevgi ile ve sünnete sarılmakla, çok zikirle ve
Allah’ın Elçisine çok salavat getirmekle peygamberlik
cevherine yaklaşan öteki cevherlere akseder. Bu, tıpkı suya
vuran güneş ışığının, suya vurduktan sonra karşıdaki
duvarın hepsine değil de belirli bir yerine yansımasına
benzer. Duvarın hepsine değil de belirli bir yerine yansımasının
sebebi, su ile o yer arasında bulunan münasebettir. Duvarın
diğer parçalarında bu münasebet yoktur. Buradan suya vuran
ışığın yerine bir çizgi çekilse, bu çizgi ile arz arasındaki
açı, su ile güneş arasındaki çizginin teşkil ettiği açıya
eşittir. Bu özellik,
duvarın hepsinde değil, sadece bir yerinde olur.
Maddi münasebetler
nasıl yansımaya sebep oluyorsa, manevi münasebetler de böyle
manevi cevherler (ruhlar) arasında yansımaya sebep olur.
Tevhidin kapladığı kimsenin, Tanrısal mertebesi ile münasebeti
çok kuvvetlenmiştir. Ona nur vasıtasız gelir. Ama vahdaniyet
ile münasebeti sünnetlere yapışmak, Resul’e uymak
suretiyle dolaylı olarak kuvvet bulanların, nuru almak için tıpkı
duvar gibi vasıtaya ihtiyaçları vardır. Güneşe karşı
durmayan duvar, ışığını güneşe karşı duran sudan alır.
Gazali bu izahını,
Nur Suresindeki” Ateş değmese de yağı hemen ışık
verir” ayetinde de yapar. Ayetin bu kısmını, nurunu
Peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah’tan alma
derecesine yükselmiş olan velilere işaret saymıştır: “Çünkü
veliler arasında az daha Peygamberlerin yardımına muhtaç
olmadan nuru parlayan kimseler vardır.”
Gazali’ye göre
bazı ayetler diğerlerinden üstündür. Bu husus, hadislerle
de sabittir. “Tebbet yeda” ile ayetu’l-kursi veya ihlas
suresi bir tutulamaz. Nasıl ki Hz. Peygamber (s.a.v.): “
Yasin Kur’an’ın kalbidir. Kul huvallahu ahad ise
Kur’an’ın üçte birine denktir.” demiştir.
Gazali,
Fatiha’nın en faziletli sure olduğunu söyler ve bu üstünlüğü
izah için Fatiha’nın tefsirini yapar. Der ki: “Bu sure,
kitabın fatihası ve cennetin anahtarıdır. Çünkü cennetin
sekiz kapısı vardır. İyice bil ki, bu manâlardan her biri
cennet kapılarından birinin anahtarıdır. Haberler bunu gösteriyor.
Şayet buna inanmıyorsan, zahir cenneti bırak da manâ
cennetine bak. Bil ki Fatiha’nın her manâsı, ma’rifet
(bilgi) cennetlerinden birini açar. Zannetme ki arifin ruhu,
ma’rifet cennetlerinde; zahir cennete girip karın ve şehvet
doyuran kimseden daha az zevk alır! Arif, ma’rifet
cennetlerinde zahir cennettekinden daha sevinçlidir. Öteki
cenneti hatırına bile getirmez. Çünkü o, marifet cennetinde
göğün ve yerin melekutuna bakmayı, kendisini yaratanın
celalini görmeyi; evlenme, yeme içme gibi zevklerden daha çok
ister. Nasıl istemesin ki, bu zevk ile o, meleklere ortak
olmaktadır. Çünkü meleklerin de yeme içme ve evlenme ile
ilgileri yoktur. Maddi zevkleri hayvanlar, insanlar daha çok
duyarlar. Şimdi hayvanlara ortak olmak, meleklere ortak olmakla
bir olur mu? Arif’e maarif cennetinin kapıları açıldı mı,
o orada durur ve asla bühl cennetine iltifat etmez. Zira cennet
ehlinin çoğu bühl (saf ) insanlardır.
İhlas suresinin,
neden Kur’an’ın üçte birine denk olduğunu şöyle izah
ediyor: “Kur’an’ı Kerim’de üç bilgi vardır: Allah
bilgisi, ahiret bilgisi, sırat-ı müstakim bilgisi. İşte
ihlas bu üç bilgiden birini, yani marifetullahı, Allah’ın
tevhid ve taksidini içine alır. Bundan dolayı Kur’an’ın
üçte birine denktir.
Goldziher,
Gazali’nin üslubunda çelişki bulunduğunu, bazı yerlerde işari
tefsire gittiği halde, bazı kitaplarında bunu inkâr ettiğini
söyler. Gerçekten İhya’da bazı kimselerin ahirete dair sırat,
mizan gibi şeyleri tevil ettiklerini, halbuki bunların
te’viline dair bir rivayet gelmediğini, bunları zahir manâda
anlamak gerektiğini söyler. Oysa yukarıda gördüğümüz
gibi sıratı te’vil etmiştir. Ancak kanaatimize göre, bunu
çelişki kabul etmek de doğru değildir. O, ahirete dair şeylerin
ve Kur’an’ın tümünün zahir manâsını her şeyden önce
kabul ediyor. Bütün mutasavvıflar da zahiri kabul ederler.
