AZİZ MAHMUD
HÜDAYİ’NİN şeyhi Üftade Hazretleri, bir ilahisinde kutlu Ramazan
ayını şöyle niteliyor: “Canlarda irfan bitiren.”
Bitirmek,
yetiştirmek anlamında. Ramazan bir irfan sofrası, bir hikmet
şölenidir. Ruhlara hikmet rüzgârından, irfan çiçeklerinden türlü
kokular estirir, bir can şenliği başlatır. İnsan yiyip içmekten,
nefsin tutku ve arzularından soyunarak ruhun kanatlarını açar, canı
besleyen irfana, İlâhî Hakikat’in sırlarına açık ve hazır hale
gelir.
Dörtlük şöyle:
“Dosttan atasın getiren/ Zulmetleri hep götüren/ Canlarda irfan
bitiren/ Oruç ayı geldi yine.”
Bu yalın ve
samimi ilahide olduğu gibi, bütün bir geleneksel edebiyatımız (ki
Divan, halk, tekke ve tasavvuf edebiyatımız buna dahildir)
dinî-tasavvufî neşveyle yazılmış gazel, kaside, ilahi ve nefeslerle
doludur.
‘Ramazanname’lere
ilişkin çeşitli inceleme ve yayınları olan merhum Prof. Dr. Amil
Çelebioğlu hocadan öğreniyoruz ki, Ramazan ve oruca ilişkin zengin
bir edebiyat oluşmuştur. Hoca şöyle der: “Tasavvufî mahiyette şeklî
(sûrî) ve manevî olmak üzere iki çeşit veya avâmın, havassın,
ehassın olmak üzere üç türlü oruç vardır ki, avâmın orucu sadece
maddî manada yiyip içmekten kesilmek; havassın orucu el, ayak, göz
ve kulak ile de perhiz kılmak; ehassın orucu ise her türlü heva ve
hevesten geçip Hakk ile olmak, muhabbetullahı, yani Allah sevgisini
bulmaktır. Başka bir ifadeyle şeriat, tarikat ve hakikat oruçları
olmak üzere üç türlü oruç vardır. Birincisi Ramazan orucudur.
İkincisi ömür boyu kötü hal ve ahlâktan perhiz etmektir. Hakikat
orucu ise muhabbetullahı korumaktır.”
Geleneksel
edebiyatımızda, orucun bu çok-katlı anlam dünyasının sırlarını
yansıtan çok sayıda örneğe rastlarız. Hece ya da aruzla yazılmış,
kaside, koşma, gazel, ilahi ve benzeri türlerdeki bu eserlerde kutlu
Ramazan ayı yüceltilir, övülür, gelişiyle yaşanan coşku
dillendirilir, Ramazan’ın insanın ruhuna ve topluma estirdiği manevî
rüzgâr çeşitli yönleri ve nitelikleriyle yansıtılır. Hemen her
Divan’da mutlaka Ramazan’la ilgili bir manzume bulmak mümkündür.
Halkın kimi
zaman, “Benim bir bağım var/ Yılda gelir otuz okka üzümü/ Akını
yersen haramdır/ Karasını yersen helaldir” biçiminde
bilmeceleştirdiği kutlu ayın metafiziksel nitelikleri, Nabi’nin
Hayriyye’sinden Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sine, Süleyman Nahifî’nin
ikiyüz elli beyitten oluşan Faziletü’s-Sıyam’ından Nedim’in kimi
gazellerine, kendisini ifade imkânı bulmuştur. Kaside biçiminde
kaleme alınmış olan ‘Ramazanname’ler ise, mübarek Ramazan’ı
özellikle konu alan özgün eserlerdir.
