Kayıt için burayı tıklayın




Konuşabilen, dik duruşlu, zihni yeteneklerini, algıladığını en iyi biçimde ortaya koyabilen, üstün performansa sahip, tasavvufi tabirle "yoktan var edilmiş", kendine özgü nitelikleri bulunan bir birimdir İNSAN...
O’na, bir taraftan "Ben yeryüzünde insanı halife olarak yarattım..." Âyeti ile taltifte bulunulurken, arınmamışlık hâli ve "nefsinde kıskançlık oluşu" nedeniyle de ters yönlü  hareketler yapabileceği için "imanını  koruması" yolunda uyarı ve tavsiyeler getirilmiştir.

İnsanın evrim boyunca gösterdiği gelişim, inanılmaz boyutlara ulaşmaktadır.
Taş devrinin basit aletlerinden modern silah yapımına kadar uzanan zihniyet, Milenyum çağına damgasını vuran bilgisayarlar ve internet bağlantıları ile küreselleşen  bir anlayışa doğru ilerlerken, kültürel etkinliklerin varlığı ile de neredeyse doyum noktasına gelmiştir.
Evrenin temel taşlarından olan anatomik kriterlere ve içsel yapısına DNA zincirleri sayesinde ulaşan insana ait genel tablo böyle...
Buraya kadar anlatılanlar, onun uyum sağlayabildiği çeşitli boyutlardaki görüntüleridir.

Ne var ki; değişen olgular, reformlar, kültürel doyum ve istenilen şartların gerçekleşmesi, kendini tanıma açısından gerekli koşulları sağlamasına neden teşkil etmemektedir.

Kalıtım yoluyla intikal eden ve çok zor terk edilebilen şartlanmalar, tabular, öze dönük hareketlerde duyarsız kalınmasına, mistik deyimle "uykulu" bir yaşam sürmesine yol açmakta, kendine arif olma noktasından uzaklaştırmaktadır.

Neticede birey öze açılamayan, algılamayan ve zorlamaya gelmeyen şartlar yüzünden zor bir beşeri hayatın içine atılmakta, yaşamını bu değerler üzerine kurdukça da sistemi yani dini nakil yönlü anlamanın ötesine geçememektedir.

Zira "Din"i algılamak üzere sorulan "Neden-nasıl?" sorularının cevabı mutlaka olmalıdır. Çünkü insan, idrâkinin sonuçlarını hisseder, yaşar!.
Düşünen, araştıran, sorgulayan, anlamaya çalışan her insan da ister istemez kendisini tasavvufun içinde bulur…
Kabullenişi, hazmı çok zor olabilen, ancak bireyin varoluş amacını oluşturan bu boyuta adım atabilmek, inanın, çok az insana nasip olmuştur.
Zira bu yaşam biçiminde tabulara şartlanmalara beşeri yorumlara asla yer yoktur.

Ahmed Yesevi’den Hacı Bektaş-ı Velî’ye; Abdülkâdir Geylânî’den Abdulkerim Ceyli Hz. lerine; Muhyiddin A’râbi’ye; Mevlâna Celâleddin’den Taptuk kapısındaki Yunus Emre’ye; Enel Hak sözünün eri şehit veli Hallacı Mansura, Hacı Bayram Velî’den, Muhammed Nur’ül A’rabî’ye; Seyyid Ahmed Rufaî’den, söylediği bir cümle ile tüm tasavvuf ilmini dile getiren Kenân Rufâi’ye kadar tüm değerli insanlar, o maşakkatli basamakları başlarından geçen imtahanlara rağmen yılmadan geçip tırmanıp tasavvuf çalışmaları ile Allah ehli olmayı başarmışlardır.

Bizler bir Mevlâna Hz.lerinin, Rabia Hatunun başına gelen çileleri çekme durumunda kalsaydık acaba hangi hallere düşerdik Allah bilir... Gaye kişilerin maruz kaldığı hareketleri anlatmak değil şartların çok zor, meşakkatli olduğunu vurgulamaktır.

Diğer taraftan Allah’a erme konusundaki engellerin çok zor ve  hassas olduğunu bilerek, olayı bir başka şekilde değerlendiren
Ebu Hureyre (r.a)  şöyle buyurur,
"Efendimiz’den (s.a.v) iki kap ilim aldım. Birini dağıttım. Diğerini    boğazımı keserler havfıyle hıfz ettim..."

Âyeti Kerime’de de "Allah,beşere bir şey indirmedi dedikleri zaman Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. De ki: 'İnsanlar için nur ve hidayet rehberi olarak Musa'nın getirdiği kitabı kim indirdi?. Siz o kitabı parça parça edip bir kısmını aşikar eder ve çoğunu saklarsınız.ve size sizin ve babalarınızın bilmediği şeyler öğretildi. 'Söyle o kitabı Allah indirdi ve sonra onları kendi dedikoduların da oynamak üzere bırak" (Enam / 91) hükmüyle ilgili yere atıf yapılarak,
"Varsın onlar çokluk hayalinin dedikodusuyla oynayıp dursunlar, varlık Tektir"  denmek istenmektedir.

Tedbirat-ı İlahiyye’ de İbn-i Arabi,  bu ilmin halka yansıyan bazı yönlerini bir açıdan şöyle özetlemiştir:
"İnsan-ı Kamil’i, taayyün-i beşerisine bakarak bilmek  mümkün değildir."
Aynı şekilde Mevlana Hazretleri de,
"Evliyâyı da kendileri gibi zannettiler. Onlar da beşer, biz de beşeriz. Ancak,  körlüklerinden bunu bilemediler ki, arada nihayetsiz bir fark vardır. Onların bulunduğu yer, bühl ve hasetliğin yeridir..." demiştir.

Şayet, tasavvuf  böyle bir anlayışa dayanıyorsa -ki öyledir-  beşeri yargıların, bireysel yorumların pek değer taşımayacağı bir yaşantının esas alınacağı kesindir.
Cenabı Hakk’ın isimleri ve ahlâkıyla ahlâklanma yolunda kabiliyeti ve istidadı olmayan, kendini et-kemik yığını kabul etmenin dışına taşamayan ve terkibiyet doğrultusunda yaşamayı mekârimi ahlâk sayanlar, inkârcılık ile zanna yol açan kısıtlı düşünmeyle, beşeriyetin iktiza ettiği nedenlerden ötürü bu ilmi kabul etmedikleri gibi, varoluş mantığı içinde her şeyi yapmayı uygun bulurlar.
Amaçları dini koruyarak sahiplenmektir...
Şu Âyeti Kerime, aslında her şeyi anlatmaya yetiyor:
"Ey İman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın..." ( Maide /101)

Yazmayacaktım.
Öyle çok konuşuldu ki,
Yazmak zorunda kaldım...

Ahmet F. Yüksel
Londra - 21.2.2000
http://afyuksel.com


Üst Ana sayfa e-mail