Bu
yazıda sevimli bir yaratıktan söz edeceğiz çeşitli
vesilelerle...
İbni Abbas Radiyallahu Anh' tan rivayet edilen Hadise göre, Resûlullah
Aleyhisselam, karıncanın öldürülmesini yasaklamıştır.
Buhari'den alınan bir
Hadiste de şöyle anlatılıyor;
“Resûllerden bir Resûl, bir ağacın altında oturdu. (yolculuk
esnasında oraya uğrayıp dinlendi) Bu sırada, bir karınca onu ısırdı.
Emir verdi, eşyaları ağacın altından çıkarıldı. Sonra karıncanın
yuvası yakıldı. Allahu Teala da: ‘Seni ısıran karınca bir tane
değil miydi? diye vahyetti"
Muhiddin
Arabi, Füsus’ul Hikem’de,
Dünyada insana hangi sıfat galipse, Alem-i Berzah‘ta, o sıfata münasip
bir suretin, örneğin, hırs ve amel üstün gelirse, fare, karınca
gibi suretlerin peyda olacağını bildirir.
Hz.
Resûlullah, şirki hafiden bahsederken,
"Ya Ebu Bekr! Şirk sizde, karıncanın ayak sesinden daha
gizlidir" diyerek, dikkât çekecek şekilde bu yaratığı örnek
olarak göstermiştir.
Bilim
adamları da yakından ilgileniyor karıncalarla...Tropikal ve ılıman
bölgelere yayılmış altı bin türü saptanmış şimdiye dek. Ayrıca,
yapılan deneylerde önceden görüp hafızalarına kaydettikleri
nirengi noktaları sayesinde yollarını bulabildikleri, en karmaşık
ve uzun yollarda bile kaybolmadıkları gözlenmiş.
Dilimizde çok ince belli hanımlar için "karınca belli";
karışık ve okunaksız yazı için “karınca duası”, kötülük
yapmaktan uzak duran için "karınca ezmez", elinden geldiğince,
yapageldiği kadarını anlatmak için "karınca kaderince"
veya "karınca kararınca" gibi deyimler kullanılır.
Birçok
anlatıda da simge olarak karşımıza çıkar....
Aklıma gelen birkaçını size aktarayım:
“Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir
karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum. Etrafa hayran hayran
bakarak incelemeye başladım. Karıncalar dahi çeşitli içtimâi sınıflara
ayrılmış insanlar gibi, kısımlara ayrılmıştı. Şu kadarını
söyleyebilirim ki; oradaki sınıflar , insanlar arasındaki sınıflara
benzemiyordu.
Aristokrasi ve demokrasi kısımlarını
ihtiva eden bu sınıflar arasında mevki farkı yoktu. En yüksek
ve en alçak gibi farklar görünmüyordu. Yuvadaki karıncalar, en az
birkaç yüz bin kadar olsa gerek.
Bunlar beyler ve işçiler sınıfına ayrılmışlardı. En tuhafı,
maddi ve manevî her türlü ihtiyacı karşılayıp anlatmaya yetecek
mükemmel bir dile sahip olmalarıydı.
Yuvamızda mükemmel mektepler, zahîre ambarları, yatakhane,
hapishane, teneffüs ve yemek salonları, toplantı yerleri, hülâsa
pek gelişmiş bir cemiyet hayatı için gereken bir binanın, bir şehrin
tüm debdebe ve gösterişi mevcuttu.
Daha garibi şurası ki; karınca
topluluğu, insanlara nispetle daha çok ileriydi.
İlk önce karıncadaki geçim düzeni ve çalışma tarzı,
insanlardakine göre daha gelişmişti. İktisat ve ekonomi hususunda
ise, beşeriyete nispetle anlatılması mümkün olmayan bir gelişme
farkı vardı. Yalnız, karıncaların insanlığa en üstün oldukları
taraf, terbiye meselesidir. Karıncalar, insanları bu yönde çok
geride bırakmışlardır.
Adâleti eşitçe dağıtma meselesinde dahi aynı düşünce, tereddütsüz
yürütülebilir. Bu sebeplere dayanarak, karınca yuvalarında mektep
olarak kullanılan daireler, yuvanın en seçkin ve en büyük kısmını
işgâl ettiği hâlde; hapishaneler, sıhhate uygun olmakla
beraber pek küçük... Çünkü, burada hapis cezasına çarptırılanlar
hemen hemen yok gibi...Bir karıncada en birinci haslet, vazife
hissidir. Ve bu his, her histen üstündür. Nefsâni ihtiras ve
ihtiyaçlar uğrunda vazifesini feda değil, vazifesinde tembellik
eden karınca hiç bulunmaz.
Ben karınca beylerinden birinin oğlu imişim. Eğitim ve öğretimim
için amele sınıfından yedi yaşlı adam, yedi meşhur âlim, babam
tarafından -istişâre neticesinde- seçilmişmiş.