Çelebioğlu
hocanın neşri olan Ramazanname, Emir Mustafa’ya atfedilen böylesi
teliflerdendir. Bölüm bölüm farklı zaman ve zeminlerde oluşmuş olan
manilerin tedvini sayılabilecek olan eserde, bu manilerin söylendiği
dönem ve mekânın özelliklerini görmek mümkündür. Hilalin
görünmesiyle ilgili olarak halk “Guş et sedayı bu gece/ Et merhabayı
bu gece/ Benim devletlü efendim/ Gördüler ayı bu gece” derken,
sahurun coşkusu “Dualar okur dilleri/ Vakt-i sahur bülbülleri/ Hak-i
pâye yüzler sürüp/ Geldi davulcu kulları” dizeleriyle dile gelir. Bu
pitoresk mısraların yanısıra, “Akşam ezanı dinlemek/ Sahur vakti
yemek yemek/ Ramazan’a mahsus şeydir/ Gece davulcu söylemek”
biçiminde belgelik dörtlükler de çıkar karşımıza. Onbeşinde askere
baklava çıkarıldığını yine bu manilerden öğreniriz: “Bu gece onaltı
sayı/ Gidiyor Ramazan ayı/ Yeniçeri padişahtan/ Aldı bugün
baklavayı.” Bin aydan hayırlı olarak nitelenen kutlu Kadir gecesini
yine onlar bize bildirir: “Afv olur cürm ü hatalar/ Hakk’ın emrini
tutalar/ Bekçiye olsun atâlar/ Mübarek Kadir gecesi.”
Çelebioğlu’nun
manilerin tematik tasnifini yaparken bize aktardıkları arasında
Ramazan’a özgü hemen tüm âdetler bulunmaktadır:
“Minarelerde
kandiller yakılması, camilerde mahya kurulması, güllaç baklavasının
yenilmesi, şekerden ağaçların yapılması, bilhassa Ramazan’da fakir
fukaraya yardım ve alâkaların artması, dargınların barışması gibi
beşerî ve dinî hususiyetlerin kendini daha çok hissettirmesi hep bu
ayların sultanı Ramazan’da olur. İftar ve sahur vakitlerini
bildirmek için top atılması, Ramazan sıcak aylara rast geldiği zaman
Kızkulesine iftara gidilmesi, mahalle çocuklarının Ramazan’da fener
taşlaması, feneri kırmaları, bekçiyi söyletmeleri, külahını kapmaya,
alay etmeye kalkışmaları vs. gibi hususiyetler artık bugün
için—birkaç istisnasıyla—tarih olmuş, hatıraları bile unutulmuştur.
Ramazanname’deki manilerde ayrıca, ‘Eyüb’e adak için gidilişini,
yine burada kurban kesildiğini, mesire olduğunu, kebabı ve
oyuncaklarıyla istiharını, muhtemelen bugün stad olan yerin bir
cirit meydanı ve gezi yeri olabileceğini, halen gezi yeri oluşuna
ilişkin hiçbir iz kalmayan Ayazma mesiresinin varlığını, kalyonların
sefere Beşiktaş’tan çıkışlarını, kürek kırılınca kürekçilere ihsanda
bulunmasını, ocakla ilgili bazı bilgileri, ulufe alayını, İstanbul
kapılarını, Yenikapı’daki mevlevihaneyi ve ibadet günlerini bize bu
metinler haber vermektedir: ‘Yenikapı mevlevihane/ Dedeler başlar
devrana/ Pazartesi Perşembe/ Cem olur yaran seyrana.’”
Ramazaniyelerin
dışında, özellikle Divan şiirinde kutlu Ramazan ayı farklı
veçheleriyle dile gelir. Nabi’nin oğluna yazdığı Hayriyye’sinde,
‘orucun Cenab-ı Hakkın kullarına lütfu’ olduğu belirtilir: “Ey bihin
meyve-i bağ-ı perveri/ Sadef-i bahr-i hayatın güheri/ Bimaraz ta ola
cisminde tüvan/ Eyleme fevt-i siyam-ı Ramazan/ Savmdır kullarına
lütf-ı Hüda/ Savma bizzat eder Allah ceza/ Savm bir maide-i
Rahmettir/ Nurdan saime bir hilattır/ Nefes-i Saim için dedi Resul/
Miskten piş-i Hüda’dan makbul/ Ne saadet olasın leb-beste/ Olasın
dağdağadan vareste/ Bend olup rah-ı güzar-ı dehenin/ Ola asude
diyar-ı bedenin.”
Son dizede, beden
bir diyar (iklim, ülke, yurt) olarak niteleniyor ki, beden ülkesinin
asude kılınmasının kutlu Ramazan’la gerçekleşeceği bildiriliyor.