Zahiri kabul ettikten sonra Kur’an’da ahiretteki sırattan
ayrı olarak “doğru yol” anlamına gelen sıratı böyle
bir izaha tabi tutuyor. Bu, ahiretteki sıratın inkârı anlamına
gelmez. “Allah kıyamet günü, bacağından biraz açar. İnanmış
her erkek ve kadın secde eder.” Hadisi hakkında bile
te’vilden kaçınmış: “Hadisi tevil etmekten korktum, bunu
inkâr edenlerden de yüz çevirdim.” demiştir. Onca, zahir
esastır, bu ilim rasih bilginler için caizdir. Bununla daha yüksek
anlayışlara gidilir. Herkes kalbinin temizliği ve düşüncesinin
derecesi nisbetinde Kur’an’ın sırlarına erer.
Cevahiru’l- Kur’an’da Gazali, herkese açmadığı görüşlerini
bir eserine derc ettiğini, bu kitabı ele geçirenlerin onu
herkese göstermekten sakınmalarını, ancak yetişkin
kimselere vermelerini tenbih etmiştir. Gazali’nin görüşlerini
üç bölüme ayırmak mümkündür:
1- Herkesin iştirak
ettiği ve benimsediği görüşler, 2- Soranlara ve cevap
bekleyenlere mahsus görüşler, 3- Kendine has ve yalnız özel
kişilere açabildiği görüşler. Bu üçüncü kategorideki görüşler,
mutasavvıflara göre sırdır. Bunları herkese açmak, sırrı
ifşa etmektir. Sırrı ifşa etmek de küfürdür. İşte
Gazali’nin bazı eserlerinde rastlanan ileri derecedeki
teviller, herkese açmaktan kaçındığı özel görüşleri cümlesinden
sayılmalıdır.
C. Gazali’ye
atfedilen tefsir:
Merhum Ömer
Nasuhi Bilmen, Gazali’nin kırk cüz tutan Yakutu’t-Ta’vil
adında bir tefsir yazmış olduğunu, bu tefsiri çok aradığını
, nihayet Eyüp Sultan’da Hasan Paşa Kütüphanesinde 54
numarada bir cildini bulduğunu, tefsirin üslup itibariyle de
Gazali’ye ait olduğunun anlaşıldığını söylüyor.
Bu eseri, Süleymaniye
Hasan Paşa kısmı, 57 numarada bulduk. Eser, Mülk sûresinden
Nas sûresinin sonuna kadar olan tefsirdir. Zahir ve batın manâyı
toplamıştır. Fakat bu tefsirin Gazali’ye ait olduğu çok
şüphelidir. Gerçi kitabın birinci varakında
“Tafsiru’l-Gazali bi Yakıtati’t-Ta’vil, Tarihu Te’lif
811” diye yazılıdır. Tabii bu, Gazali’nin olsa, te’lif
tarihi olamaz. İstinsah tarihi olabilir. Ama sonunda, müstensih
ismini ve istinsah tarihini vermiştir: “Kıvamu’d-din İbn
Süleyman... fi ahiri şahri’l-mubarak şafar tarih sana ihda
aşara ve samaniamiah.”
Sülemi tesiri açıkça
görülen bu eser, zühdi bir tefsirdir ve kanaatimize göre
Gazali’nin üslubunu taşımaz. Sonra Ka’bu’l- Ahbar’dan
ve diğer kimselerden aslı esası olmayan hurafelerin
nakledilmiş olması da bu kitabın Gazali’ye ait olmadığını
gösteriyor. Mesela Nun Suresinin başında Nun’un, Yahmuk
olduğunu, Allah dünyayı yarattığı zaman altına bir melek
gönderdiğini, yedi arzı üzerinde taşıyan bu meleğin bir
eli doğuda bir eli batıda ellerini açıp kapayarak yedi arzı
avucu içinde tuttuğunu, bu meleğin ayaklarını koyması için
kırk boynuzu ve kırk bacağı olan bir öküz gönderildiğini,
öküzün boynuzlarının, arzın derinlikleri dışına taştığını,
her gün bir nefes alıp veren bu öküzün nefes alırken
denizi çektiğini, verdiği zaman denizi bıraktığını, böylece
med-cezir olayının meydana geldiğini, öküzün ayaklarının
da bir yeşil kaya üzerinde olduğunu; kayanın durması için
Allah’ın Nun denen meleği yaratıp kayayı onun üzerine
yerleştirdiğini... vs. yazar ki sıratı, mizanı te’vil
eden Gazali’nin böyle amiyane görüşleri hem de hiç
dokunmadan kabul etmesi mümkün değildir. Kaldı ki Gazali,
Tahafutu’l-Falasife’sinde ve diğer eserlerinde dünyanın
yuvarlak olduğunu , boşlukta döndüğünü, nurunu güneşten
aldığını söylemektedir. Ayrıca, bunun iki kere iki dört
gibi itiraz edilemeyecek bir gerçek olduğunu ifade etmektedir.
