Ebu Hamid Muhammed  (450-505/1058-1111)
2. Bölüm

b. Tefsirinden örnekler:

Taha Sûresinde geçen “İki ayakkabını çıkar” ayetindeki ‘iki ayakkabı’dan maksadın, dünya ve ahiret olduğunu anlar ki, bu ayet baştan beri tasavvufta bu anlama çekilmiştir. Yine bu sûrede Hz. Musa’nın ateş görmesinden bahseden ayetlerdeki “Kabes”, “Cezve” kelimelerini , görmeyip taklit eden kimsenin haline işaret sayar. “Kalem, Levh ve Rakk-ı Menşur” u da şöyle açıklar;

“Biz bir defa Tanrılık huzuruna yükselerek deriz ki, o huzurda kendisi vasıtasıyla mufassal ilimlerin, alıcı cevherlere çizildiği alet varsa bunun misali kalemdir. O alıcı cevherler arasında ilimlerin kendisine çizildiği bir  şey varsa, bunun misali levh, kitap, ar-rakku’l-menşurdur. İlimleri yazan alete hükmedenin misali yed (el) dir. Eğer bu mertebede yed’i, levh’i, kalem’i içine alan bir sistem varsa bunun misali surettir.”

Lafzı tefsire göre sırat kıldan ince, kılıçtan keskindir ve cennet ile cehennemi ayıran sınırdır. Said (mutlu) olanlar bunu yıldırım gibi geçip cennete girecekler, şakiler ise bunun üzerinde duramayarak daha ilk adımda kayıp cehenneme düşeceklerdir. Gazali bu hususta diyor ki: “Sırat gerçektir, ama onun kıl gibi ince olduğunu sanmak doğru değildir. O kıldan da incedir. Daha doğrusu, onun inceliği ile kılın inceliği, ya da kılıcın keskinliği arasında hiçbir bağlantı yoktur. Nasıl ki güneşle gölgeyi ayıran ve ne gölgeden ne de güneşten sayılmayan hendesi (geometrik) çizginin inceliği ile kılın inceliği arasında bir münasebet yoktur. Zira kılın bir boyutu vardır. Oysa bu çizginin hiçbir boyutu yoktur, sırat da böyledir. İşte yüce Tanrı’nın “Bize sırat-ı müstakimi göster” ayetiyle açıkladığı sırat, budur. Bu sırat, birbirine zıt olan huyları birbirinden ayıran çizgidir. Bunun için Cenab-ı Allah, Fatiha’da böyle dua edilmesini öğretmiştir. Selam üzerine olsun Mustafa için de: “Sen elbette sırat-ı müstakimi gösterirsin”  demiştir.

Allah’ın Resulü de insanı helakten kurtaran bir orta çizgidir. Ateşte pullanmış bir demir halka düşünelim. Bunun içine bir karınca düşmüş olsa, tabii, ısıdan kaçacaktır. Bu karıncanın, tam merkez noktasında durması lazımdır. Çünkü merkez, yakıcı çevreden en uzakta bulunan noktadır. Bu noktanın boyutu yoktur. Bu noktada durmak, insan gücünün dışındadır. İnsanın ahlaki selametini koruması için tam ortada durması, hiçbir tarafa eğilmemesi lazımdır. Gerçi bu, ancak meleklerin yapabileceği bir şeydir. İnsan, taraflara eğilmeden yapamaz, ama gaye hiçbir yana meyletmeden tam ortada durmaya çalışmaktır. Bundan dolayı sırat, kıldan ince diye nitelendirilmiştir. Bu dünyada Allah’ın: “İşte doğru yolum budur, ona uyun"”ayetiyle beyan ettiği bu sırat üzerinde durabilen mü’min, ahiretteki sırattan geçmeye alışır. Onda hiçbir tarafa eğilmeden dimdik durabilir. Onun içindir ki hadiste: “Mü’min sırat üzerinden yıldırım gibi geçer” denmiştir.

Gazali, ahiretteki sıratı olduğu gibi kabul eder. Burada açıkladığı sırat, dünyada dinin emirlerinin teşkil ettiği doğru yoldur. Gazali şefaat konusunda da şöyle bir tefsir ileri sürmüştür: “Peygamberlerin ve velilerin şefaatlerine gelince, Şefaat, Tanrısal mertebeden peygamberlik cevherine vuran bir nurdur. Oradan da sevgi ile ve sünnete sarılmakla, çok zikirle ve Allah’ın Elçisine çok salavat getirmekle peygamberlik cevherine yaklaşan öteki cevherlere akseder. Bu, tıpkı suya vuran güneş ışığının, suya vurduktan sonra karşıdaki duvarın hepsine değil de belirli bir yerine yansımasına benzer. Duvarın hepsine değil de belirli bir yerine yansımasının sebebi, su ile o yer arasında bulunan münasebettir. Duvarın diğer parçalarında bu münasebet yoktur. Buradan suya vuran ışığın yerine bir çizgi çekilse, bu çizgi ile arz arasındaki açı, su ile güneş arasındaki çizginin teşkil ettiği açıya eşittir.  Bu özellik, duvarın hepsinde değil, sadece bir yerinde olur.