Hayriyye’den alınan bu parçada Nabi günümüzün diliyle şöyle diyor:
“Ey baba bağının meyvesi. (Nabi, bu eserini oğlu Ebu’l-Hayr Mehmed’e
bir öğüt biçiminde kaleme almıştır) ey hayat denizi sedefinin incisi
oğul! Hasta olmayıp sağlıklı kaldıkça Ramazan orucunu sakın kaçırma.
Oruç, Allah’ın kullarına bir bağışı, bir lütfudur. Orucun ödülünü,
manevî bedelini bizzat Allah verir. (Bunlar ya âyet veya hadis
kaynaklı haberlerdir.) Oruç bir rahmet sofrasıdır. Oruçluya, o,
nurdan bir giysidir. Hz. Peygamber, ‘Hak katında oruçlunun soluğu,
miskten daha güzeldir’ buyurmuştur. Ağzının kapalı olması ne
saadettir. Böylece her türlü dağdağadan kurtulmuş olursun. Ağız
geçiti yolun kapanınca beden ülken rahatlığa erişir.”
Tebrikname
biçiminde yazdığı bir kasidesinde Divan şiirinin son dönem
adlarından Enderunlu Fazıl şöyle der: “Hayr makdem ile geldi yine
şehr-i gufran/ Ola sultan-ı kerem-kare mübarek Ramazan/ Öyle bir
mah-ı mübarek ki melekler saf saf/ İyde dek aşk ile camileri eyler
devran/ El ele verdi meleklerle gelip mahfice/ Camiin seyrine tebdil
olarak hur-ı cihan/ Mümin-i sami tek eylemesinler iğva/ Cümle
pa-beste-i kayd oldu güruh-ı şeytan/ Yağdı camilere bir lem’a-yı
nur-ı batın/ Şöyle kim garka-yı nur oldu hep ehl-i iman/ Her menar
oldu birer şem-i hidayet güya/ Her biri meş’ale-yi rah-ı cinan-ı
rıdvan.” Bu parçada da Nabi’nin dizelerinde olduğu gibi, kutlu
Ramazan’ın estirdiği manevî rüzgar dile gelmekte ve manevî
nitelikleri âyet ve hadislerden süzülen bir duyarlılıkla ifadesini
bulmaktadır: “Yine gufran ayı uğurlu ayağıyla geldi. Kerem sahibi
sultana Ramazan mübarek olsun. Bu öyle mübarek bir aydır ki, bayrama
kadar saf saf melekler camileri gezip dolaşırlar. Cennet hurileri
kılık değiştirip meleklerle el ele verip gizlice camileri dolaşmaya
gelirler. Tek mü’minleri aldatmasınlar diye şeytanların ayakları
bağlandı. Camilere öyle manevî nurlar yağdı ki, bütün mü’minler nura
garkoldular. Her bir minare, sanki bir hidayet mumu, rıza
cennetlerinin yolunun aydınlatıcısı oldu.” Bu coşkulu dizelerde dile
gelen metafiziksel özellikleriyle Ramazan, en görkemli ifadesine
tekke-tasavvuf edebiyatımızda kavuşur. Nefslerin
tezkiyesinekerem-kare mübarek Ramazan/ Öyle bir mah-ı mübarek ki
melekler saf saf/ İyde dek aşk ile camileri eyler devran/ El ele
verdi meleklerle gelip mahfice/ Camiin seyrine tebdil olarak hur-ı
cihan/ Mümin-i sami tek eylemesinler iğva/ Cümle pa-beste-i kayd
oldu güruh-ı şeytan/ Yağdı camilere bir lem’a-yı nur-ı batın/ Şöyle
kim garka-yı nur oldu hep ehl-i iman/ Her menar oldu birer şem-i
hidayet güya/ Her biri meş’ale-yi rah-ı cinan-ı rıdvan.”
Bu parçada da
Nabi’nin dizelerinde olduğu gibi, kutlu Ramazan’ın estirdiği manevî
rüzgar dile gelmekte ve manevî nitelikleri âyet ve hadislerden
süzülen bir duyarlılıkla ifadesini bulmaktadır: “Yine gufran ayı
uğurlu ayağıyla geldi. Kerem sahibi sultana Ramazan mübarek olsun.