Bu yedi âlim, yalnız yuvamız halkı arasında değil, belki komşu
yuvalar halkı arasında da ilim ve fazilet yönünden parmakla gösterilir
idiler. Artık teslim edilen hayat merdiveninin son basamaklarına
gelen bu ihtiyarlar, beni karınca nesline en faydalı bir eleman
olmak, son olarak arkalarında hayırlı bir talebe yetiştirmek
emeliyle çalışmakta idiler.
İyi bir eğitim usûlü ile bana kısa zamanda karınca cinsine nasip
olan ilim ve fenlerin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi
sık sık seyahatler yapıyor, okuduğum ve bildiklerimin tatbikâtı
ile uğraşıyorduk.
Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde,
semiz bir karafatma budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısı
getirdiler. Henüz yemeği bitirmiştim ki, hocalarımdan biri yanıma
geldi. Ve şu şekilde söze başladı:
"- Ey şehzâdem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyinde
bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olaylarının
meydana gelmekte olduğunu bilirsiniz. İki numaralı lise talebesine
bu sene yaptırdığımız ilmi gezintilere dair aldığımız son
raporlarda, şimdiye kadar âlimleri ihtilâflara düşüren hava
durumu yine başlamış, her gün muntazam bir şekilde meydana
gelmekte olduğu bildiriliyor Malumunuz olmak lazımdır ki, günün
bir kısmında güneş, hayat veren ışınlarını kuvvetle yaymağa
başladığı zamanlarda, berrak gökyüzünün birçok
tarafları birden bire, birtakım kalın ve düzensiz bulutlarla örtülüyor.
Bu bulut parçaları muhtelif zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu
hava durumunun sebebi nedir? Yüksek zatınızın malûmudur ki, bu
gibi tabiat olayları mantıkla, akıl denklemleriyle bilinemez ve
bulunamaz. Her durumda, tahkik ve tetkike muhtaçtır. Uzun müddetten
beri, birçok mesele hakkında sayısız tecrübeler ve müşâhedeler
yapıldığını bilirsiniz. Nice tabiat bilmeceleri hallolundu. Böyle
bir durumda, bugün onlara yüzde seksen, doksan hakikât nazarı ile
bakılması mümkündür.
Yalnız, bu garip hava hadisesini hâlâ doğru bir şekilde çözen
olmadı.
Hocalarınızdan bir zât, bu hususta derin incelemelerini ortaya
koyan bir konferans
verecektir. Uygun görürseniz, buyurunuz biz de gidelim. Konferans,
arazi üzerinde verilecektir. Ve burada bütün orta ve yüksek mektep
talebesi bulunacaktır."
Büyük ve kalabalık bir toplulukla, tuhaf yapılı araziye doğru yola çıktık . İşin garip ve tuhafı şu
ki, ben hem insan his ve bilgisiyle hem de karınca idrâki ile bezenmiştim. Nihayet, tuhaf araziye girmiştik.
Bu yerlere karınca gözleri
ile baktığımda, hakikâten
düşünülecek ve konferanslar verilecek kadar tuhaf ve garip bir yapıya
sahip olduğunu anlıyordum. Halbuki insan gözü ile baktığım
zaman, iki tarafı muntazam mağazalarla süslü, düz bir şekilde
Napoli taşları ile döşenmiş geniş bir caddede bulunduğumuzu görüyordum.
Bu iki his arasındaki büyük farkı, en büyük hayret duygularıyla
düşünmeye koyulduğum zaman, tabiat âlimlerinden birisi, bu garip
arazi hakkında konferans vermeye başladı:
"Efendiler!" diyordu , “En fazla dikkâti çeken şey, bu
büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların düzgünlüğüdür.
Hücreler, yaklaşık olarak düz, çatlaklar ise hemen hepsi mükemmel
denilecek intizamda, doğru çizgilerle doludur. Bu intizam sebebini
ulemâmız bir türlü keşfedemiyor. Halbuki, böyle elle yapmaya
benzer şeyler, tabiatta yoktur ve olamaz.”
Konferans en tatlı yerine gelmişti ki, birden bire yüz binleri geçen
dinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık
olduğu hâlde, yağmur düşmesi ile kıyaslanamayacak ölçüde müthiş
bir sel ve sıcak bir tufan bu anda binlerce karıncayı sürüklüyor
ve boğuyordu. Bu semavi tufandan meydana gelen ve delice akan
nehirler, binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.
Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve paniğe kapıldıktan
sonra, bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan
hâlâ aralıklı sağanaklarla seller akıyordu.