Maddi münasebetler nasıl yansımaya sebep oluyorsa, manevi münasebetler de böyle manevi cevherler (ruhlar) arasında yansımaya sebep olur. Tevhidin kapladığı kimsenin, Tanrısal mertebesi ile münasebeti çok kuvvetlenmiştir. Ona nur vasıtasız gelir. Ama vahdaniyet ile münasebeti sünnetlere yapışmak, Resul’e uymak suretiyle dolaylı olarak kuvvet bulanların, nuru almak için tıpkı duvar gibi vasıtaya ihtiyaçları vardır. Güneşe karşı durmayan duvar, ışığını güneşe karşı duran sudan alır.

Gazali bu izahını, Nur Suresindeki” Ateş değmese de yağı hemen ışık verir” ayetinde de yapar. Ayetin bu kısmını, nurunu Peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah’tan alma derecesine yükselmiş olan velilere işaret saymıştır: “Çünkü veliler arasında az daha Peygamberlerin yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan kimseler vardır.”

Gazali’ye göre bazı ayetler diğerlerinden üstündür. Bu husus, hadislerle de sabittir. “Tebbet yeda” ile ayetu’l-kursi veya ihlas suresi bir tutulamaz. Nasıl ki Hz. Peygamber (s.a.v.): “ Yasin Kur’an’ın kalbidir. Kul huvallahu ahad ise Kur’an’ın üçte birine denktir.” demiştir.

Gazali, Fatiha’nın en faziletli sure olduğunu söyler ve bu üstünlüğü izah için Fatiha’nın tefsirini yapar. Der ki: “Bu sure, kitabın fatihası ve cennetin anahtarıdır. Çünkü cennetin sekiz kapısı vardır. İyice bil ki, bu manâlardan her biri cennet kapılarından birinin anahtarıdır. Haberler bunu gösteriyor. Şayet buna inanmıyorsan, zahir cenneti bırak da manâ cennetine bak. Bil ki Fatiha’nın her manâsı, ma’rifet (bilgi) cennetlerinden birini açar. Zannetme ki arifin ruhu, ma’rifet cennetlerinde; zahir cennete girip karın ve şehvet doyuran kimseden daha az zevk alır! Arif, ma’rifet cennetlerinde zahir cennettekinden daha sevinçlidir. Öteki cenneti hatırına bile getirmez. Çünkü o, marifet cennetinde göğün ve yerin melekutuna bakmayı, kendisini yaratanın celalini görmeyi; evlenme, yeme içme gibi zevklerden daha çok ister. Nasıl istemesin ki, bu zevk ile o, meleklere ortak olmaktadır. Çünkü meleklerin de yeme içme ve evlenme ile ilgileri yoktur. Maddi zevkleri hayvanlar, insanlar daha çok duyarlar. Şimdi hayvanlara ortak olmak, meleklere ortak olmakla bir olur mu? Arif’e maarif cennetinin kapıları açıldı mı, o orada durur ve asla bühl cennetine iltifat etmez. Zira cennet ehlinin çoğu bühl (saf ) insanlardır.

İhlas suresinin, neden Kur’an’ın üçte birine denk olduğunu şöyle izah ediyor: “Kur’an’ı Kerim’de üç bilgi vardır: Allah bilgisi, ahiret bilgisi, sırat-ı müstakim bilgisi. İşte ihlas bu üç bilgiden birini, yani marifetullahı, Allah’ın tevhid ve taksidini içine alır. Bundan dolayı Kur’an’ın üçte birine denktir.

