evlânâ
hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Biz bu yazıda
Mevlânâ'yı tanıtmak, onun ilmî ve tasavvufî yönüyle
ilgili bilgiler sunmak gibi bir amaç taşıyoruz.
Onun
hayata ve insana dolayısıyla Din'e bakışını formüle eden
ve Mevlânâ deyince hemen herkesin aklına gelen "Gel,
yine gel, ne olursan ol yine gel" sözlerinden hareketle İslam
toplumundaki peygamber imajına dikkat çekmek istiyoruz.
Burada
Hz. Peygamber ve Mevlânâ'yı mukayese etme gibi bir duruma da
düşmeyeceğiz. Zira böyle bir durumdan hem Hz. Peygamber
incinir, hem de Mevlânâ bizden şikayetçi olur. Çünkü
O, "Ben Kur'an'ın kölesi, Muhammed
yolunun da
toprağıyım"
diyor.
Mevlânâ,
bir din bilgini, bir mutasavvıf, tarihte yaşamış bir kişilik
ve ulusal bir insan olma niteliklerini aşmış, artık O dinler
üstü, bilgi üstü, uluslar üstü ve tarih üstü bir
insan olma özelliklerine kavuşarak ötelerden bir ses gibi tüm
dünya insanlarının kulağına bir şeyler fısıldayan,
insanlığın ortak bir değeri haline gelmiştir.
Neydi
Mevlânâ'nın insanlığı hayran bırakan, onların gözlerinde
sevgi ve umut ışığı yakan ve onları da kendisi
gibi tarih üstü olmaya çağıran sihirli mesajı?
Bu, "Gel, yine gel ..." sözcükleriyle ifade ettiği
bir çağrıydı. Mevlânâ davet ettiği için insanlar ona koşarak
gidiyorlardı. Çünkü davet edene, “gel” diyene gitmek,
kucak açana koşmak, bir fıtrat yasasıydı. İnsan da, fıtratı
gereği kendisine açılacak kapıyı çalacak, aşağılandığı,
itilip kakıldığı, yüzüne kapanacak kapıyı çalmayacaktı.
Öyleyse yaşadığımız tabiatta, bu tabiata konan yasalar geçerliydi.
Böyle istemişti fıtratı yaratan güç. Bundan dolayı başarıyı
yakalamak isteyen herkes, bu yasalara uymak zorundaydı. İnsan
yapısı da
fıtrat yasalarının odak noktasıydı. O halde insanı
kendisine çekmenin, iyi bir ruh avcısı olmanın yolu, insan
ruhunu tanımaktan geçmekteydi. İşte Mevlânâ bunu başarmış
ve insanlar da bu yüzden O’na yönelmişlerdi.
Almanya'da
bir kilisede yapılan Mevlânâ'yı anma toplantılarının
birinde, O’na gösterilen sevgi coşkusunun uluslararası
tezahürünü görmüştüm. Kürsüye çıkan farklı dinlere
mensup her konuşmacı
"Gel , yine gel..." sözcükleriyle başlıyor
ve yine aynı sözcüklerle konuşmasını bitiriyordu.
Aradan
yıllar geçti, bu defa İstanbul'da yapılan bir anma törenine
katılmıştım. Aynı sözcükler burada da söyleniyor, katılımcılardaki
coşku, heyecan ve duygu yoğunluğu burada da yaşanıyordu.
Toplantı bittikten sonra katılımcılardan biri,
üzüntülü bir yüz ifadesiyle şöyle dedi: "
Mevlânâ büyük insan, O’nu anmak, içimizde yaşatmak
elbette ki gerekir. Ancak Mevlânâ' ya karşı duyulan
sevginin, Hz. Peygamber'e duyulan sevginin önüne geçtiği
kanaatini taşıyorum. Buna bir çare bulmak lazım dedi."
Bunu söyleyen kişi akademisyen bir ilahiyatçıydı.
Bunları duyan diğer bir katılımcı, bu sözlere hak vererek
şöyle dedi: " Doğru söylüyorsunuz, ama Peygamber’in
sevileceğini bırakmadılar ki onu sevelim. " Toplumda öyle
bir Peygamber imajı yerleşmişti ki, bu imaj devam ettiği sürece
Peygamber’in içten gelen bir coşkuyla sevilmesi mümkün değildi.
Çok açık söylüyorum
Ben bir Mevlânâ hayranıyım, ama çok istediğim halde
bu imaj benimle Peygamber sevgisi arasında bir engel oluşturuyor.
