aşantımızda
bir kez olsun, şöyle doğru dürüst ''
Ben '' diyebilseydik ne kadar iyi olurdu diye düşünüyorum.
Hiç
değilse, bugüne kadar, cesaretle açık yüreklilikle ''
ben '' diyebilenleri anlamaya çalışsaydık; bu kavramı,
aslında bireyin kendini oluşturmasında varılabilecek en son
noktayla eşanlamlı kılarak onun bir izdüşümü gibi
kabullenebilseydik; “
ben’i “ sadece zevk ve sefa merkezi
gibi düşünmeyip
günaha davetiye çıkarmasaydık, dün ve bugün başımıza
gelenlerin pek çoğunu, belki de hiçbirini yaşamayacak ve “Ben”
hitabının çıktığı mahalli tesbit edebilme imkânına
ulaşabilecektik...
Evet;
isimler, yüzler, sesler, renkler aynı ama, “Ben
“ ler ayrı!...veya İsimler, yüzler, sesler, renkler ayrı ama “
Ben “ aynı.
Temel
bakış açısından ortaklık taşıyan
bazı “
Ben’ler “ yasak
olana, hazza, eğlenceye düşkünlüğü
bazıları ise özüne dönük
olmayı içeriyor...
Birincisi,
tadımlık lezzet çağrısı,
diğeri öze dönük
bir Asıl !..
Düşünüyorum.!
Bizler
belki bir tanrının bir “ Ben’i “
olmak istedik... Şehveti Ben’le karıştırdık.
Öylesine bocaladık ki, afakta görüp nefsimizde
bulamadık. Dolayısıyla, bu yolu seçtik. Yani onu bir
türlü, kendi evimize taşıyamadık... Ev dediğim de, falanca
apartmanın filanca numaralı dairesi değil tabii ki!.
Kimi
zaman aramızdan nasıl olduysa “ Ben “ deyip
çıkıverenleri
''bizden'' olmamak ya da batmak,
yıkılıp gitmek gibi seçeneklerle
karşı karşıya bıraktık. Onu
duygularla karıştırıp
denetlemeye kalktık.
Düşünmeden
Yargıladık!...
Ve
nefsimizdeki öz malımızı, kendi “ben'' liğimizi, dışarılarda, onu bir paçavra gibi kabul
etmiş, çoktan yitirmiş olanlarda aradık durduk.. Şimdi düşünceye, tefekküre kapı açan,
varoluş felsefesine uzanan yolları
bulmak yerine, geriye İzafi BEN’ i yaşamak kalıyor.
Ve artık sonuçta izafi bir ‘ben’den oluşan bir
toplumla iç içe yaşamaktayız...
İnsanlar,
bu hal ile, kendilerine emanet edilen göreceli, yani olmayan
benliklerini esas alıp asıllarını asla hatırlayamayacak
şekilde yaşamaya mahkûm
olmakta, dolayısıyla da en basit bir olay karşısında bile
şaşkınlığa düşmektedirler...
''Ama,
bence...''
diyemeyecek kadar benlik yitimine uğramışların hazin sonu
budur...
Bir
insanın karakterini, o kişinin zorluk ve problemlerle mücadele
etme gücünden başka hiçbir özelliği daha iyi temsil
edemez. Bazı insanlar güçlüklerden kaçıp saklanırlar, bazıları
ise gelen darbeler karşısında dimdik durup sorunlarla yüzleşirler...
“Ben”
lik de böylece
olgunlaşmaya başlar...
''Ben''
diyebilmeyi
çoktan unutmuş ve onu adeta bir vehim-vesvese gibi kabul etmiş bireyler,
etrafımızda bir bomba misali dolaşıp durmaktadır...Ben’likte
yaşanan bu zafiyetten ötürü,
insan kavramı ve yaşamı
bir değer-ölçüt olmaktan çıkar ve
sahip olduğu “Halife” niteliğinden de hiçbir eser kalmaz...
Düşünebilen,
tefekkür edebilen ayrıcalıklı bir konumu ihsas eden “Ben “ lik anlayışı yoksa, toplumdaki her birim önemini
kaybedip, iki yüzlü olmaya mahkum olur...
Yunus
Emre, insanın dayandığı bu temeli ve varoluş koşulunu,
tasavvuf felsefesi ışığında, akılcı bir şekilde kendinde
aramasını dile getirirken, düşüncede yeni bir aşama olması
açısından, benim, ''yeniden doğuş '' diye tanımladığım bu kavramı bakın ne kadar güzel vurgulamış:
“Bir
ben vardır, bende benden
içeru....”
Oysa yaşadığımız toplum, temel taşı olarak bu “Mutlak Ben “
felsefesini, hiçbir zaman önemsememiş ve kendi
Ben’i üzerinde düşünmek zahmetine bile katlanmamıştır.
''Üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşanmaya değer
bir hayat değildir!'' diyen Sokrat,
bir nedenle de
olsa, bizi düşünce mahsulü olan bir “Ben” e davet
ediyor!..
http://sufizmveinsan.com
Londra - 22.06.2001
Akşam
Gazetesi - 08 Aralık 2001
|