Goldziher, Gazali’nin üslubunda çelişki bulunduğunu, bazı yerlerde işari tefsire gittiği halde, bazı kitaplarında bunu inkâr ettiğini söyler. Gerçekten İhya’da bazı kimselerin ahirete dair sırat, mizan gibi şeyleri tevil ettiklerini, halbuki bunların te’viline dair bir rivayet gelmediğini, bunları zahir manâda anlamak gerektiğini söyler. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi sıratı te’vil etmiştir. Ancak kanaatimize göre, bunu çelişki kabul etmek de doğru değildir. O, ahirete dair şeylerin ve Kur’an’ın tümünün zahir manâsını her şeyden önce kabul ediyor. Bütün mutasavvıflar da zahiri kabul ederler. Zahiri kabul ettikten sonra Kur’an’da ahiretteki sırattan ayrı olarak “doğru yol” anlamına gelen sıratı böyle bir izaha tabi tutuyor. Bu, ahiretteki sıratın inkârı anlamına gelmez. “Allah kıyamet günü, bacağından biraz açar. İnanmış her erkek ve kadın secde eder.” Hadisi hakkında bile te’vilden kaçınmış: “Hadisi tevil etmekten korktum, bunu inkâr edenlerden de yüz çevirdim.” demiştir. Onca, zahir esastır, bu ilim rasih bilginler için caizdir. Bununla daha yüksek anlayışlara gidilir. Herkes kalbinin temizliği ve düşüncesinin derecesi nisbetinde Kur’an’ın sırlarına erer. Cevahiru’l- Kur’an’da Gazali, herkese açmadığı görüşlerini bir eserine derc ettiğini, bu kitabı ele geçirenlerin onu herkese göstermekten sakınmalarını, ancak yetişkin kimselere vermelerini tenbih etmiştir. Gazali’nin görüşlerini üç bölüme ayırmak mümkündür:

1- Herkesin iştirak ettiği ve benimsediği görüşler, 2- Soranlara ve cevap bekleyenlere mahsus görüşler, 3- Kendine has ve yalnız özel kişilere açabildiği görüşler. Bu üçüncü kategorideki görüşler, mutasavvıflara göre sırdır. Bunları herkese açmak, sırrı ifşa etmektir. Sırrı ifşa etmek de küfürdür. İşte Gazali’nin bazı eserlerinde rastlanan ileri derecedeki teviller, herkese açmaktan kaçındığı özel görüşleri cümlesinden sayılmalıdır.

C. Gazali’ye atfedilen tefsir:

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen, Gazali’nin kırk cüz tutan Yakutu’t-Ta’vil adında bir tefsir yazmış olduğunu, bu tefsiri çok aradığını , nihayet Eyüp Sultan’da Hasan Paşa Kütüphanesinde 54 numarada bir cildini bulduğunu, tefsirin üslup itibariyle de Gazali’ye ait olduğunun anlaşıldığını söylüyor.

Bu eseri, Süleymaniye Hasan Paşa kısmı, 57 numarada bulduk. Eser, Mülk sûresinden Nas sûresinin sonuna kadar olan tefsirdir. Zahir ve batın manâyı toplamıştır. Fakat bu tefsirin Gazali’ye ait olduğu çok şüphelidir. Gerçi kitabın birinci varakında “Tafsiru’l-Gazali bi Yakıtati’t-Ta’vil, Tarihu Te’lif 811” diye yazılıdır. Tabii bu, Gazali’nin olsa, te’lif tarihi olamaz. İstinsah tarihi olabilir. Ama sonunda, müstensih ismini ve istinsah tarihini vermiştir: “Kıvamu’d-din İbn Süleyman... fi ahiri şahri’l-mubarak şafar tarih sana ihda aşara ve samaniamiah.”

Sülemi tesiri açıkça görülen bu eser, zühdi bir tefsirdir ve kanaatimize göre Gazali’nin üslubunu taşımaz. Sonra Ka’bu’l- Ahbar’dan ve diğer kimselerden aslı esası olmayan hurafelerin nakledilmiş olması da bu kitabın Gazali’ye ait olmadığını gösteriyor. Mesela Nun Suresinin başında Nun’un, Yahmuk olduğunu, Allah dünyayı yarattığı zaman altına bir melek gönderdiğini, yedi arzı üzerinde taşıyan bu meleğin bir eli doğuda bir eli batıda ellerini açıp kapayarak yedi arzı avucu içinde tuttuğunu, bu meleğin ayaklarını koyması için kırk boynuzu ve kırk bacağı olan bir öküz gönderildiğini, öküzün boynuzlarının, arzın derinlikleri dışına taştığını, her gün bir nefes alıp veren bu öküzün nefes alırken denizi çektiğini, verdiği zaman denizi bıraktığını, böylece med-cezir olayının meydana geldiğini, öküzün ayaklarının da bir yeşil kaya üzerinde olduğunu; kayanın durması için Allah’ın Nun denen meleği yaratıp kayayı onun üzerine yerleştirdiğini... vs. yazar ki sıratı, mizanı te’vil eden Gazali’nin böyle amiyane görüşleri hem de hiç dokunmadan kabul etmesi mümkün değildir. Kaldı ki Gazali, Tahafutu’l-Falasife’sinde ve diğer eserlerinde dünyanın yuvarlak olduğunu , boşlukta döndüğünü, nurunu güneşten aldığını söylemektedir. Ayrıca, bunun iki kere iki dört gibi itiraz edilemeyecek bir gerçek olduğunu ifade etmektedir. Zaten Gazali zamanında dünyanın öküz üzerinde durduğuna dair bir inanç Müslümanlar arasında yerleşmiş değildi. Bu rivayet, Müslümanların arasına Yahudi ve Hıristiyanlarla kaynaşmaları sonunda girmiştir. Yani bu rivayet, sekiz- dokuzuncu hicri asrın inanç karakterini taşır. O zaman yazılmış tefsirlerde böyle şeylere rastlanır. Hazin tefsiri gibi. Demek bu da dokuzuncu asrın mahsulü olan bir tefsirdir. Kitabın sonundaki ifade, müellife ait de olabilir. Zaten kitabın birinci varakında Tarihu Te’lif: 815 ifadesi de belki gerçekten istinsah tarihi değil, te’lif tarihidir. Ayrıca, bir yerde müellif Hanefi mezhebine “Bizim mezhebimiz” der ki, Gazali Şafiidir. Bu ifade, eserin Gazali’ye ait olmadığını açıkça gösterir.

