Hayâ sahibi olmak ve hele hayâda zirveye ulaşmak ne basit bir
iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş... Hayâ, imandandır ve
imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve
derinleşme yaşanmaktadır. Hayâda zirveye doğru yolculuk,
özellikle de, Semi’, Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i
hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır.
|
|
BİR HADİSİNDE,
“ASHÂBIM yıldızlar gibidir” buyurmuştur Hz. Peygamber. Onun her biri
‘yıldızlar gibi’ ışık saçan sahabileri içinde Hz. Osman’ın misali,
deyim yerindeyse, başka yıldızların ışıltısı arasında kendini pek
belli etmeyen bir yıldız, meselâ kutupyıldızı misalidir. Kutupyıldızı
gibi... Çünkü, tıpkı onun gibi, Hz. Osman da, ilk bakışta kendini göze
farkettiren bir ışık yaymaz. Ama nisbeten zayıf ışığıyla birlikte
kutupyıldızı çağlar boyu insanlara yön ve yol gösteren bir yıldız
olageldiği gibi, Hz. Osman da bindörtyüz yıldan beri bir yol, bir iz
sunmuştur Allah’ın hak yolunun yolcularına.
Oysa, bir kez
daha belirtelim, Asr-ı Saadetin büyük olayları içerisinde, Hz.
Osman’ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber’in hayatını yahut
İslâm’ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın
hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz.
Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında
Hz. Osman bir derece geride durur. Zira, onun, bu yıldızlar kümesi
içinde özellikle seçilip ayırt edilmesini temin edecek olan, özellikle
öne çıktığı belli bir olay, bir gazve yoktur. O ne Hz. Ebu Bekir
misali, Mirac vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i Ekrem’e hicrette
arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekaleten ümmete namaz kıldırma
gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putperestliğin en
keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına dönüşme gibi
bir hadiseyle öne çıkar; ne de, Bedir’de Hamza’nın, Uhud’da Talha’nın,
Hayber’de Ali’nin durumuna benzer bir kahramanlığı sözkonusudur. Asr-ı
Saadet’e dair kitaplarda Hz. Osman hep vardır; ama hep bir derece
gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne çıkmamaktadır.
Bu durum,
insana, buna rağmen onun niye sahabiler arasında makamca ve faziletçe
üçüncü sırada sayılabildiğini sordurur ve düşündürür. Hele hele, onun,
Resûlullah’ın ‘ilim şehrinin kapısı’ övgüsüne mazhar olmuş olan,
nitekim bizatihî “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen,
öte yandan ‘Allah’ın aslanı’ diye nam salmış Hz. Ali’den dahi
faziletçe ve makamca üstün kabul edilmiş olmasını anlamakta akıl ciddi
biçimde zorlanır. Nitekim, benim aklım zorlanmış, yıllar yılı, Hz.
Ali’nin ondan daha üstün olduğu düşüncesini taşımıştır.
Maamafih,
sahabilerin her biri, elbette üstün insanlardır. Hele Aşere-i
Mübeşşere, üstünlerin üstünüdür. Bu on en güzide sahabi içinde Hz.
Ali’nin üstün meziyetleri ise, apaçık ortadadır. Peki, ne olmuş ve
nasıl olmuştur da, Hz. Peygamber döneminde yaşanmış herhangi bir özel
hadisede veya savaşta pek de öne çıkmayan, nisbeten gerilerde duran, o
yüzden Asr-ı Saadetteki büyük olayların akışı içinde insanın çoğu
zaman varlığının farkına dahi varmadığı bir sima olarak Hz. Osman,
bütün bunlara rağmen makamca en üstün üçüncü sahabi olarak kabul
olunmaktadır? Bedir’de bulunamayan, Uhud’da ise savaşın sonuna doğru
yaşanan kargaşa ve bozgun halet-i ruhiyesi içinde oraya buraya kaçışan
sahabiler arasında yer alan Hz. Osman, başkaca bir savaşta veya
başkaca hadiselerde de en önde gözükmeyen bir isim olduğu halde, neye
binaen, sahabiler arasında makamca ve faziletçe en üstün üçüncü
kişidir?
Şahsen, bu
soruya yıllarca zihnimde saklı tutmuşumdur.