Zaten Gazali zamanında dünyanın öküz üzerinde durduğuna
dair bir inanç Müslümanlar arasında yerleşmiş değildi. Bu
rivayet, Müslümanların arasına Yahudi ve Hıristiyanlarla
kaynaşmaları sonunda girmiştir. Yani bu rivayet, sekiz-
dokuzuncu hicri asrın inanç karakterini taşır. O zaman yazılmış
tefsirlerde böyle şeylere rastlanır. Hazin tefsiri gibi.
Demek bu da dokuzuncu asrın mahsulü olan bir tefsirdir. Kitabın
sonundaki ifade, müellife ait de olabilir. Zaten kitabın
birinci varakında Tarihu Te’lif: 815 ifadesi de belki gerçekten
istinsah tarihi değil, te’lif tarihidir. Ayrıca, bir yerde müellif
Hanefi mezhebine “Bizim mezhebimiz” der ki, Gazali Şafiidir.
Bu ifade, eserin Gazali’ye ait olmadığını açıkça gösterir.
Tefsirde tevhid,
dört mertebeye ayrılır. Son mertebe, bütün varlığı bir gören
vahdet-i şuhud mertebesidir:
“Birinci
mertebe, kalpten değil, dil ile “la ilahe illaallah” diyen
münafığın mertebesidir. Dil ile söyleyip kalp ile tasdik
eden Müslüman’ın mertebesi, tevhidin ikinci mertebesidir.
Üçüncü mertebe , bütün eşyanın , tek varlıktan çıktığını
görme mertebesidir. Dördüncü mertebe ise tek varlıktan başkasını
görmeyen sıddıkların mertebesidir. Buna fena mertebesi
denir.”
“Birinci
mertebedeki muvahhid, yalnız diliyle tevhid edendir. Bu tevhid,
insanı kılıçtan, mızraktan korur. İkinci mertebe ahiret
azabından korur. Üçüncü mertebedeki tevhid edene gerçekler
açılır. Dördüncü mertebedeki ise bir tek varlık görür.
Birinci mertebe cevizin üst kabuğu, ikincisi alt kabuğu,
üçüncüsü özü, dördüncüsü özden çıkan yağdır.
Cevizin dış kabuğunun hiç yararı yoktur. Yeşil olan bu
kabuk acıdır, iç kabuğu ise odun olarak kullanılır, özü
korur, fakat öze nisbetle bir değeri yoktur. İşte sırf
itikad da keşif ve müşahede karşısında böyledir. Öz de
kabuğa nisbetle çok değerli ise de yağa nisbetle değeri azdır.
Asıl değer yağdadır. İşte asıl değer dördüncü tevhid
mertebesindedir.”
Tevhidi bu şekilde
mertebelere ayırmak, Gazalinin tasnifi değildir. Önce Cüneyd’de
buna benzer bir tasnif görülmüş, daha sonra İbn Arabi bunu
geliştirmiştir. Eserin yazarı, İbnu’l- Arabi felsefesinin
etkisindedir.
Yazar, “dördüncü
mertebe tevhidinin sırlarını açmak caiz değildir, ancak
biraz açıklamak gerekirse şöyle denir” diyerek izaha başlıyor:
“Allah’tan başka
fail olmadığını, yaratma, rızık verme, yaşatma, öldürme
zengin ve fakir yapma hep Allah’ın elindedir. Bunu görünce
O’ndan başkasına bakmazsın, O’ndan korkar, O’ndan umarsın.
Zira yalnız fail O’dur. O’ndan başkası değildir.
Kainatta bir zerre bile müstakil bir kuvvete sahip değildir.
Bu mükaşefe kapısı sana açıldı mı meseleyi anlamış
olursun. Seni bu makamdan döndüren şeytandır. Hayvanlara,
cansızlara bakıyor, işi onlara bağlıyorsun, ekinin çıkmasını
yağmura nisbet diyorsun. Yağmurun yağmasını buluta, rüzgâra
dayandırıyorsun. Bu, tevhid hakikâtlerine aykırıdır. Ama rüzgârın
hava olduğunu, havanın da kendi başına hareket edemeyip bir
muharrik tarafından harekete getirildiğini, onu harekete
getirenin de başka biri tarafından harekete getirildiğini, güneşin,
ayın yıldızların, bulutun ve bütün hayvan ve cansızların
Allah’ın kudret elinde olduğunu düşünürsen sonunda
Allah’tan başka fail olmadığını anlarsın ....
Biz sana üçüncü tevhid denizinden bazı damlalar sunduk. Bütün
bunlar ‘la ilahe illaallah’ sözünün altında
mevcuttur.”
Görülüyor ki
bu ifade tarzı ve fikir silsilesi Gazali üslubundan çok düşüktür.
Onun görüş ve izah tarzının çok altında kalır.
İstanbul
- 14.03.2001
http://afyuksel.com
KAYNAK:
“İşari Tefsir Okulu”
Ankara İlahiyat Fakültesi
yayınları
|