Bu öyle mübarek bir aydır ki, bayrama kadar saf saf melekler
camileri gezip dolaşırlar. Cennet hurileri kılık değiştirip
meleklerle el ele verip gizlice camileri dolaşmaya gelirler. Tek
mü’minleri aldatmasınlar diye şeytanların ayakları bağlandı.
Camilere öyle manevî nurlar yağdı ki, bütün mü’minler nura
garkoldular. Her bir minare, sanki bir hidayet mumu, rıza
cennetlerinin yolunun aydınlatıcısı oldu.”
Bu coşkulu
dizelerde dile gelen metafiziksel özellikleriyle Ramazan, en
görkemli ifadesine tekke-tasavvuf edebiyatımızda kavuşur.
Nefslerin
tezkiyesine ilişkin göz kamaştırıcı eseriyle Eşrefoğlu, Kutlu
Ramazan’ın yılda bir kez ‘şehri seyran eylediğinden’ söz eder:
“Yılda bir kez
şehri seyran eyledin
Kendözün bu halka mihman eyledin
Sonra tavus gibi cevlan eyledin
Elveda ey mah-ı taban elveda.”
Burada şehirden
kasıt, insanın ruhu, bedeni olduğu gibi, yeryüzü, hatta varlık
âlemidir. Ramazan özüyle insana konuk olur. Gelir ve nuruyla yıkar,
arıtır, aydınlatır, insandaki İlâhî İsimlerin okunur hale gelmesini
sağlar. İnsan, oruçla olgunlaşır, kamil insanın nitelikleriyle
donanma yönünde ilerler. Ramazan gelir ve tavus gibi cevlan eyler,
sonra gider. Mah-ı taban, ışık saçan, aydınlatan, ışıtan ay demektir
ki, bu Ramazan’ın nurlandırıcı özelliğini ifade eder.
Eşrefoğlu kutlu
Kadir gecesinden söz eder:
“Leyletü’l-Kadr-i
Berat idin bize
Hem dahi savm u salât idin bize
Nar-ı duzahtan necat idin bize
Elveda ey mah-ı taban elveda.”
Oruç ateşten
korur. Orucun en değerli niteliği, kesinlikle ihlaslı bir eylem
olmasındandır. Çünkü oruçta ihlası kıracak en küçük bir açık kapı
yoktur. Allah için yemeden içmeden, nefsin arzularından ve
duyularımızın şerrinden kurtuluruz. Bunun gizli açık ihlas dışı bir
boyutu sözkonusu olamaz. Sadece Allah buyurduğu için yemeyiz
içmeyiz, duyularımızı korur ve dünya ile ilişkilerimizi askıya
alırız. Bu sırdandır ki orucun manevî değeri yüksektir ve armağanı
bizatihi Allah’ça ödenir.
“Hazret’e bizden
şikayet eyleme
Ayıbımız çoktur hakaret eyleme
Eşrefoğlu’na melamet eyleme
Elveda ey mah-ı taban elveda.”
‘Melamet’ sözcüğü
dikkat çekicidir burada. Eşrefoğlu da diğer arif ve sufiler gibi
sırlar kendisini. Kur’ân’da geçen, ‘onlar kınayanın kınamasından
korkmazlar’ âyetinin sırrına bürünür. Bu, insanın sadece ve sadece
Allah’ın hoşnutluğunu gözetmesi, insanların, gayrın, masivanın ilgi
ve alâkasını terketmesidir. İnsanlar kınasa da değeri yoktur, yeter
ki Allah’ın rızası gerçekleşsin. O’nun rızasına uygun zerrece eylem,
bütün varlıktan daha değerlidir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarca
ihlassız olmayana tercih edilir. Bu melametiyye sırrıdır.
İrfan semasının
yıldızları saymakla bitmez. Girişte andığım Şeyh Üftade de bunlardan
biridir ve bir ilahisinde kutlu Ramazan’ı Allah’ın övdüğü ay olarak
niteler:
“Kur’ân’da Allah
övdüğü
Cümle nebiler sevdiği
Ümmete Allah verdiği
Oruç ayı geldi yine.”