Tefsirde tevhid, dört mertebeye ayrılır. Son mertebe, bütün varlığı bir gören vahdet-i şuhud mertebesidir:

“Birinci mertebe, kalpten değil, dil ile “la ilahe illaallah” diyen münafığın mertebesidir. Dil ile söyleyip kalp ile tasdik eden Müslüman’ın mertebesi, tevhidin ikinci mertebesidir. Üçüncü mertebe , bütün eşyanın , tek varlıktan çıktığını görme mertebesidir. Dördüncü mertebe ise tek varlıktan başkasını görmeyen sıddıkların mertebesidir. Buna fena mertebesi denir.”

“Birinci mertebedeki muvahhid, yalnız diliyle tevhid edendir. Bu tevhid, insanı kılıçtan, mızraktan korur. İkinci mertebe ahiret azabından korur. Üçüncü mertebedeki tevhid edene gerçekler açılır. Dördüncü mertebedeki ise bir tek varlık görür. Birinci mertebe cevizin üst kabuğu, ikincisi alt kabuğu, üçüncüsü özü, dördüncüsü özden çıkan yağdır. Cevizin dış kabuğunun hiç yararı yoktur. Yeşil olan bu kabuk acıdır, iç kabuğu ise odun olarak kullanılır, özü korur, fakat öze nisbetle bir değeri yoktur. İşte sırf itikad da keşif ve müşahede karşısında böyledir. Öz de kabuğa nisbetle çok değerli ise de yağa nisbetle değeri azdır. Asıl değer yağdadır. İşte asıl değer dördüncü tevhid mertebesindedir.”

Tevhidi bu şekilde mertebelere ayırmak, Gazalinin tasnifi değildir. Önce Cüneyd’de buna benzer bir tasnif görülmüş, daha sonra İbn Arabi bunu geliştirmiştir. Eserin yazarı, İbnu’l- Arabi felsefesinin etkisindedir.

Yazar, “dördüncü mertebe tevhidinin sırlarını açmak caiz değildir, ancak biraz açıklamak gerekirse şöyle denir” diyerek izaha başlıyor:

“Allah’tan başka fail olmadığını, yaratma, rızık verme, yaşatma, öldürme zengin ve fakir yapma hep Allah’ın elindedir. Bunu görünce O’ndan başkasına bakmazsın, O’ndan korkar, O’ndan umarsın. Zira yalnız fail O’dur. O’ndan başkası değildir. Kainatta bir zerre bile müstakil bir kuvvete sahip değildir. Bu mükaşefe kapısı sana açıldı mı meseleyi anlamış olursun. Seni bu makamdan döndüren şeytandır. Hayvanlara, cansızlara bakıyor, işi onlara bağlıyorsun, ekinin çıkmasını yağmura nisbet diyorsun. Yağmurun yağmasını buluta, rüzgâra dayandırıyorsun. Bu, tevhid hakikâtlerine aykırıdır. Ama rüzgârın hava olduğunu, havanın da kendi başına hareket edemeyip bir muharrik tarafından harekete getirildiğini, onu harekete getirenin de başka biri tarafından harekete getirildiğini, güneşin, ayın yıldızların, bulutun ve bütün hayvan ve cansızların Allah’ın kudret elinde olduğunu düşünürsen sonunda Allah’tan başka fail olmadığını anlarsın ....
Biz sana üçüncü tevhid denizinden bazı damlalar sunduk. Bütün bunlar ‘la ilahe illaallah’ sözünün altında mevcuttur.”

Görülüyor ki bu ifade tarzı ve fikir silsilesi Gazali üslubundan çok düşüktür. Onun görüş ve izah tarzının çok altında kalır.

İstanbul - 14.03.2001
http://afyuksel.com

KAYNAK:
“İşari Tefsir Okulu”
Ankara İlahiyat
Fakültesi yayınları

 


Üst Ana sayfa e-mail