Bu müthiş vak’aya insan gözü ile baktığım an, hayretten ve gülmekten
kendimi alamadım. Garip arazi adı verilen caddede, bir kaldırım
kenarında yer almıştık. Bulunduğumuz yerde, bir kira arabası
durmuş, arabacı keyifle uyumakta, hayvanlar ise başlarına asılan
torbalardan büyük bir iştahla yem yemekte idiler. Hayvanların her
ikisi, anlaşmışlar gibi idrar yapmağa koyulmuşlardı. İşte,
zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan, bu hayvanların idrarından
başka bir şey değildi.
Yuvalarda bütün ahali, üzüntü ve ızdırap
içinde benim vefat işimle uğraşıyordu.
Zira, ben de orada vefat edenler arasındaydım.
Ulemâ ise, acayip bir arazide meydana gelen tufanın sebeplerini araştırmakla
meşgûl oluyorlardı.
Nihayet, en büyük tabiat alimlerinden biri, kütüphanesinde bulunan
meşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki:
"Garip arazide öyle bir kuvvetli elektriklenme
ve mıknatıslık vardır ki, ara sıra birdenbire şiddetlenerek
havayı yoğunlaştırıyor. En küçük bir arıza ile o bulutlardan
tufan gibi seller boşanıyor."
Bu açıklamayı işittiğim zaman, gözümün önüne yemini yiyen
yorgun beygirlerin idrar yapmaları geldi de uzun bir kahkaha salıverdim.(1)"
Bir
kıssa da şöyle;
"Topal karınca Hacc’a niyet etmiş ve o mübarek yolculuğa
çıkmış…
Görenler, "Ya hu, sen bu
halinle oraya varamazsın!.." demişler...
O da cevaben ; "Varamazsam
da, hiç olmazsa o yolda ölürüm!" demiş…”
Herkesin
bildiği ve mesajlarla dolu Ağustos
böceği ile Karınca öyküsünü atlamak mümkün değil...
“Karıncayı bilirsiniz; yaz demez, kış demez ha babam çalışır,
didinir, yuvasına bir şeyler taşır. Bir an boş durduğunu, dalga
geçtiğini, hava cıvayla uğraştığını ne gören vardır, ne
duyan...
Ağustos böceği ise şen şatır bir hayvandır. Yaz geldi mi,
ortaya çıkar, başlar cır cır ötmeye; bir söyler, iki çalar,
iki çalar üç oynar. Çalışmak falan da hak getire!..
Dünyamız döndükçe mevsimler de döner; ay geçer, yaz biter; kış
kapıya dayanır. Mevsimler içinde en aman vermezi kıştır. Soğuk,
kar, yağmur, bora, fırtına hep kışın marifetidir. Kış geldi
mi, evli evine çekilir, köylü köyüne. İlk yaza kadar kimselerden
ses soluk çıkmaz. Böyle bir kışta bizim ağustosböceği
yiyeceksiz, içeceksiz kalmış. Kileri tam takır kuru bakır, fare düşse
başı yarılır. Lokmadan geçtim, bir kırıntı bile yok.
Eh
acından ölecek değil ya, “gideyim, komşumdur, karınca beni kırmaz.
Şu kışı çıkaracak bir iki lokma bir şey isteyeyim,” demiş,
sarınmış sarmalanmış, atmış kendini dışarı. Kara çamura
bata bata karıncanın evine varmış, çat çat kapıyı çalmış.
"Kim o, kim?" demiş karınca içeriden.
"Benim, ben!" demiş ağustosböceği.
"Sen kimsin ki?"
"Ağustosböceği kardeşin."
Karınca, kapıyı az buçuk aralamış,
"Hele buyur, derdin ne ki ağustosböceği kardeş?" demiş.
"Yiyeceğim kalmadı da... Senden ödünç birkaç bir şey
istemeye geldim. Yaz gelsin, kolay, üstesiyle veririm."
Karınca, ağustosböceğini şöyle tepeden tırnağa bir süzmüş,
"Öyle mi?” diye sormuş. "Yiyeceğin kalmadı
demek?"
"Evet, kalmadı," demiş ağustosböceği.
"Peki, sen koca yaz boyunca n’aptın Allah aşkına?"
"Ne mi yaptım?" demiş ağustosböceği, "amma
soruyorsun, ha! Ağaçtan ağaca gezip tozan, elinde sazla bangır
bangır türkü çağıran baban değildi herhalde!.. Gece gündüz
demedim türkü çağırdım. Kötü mü ettim yani?"
"Ne münasebet," demiş karınca. "Çok güzel etmişsin.
Eline diline sağlık! Yalnız, madem yazın çalıp söyledin, kışın
da oyna bakalım ki, aklın başına gelsin. Ünlü sözdür:
"Yazın çalan kışın oynar!"
Gerçeği
hikâye tarzında anlatarak hem beyinleri biraz rahatlatmak, hem de değişik
yönlere götürmek istedim...
Ahmet
F. Yüksel
&
Güliz
Ok
/
İstanbul
İstanbul
- 25 Ocak 2000
(1)
A’mak-ı Hayal; Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi.
|