Elbette, siyer
kitaplarında, onun adı hiç geçmiyor değildir. Kendisinin ilk
Müslümanlardan oluşu, İslâm’ı seçişinden dolayı ailesinin kendisine
reva gördüğü eziyetler, Habeşistan’a hicret edenlerden oluşu,
Medine’ye hicretin akabinde Rûme kuyusunu satın alıp vakfedişi,
Hudeybiye’de Hz. Peygamber tarafından Mekke’ye elçi olarak
gönderilişi, Tebük gazvesinden önce yaptığı külliyetli bağış, Hz.
Peygamber’e iki kez damat oluşu... bütün bunlar siyerlerde elbette
mevcuttur. Ancak, ne Ebu Bekir’in müşrikler Mirac hakkında kendisine
kanaatini sorduklarında söylediği söz, ne Ömer’in İslâm’a gelişi, ne
Hamza’nın aslan avından dönüp de Kâbe’de Ebu Cehil’e o büyük hiddetini
sergileyişi, ne Ali’nin Hayber’de gösterdiği yiğitlik, ne de Talha’nın
Uhud’da vücudunu Hz. Peygamber’e siper edişi türünden destansı
hadiseler değildir bunlar.
Lâkin, Hz.
Osman, Aşere-i Mübeşşere’dendir. Hem de, onlar arasında,
üçüncüleridir. Diğer bir deyişle, cennetle müjdelenen sahabilerini
ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam
tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabidir. Hz. Peygamber’e
halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada yer
almaktadır.
Bu durumda,
aklıma takılan soruyu ve muammayı çözme çabası içinde, her biri
‘yıldızlar gibi’ olan sair sahabilerin öne çıkan vasıflarını gözardı
etmeden, zahiren bir parça geride duran Hz. Osman’ı öne çıkan
vasıflarıyla tanıma imkânı buldum ve bu vasıfların her birinin, esasen
bizler için de birer hayat rehberi olarak karşımızda durduğunu gördüm.
Ki, Hz. Osman
denildiğinde akla gelen vasıflardan ilkini, ‘hayâ’ teşkil ediyor.
Hadis külliyatlarından, bizatihî Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) onu hayâsı
ve edebi ile övdüğünü okuyoruz. Keza, yine Hz. Peygamberin, hayâsından
dolayı ona karşı hususî bir ihtiramda bulunduğunu bildiren hadisler de
çıkıyor karşımıza.
Hz. Osman’da
temayüz eden bir vasıf olarak hayânın onun nice büyük ve parlak
yıldızı dahi geride bırakacak şekilde faziletçe o derece yükselmesine
nasıl vesile olduğunu ise, en başta, yine Resûl-i Ekrem’in hayâya dair
hadisleri sayesinde anlıyor insan. Nitekim, her iki Sahîh’te ve
Kütüb-i Sitte’nin altı kitabından beşinde mevcut bir hadisinde “Hayâ
imandandır” buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki
Sahîh’te yer alan, ve Kütüb-i Sitte’nin hepsinde bulunan bir başka
hadisi ise, “Hayâ imandan bir şubedir” diye bildiriyor. Yine Hz.
Peygamber’in öğrettiği üzere, “Hayânın hepsi hayırdır” ve “Hayâ ancak
hayır kazandırır.”
İşte, hayânın
niye ‘imandan’ ve de ‘imanın bir şubesi’ olduğunu anlayabildiği
ölçüde, hayâsı karşısında ‘meleklerin dahi kendisinden utandığı’ Hz.
Osman’ın neden bu derece yükselebildiğini de anlıyor insan.
Bunu anlamak
için ise, önce şu iki sorunun izini sürmesi gerekiyor: İnsan nasıl
hayâ duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?
Kendi
hayatlarımız dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayâyı, yani utanma
duygusunu en yoğun biçimde yaşadığımız haller, ‘görüldüğümüzü’ ve
‘izlendiğimizi’ bildiğimiz hallerdir. Yalnız kaldığımızda
yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi tarafından izlendiğimizi biliyor
isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın kerih gördüğü, insana fıtraten
sevdirilmemiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi alıkoyduğu
gibi, günahtan da sakındırır. Kişi hayâsı ölçüsünde açıkça günah
işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde alenî günah işler. Bizi
tanıyan birinin bizi o halde görmesi endişesiyle gelen psikolojik
utanç, çoğu kez, nefsin günaha davetine rağmen, insanı günahtan
alıkoyar. Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utanılası
fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha
rahat düşebilirler. (Ki, bundan dolayı, yanında bir tanıdığı olmadan
tek başına yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın
insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu
bâbdaki hadislere binaen, refakatinde bir başka mü’minin olduğu halde
yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.)