Oruç, bütün
semavî dinlerde vardır. Namaz gibi oruç da Âdem’den (a.s.) bu yana
tüm semavî öğretilerde yapılagelmiştir. Bazı formları farklı da olsa
ya da bugün bozulmuş biçimde sürüyor da olsa, orucun bütün din
müntesiplerince ifa edildiğini biliyoruz.
“Cümle aya sultan
olan
Dertlilere derman olan
Hakk’tan bize ihsan olan
Oruç ayı geldi yine.”
Dert’ten kasıt,
manevî beladır. Günahtır, kirdir, Hakk’tan savrulmadır, İlâhî
Hakikat’in kıyılarına vurmaktır. Oruç gelir ve derler toparlar bizi,
ayağa kaldırır, kalbimizi temizler, ‘yere göğe sığmayan kalbimize
sığan’ Cenab-ı Hakkın konukluğuna hazır hale getirir. Bu kalkış ve
derlenme oruçla gerçekleşir ki, o da derdimizin dermanı ve Hakkın
ihsanı, bağışıdır.
“Sâliklere kuvvet
olan
Âriflere izzet olan
Mü’minlere cennet olan
Oruç ayı geldi yine.”
Oruç, manevî
yolculukta güçtür, izzettir ve inanmış kullar için cennettir.
Cennetten kasıt, günahtan ve dünyadan arınmış olmaktır. Orada hikmet
ve kudret nitelikleriyle tecelli etmektedir Yaratıcı. Kudret
mahallidir oruç. Oruç bir tür manevî ölüm halidir ki, insanın bu
hali, günah işlemeye kabiliyetsiz, sakin ve kendisini tümüyle
Allah’ın kudret eline teslim etmiş meyyite benzer. Bu manevî bir
cennette bulunmaktır. İnsan, Şeyh Galib’in buyurduğu gibi,
‘takdirini terkedip, Allah’ın takdirine’ kendisini bırakınca cennete
ehil bir hal kazanır. Bu giydiği yeni göynek, insanın tam teslimiyet
halidir. İslâm teslim olmaktır. Nefsini teslim etmeyen ödülü teslim
alamaz.
“Aydın eden
gönülleri
Mesrur eden mü’minleri
Mamur eden mescitleri
Oruç ayı geldi yine.”
Oruçla gönüller
ışır, mü’minler sevinir, mescitler dirilir.
Üftade Hazretleri
gibi, Erzurumlu İbrahim Hakkı da, kutlu Ramazan’ın gönül gözünü
açtığından söz eder:
“Savm ile ten ü
canı pak eyle yeme nanı
Dolsun mey-i ruhani ta mest ola hep ecza.”
(Oruçla bedenini
ve ruhunu arıt. Fazla yeme. Böylece varlığının zerreleri manevî bir
şarapla sarhoş olsun, gönül gözün açılsın.)
Son olarak modern
edebiyatımızın yıldızı Sezai Karakoç’un gönlümüze bir yıldırım gibi
çarpan ifadelerini hatırlayalım:
“Kur’ân, namaz ve
oruçta dirilen bir İslâm insanı olmak: İşte çağımız müslümanının tek
varoluş şartı. Orucun getirdiği yorumla dünyayı ve tarihi yeniden
yorumlamak, zaptetmek, fethetmek, kurmak ve inşa etmek zorundadır
çağımızın müslümanı. Oruç bize bu misyonu yüklüyor. Oruç bize bu
mesajla geliyor. Orucun ışığı, suyu, bereketi ve mantığıyla
kurulmayacak bir dünya yıkılacak, taş taş üstüne kalmamacasına
çökecek demektir. Oruçta dirilmeyen insan, kör ve zalim bir madde
akıntısında can verecek, hem de bildiğimiz ölüme bile hasret çeke
çeke ölecek demektir. Güçlenmek ve yıkıcı kuvvetler karşısında
yiğitçe direnmek için, orucun gözüyle gören, orucun kulağıyla
işiten, orucun eliyle iten, orucu yaşayarak ölümü yenen bir gövdeyle
gövdelenen bir oruç insanı, orucun insanı olmak gerekmez mi?”
© 2005
karakalem.net / Sadık Yalsızuçanlar