Çünkü “Mevlânâ” denince hayalimde sevgi ve hoşgörü
canlanıyor. “Peygamber” denince aklıma aynı şeyler değil,
başka şeyler geliyor. Bu kişi , “Peygamber denince
aklınıza ne geliyor?”sorusuna, “Peygamber denince aklıma
sünnet geliyor. Sünnet deyince de aklıma farz namazlarının
dışında kılınan namazlar, daha çok da saç, sakal, bıyık,
sarık, cübbe, elle yemek yemek, misvak kullanmak gibi şeyler
geliyor. Gördüğünüz gibi , bize Peygamber’in sünneti
olarak anlatılan bu şeylerin
arasında sevgi , hoşgörü yok ! Aslında ben inanıyorum
ki, Hz. Peygamber, Mevlânâ'dan daha çok hoşgörüye sahip ve
insanları daha çok
seviyor olmalıydı. Çünkü Mevlânâ, “Yahudi de
olsan , Hırıstiyan da olsan , Mecûsi de olsan gel” diyor.
Ama O, Selçuklu döneminde Konya'da yaşadığına ve Konya
halkı da müslüman olduğuna göre, kaç Hıristiyan ve
Yahudi, Mevlânâ'nın dergâhına gelmiş olabilir ? Üstelik,
Hz. Muhammed'in bütün muhatapları gayri müslim, üstelik müşrikti.
Benim
tarih bilgim ve mantığım böyle söylüyor. Ama bize sünnet
diye anlatılanlar ve Peygamber imajını oluşturan şeyler
biraz önce söylediğim şekillerle ilgilidir. Bu sadece benim
düşüncem değil; toplumdaki algılama genel olarak böyledir.
İsterseniz, bir araştırma yapın.
“Peygamber’in
sünneti” olarak anlatılan bu şeyler, benim yaşadığım çağın
değer yargılarıyla bağdaşmıyor. Dolayısıyla, bunları
yapamıyorum. “Sünnet” sayılan bu şeylerden sadece
birisini yapabiliyorum, o da sünnet namazı. Diğerlerini
yapamadığım için Hz. Peygamber'in benden hoşnut olmayacağını,
beni sevmeyeceğini ve bana şefaat etmeyeceğini söylüyorlar.
Ben de bundan dolayı çok üzülüyor, Hz. Peygamber'i sevmeyi
çok istediğim halde, üstelik onu sevmenin dinimizin bir gereği
olduğunu bildiğim halde, doğrusunu söylemek gerekirse Hz.
Peygamber'i , Mevlânâ'yı sevdiğim kadar sevmiyorum.
Mevlânâ
denince uçuyorum ama, ama aynı duyguyu, Peygamber anılınca
duyamıyorum. Bunu sadece kendi kusurum olarak da görmüyorum.
Benim sünnet adına uzun yıllar dinlediklerim ve okuduğum bazı
kitaplar oluşturdu. Peygamber imajını bu şekilde oluşturan
ve hâlâ bunda ısrar edenlerin, bu anlatılanlardan çıkaracakları
dersler olduğunu düşünüyoruz. İslam ülkelerinden
birisinde gördüğüm, Peygamber imajı ile ilgili bir olayı
daha sunmak isterim. Dinî bir okulda okuyan öğrencilerin
teneffüste yemek yerken, sağ ellerindeki sandvici ısırdıktan
sonra, sol ellerinde bulunan meşrubatı da sağ elleriyle içmek
için içine düştükleri zor ve komik durumu gördüm. Şöyle
ki, sandvici ısırdıktan sonra onu sol ellerine, sol ellerinde
bulunan meşrubatı da sağ ellerine almaya çabalayan ve bu işlemi
her sandviç ısırışta ve her meşrubat yudumlayışta
yineleyen bu insanlar, bunu başarmak için türlü eziyetler çekiyorlardı.(Örneğin,
meşrubat kutusuyla sandvici yer değiştirmek için bazen
koltuk altlarını, bazen da dişlerini -varsa- bir masayı
kullandıklarını, bazen yanındaki arkadaşlarının yardımıyla
becerdiklerini gördüm.) Bu da "sağ elle yemek sünnettir
" öğretisi adına bir uygulama idi. Bu olay, bizce Rahmet
Peygamberi’nin insanların işlerini zorlaştıran bir zahmet
Peygamberi haline nasıl getirildiğinin tipik bir örneğidir.
Konu
ile ilgili son bir örnek daha vererek sadede geleceğiz. Çalıştığı
iş yerinde sakal bırakmayan bir adamcağıza hocanın birisi,
sakal kesmek sünnete aykırıdır, eğer sakalını kesersen
Peygamber sana şefaat etmez, hiç olmazsa hafta sonları traş
olma, hafta içinde de sakalını dibinden kesme, bir veya iki
numara yaptır, böylece belki günahtan kurtulursun"
fetvasını vermiş.
