ayâl
ve gerçek kavramları iyice analiz edildiği takdirde , insanı
düşünce dünyasında belli hedeflere ulaştırdığını düşünmekteyim.
Gerçekliğini
kabullendiğimiz kimliklerin bir kışkırtmalık ömrü olduğuna
şahit olmuşuzdur.
Ne
var ki ; derinden yaralayan, beğenmediğimiz şartlar, bizi bir
başkasını tercih etme aşamasına getirse de,
düşüncelerle biçimlenmiş fotoğraflar çoktan düş
dünyamızda yerini almıştır bile, hem de gerçek olarak !
Bu anlayış ne dereceye kadar doğrudur, tartışılır...
Ne
vakit yaşanılanlar gerçekmiş gibi kabul edilirse, o zaman
hayâl ile gerçek birbirine karışmış demektir.
Sonuçta ,
film kopar ve somut olan size ayna olur.
Bizler
hayâlle gerçeğin, meşru olan ile olmayanın, fantezi ile
deneyimin karıştırıldığı ortamlar içinde yaşar dururuz.
Hayâl
ile gerçek, dün olduğu gibi, bugün de üzerinde düşünülmesi
ve
başa çıkılması gereken varoluş olgularından
ikisidir.
Bu
olgular inceleme alanına
alınsa bile, günlük hayatın deneyimleri içinde bir türlü
yerine oturamaz.
Zaman zaman, insanların omuzlarına ağır bir yük gibi çökse
de, hayâl kavramı, korku ve fantezilerin arasına karışır
gider.
Hayâl
penceresinden bakan kişinin gördüğü dünyada resmettiği öyküler;
dağılmış ve parçalanmış ışığın oluşturduğu gölgeler;
bakımsız, özensiz, yakışıksız yaşamlar; gece ve gündüz
kavramları, terk edilmiş
hiç kimsesi kalmamışlığın ciddiyeti ile silinerek tükenip
gider...
Böyle bir film, hayâl dünyasının
gerçeklerini temsil etmektedir.
Pek
az sayıda
insan hayâl ile gerçek ayrımına, hayâl ve soyut eşleşmesi
sonucunda ulaşmıştır.
Kesitsel duyu organlarının bağımlılığından kurtulabilen,
görecelik kabuğunu kırarak soyut alanlarda yerini
alabilmektedir.
Daha açık söylemek gerekirse, popüler kültürün (genel,
toplumsal anlayış) imgesel bütünlük
şeklinde kabul ettiği gerçeklik dünyası, yerini bu
şekilde hayâl alemine terk eder.
Bugünü
gerçek sanıp sonsuzlukta da
böyle yaşayabileceklerini düşünenler ise, gerçek yaşamlarını
hayâl kentlerde arar dururlar.
Yaşanılan
hayâl mi?
Yoksa gerçek mi ?
Değerlendirmesini
yapalım:
Bir elektron mikroskobunun lamının altında, çıplak gözle görebildiklerinizin,
aslında eseri yoktur.
Gömülü insanların mezar taşlarına bir bakın, neler yazmışlar!..
Yaşadıkları hep hayâl hükmünde kalmamış mı?
Dünü düşünen, bugünde dünün kaybolduğunun bilincinde değil
mi?
Ancak,
ilme dayalı ve bu doğrultuda gelişmeleri takip eden bir
düşünce yapısı belirleyici olabiliyor.
Aksi ise, hiç kimsenin hayatı için bir nüans oluşturmuyor.
Yani başka bir şekilde söylemek gerekirse, uyanmadan , uyanıklık
olmadan, hayâl ile
gerçek arasındaki bağlantıyı kurmak mümkün değil.
Bu
konuda en güzel uyarı
Allah elçisi Hz. Muhammed’den (s.a.v.)
insanlara ulaşandır:
”İnsanlar uykudadır , ölünce uyanırlar “.
Tabi, burada kastedilen, fiziki ölüm değildir.
Gerçek
olan şu ki, ancak kendine doğru bir yolculuğa çıkabilen,
hayâl aleminde yerini alabilmekte...
Mutlak gerçek budur!..
Gerçeğin hayâl
olduğunu düşünenlerin kurduğu hayâl gerçekleşir.
Gerçeği gerçek olarak yaşayanın kurduğu ise, ham hayal
olup
büyük çoğunlukla çıkmaza girer ve sukûtu hayâl
ile son bulur .
Zihinsel
faaliyetler sonucu planlanan
bir yazı, belki umduğunuz şekilde bitemeyebilir. Hatta
günlerce, haftalarca üzerinde çalışmak zorunda
kalabilirsiniz.
Oysa
planınız, hemen bitirmek ve ondan yakanızı kurtarmak
idi...
Aslında herkes, ileriye yönelik bazı planlar yapar.Buna rağmen,
kurduğu hayâllerin pek çoğunun gerçekleşmediğini görür.
Bu kez kısa vadeli, yerinde bir deyimle, “an” lık
planlar tasarlayıp, hayâller kurarak yaşama geçirmek ister.
En başarılı olduğu hayâlinin gerçekleşmesi de ancak bu şekilde
olur.
Geniş
düşünen insanlar, daha akılcı olduklarını muhtelif
yerlerde dile getirmişlerdir.
Onlar kim olduklarını,
Nerede bulunduklarını,
Nerede olmak istediklerini
iyi bilenlerdir...
Hayal/gerçek
ile ilgili tanımlamayı yapan ünlü mutasavvıf Abdülkerim
Ciyli:
“Âlemlerin aslı hayâldir.
Âlemlerin hangisinde olursa olsun, bütün toplumlar,
hayâl ile kayda bağlanmıştır...”
diyor...
Her
şey hayâl hükmündedir...
Hayâl
olmayan, salt gerçeklik ise ORİJİNE aittir...
İstanbul
- 10.12.2000
http://afyuksel.com
Not:
Bu yazı Akşam Gazetesi'nin
10.12.2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
|