Günahtan
sakınma noktasında hayânın yanımızda başka insanların olduğu durumlar
ile yalnız başına kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule
getirdiğini kendi hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası.
Peki, insan
yanında başka bir insan yokken, yani yalnız başına iken gerçekten
yalnız mıdır?
Hayır. Yanında
bir insan yokken de yalnız değildir insan. O’nun Semi’, Basîr, Latîf,
Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O’nun Rabbi, Semi’, yani işitendir.
Basîr, yani görendir. Latîf’tir, her yere nüfuz eder; Habîr’dir,
herşeyden haberdardır; Alîm’dir, herşeyi bilir. Sem’, basar ve kudret,
yani görmek, bilmek ve işitmek, O’nun sıfatları arasındadır. Dahası,
Semîu’l-Basîr ve Alîmu’l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekkel
melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi de vardır.
Yani, insan
her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanıbaşındadır. Allahu
Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her an beraberdir.
İnsan, bu
gerçeği kavradığı ölçüde ‘yalnız’ iken de yalnız olmadığını bilir; ve
bu gerçek aklında kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye
utandığı günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında
insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve
melekler de yanıbaşındadır.
Bu açıdan
baktığımızda, hayâ imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira,
hayâ duygusunun varlığı ve inkişafı, Allah’ı Basîr (herşeyi gören),
Semi’ (herşeyi işiten), Alîm (herşeyi bilen), Latîf (herşeye nüfuz
eden), Habîr (herşeyden haberdar olan) gibi isimleriyle tanıyıp
bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet
etmemeye, yani iman-ı Billaha ve iman-ı Billah içindeki marifetullaha
bakmaktadır. Yanısıra, melâikeye imana da...
Fıtratımıza
konulmuş hayâ duygusu, Semi’ ve Basîr olan Allah’a ve meleklerine
imandaki terakki sayesinde gelişmekte; hayâ duygusunun gelişmesiyle
de, insan takvâ zırhıyla donanıp pek çok günahtan ve pek çok çirkin
halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir
edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir.
Kısacası, hayâ
sahibi olmak ve hele hayâda zirveye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de
kolay ve sıradan bir iş... Hayâ, imandandır ve imandaki terakki
sayesinde bu duyguda bir genişleme ve derinleşme yaşanmaktadır. Hayâda
zirveye doğru yolculuk, özellikle de, Semi’, Basîr, Alîm, Latîf, Habîr
gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır.
Hayâ ile iman
arasındaki bu birebir ilişkidir ki, Hz. Osman gibi bir sahabi, Ashâb-ı
Kirâm’ın Resûlullah’ın yanında Allah adına giriştiği savaşlarda iz
bırakan büyük bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla şöhret
bulmuş bir kişi olarak, sahabilerin en üstünleri arasındadır. Osman
(r.a.), imandan bir şube olan ve dillere destan olmuş hayâsı
sayesinde, mertebece Hz. Ebubekir ve Ömer’in hemen ardında, üçüncü
sırada anılmaktadır.
Hayâdaki bu
sırrın, Hz. Osman’daki hayâ halinin, ve onun hayâ ile gelen
yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında
bunalan ahir zaman mü’minleri için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem
de bir yükseliş imkânı sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman
misali, Allah’ı sözkonusu isimlerinin azamî mertebesinde tanır ve de
bu isimlerden gafil olmaz isek, keza kudsî meleklerin hayatımızın her
anında bize yoldaş olduğunu bilir—yani, melâikeye imanda da terakki
eder—isek, umulur ki, hayâ halimiz o derece inkişaf eder; ve hayâdaki
inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi günaha sevketmesi
zorlaşır.
Ne mutlu
hayatını hayâyla hayatlandıranlara! Ne mutlu, bir kutupyıldızı misali,
hayatında ve hayâsında Hz. Osman’ı kılavuz tutanlara!
© 2004 karakalem.net / Metin Karabaşoğlu