Bu
olayları anlatmak ve anlamak gerçekten zordur. Bazı
okuyucular böyle şeylerin olduğuna inanmayabilir veya bu
anlayışın çok marjinal bir kitle için söz konusu olduğunu
sanabilirler. Ancak bize sünnet diye ortaya konan
ve Peygamberin imajını, bize göre, olumsuz yönde
etkileyen bu gibi anlayış ve davranışların marjinal bir
kesimin fantezisi olarak değil , İslam toplumlarının oldukça
önemli bir kısmında
bir öğreti olarak samimiyetle benimsendiği ve
savunulduğu kanısındayız. Müslüman olmak isteyen birçok
gayri müslimin, İslam'a girişi, bu sayılan görsel sünnetlerle
başlamaktadır. Ünlü yazar Graudy’nin, Müslüman olduktan
sonra gittiği İslam ülkelerinin birinde “ne zaman sakal bıyık
bırakacaksın?” diye sünnet adına çenesinin okşandığını
duymuştum.
Burada
hemen şunu ifade etmek durumundayız ki, biz kılık kıyafet,
saç, sakal, bıyık ve bu gibi şeylerin, kişilerin tercihi
olduğunu, buna müdahalenin söz konusu olamayacağını, bu
konuların aynı zamanda insan hakları çerçevesine giren bir
özellik arz ettiğini, dolayısıyla bu hakların, hiç kimse
tarafından verilip alınamayacağını da her insan gibi düşünüyoruz.
Kendi zevkleri ve tercihleri hususunda her insan özgürdür. Hiçbir
düşünce ve anlayış adına bu kişisel tercihlere müdahale
edilemez, ancak bizim üzerinde durduğumuz olay kişisel
tercihler değil, sünnet adına dünyaya sunulan ve bir öğreti
olarak savunulan Peygamber imajıdır.
Tarihteki
bütün önemli ve değerli kişilikler, yapıp ettikleriyle değerlendirilirken,
dünyanın en büyük inkılabını gerçekleştirmiş ve "
insan için sadece yapıp ettikleri önemlidir" öğretisini
getiren bir Peygamber için kılık
kıyafet ve bu gibi sıradan şeylerin gündeme
getirilmesi düşündürücü olmalıdır. Neden bütün
insanlar yaptıkları, ürettikleri, kazandıkları,
kaybettikleri ile anılıyor da, Hz. Peygamber , traşı ile
giysisi ile ön plana çıkarılıyor. Kaldı ki, onun kıyafeti
ile düşmanlarının kıyafetleri arasında hiçbir fark yoktu.
Zira fark elbisede değil onu giyen insandaydı. Keramet külahta
değil başta aranmalıydı. Bu bakımdan gayri müslimlerin
getirdiği bir çok giysiyi Peygamber giymiştir.
Sonuç
olarak,
yazımızın başında temas ettiğimiz
gibi , Mevlânâ tüm dünyada hoşgörüsüyle tanınmakta
ve sevilmektedir. O adeta hoşgörünün sembolü olmaktadır.
Hz. Peygamber'e gelince, O sevgisi ve hoşgörüsü göz ardı
edilerek daha çok kılık-kıyafet gibi şekilcilikte örnek alınmıştır.
Halbuki Kur'an'da Hz. Peygamber'in özellikle sevgi , ahlak ve
tevhid inancındaki örnekliği vurgulanmaktadır. İşte bu gerçeği
anlayan
Mevlânâ, "Ben Muhammed yolunun toprağıyım"
diyerek hoşgörüsünün kaynağını göstermiştir. Buna göre
Mevlânâ, iyi bir Kur'an öğrencisi ve Muhammedî yolun takipçisidir.
Bu yolun ilk yolcusu kendisine işkence eden halkına
tahammül ederek hoşgörüde bulunmuş, üstelik onların doğru
yolu bulmaları için dua etmişti. Mevlânâ'nın takip ettiği
yolun izlerinden birisi de , Tevhid mücadelesinin bayraktarlığını
yapan bir Peygamberin, baba ocağında on üç yıl müşrik bir
amcaya gösterdiği hoşgörüydü. Böylece Mevlânâ , Kur'anî
ilkelerin ve
Nebevî
sünnetin hedeflediği, yetiştirdiği ideal bir insanı
sembolize etmektedir. Dolayısıyla Mevlânâ'nın büyüklüğü
, onun bağlı olduğu Kur'anî sistemi iyi özümsemesinden
kaynaklanmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber’i iyi
anlamayanlara , O' nun ahlakına uymayanlara
çıkışarak : " Dilin hep salavat getiriyor ama
Peygamberî ahlaktan sende ne var? "
diyerek , Peygamber ahlakının bir model olduğuna işaret
etmiştir.
O halde Mevlânâ'dan en
çok memnun olacak insan Hz. Muhammed olmalıdır. Çünkü
o bütün dünyaya Muhammedî ahlakı öğreten bir öğretmendi.
Dolayısıyla sevgi ve hoşgörü konusunda Hz. Peygamber ve
Mevlânâ mukayesesi , yapılamaz.
Böyle bir mukayeseden en çok Mevlânâ'nın büyük ruhu
muzdarip olacaktır.
İstanbul
- 19.10.2000
http://afyuksel.com
|